Süleyman’a Mektup !

Yılmaz TOPÇU

Yıl 1974, yer Ankara… Türkiye’nin darbelerle sarsıldığı ve gelecek darbelere hazırlandığı günler… Ülke kan gölü… Üniversiteli bir grup Ankara’da Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği adı altında işte o yıl bir araya geldi. Abdullah Öcalan işte o grubun başıydı. Basında özgürlükçü, sosyalist yazarların üniversitelerin özgür düşünce ortamı olduğunu savundukları yıllardı. Bugün de olduğu gibi. Özgürce fikirlerini ifade eden bu sözde barış yanlısı grup tarihte eşine rastlanmamış bir özgürlüğe kavuşuyor ve cephede çarpıştığımız düşmandan bize daha ağır kayıplar verdiriyor:

Balkan Savaşı’nda (1912 – 1913), 4307 Şehit, Çanakkale Muharebelerinde (1915 – 1916) 88.821 Şehit verdiğimize yönelik araştırmalar mevcuttur. İstiklal Harbi’nde (1919 – 1922), 10.885 Şehit; Kore Savaşı’nda (1950 – 1953), 731 Şehit; Kıbrıs Barış Harekâtı’nda (1974), 486 Şehit ve PKK ile mücadelede, 1984’den günümüze, binlerce asker, polis, vatandaşımız şehit… Maddi, manevi yanına hiç değinmeyelim.

İçi doldurulmamış “kof” bir özgürlük anlayışı uğruna teröristlere ve onların destekçilerine gösterilen müsamaha yüzünden, ülkemiz, o günden buyana, sayısı belirsiz şehit verdi. Bunun adı özgürlük mü, yoksa hainlik mi? Sözde “barış yanlısı” olarak üniversitelerde faaliyet gösteren ve alfabede harf bırakmayacak şekilde farklı isimleri kendilerine paravan olarak kullanan, özellikle büyükşehirlerde sol kesimin ─PKK ile aynı ismi taşımadığı gerekçesiyle─ barış yanlısı olarak gördüğü gençlere verdiği destek, bu özgürlüğün neticesidir. Milletçe, bu gafletin bedelini ödüyoruz.

Târih, 15 Ağustos 1984. PKK o gün Eruh’a (Siirt), Çukurca ve Şemdinli (Hakkâri) ile Çatak’a (Van) ayın anda saldırdı ve o gün, Türkiye bölücü teröre ilk şehidini verdi. Bir nöbetçi er, Süleyman Aydın, şehit düşmüştü. O günden bugüne binlerce Süleyman Aydın’ı şehit verdik. Yoksa bu ismi unuttuk mu ? O kadar çok şehit verdik ki, isimleri aklımızda tutamadık. Peki ismini dahi unuttuğumuz Süleyman Aydın, O’nu unuttuğumuz için bizi affedebilir mi ? Özür dileriz senden Süleyman Aydın, geçerli nedenlerimiz vardı o yüzden seni özgürlük için unuttuk! Bu arada senin yaşama özgürlüğünü de unuttuk ve bunun için de özür dileriz. Ama sen üzülme, biz senin adına katillerini kınadık ve lânetledik, sana bunu yapanları. Bizler lânetledikçe, kınadıkça PKK darmadağın oldu! “Nasıl oldu da biz bunu yaptık?” dediler ve çok pişman oldular! O yüzden mezarında rahatça uyuyabilirsin!

Süleyman Aydın’ın adını hafızasında tutmaya çalışanlar da oldu evet. Fakat, sonraki yıllarda, Süleyman Aydın gibi o kadar çok şehit verdik ki, isimlerini hatırlamaya hafızamız yetişemez oldu. Adlarını unuttuğumuz binlerce Süleyman şehit oldu. Bu arada, biz terörü ve katilleri kınamaya ve lânetlemeye devam ettik. Ve, yine bildiğimiz gibi, kalleş PKK buna çok üzüldü, kahroldu! Sizleri vatan uğruna şehit verdik ama, bilhassa üniversitelerde, pek çok insanımızın içselleştirmeden, iyice özümseyemeden sıkça kullandığı “içi boş” bir özgürlük kavramı adına, terör örgütlerince yanlış yönlendirilen pek çok öğrencinin PKK’yı desteklemelerine ve eylemler düzenlemelerine müsaade ettik. Onların arasından canlı bomba olarak eylemler düzenleyenlerde çıktı. Sen, yine de üzülme Süleyman, biz onları hep kınadık ve lânetledik de !

Yıl 1996… PKK artık tek kişilik eylemler yapıyor. Türkiye “intihar saldırısı” denilen o terörün en çirkin yüzüyle tanıştı.1996 Haziran’ında Tunceli’de, Ekim’inde Sivas’ta, Kasım’ında Diyarbakır’da ardı ardına intihar saldırılarıyla sarsıldı Türkiye. 3 saldırıyı da kadın teröristler yapmıştı. Kadın özgürlüğü de verdik biz PKK’ya. Kadın da olsa, kınadık yine de. Unutmadan, lânetledik de. O kadın teröristler, patladıkları yerde cinsiyet ayrımı da yapmamıştı halbuki. İşte bu da eşitlikçiliği gösteriyor! Özgürlük beraberinde eşitliği de getirdi bu ülkeye. Üniversitelerde PKK’ya destek veren sözde özgürlükçü öğrencilerin ön saflarında her zaman kız öğrenciler yer alırdı zaten. Kadına olan saygılarını bu şekilde hep göstermişlerdir. Bunu da, polis ya da güvenlik görevlileri, terör destekçilerine müdahale ederken, ön saftaki kız öğrenciler biber gazlarına ya da coplara mâruz kaldığında, “kadına şiddet” yaygarası koparmak için yapmıyorlar! Tamamen saygı için yapıyorlar! Ama Süleyman, senin gözü yaşlı annenin de bir kadın olduğunu hatırlamıyorlar. Olsun Süleyman, üniversiteler özgürleşsin yeter ki, nasıl olsa biz terörle mücadelenin yolunu bulduk. Biz onları öyle bir kınarız ki, pişman olurlar, annenin de gözyaşları diner. Bir de bizim sabrımızın taşmasından çok korktu eli kanlı terör örgütü. Bu yüzden eylemlerini daha dikkatli yaptılar, sabrımız taşmasın diye. Sabrımız da hiç taşmadı bu nedenle.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in, 16 Eylül 1998 günü, Suriye sınırında, yüzünü Bekaa Vadisi’ne dönerek söylediği; “Bazı komşularımız bizim iyi niyetimizi, gösterdiğimiz yakınlığı yanlış değerlendirmişlerdir. Uzun zamandan beri Apo denilen eşkıyayı kendi ülkelerinde barındırıp, onu destekleyerek Türkiye’yi terör belâsına bulaştırmışlardır. Şunu açıkça söylemek istiyorum: Türk milleti artık bu konuda göstereceği iyi niyetin sonuna gelmiştir. Sabrımız tükenmek üzeredir. Sabrımızı taşırmasınlar.” demesi, ─aslında─ eşkıyanın da, destekçilerinin de hangi dilden anladıklarını bize bir kere daha göstermiş oldu. Anlayacağın, Süleyman, bu defa işimize yaradı, Atilla Paşa’nın “Sabrımızı taşırmasınlar!” sözü.

Atilla Paşamızın verdiği gözdağı üzerine, Apo eşkıyası Suriye’yi terk etti. Turist olarak dünyayı dolaştı. Terör örgütünün liderini “dostlarımız” 1999 yılı Şubat ayında Türkiye’ye teslim ettiler. Sen mezarında yatarken, biz çok iyi dostlarda edindik Süleyman. Terör örgütü bizden başka Süleymanlarımızı şehit ettiğinde, bizimle birlikte onlar da terörü kınadı. Fakat, ülkemizi kana bulayan terör örgütü üyelerinin faaliyetlerine gözyummayı da sürdürdüler. Böyle işte Süleyman, kahpeliğin, kaypaklığın, riyakârlığın adı “ince diplomasi” olmuş.

“15 Temmuz” denilen gün geldiğinde, 1990’lı yıllardan sonra, bu defa başımıza “başkaları” musallat edildi. En ulvî duygularımızın arkasına sığınılarak, “sözde dostlarımızın” açık-gizli destekleriyle beslenip büyütülen bu “sinsi düşman”, nihâyet gerçek yüzünü 2014 yılından sonra göstermeye başladı. 15 Temmuz 2017 gecesi, Allah muhafaza, eğer başarılı olsalardı, sonumuz nice olurdu, düşünmek bile istemiyorum Süleyman. Sözde müttefikimiz, bu mel’unların elebaşını da ─yaklaşık onsekiz senedir─ “misâfir!” etmeye devam ediyor. Binlerce insanımızın kanına giren, onbinlerce insanımızın mağdur olmasına sebebiyet veren bu hain örgütün liderini bize teslim etmemekte direnen sözde müttefikimizi de kınamaya devam ediyoruz Süleyman, sakın endişe etme sen!

Senin ölümüne sebep olan eşkıyayı teslim aldık Süleyman, için rahat olsun. Sen mezarında yatarken, o hâlâ yaşıyor, hatta ─biliyorum, kahrolacaksın, ancak yine de söylemek durumundayım─ kendisine özel olarak tahsis ettiğimiz bir adamızda keyif çatıyor, Süleyman. Çünkü biz idamı kaldırdık. İdam yaşama özgürlünü kısıtlıyormuş ve bu nedenle kaldırmamız icabetti. Yanlış mı yaptık yoksa ? Ama hayır! Önemli olan özgürlük değil miydi? Kalleş Apo da, çıkarıldığı mahkemede ölümüne neden olduğu onbinlerce insanımızdan özür dilemişti. İçin ferah olsun Süleyman, senden de özür diledi. Sen de O’nu, o kanlı katili affettin mi Süleyman? Bizi sorma, biz daha kimleri ve neleri affetmedik ki? Şimdi, bu elikanlı katillerin elebaşısı, dedim ya, hizmetine mahsus bir adamızda, rahat ve güvenliğinin sağlanması için emrine amâde kıldığımız yüzlerce görevlinin hizmeti sayesinde, kıralları kıskandıracak bir hayat sürüyor. Üniversitelerde, meydanlarda ve hatta onun sağlık durumunun kötüye gittiğinden endişelenenler, mecliste dahi “özgürlük yanlıları” olarak açıklama istediler. Daha açık konuşmak gerekirse, Türk Devleti’nden hesap sormaya kalktılar, Süleyman. Ve, Devletimiz, onları müsterih kılacak açıklamaları yapmak zorunda kaldı. Özgürlük ve demokrasi işte buydu. Yaşasın Özgürlük!

Bununla yetindiğimizi düşünme, Süleyman. Bunlar ne ki? Biz daha neler yaptık neler. Kalleş örgütün silahlı teröristlerini sınırda davullarla zurnalarla karşıladık. Örgüt bize küsmüştü ve bu yüzden, bizimle barışması için, masum insanlarımızın canına kıyan haydutların böyle ─kahramanlar gibi─ karşılanmasına müsaade ettik. Ama onlar, bizimle yine barışmadılar Süleyman! Galiba özgürlüklerini biraz daha artırmamız gerekiyordu! Elimizden ne gelirse yaptık, bizimle barışmaları için… Onların, dağda-bayırda pürsilâh dolaşmalarına ses çıkarmadık, görmezlikten geldik; şehirlerimizde ellerini kollarını sallayarak serbestçe dolaşmalarına müsaade ettik, ama yine de barışmadılar. Ne versek, daha fazlasını istiyorlar, Süleyman.

Artık anladık ki Süleyman; onlar ─biz, hür ve müstakil yaşayabilelim diye─ uğrunda kanını ve canını verdiğin VATAN toprağını istiyorlar. Biliyorum, mezarında kıvranıyorsun. Bunları söylemesem mi acaba, diye kendime soruyorum. Fakat, ruhunun yükseklerden bizi seyrettiğine; söylemesem de, yaşadığımız bu hicranı ─belki benden/bizden bile daha iyi─ bildiğine inanıyorum, Süleyman. Biraz da bu sebeple dertleşmek istiyorum Seninle…

Sevgili Nihâl ATSIZ, “Dünyanın en güçlü adamı, ölümü göze alandır. Böyle adamlar, öldürülebilir, ancak mağlup edilemezler!” der. Ve, dünyâ-âlem bilir ki, bu konuda hiç kimse, Türklerle yarışamaz. Biliyorum, soracaksın; “İyi de arkadaş, niçin bu kadar tahammüllüsünüz? Vurun, geçin.” diyeceksin. Hakkaniyet gereği söylemek durumundayım, Süleyman; Senin gibi düşünenlerimizin sayısı hiç de az değil. Sabrımız, tahammülümüz, duyarsızlığımızdan ve/veya Seni ─ve, Senin gibi nice şehitlerimizi─ unutmuşluğumuzdan kaynaklanmıyor. Yalan yok, böyleleri de var. Fakat, bu mübârek ülkede, hâlâ Senin/Sizin aziz hatıranıza ihtiramla hürmet edenlerimizin sayısı, kansızlara, gafillere galebe çalacak durumdadır, çok şükür. Sözü çok uzattım, sonraki mektubuma da yazacak bir şeyler kalsın; şu kadarını söyleyeyim; Türk Milleti, binlerce yıl dünyaya nizam vermiş, bütün insanlığın huzur ve mutluluğu için gecesini gündüzüne katmış, Yüce Tanrı’nın övgüsüne mazhar olmuş bir millet. O yüzdendir ki, Devletimiz, kuru ile yaşı aynı kefeye koymak istemiyor. Lâkin, günü gelirse, bütün hâinlerin defterini toptan düreceğimizden endişen olmasın, Süleymanım. Mekânının cennet olduğuna inanıyorum. Yattığın yer pür-nûr olsun. Peygamberler, evliyalar, inşallah ebedî âlemde Sana komşuluk ediyorlardır. Şimdilik hoşçakal Süleymanım.

Suleyman

– Süleyman Aydın’ın Kabri…
Yazar
Yılmaz TOPÇU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen