Türklerin İslamlaşma Süreci

Mert KILIÇ

Türklerin İslamlaşma süreci ile ilgili olarak toplum içerisinde son yıllarda büyük bir bilgi kirliliği bulunmaktadır. Türklerin İslamlaşma süreci birbiriyle ilgisiz iki ayrı kol üzerinden değerlendirilmekte ve bu iki görüşün içerisinde de birçok yanlış bulunmaktadır. Bunun nedeni geçmişteki olayları incelerken inançsal duygulara ve düşünsel akımlara tutsak olmaktan kaynaklanmaktadır. Doğru, usçu ve ilmî bir biçimde ele alınması gereken bu önemli konuyu; kısa, yüzeysel ve birinci el kaynaklardan yararlanarak açıklamaya çalışacağız. Önemlidir ki, olan olayları dönemin insanının düşünce tarzıyla görmek gerekir. Düşünsel akımların kurbanı olmuş bu iki düşünceden ilki Türklerin İslamiyeti, Arap kıyımları yoluyla seçtiğidir.[1] Bir diğeri ise okullardaki ezber dizgesine dayanan yanlış bir uygulamanın neticesi olarak 751 Talas Savaşı’nın ardından hemen Müslüman olduğumuz sonucudur.

İktisadi, siyasi, toplumsal nedenleri irdelemeden ve cihat, dailik, tüccarlık ile tarikat gibi olgu ve kurumları göz ardı ederek doğru sonuca ulaşmamız olanaksızdır. Bu konu irdelenirken aklımızın ucunda bulunması gereken bir diğer konu ise Türklerin Hristiyanlıktan Museviliğe, Budizm’den, İslam’a kadar birçok dini kabul ettiğidir. Bu kısa girişten sonra konuyu yine kısa ve yüzeysel ancak doyurucu olacak bir biçimde ele alalım. Yazımız şu bölümlerden oluşmaktadır: 1. Türklerle Arapların İlk İlişkileri 2. Türkistan Üzerine Seferler 3. Kafkas Seferleri 4. Abbasiler Dönemi 5. Sonuç T

ÜRKLERLE, ARAPLARIN İLK İLİŞKİLERİ Türk ve Arap toplumları, tarihin en eski toplumlarından ikisidir. Yaşamış oldukları coğrafya, dönemin koşullarında birbirleriyle birebir ilişkide bulunmalarına engel oluşturuyorsa da, Türkistan coğrafyasından geçen önemli ticaret merkezi İpek yolu sayesinde birbirleriyle dolaylı da olsa etkileşimde bulunmuşlardır. Aynı zamanda Türk illerinden kalkan kervanların, Arap ellerine gittiğini söylemek de yanlış olmayacaktır. Arap kaynaklarında “Türk” ifadesine ilk defa, Nabiğa ez-Zübyanî’nin divanında rastlanmaktadır.[2] Ancak bundan daha dikkat çekici bir diğer olay ise, Hz. Muhammed; İslam’ı bildirirken kendisine inanmayan bir grup Arap’ın onları Türk yurtlarına gönderme istekleridir. Bu isteklerinde Akhun topraklarını kasteden Araplara, Peygamberin amcası Ebû Talib, Kaside-i Lamiyye adlı 96 beyitlik yapıtında yanıt vermiş ve Türk topraklarına gitmeyeceklerini söylemiştir. Bu kaside de görüldüğü üzere, Peygamberi Türk yurtlarına gönderme istekleri, coğrafyanın uzaklığından ve ilişkilerin zayıflığından kaynaklanmaktadır. İlk Türk-Arap münasebetleri kervanlar ve ticaret yoluyla, dolaylı olarak gelişmiştir.

TÜRKİSTAN ÜZERİNE SEFERLER Türk-Arap ilişkileri ilk olarak; İslam ordularının Suriye ve Irak’ı geride bırakmasıyla başlamıştır. Hülefa-i Raşidin dönemine denk düşen 642 Nihavend Savaşı ile Sasanilerin yıkılmasını Türk-Arap münasebetlerinin başlangıcı olarak kabul etmek yerinde olacaktır.[3] Aynı zamanda Sasanilerin yıkılması, Türkleri tarih boyunca hiç denemedikleri bir göç yolunun da kapılarını açmıştır. Bu tarihten sonra Karadeniz’in kuzeyinden birkaç göç dalgası daha görülecek, sonrasında gerçekleşecek göçlerin önemli bir çoğunluğu İran yolu üzerinden Anadolu ve Suriye topraklarına akacaktır. Bu dönemde Araplar tarihlerinin en parlak dönemlerini yaşıyorlar, en kapsamlı fetih hareketini uyguluyorlardı. Devletin bir ucu Mısır’ın batısında, diğer ucu ise Anadolu topraklarının doğusu da içinde olmak kaydıyla Kafkas sınırlarındaydı. Türkistan coğrafyasında ise bu dönemde kargaşa ortamı yaşanmaktaydı. Kendisini kabul ettirecek güçlü bir otoritenin eksikliği Türk boylarını parça parça bölmüş, bağımsız yönetilen şehir devletleri doğmuştu. Türk yurtları ile İslam orduları arasındaki yapay bir korunak konumunda olan Sasaniler Devleti’nin yıkılmasıyla İslam ordularının yeni hedefi Maveraünnehir ve Türkistan coğrafyası olmuştur.

Türk ve İslam ordularının ilk kez karşı karşıya geldikleri tarih 644 yılıdır. Ahnef b. Kays’ın komutasındaki ordu ile Türk ordusu karşı karşıya gelmiş, Ahnef b. Kays savunma düzeninde durmuş, Türk ordusunun da saldırıda bulunmaması üzerine iki ordu savaşmadan geri çekilmiştir.[4] Ancak sonraki süreçte, İslam orduları, Türk yurtlarına akınlarda bulunmaya başlamış ve Hz. Osman döneminde Toharistan bölgesi de içinde olmak kaydı ile birçok nokta ele geçirilmiştir.[5] Ancak Hz. Ali döneminde patlak gösteren iç karışıklıklar, Türkistan fetihlerini durdurmuş, bu fetihler ancak Emeviler döneminde sürmüştür. İslam Devletindeki iç savaştan galip ayrılan Muaviye, Türkistan fetihlerini yönetmek için Irak Valiliğine atanan Ziyad b. Ebih’i görevlendirmiştir. Ziyad b. Ebih karargahını Merv’de kurarak Horosan ve çevresini tamamıyla ele geçirmiştir.[6] Ziyad b. Ebih’ten sonra da bu göreve Hz. Hüseyin’in katili ve Ziyad’ın oğlu Ubeydullah getirilmiştir. Ubeydullah b. Ziyad döneminde Buhara üzerine saldırılarda bulunulmuştur. Buhara kentinin hakimi olan Kabac Hatunla savaşan Ubeydullah, savaş sonunda Buhara halkını ağır vergiler vermeye mecbur tutmuştur.[7] Türkistan’da gerçekleşen bu küçük çaplı çatışmalar, bölgeyi tamamıyla kontrol altına alamamıştır. Türkistan’ın asıl işgal edildiği dönem Haccac tarafından, Horosan’a vali olarak atanan Kuteybe b. Müslim döneminde gerçekleşmiştir. Kuteybe döneminde Toharistan, Buhara, Semerkand gibi bölgeler tam anlamıyla Emeviler’in boyundurluğu altına girmiş, Türkler çok ağır vergiler vermek zorunda kalmıştır. Kuteybe bu bölgede çok büyük kıyım ve zorbalıklarda bulunmuştur. Öyle ki cihat yapılmadan önce, karşı tarafı İslam’a çağırma zorunluluğunu, dolayısıyla İslam hukukunu çiğnemiştir. Türkleri kılıçtan geçirdiği bile bazı yapıtlarda söylenmektedir.[8]

KAFKAS SEFERLERİ Türkistan’da bunlar olurken, İslam orduları Kafkaslarda da yine güçlü bir Türk kütlesiyle karşı karşıya gelmekteydi. Hz. Osman dönemine denk düşen bu dönemde, Museviliği kabul eden Hazarlar ile İslam orduları arasında çok çetin savaşlar olmaktaydı. Bu çetin savaşın en büyük amacı iki tarafın da Azerbaycan’da üstünlük kurmalarıydı. Özetle Hazarlar bu savaşlardan yenik çıktılar ve Hazar Kağan’ı İslam’ı göstermelik olarak seçmek zorunda kaldı. Başkent İtil’de bu tarihten sonra on tane caminin varlığına tanık oluyoruz. Özetle söyleyecek olursak ilk dönem ilişkileri tamamıyla kan ve şiddetin gölgesinde gelişmiş, bu süreçte de iki ulus birbirlerini tanımaya başlamışlardır.

ABBASİLER DÖNEMİ Dostluk ilişkilerin başlaması ise Abbasiler devrine rastlar. Emevilerin baskıcı devrinden ötürü Türklerin rahatsızlık duyduğu, hatta Emeviler çerçevesinde İslam’a karşı düşmanca bir cephe aldıkları apaçık ortadadır. Ancak Ebu Müslim Horosanî’nin, Horosan’da başlattığı ihtilal hareketine Türkler destek vermişlerdir.[9] İhtilal sonrasında da Türkler, devletin önemli yerlerinde, özellikle orduda görev almaya başlamıştır. Devlet kademelerinde Türklerin en fazla yoğunluk gösterdiği dönem Halife Mansur’un halifeliği dönemidir.[10] Abbasi halifesi Mu’tasım dönemine kadar Türkler ordu içerisinde büyük hizmetler göstermiştir. Gerek Harici isyanlarının bastırılmasında, gerekse fütuhat hareketlerinde Türklerden büyük yarar sağlanmıştır. Türk beyleri de devlet içerisinde önemli bir yerleşme alanı bularak, yönetime yön vermeye başlamışlardır. Halife Mu’tasım, bu tutsak, kul Türkleri, devlet yönetimine tehdit oluşturmasından ötürü Samarra kendini kurdurarak, Türklerin hizmetine verip onları kontrol altında tutmayı amaçlamıştır.[11] Samarra kentinin kurulması da Türk komutanların güçlenmesine engel olamamıştır.

Zamanla güçlenen Türk komutanları, Abbasilerden ayrılarak özellikle Mısır üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Bunlar sırasıyla İhşidiler ve Tolonoğullarıdır. Türk-Arap ilişkilerinde bu kısa siyasi bilgiyi verdikten sonra, bu süreçte Türklerin nasıl İslamlaştığını da ele alalım:

1. Askeri Görevler Dolayısıyla İslamlaşan Türkler Türklerin savaştaki yiğitlikleri, İslam ordularını çok etkilemiştir. Hatta Türk fetihlerinin zorluğundan ötürü, İslam dinindeki kötü yaratıklardan Yecüc ve Mecüc Türkler ile ilişkilendirilmiştir. Yüzyıllar sonrasında Said-i Nursi tarafından bu varlıkların Türkistan Türkleri olduğu dolaylı yoldan ileri sürülse de; Türkler arasında özellikle Osmanlılar döneminde Oğuz Kağan; Yecüc ve Mecüc’ü yenen Zülkarneyn olarak betimlenmiştir. Bu düşüncenin önemli savunucularından birisi de Vanî Efendi’dir. Konumuza geri dönecek olursak, Arapların fethettikleri topraklardan köle edilen yahut orduya alınan Türkler kısa sürede bürokrasi ve askeriyede söz sahibi olmuştur. Daha önce de söylediğimiz gibi bunların en önemlileri Tolunoğlu Ahmet’in soyu ve Ihşidilerdir. Devlet içerisine yerleşen eden yahut orduda görev alan binlerce Türk, İslamiyeti bu biçimde seçmiş, bunların savaşçı özelikleri yitmesin diye Türk kadınlarla evlenmişlerdir. Dolayısıyla o kadınların da Müslüman olduğunu söylemek hatalı bir tanım olmaz.

2. Haraç ve Cizye Vergileri Vermemek İçin İslamlaşan Türkler İslam hukukunda, devletin bünyesindeki gayrimüslimlerden, devletin onları koruduğu için vergi alınırdı. Bu vergi kimi zaman ekonomik nedenlerden ötürü İslam’a geçişi hızlandırmıştır. Müslümanlardan alınan öşür ve zekat yerine alınan harac ve cizye vergileri ekonomik olarak güçlü olmayanları zor duruma sokuyordu. Öyle ki Emeviler döneminde Müslüman olan mevalilerden(Arap olmayan) bile fazla vergi alınıp, ikinci sınıf muamelesi uygulandığını görüyoruz. Bu uygulamayı, Hülefa-i Raşidin devrinin bir devamı sayılan Ömer b. Abdülaziz’in kaldırmaya çalıştığını görüyoruz.[12] Ancak ölümüyle eski uygulamaya geri dönülmüştür. Harac adlı vergi, Müslüman olmayanların ektikleri ürünün belli bir kısmını vermesidir. Cizye ise Müslüman olmayanların İslam devletinin koruması altında olduğu için verdiği diğer vergidir. [13]

Emeviler döneminde, Maveraünnehir ve çevresinden gaddarca ve acımasızca alınan bu vergiler, Türklerin İslamlaşmasına katkı sağlamıştır.

3. Türk Topraklarına Müslümanların İskanı Osmanlı’nın, Balkanlarda uyguladığı iskan politikasını, Araplar da Türk yurtlarına Arapları iskan ettirerek gerçekleştirmiştir. Buhara ve çevresine yerleştirilen Araplar ve Türkler arasındaki ilişkiler zamanla gelişerek Türklerin İslamiyet’i seçmesinin önü açılmış; öyle ki kimi zaman Arap orduları saflarında İslam’ı seçen Türkler, Müslüman olmayan Türklerle savaşmayı seçmiştir. Araplarla savaşan Türklerin, Arap yöneticilerine bu konuda uyarılarda bulunduğuna ve ‘’Sen benim karşıma Türkleri çıkartıyorsun, yiğitsen karşıma Arapları çıkart” dediklerine tanık oluyoruz.

4. Tarikatların ve Dailerin Etkisi İslam’da tarikat ve cemaat algısı yerleşip, filizlendikten sonra birçok bölgede etkinliğe geçtiler. Bu etkinliklerin önemli bir kolunu da, sonraki yıllarda Türkistan üstlenmiştir. Türkistan’da etkin hareket eden dervişlerin başında, Hoca Ahmed Yesevî’nin piri, Nakşibendi tarikatının şeyhi Yusûf el Hemedânî gelir.[14] Türk dervişlerin, uluslarını İslamlaştırmaya çalışmalarındaki istekleri olduğu gibi, Türk olmayan dervişler de Türklerin İslam’a sağlayacağı yararın farkındaydılar. Öyle ki Süfyan-ı Servî ‘’Türkistan’da ezan okumak, Mekke’de namaz kılmaktan daha faziletlidir.’’ demiştir.[15] İshak Baba, Abdüllah b. Mübarek, İbrahim b. Edhem, Şakik-i Belhi, Hallac-ı Mansur, Baba Tahir Uryan, Hoca Ahmed Yesevî, Süleyman Bakirganî Türklerin İslamlaşmasında rol oynamış sufi ve din adamlarıdır.[16] Ancak Türkler arasında İslamın yaygınlaşması için asıl güç Pirî Türkistan Hoca Ahmed Yesevi hazretleri tarafından ortaya koyulmuştur. Ahmed Yesevi, 12. Yüzyıl itibariyle Türklere İslamiyeti binlerce müridi vasıtasıyla öğretmiş ve onun açtığı yolda Hacı Bektaş Veli de Anadolu’da tarikat eylemlerini sürdürmüştür.

5. Tüccarlar ve Gezginlerin Etkisi Türkler ile Araplar arasındaki ilk etkileşimin kervanlar aracılığıyla, yani ticari amaçlar içerisinde gerçekleştiğini söylemiştik. Eski çağlarda, uzak kültürler arasındaki, kültür alışverişinin gerçekleşmesini sağlayan yegane kurum ticaret ve onların erbabı olan tüccarlar olmuştur. Gitmiş oldukları coğrafyaya İslam’ı da götüren tüccarlar, burada birtakım dailik ve misyonerlik etkinliklerinde de bulunmuşlardır. Türkistan coğrafyasında da gördüğümüz bu durumun, gözle görülür en açık biçimi Bulgarlar üzerinde gözükmektedir. İbn Fadlan’ın tüccar ve gezginlerin etkisi üzerine verebileceğimiz şu örnek onun geziyazısında geçer: ”Benim elimle Tâlût adında bir Bulgar Müslüman oldu. Ona Abdullah adını verdim. Bu adamın karısı, anası ve çocukları Müslüman oldular. Ona ―elhamdü lillahi ve ―kul huvallahü ahad surelerini öğrettim. Bu iki sureyi öğrenmekten dolayı duyduğu sevinç, Bulgar hükümdarı olsa duyacağı sevinçten daha fazla idi.” Bulgar Türklerinin çoğunluğunun bu şekilde Müslüman olduğu söylenmektedir.

6. Halife Tarafından Elçilik Heyeti Yoluyla İslam’a Geçiş Ta peygamber döneminde Habeşistan’a, Sasanilere ve Roma’ya mektuplar gönderilerek İslam inancı bildirilmiştir. Abbasiler döneminde de bu biçimde olayların gerçekleşitğini, başka devlet yöneticilerinin İslam’a çağrıldığını biliyoruz. Abbasi Halifesi Muktedir döneminde Bulgarlar üzerine bir elçilik heyeti gönderilmiş ve Şelkey Han, Cafer b. Abdullah adını alarak İslamiyet’e geçmiştir.[17]

7. Müslüman Türklerin, Müslüman Olmayan Türklerle Olan Mücadeleleri İslam’a geçen Türklerin, Müslüman olmayan Türklere karşı gaza hareketlerine başladığını İbn Fadlan ”Bulgarlar Müslüman olandan beri gaza yaparlardı” diye açıklar. Oğuzlar ve Peçeneklerle savaşan Bulgarlar onları İslam’a geçirmeye uğraşıyor, hakimiyeti altına aldıkları topraklarda da İslam’ı yaymayı hedefliyorlardı. İslamla daha gençliğinde tanışan Satuk Buğra Han da aynı şekilde, amcasıyla mücadeleye girişmiş ve sonuç olarak galip ayrılarak devleti “İslamlaştırmıştır”. Satuk Buğra bu mücadelesinde karşısında Dokuz Oğuzlar, Uygurlar ve Yağma gibi boyları bulmuştur.[18] Mücadeleden geri durmayan Satuk Buğra Han, Müslüman Türklerin gönlünde yiğitimsi bir görünüme bürünmüştür. Karahitaylar sayesinde İslam’la tanışan Kırgızların[19] ise Müslüman olmayan Karluklarla olan mücadeleleri Manas destanında anlatılır.[20] Kutadgu Bilig’de de, fetih hareketi için şöyle bir erek çizilmiştir: ‘’onların evlerini barklarını yak, burklarını kır, yerine cami yap, etrafında İslam cemaati toplansın.”[21] Divan-ı Lügat-it Türk’te Karahanlılar ile Müslüman olmayan Uygurlar arasındaki şiirleştirilmiştir.[22] Eski Türkçe’de ‘’tat’’ dini farklı, bugünkü söyleniş biçimiyle ‘’gavur’’ karşılığına gelirdi. Kaşgarlı Mahmud ünlü eserinde şöyle der: Geldi bana gavur bir tat, hemen vurdum öldürdüm, parçaladım onun etin, kurda kuşa yem kıldım.[23]

SONUÇ Türklerin İslamlaşma süreci, yukarıda yüzeysel olarak anlatmaya çalıştığımız biçimde, tek bir nedenden ötürü olmayıp, içerisinde iktisadi, toplumsal, siyasi ve sosyal birçok nedeni barındırmaktadır. Türklerin kılıç zoruyla İslam’ı seçmiş olduğu yönündeki savlar büyük oranda uydurmadır. Türk ulusu, kendisine zorla yaptırılan, dikta edilen hiçbir şeyi zorla kabul etmeyecek karakterde bir ulustur. Kaldı ki, kıyımların gerçekleştiği Kuteybe döneminde, yukarıda söylediğimiz gibi ‘’İslam’a çağrı’’ bile gerçekleşmemiştir. Bunun da nedeni bölgenin İslamlaşmak için değil vergi almak için işgal edildiğini gösterir ki topluca İslam’a geçiş olası değildir. Bu dönemde yapılan kıyınları da yok saymadan söylemek gerek ki İslamlaşma Arapların yaptığı kıyınlarla değil Türklerin; Türkler üzerine cihadı ve Karahanlılar gibi devlet dinini İslam yapan oluşumlarla gerçekleşmiştir. Ancak bu süreç de 14-15. yüzyıla kadar devam etmiştir. Kırgızların İslam’ı Karahitaylardan öğrenmesi de buna bir örnek göstermesi açısından önemli olup, İslam Ordularıyla mücadelelerde bulunmayan İdil Bulgarlarının yeni dini benimsemesi de tek başına bu algıyı yıkmak için yeterlidir. Bunun dışında, Türkler, İslamiyeti Araplardan değil Farslardan öğrenmişlerdir. Dilimize geçen ‘’namaz’’ sözcüğü Farsça olup; Arapçası ‘’salah’’dır. Bunun yanı sıra ‘’oruç’’ sözcüğünü de örnek olarak verebiliriz. Dilimizdeki, dini terimlerde Arapça yoğunluğun nedeni ise Türklerin batıya karşı yaptıkları göç devinimleridir. Türkistan coğrafyasında, İslam’ı kabul eden Türkler Tanrı’ya ‘’bedük, erlig’’ gibi Türkçe ön adlar ile seslenirken, camii için de ‘’toplak’’ diyorlardı. Yine mescit için ‘’anak’’, müezzin için ‘’ünlen’’, melek için ‘’iye’’, namaz için ‘’komaltı’’ ve ‘’yükünç’’, abdest için ‘’tezginç’’, türbe için ‘’kümbet’’ oruç için ‘’baçağ’’ sözcükleri kullanılmaktaydı.[24] Türklerin Batı’ya yaptığı göç önce Farsça terimlerin kullanılmasına neden olmuş, sonra da Arapça’dan birçok terim alınmıştır. Batıya yapılan göçlerin bir neticesi olarak da tasavvufi ve dini kitapların çoğu Arapça yazılmıştır. Ancak şeyhülislam Ebussuûd Efendi’nin 16. Yüzyılda ‘’tamu’’ dediğine de tanık olmaktayız.[25] Demeli, Türkler her ne kadar yabancı dillerin boyundurluğuna da girse kendi dilindeki dini terimleri tümden atamamıştır. Sonuç olarak İslam dini, Türklerin toplu olarak kabul ettiği ve hala ulusal bir din olarak gördüğü tek din diyebiliriz. 11. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar da bu dinin koruyuculuğunu yaptığını söylemek de yanlış olmayacaktır. En eski Boşnakça ilmihal sorularında ”ne zamandan beri Türksün” sorusuna ”Kalubeladan beri” yanıtının verilmesi Balkanlarda Türklükle, İslamın aynı gözüktüğünü göstermektedir. Hatta bunu Balkanlarla sınırlamak bile yetersiz olacaktır.

Kaynaklar

[1] Aydın, Erdoğan, Nasıl Müslüman Olduk?, Kırmızı Yayınları

[2] Togan, Z.V. Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, s.74

[3] Merçil, Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1985, s.1

[4] Belazurî, Futuh, trc. Mustafa Fayda, Ankara 1987, s.452-454

[5] Dineverî, Ahbaru’t Tıval, I Mısır, s.1330

[6] Ömer, Ferruh, Tarihi Sadru’l İslam ve Devletü^l Emeviyye, Beyrul 1976, s.128

[7] Belâzuri, Futuhu’l- Buldan s.577

[8] Kitapçı, Zekeriya, Yeni İslam Tarihi ve Türkler, s.351

[9] Karapınar, Mahmud, Abbasiler Dönemi Türklerin Siyasi Faaliyetleri, Türkler Ansiklopedisi, C.4 s.352-363

[10] Halife b. Hayyat, Tarih, thk. E. Ziya El-Ömeri, I-II, Necef 1967,

[11] Ya’kûbî, Buldan, 29; H. D. Yıldız, Mutasım, 29

[12] Yiğit, İsmail, Ömer b. Abdülaziz, TDV, İslam Ansiklopedisi

[13] Kocaova, K. Altay, Alevilik ve Türklük ile olan İlişkisi 2

[14] Kocaova, K. Altay, a.g.e

[15] Kara, Mustafa, Tasavvuf Kültürünün Türkistan Macerasına Genel Bakış, s.11

[16] Biçer, Bekir, Türklerin İslamlaşma Süreci, s.70-86

[17] Yazıcı Nesimi, Volga Bulgar Hanlığı’nda İslamiyet, Türkler Ansiklopedisi, C.4 s.394-408

[18] Ekber, Necef, Karahanlılar s.203

[19] Gömeç Saadettin, Kırgız Türkleri

[20] Kocaova, K. Altay a.g.e

[21] Hacip, Yusuf Has, Kutadgu Bilig, çev. B. Atalay, Ankara, 1992, C.2 s.393-394

[22] Biçer, Bekir a.g.e

[23] Mahmud, Kaşgarlı, Divan-ı Lügat-it Türk, s.397-468

[24] Karakurt Deniz, Türk Söylence Sözlüğü, s.738

[25] Düzdağ M. Ertuğrul, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, Enderun Kitabevi, s.142

Yazar
Mert KILIÇ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen