18-19. Yüzyıl Osmanlı Tıp İlminin Gelişimine Kısa Bir Bakış

Fırat KÖSE

Osmanlı İmparatorluğu , dünya tarihi içerisinde 600 yılı aşkın bir zaman dilimini kapsamaktadır. Her ne kadar birçok Tarihçi tarafından imparatorluk tarihinin incelenmesi açısından birçok eser kaleme alınmış olsa da Osmanlı İmparatorluğundaki bilimsel araştırma, bilimin devlet adamları tarafından destek görüp görmemesi vb. birçok meselede yapılan araştırma ve incelemeler tatmin edici sayılara henüz ulaşmamıştır. Osmanlı ve Osmanlı Bilimi, Tıbbı konusunda her geçen gün yeni ve kapsamlı araştırma ve incelemeler ortaya çıkmaya devam etmektedir.

Bilindiği gibi Osmanlı Bilim Tarihi içerisinde yüzlerce kıymetli ilim insanı ve çalışmaları yer almaktadır. Bu insanlar ve yaptıkları hakkında yerli-yabancı birçok tarihçi ilmi anlamda çok kıymetli eserler kaleme almışlardır. Osmanlı Bilim Tarihi incelendiğinde azımsanmayacak kadar fazla ve kıymetli ilim insanları karşımıza çıkmaktadır, bunlardan birkaç örnek verecek olursak: Nasuh el-Silahi el-Matraki (Matrakçı Nasuh), Şerefeddin Sabuncuoğlu, Yanyalı Mehmed Esad, Takiyüddin el-Rasid aklımıza gelmektedir. İmparatorluğun son döneminde de birçok bilimsel ilerleme gerçekleşmiştir. Eğitim, devletlerin iktisadi kalkınma amacıyla atması gereken önemli adımların başında gelmektedir. ‘’Herhangi bir toplumdaki yürürlükte olan bilim uygulaması, toplumun ilgilerinin bir yansımasıdır ve toplumun izlediği yolu yansıtır.’’

Osmanlı İmparatorluğu da batı karşısında askeri, siyasi, ilmi vb. yönlerde geride kaldığını 16.yüzyıldan itibaren anlamıştır. 16.yüzyıldan 18.yüzyıla kadar olan süre zarfında bu gerileme biliniyordu ancak gerilemekten kaynaklı endişe 18.yüzyıldan itibaren daha fazla bir şekilde artmış ve bu duruma çözüm bulma anlamında birçok atılım, yenilik, reform yapılmıştır. ‘’Savaşlar ve seferlerle Avrupa ile bağlantı içerisinde olan Osmanlı, pek çok alanda olduğu gibi teknolojik alanda da Avrupa’da olan gelişmeleri yakından takip etmiştir. Her ne kadar Osmanlı toprakları içerisinde çeşitli gelişmeler yoğunluklu olarak yaşansa da, Avrupa’da elde edilen genel yenilikler kısmen de olsa Osmanlı’ya transfer edilmiştir. Bu yolla, Avrupa ile Osmanlı arasında oluşan açık kapatılmaya çalışılmıştır.’’

Osmanlı devlet adamları bu durumun, yani bozulmaya yüz tutmuş genel devlet düzeninin yeniden tesis edilmesi için çalışmışlardır. Bu çalışmalar bir nebze de olsa başarılı sonuçlar doğurmuştur.

Konuya temelinden örnek verecek olursak: ‘’Batı Bilimi askerlik yoluyla Osmanlı’ya nüfuz etmeye başlamıştır. Devletin bozuk düzenden kurtulması için sunulan teklif ve raporların büyük bir çoğunluğu öncelikle askeriyenin düzeltilmesi üzerine olmuştur. Dolayısıyla askeriye teknik  donanım ve düzen bakımından olduğu kadar modern bilimin, daha doğrusu batı biliminin Türkiye’ye taşınmasında da en uygun zemin olmuştur.’’

Bu noktadan itibaren konumuz olan Osmanlı Tıp İlmi alanı açısından mühim bir yerde ve önemde bulunan Tıphane-i Amire ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane tarihçelerine ve bu mekteplerin (dönemin Üniversitelerinin) 18-19.yüzyıl Osmanlı Devlet ve toplumuna, sonradan kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne nitelikli Tıp bilgisine sahip ilim insanları yetiştirmesine sebep olması açısından kısaca değinilmesi gerekli olmaktadır. Konunun önemi sebebi ile Prof. Dr. Aykut Kazancıgil ve Yeliz Aksoy’un kitaplarından konuyla ilgili kısımlarına bakacak olursak:

Osmanlı’da tıp ilmini değerlendirirken, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ve Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’den bahsetmeden geçmek mümkün değildir. Ancak bu iki okuldan bahsetmeden önce, üzerinde durulması gereken bir tıp eğitim kurumu daha vardır: Tıphane-i Amire. 19.yüzyıla gelindiğinde Osmanlı’da tıp eğitimi açısından durum pek içaçıcı değildi. Tıp Medreseleri eski parlak dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmışlardı. Bu arada hizmet veren hekimlerin büyük çoğunluğu, azınlıkların ve Avrupa’dan gelen yabancılardan oluşmaktaydı. Mütabbib (tabip olmayan sahte hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın ölümüne sebep olmuşlardı. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da bu duruma engel olunamamıştır, çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda hekim de yetiştirilememektedir. III.Selim zamanında yeni tıp eğitimi veren bir Tıphane açılması düşünülmüştür. O dönemin Hekimbaşısı 21 yaşında ilk Hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ydi. Behçet Efendi, III.Selim zamanında tıp eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarfetmiş, ancak amacına ulaşamamıştı. Mustafa Behçet Efendi, II.Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı sırasında (53 Yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmıştır. Sultan II.Mahmud 1826 yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmişti. Düzeni tamamen bozulmuş olan Yeniçeri Ordusunu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuştu (Asakir-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya hekim ve cerrah yetiştirilmesi gerekiyordu. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, 26 Aralık 1826’da II.Mahmud’a üç dilekçe vererek yeni tıp okulunun kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini yaptı. Padişah gerekli izni verdi. Böylece Sultan II.Mahmud ve Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi hem orduya gerek hekim ve cerrah yetiştiren okul açacaklar, hem de yeni tıp eğitimi veren bir tıp okulunu kurmuş olacaklardı. Bu şekilde kurulan Tıphane-i Amire 14 Mart 1827’de Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacı Konağı’nda açılmıştı. Aynı bina içinde Tıphane ve Cerrahhane eğitimleri ayrı ayrı yapılmaktaydı. Tıp Eğitimi o yıllar Batı’da olduğu gibi dört yıldı. Son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli olanlar tespit edilerek sınava alınıyorlar ve başarılı olanlar Askeri Hastanelere veya Ordunun Tabur Alaylarına ‘’Muavin Tabip’’ ünvanı ile tayin ediliyorlardı. Orada bir hekim gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra serbest hekim oluyorlardı. 19.yüzyılda ordunun hekim ihtiyacının kendini önemle hissettirmesi, yeni bir eğitim kurumunun daha gündeme gelmesine vesile oldu. Böylece Askeri Tıp Okulu (Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) 14 Mart 1827 tarihinde açıldı. Bu tarih bugün Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır. Günümüzde ele geçen, okula ait mermer bir levhada okulun aslında ‘’Medrese’’ anlayışı içinde kurulduğu anlaşılmaktadır. Okulun eğitim anlayışı o zamanki çağdaş tıp eğitimi seviyesine henüz tam anlamıyla ulaşamamıştır. Bu nedenle okulun başına 1839’da Viyanalı Hekim Ambrois Bernard (1810-1844) getirilir. Bu suretle Osmanlı’daki eğitimin niteliğinde önemli bir adım atılmış olur. Aynı dönemde Osmanlı’da sivil halka hizmet vermesi için de hekimler yetiştirecek yeni bir okul açılması gerekmiştir. İşte bu ihtiyaç doğrultusunda 1867 yılında ilk Sivil Tıp Okulu (Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye) eğitime açılmıştır. 1908 yılında Sivil Tıp Okulu ‘’Fakülte’’ye dönüştürülmüş ve bir yıl sonra da her iki okul Sivil Tıp Okulu çatısının altında birleştirilmiştir. ‘’

1836’da Tıphane ve Cerrahhane birleştirilerek gene saray içindeki Otlukçu Kışlasına taşınmıştır. Bu yeni yerleşme geniş çapta tıp eğitimi için yeterli olmamakta idi. 1837’de Reisülettibba Ahmet Necip Efendi bir takrir vererek tıp talebesinin oturdukları Asakir-i Hassa-i Şahane Hastanesinin yetersiz olduğu, dolayısı ile daha geniş bir yere taşınılmasını talep etmiş ve boş olan eski Galata Sarayı’nın tıphane ve hastane olarak tamir edilmesini teklif etmiştir. Saray tamir edilmiş, eski Yeniçeri Kışlasının arka tarafı setlerle yükseltilmiş, giriş tamir edilmiş ve Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire Galata Sarayına nakledilmiş ve 1838’de Mektep: ’’Mekteb-i Adliye-i Şahane ‘’ ismi altında açılmıştır. Bu defa mektep daha düzenli olarak kurulmuş, başına Viyana’dan Bernard isminde genç bir doktor müdür olarak getirilmiş, dersler tamamı ile Fransızca olmuş ve açılış bizzat Sultan II.Mahmud tarafından yapılmış ve Padişah bu münasebetle mühim bir nutuk irat etmiştir. Mektebin eğitimi; otopsi yapılması (1841), sistemli anatomi dersi, ciddi bir tıbbi bitki bahçesi düzenlenmesi, dahiliye, hariciye, servisleri ile bunlara ait istatistikler, mezuniyet tezi konulması ve nihayet mektebin Kütüphanesinin düzenlenmesi konuları, ilk kez imtihanını verenler Hekimbaşı ve Mekteb-i Tıbbiye Nazırı Abdülhak Molla’nın oğlu Hayrullah Efendidir. Hatta bu zat doktora tezini Makalat-ı Tıbbiye ünvanı altında 1843 tarihinde bastırmıştır.’’

Bununla ilgili olarak Prof.Dr. Aykut Kazancıgil’in tesbiti ise: ‘’Ancak ne olursa olsun 1839’da açılan Tıbbiye, Türkiye bilim tarihi için başarılı sayılmalıdır.’’ diye ifade etmektedir. Bu yenilikler imparatorluğun sağlık alanındaki büyük ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmış ve başarılı da olmuştur. Bu okullardan mezun olan başarılı doktorlar kendi alanlarında tecrübe ve bilgilerini arttırmak amacıyla başta Paris olmak üzere zamanının en gelişmiş hastanelerinde tecrübeli ve alanlarında söz sahibi olan doktorların yanında yardımcı olarak bir nevi staj yapıyor ve hem sağlık alanındaki yenilikleri yakından takip ediyorlar hem de kendi alanlarında bilgi ve tecrübe sahibi olarak imparatorluğa geri dönüp çalışmaya başlıyorlardı. Aynı zamanda da imparatorluk her alanda olduğu gibi sağlık alanında gerçekleşen yenilik ve değişimleri yakından takip ediyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘’çöküş’’ döneminde tahta geçen ve devletin içinde bulunduğu zor şartlardaki durumun çözümü amacıyla başta sırasıyla; III.Selim, II.Mahmud, Abdülmecid, Abdülaziz ve nihayet Sultan II.Abdülhamid döneminde çok kapsamlı ve başarılı icraatler gerçekleşmiştir. Gelişimin temelinde kaliteli insan gücünün yattığının farkında olan bu hükümdarlar ve devlet adamları, bu doğrultuda hareket etmenin zorunluluk olduğunu düşünmekteydiler. Bu okullar açısından rakamsal bilgi sahibi olmak bakımından örnek verecek olursak: Besim Ömer Akalın (Paşa)’ın verdiği rakamlara göre, 1900 yılına kadar Mülkiye Tıbbiyesinden 623 Doktor ve 501 Eczacı mezun olmuştur (Nevsal-i Afiyet, Cilt 2 s.128 vd., 1316-1900); E.K. Unat, M.Samastı: Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye, İstanbul 1992). Bu rakamların azımsanmayacak kadar önemli olduğunu anlamamıza yardım edecektir.     

KAYNAKLAR

1. Mustafa Armağan, ‘’İslam ve Bilim Tartışmaları’’, Etkileşim Yayınları., İstanbul, 2007, s.74.

2. Yeliz Aksoy, ‘’Tarihte Osmanlı Bilim ve Teknolojisi’’, Karma Yayınları., İstanbul 2008, s.77-78-79-126-171-174-175.

3. Aykut Kazancıgil, ‘’Osmanlılarda Bilim ve Teknoloji’’ Ufuk Kit., İstanbul 2000, s.264-265-266-321.

Fırat Köse, Gaziantep Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Lisans Öğrencis
[email protected]

Yazar
Fırat KÖSE

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen