Türk-İslam Medeniyetinde Mâturîdîliğin Önemi ve Rolü

                                                                                                                         Ayyüce DALKILIÇ

Giriş

Türk kültüründe, İslam öncesi ve sonrası dönem arasında köprü işlevi gören Mâturîdîlik, günümüze değin birçok aydın şahsiyetin araştırma konusu ve durağı olmuştur. Bunun sebebi Mâturîdîliğin, fikri hayatımızın yanında pratikte bu toplumun İslam anlayışından ahlak öğretilerine ve geleneklerimize kadar her yerde varolmasıdır. Bu mesele sadece bir itikad meselesi değildir, aynı zamanda bir zihniyet ve dünyaya bakış meselesidir. Bu işe öncelikle Mâturîdî’yi tanımak ile başlayalım.

Mâturîdî Kimdir?

Asıl adı Ebû Mansûr el-Mâturîdî olan Mâturîdî, Semerkand şehrinin Mâtürîd mahallesinde dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte,333/944 yılında Semerkand’da vefat etmiştir. Sönmez Kutlu’nun da söylemi ve kanıtlarıyla Türk asıllı olduğu kabul edilir(bkz.-Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî). Maturidi Semerkand’da bulunan ve Ebû Hanîfe’nin görüşlerinin tartışıldığı Dârü’l Cüzcaniyye isimli eğitim merkezinde eğitim görmüştür. Daha sonra bu merkezin başına geçmiştir. Burada önemli olan husus, bu eğitim merkezinde yetişenlerin ilmi geleneğinin Ebû Hanîfe’ye dayanmasıdır. Sönmez Kutlu’nun söylemlerine göre onun sadece o bölgedeki eserleriyle yetinmediği ve yapılan alıntılara bakıldığında ise onun Aristo’nun Mantık adlı eserini de incelediği görülmektedir. Mâturîdî, Ebû Hanîfe’nin itikad ve fıkıh olmak üzere her iki alanda uzmanlaşma geleneğini devam ettiren kişilerdendir. Bu sebeple her iki alim için de fıkhî ve itikadî konuları iyi bilen anlamına gelen “fakih” unvanı kullanılmıştır.

Eserleri ve Kısaca Anlatım

Mâturîdî; çok sayıda eser bıraktığı bilinmekle beraber bunlardan sadece Te’vilâtu’l-Kur’an adlı tefsiriyle, Kitâbu’t-Tevhîd adlı kelami eseri bizlere ulaşmıştır. Sönmez Kutlu’nun araştırmalarına göre; Mâturîdî, Te’vilâtu’l-Kur’an adlı eserinde yalnızca ayetlerin yorumuyla yetinmemiş, itikadî ve fıkhî mezheplerin farklı yorumlarına da yer vererek tartışmıştır. Bu sebeple bu eser  Mâturîdî’nin  fıkhi ve itikadi görüşlerini de yansıtır. Bu bağlamda eser; kelamî tefsir olarak nitelendirilebilir.

Mâturîdî’nin Kitâbu’t-Tevhid ve Te’vilât’ı incelendiğinde kendinden öncekilerin kullanmadığı aklî, naklî, semantik temellendirmelerde bulunduğu ve Kelam’a bir bilim görünüşünü kazandırdığı görülebilir(bkz. -Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî-Kutlu, Sönmez). Aynı makalesinde Sönmez Kutlu şöyle der: “Bu açıdan onu İslam düşüncesinde  “Teolojik Akılcılığın” ilk temsilcilerinden birisi, eserini de “bir teolojik felsefe klasiği” olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır.”

Mâturîdî’nin Türklüğü Üzerine

Mâturîdî, Sem’ani ve Zebidi gibi bazı yazarlarca soyu Araplara dayandırılmış olsa da bunu geçersiz kılan birçok kanıt bulunmaktadır.

a) Mâturîdî’nin yetiştiği bölgede kaleme alınan kaynaklarda böyle bir bilgi yoktur. b) Onun soyunu Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye dayandıran Zebidî, soyunun gerçekten ona ulaştığı için değil, takdir ve şereflendirme amacıyla kullanıldığını belirtmektedir. c) Mâturîdî’nin eserleri, özellikle Kitâbu’t-Tevhîd’in Arap dili bakımından bazı ifade bozuklukları, muğlaklıkları ve gramatik hataları içermesi, onun Arap olmayan birisi tarafından kaleme alındığını açıkça göstermektedir. d) Eserlerinde ifadelerin zaman zaman Türkçe cümle yapısına uygun biçimde kurulması, eserlerin Türk asıllı bir alime ait olduğunun en önemli kanıtıdır. e) Mensupları tarafından Eş’arî’nin Arap asıllı olmasıyla övünülürken, aynı şeyin Mâturîdî için yapılmaması da onun Arap olmadığının bir başka delilidir. [1]

 

Mâturîdî’nin Yaşadığı Dönemde Bölgenin Sosyo-Kültürel Durumu

Maveraünnehir, İslam’dan önce Hayatıla, İslam’dan sonra ise, Maveraünnehir olarak isimlendirilmiştir. Bölgede Tirmiz, Nesef, Taşkent, Fergana, Buhara ve Semerkand gibi önemli kültür merkezleri bulunmaktadır. Tarih boyunca bu bölge çeşitli din ve kültürlerin kavşak noktası olmuştur. Bu şehirler arasında özellikle Semerkand, İslam düşüncesinin eğitim merkezi haline gelmiştir. Maturidi’nin yetiştiği dönem, Abbasi imparatorluğunun zayıflamasından sonra Maveraünnehir’de kurulan ve ilim adamlarını ve onların faaliyetlerini desteklemesiyle tanınan Sâmânî  Hanedanlığı’nın en parlak dönemidir. Bu dönemde özellikle Mâturîdî’nin de doğup büyüdüğü Semerkant ve Sâmânî Hanedanlığı’nın başkenti Buhara; ilim ve sanat merkezi haline gelmiştir. İşte böyle bir ortamda Mâturîdî, tek başına nakli kullanmanın yaratabileceği sıkıntıyı görmüş ve akıl ile nakil arasında bir köprü kurmuştur.

 

Mâturîdî-Ebû Hanîfe İlişkisi

Mâturîdî “Tevhid” ve “Te’vîlât” adlı eserlerinde Ebû Hanîfe metodunu izlemiştir. Bunun sebeplerini kısaca özetlemek gerekirse bu noktada iki ekolden bahsetmemiz lazım gelir. Bunlar Medine ve Irak ekolleridir.

Irak ekolü, dinde akılcılığı ve kıyasçılığı ile bilinir. Bunun temelindeki esas sebep ise birçok farklı kültüre ev sahipliği yapmış olmasıdır. Çünkü biz biliyoruz ki bir dinin farklı kültürlerle barışık ve uyumlu hale gelebilmesi için o dinin kaidelerinin akıl ile yorumlanmaya ihtiyacı vardır. İşte Ebû Hanîfe de bu ekolden gelen bir şahsiyettir. Medine ekolü ise daha çok nakli esas alır. Bunun sebebi ise kültürel olarak bölgede çeşitlilik bulunmamaktadır ve zaten İslam dini o kültürde ortaya çıkmıştır. Keza “sünnet” ile karışan Arap kültürü zamanla, özellikle Emeviler döneminde Arap milliyetçiliği halini almıştır. Yine bu sebepten, Medine ekolünün farklı kültürler yahut topluluklar tarafından benimsenmesi de Araplaşmak anlamına geliyordu. Bunun en iyi örneği de Mısır olsa gerek (bkz. Özcan, Hanifi-Türk Düşünce Hayatında Maturidilik-Cedit Neşriyat-2. Baskı-s. 23-24-25-2015-Ankara).

Mâturîdî ile Ebû Hanîfe ilişkisine tekrar dönersek, kendi kültürünü kaybetmeden Müslümanlığı benimsemenin yolu Ebû Hanîfe’nin de mensup olduğu akılcı ekolü benimsemekten geçer. Mâturîdî de bu metodu takip ederek “Türk Müslümanlığı” fikriyatının güçlenmesinde en önemli yere sahiptir. Burada şunu da belirtelim ki “akılcılık”tan kastettiğimiz nakle karşı bir anlayış olarak algılanmamalıdır.

Mâturîdî’nin şu yaklaşımı buna çarpıcı bir örnek olarak gösterilebilir. Yeni Müslümanlar arasında Arapça bilmedikleri için namazda ayetlerin nasıl okunacağı bir problem haline gelince, Ebû Hanîfe, toplumun o anda bildiği dili göz önüne alarak, ayetlerin Farsça tercümesiyle namaz kılınabileceğini ifade etmiştir. Mâturîdî, Te’vîlât’ta bundan söz ederken “önemli olan, anlamın doğru olarak nakledilmesidir; dilin ve cümlelerin söyleniş biçiminin değişmesi anlamın ve hükmün değişmesini gerektirmez; tarih içinde vahyin farklı dillerde gelmesi bunun delilidir” demek suretiyle, sonradan Müslüman olan ve kendi dil ve kültürünü kaybetmek istemeyen milletlere, bilhassa burada bir “ilke” koyarak kendi benliklerini koruma imkanı sağlamıştır.[2]

A. Mehmet Şeker “Türk Müslümanlığı Fikriyatı ve Mâturîdî Algısının Dönüşümü” adlı makalesinde bu konuya ilişkin şöyle der “Ebû Hanîfe’nin vazettiği bütün problemler onun bir şârihi olan Mâturîdî’nin eserlerinde tam anlamıyla sistematize edilmiştir. Bu sebeptendir ki Cevdet Paşa’nın da dediği gibi bütün Mâturîdîler, Hanefi’dir.”

 

Mâturîdî’nin İtikadi Anlayışı:

1-İman-amel ilişkisi:

Amellerin imandan birer cüz olmadığı fikrini ortaya atan mezhep Mürcie’dir. Onlara göre amel, imanın bir sonucudur, bir parçası değildir. Mâturîdî bu anlayışı küçük farklılıklar ile birlikte aynen benimsemiştir. O ise Mürcie’nin bu yorumuna ilaveten şunu getirmiştir: Eğer kişi amelin farz olduğunu biliyor ancak yerine getirmiyorsa imanında bir değişme olmaz, kişi Allah katında ancak günahkâr olur lakin kişinin amelini yerine getirmeme sebebi onun farz olduğuna inanmaması ise o zaman imandan çıkmış olur. Kezâ ameller imana dahil olsaydı hiç kimsenin imanı tam olamazdı. Oysa biz biliyoruz ki imanda eksilme yada artma yoktur, çünkü bir kişi ya Allah’a inanıyordur ya da inanmıyordur.

Hasan Onat “Yeni Bir İslam Medeniyeti İçin Mâturîdî ve Mâturîdîliğin Önemi” adlı makalesinde şöyle der: “Bu görüş, islam’ın erken döneminde yaşananlardan, amel ve imanı bir bütün olarak gören Haricilerin hem kendilerine, hem de diğer Müslümanlara yaşattıklarından esinlenilerek geliştirilmiştir.” İşte Harici mantığı bir anlayış birçok kişinin  İslam dairesinden dışlanmasına ve Müslümanlar arasında kavgaya sebebiyet vermektedir.

2-Din-şeriat/din-siyaset ayrımı:

Mâturîdî’ye göre din  değişmez ancak şeraitler değişebilir. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse bütün peygamberler aynı dine mensuptur yani peygamberlerin dini birdir, bu yüzden hiçbir peygamber bir diğer dini reddetmeyi telkin etmemiştir. Ancak insanları kendi şeraitlerine davet etmişlerdir.

Din-siyaset ayrımı da oldukça önemlidir kezâ İslam dini, siyasi meseleleri insanın aklına bırakmıştır. Bunun en güzel örneğini şurada görebiliriz; dört halifenin dördünün de başa gelişi farklı usullere dayanır. Hatta birçoğunun altında yatan sebep o dönem Arap coğrafyasında hakim olan kabilecilik anlayışıdır. Allah bu konuda bir halef bildirmemiştir. Aslında hilafet denilen kurum dini olmaktan ziyade siyasi bir mevkii ve makamdır. Hasan Onat bu konuyla ilgili şöyle der:

“Hz. Muhammed’in Medine döneminde üstlendiği siyasi liderlik onun peygamberliğinin tamamlayıcı unsuru değildir. Hz. Ebubekir’in hilafet makamına geliş süreci dikkatlice incelendiğinde, yapılan tartışmaların bütünüyle sosyo-politik olduğu, mevcut koşulların ve Hz. Ebubekir’in uzlaştırıcı kişiliğinin onu o makama taşıdığı açıkça görülebilmektedir.”[3]

3-Aklın iman esasındaki rolü:

Mâturîdî’ye göre, dini bilgiye ulaşmada iki yöntem vardır: Bunlardan birisi akıl diğeri ise haberdir,  akli ilkelere dayandırılmamış bir inanç sistemi, dengeli bir amelin de oluşmasına engel teşkil eder. Her şeyden önemlisi de Allah’ı ve onun emirlerini bilmek kesbî-iradî bir olgudur. Mâturîdî’ye göre İman konusunda sorumluluk ancak aklın varlığı ile mümkün olabilir.

4-Mâturîdî’nin keşf ve ilham konularındaki düşünceleri:

Mâturîdî’ye göre, bilgi vehbî olamaz kesbî’dir. Yani insan bilgiyi yaradılıştan elde etmez sonradan elde eder. Bu bağlamda Mâturîdî, bilginin kaynağını vehb, keşif, ilham ve sezgi kabul edenlerden ayrılır. Ancak buna rağmen kendinden sonraki kaynaklarda Mâturîdî, bu anlayışın tersi şeklinde yansıtılmak istenmiştir. Örneğin kendisinde sonra yazılmış olan ve onu anlatan bazı kaynaklarda, o Hızır veya Evliya çehresine büründürülmüştür bunun sebebini Sönmez Kutlu şöyle açıklar: “Bu gibi rivayetler, Türkler arasındaki Hızır kültü ile ilgili inançlardan kaynaklanmış olabilir. Ayrıca bu menkıbevi rivayetlerde bahsedilen bilginin muhalif fırkalarla mücadele için gereken türden bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır.” (bkz. -Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî-Kutlu, Sönmez) Ayrıca bu o bölgede sufilik ve tasavvufun ne kadar yaygın ve güçlü olduğunun da bir göstergesidir.

Kısaca şunları söyleyebiliriz; Mâturîdî, bölgedeki bu mistik atmosferi görmüş ve bunun fazlasının zarar vereceğine dair bir düşünce ile eserlerinde akılcılığı ön plana çıkarmıştır.

5-Mâturîdî’de akıl-nakil ilişkisi:

Mâturîdî akıl ve nakil arasında bir orta yol bularak; lehte-aleyhte kavgasını bitirerek Hanefi Özcan’ın deyimiyle “Türk-İslam düşüncesinin teori ile pratik arasında dengeli bir ilişki kurma esasına dayanarak” realist bir tutum sergilemesine yardımcı olmuş ve de gerçeklerle, iradeyle ve akılla çatışmayan aynı zamanda da hurafelerden arınmış bir din alyaşının oluşmasını sağlamıştır.

6-Büyük günah meselesi:

Mâturîdî’nin bu konudaki görüşleri şöyledir: Bir Müslüman işlediği büyük günah sebebiyle imandan çıkmaz. Ancak işlediği günah sebebiyle günahkâr ve ahlaksız mümin olabilir. Bu konuyu Hanifi Özcan çok güzel açıklıyor:

“Böylece, Mâturîdî demek istiyor ki, mahiyeti gereği amel, iman cinsinden olmadığına göre, itikadi konularda “dış”a ve dış görünüşe göre muamele yapılması doğru olmadığı gibi; inanan bir insanın günahının onun imanına, dolayısıyla dinine zarar verdiğini iddia etmek de doğru değildir.”[4]

 

Osmanlı İmparatorluğunda ve Cumhuriyet Döneminde Mâturîdîlik

Mâturîdîliğin Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki durumunu açıklamak için tarihi anlamda daha geriye bakmamız ve Osmanlı İmparatorluğundaki Maturidiliğin durumunu hazırlayan temel sosyolojik ortamı incelememiz gerekmektedir. Tabii bu bizim anlatmaya başladığımız dönemden de eskiye dayanmaktadır ancak bunu konuyu dağıtmamak açısından bir sınırlama olarak görmemiz gerektiğini belirtmeliyim.

945 yılında Büveyhîlerin Bağdat’a girmesi ve akabinde Hilafet üzerinde etkili olmaya başlaması üzerine Abbasiler, kelamî bir savunma sistemine ihtiyaç duymuşlardır. Bu dönemde de Eş’arî’nin kelami görüşleri desteklenmeye ve bunun sonucunda da popüler hale gelmeye başlamıştır. Bu desteklenme Büveyhîlerin Şii-Mutezili düşüncesine karşı kendisine Eş’arî’de yer bulmuştur. Daha sonralarda 1040 yılında kurulan Selçuklular, Abbasi halifesinin çağrısı üzerine Bağdat’a girip, halifeyi himayeleri altına almışlardır. Bu dönemde  Bağdat, Nişabur, İsfahan gibi birçok yerde Nizamülmülk tarafından Şafii fıkhını ve Eş’arî kelam sistemini anlatan Nizamiye medreseleri kurulmuştur. Tuğrul Bey ve Sultan Alparsalan gibi Selçuklu hükümdarları Hanefi olmasına rağmen Eş’arî’nin kelami görüşlerinin benimsenmesinin sebeplerinden birisi diğer muhalif akımlarla başedebilecek güçlü bir söylem ihtiyacıdır.

“Nizamülmülk, Cüveynî için Nişabur’da bir medrese kurup onu orada görevlendirirken, Bağdat Nizamiye medresesinin başına ise Ebu İshak Şirâzî’yi ve sonrasında Cüveynî’nin talebesi Gazzâlî’yi atamıştır. Sadece bu isimler bile Nizamiye medreselerinin ve günümüze kadar uzanan Eş’arî kelamının etkisini ortaya koyması açısından da önemlidir.”[5]

13. yüzyılda başlayan Moğol istilası bir çok âlimin Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmesine sebep olmuştur. 1220 yıllarında Moğollar Mâverâünnehir’i işgal ve talan etmişler bunun sonucunda da Mâturîdîliğe dayanan medreselerin zayıflamasına sebebiyet vermişlerdir. Mâturîdî’den sonra bu siyasi ortamın karışıklığı, Mâturîdîliği temsil edecek güçlü âlimlerin yetişmesini engellemiştir.

Söz konusu bu uygun şartların oluşması ve Eş’arîliğin güçlü olması sırf Selçuklu veziri Nizamülmülk, Salahattin Eyyubî ve Timur gibi yöneticilerin desteklemelerine bağlanamaz. Ezher vb medreselerde yetişen günümüze kadar etkisi devam eden güçlü Eş’arî âlimlerin yetiştirilmesi yanında21, Eş’arî âlimlerinin hiçbir zaman Hanbelî Selefîliği ve Mâturidîliği eleştiri hedefi yapmadan Ehli Sünnet ve’l-Cemaat’i temsil etmedeki siyasi duruşunun etkisi inkâr edilemez. Zaten bir süre sonra da Mâturidîlik ile Eş’arîlik Osmanlı devleti zamanında kolektif bir çalışmaya imza atarak Osmanlı Sünnîliğinin temellerini oluşturmuştur.[6]

Osmanlı hakim oldukları coğrafyanın özelliğine göre sünni mezhepleri temsil eden medreselere ağırlık vermişlerdir.

İmparatorluğun Rumeli, Anadolu, Kuzey Karadeniz coğrafyasında Hanefî mezhebi, Suriye ve Mısır ile diğer Afrika ülkelerinde ise dört mezhep üzerine medreseler açılmıştır. İstanbul, Edirne, Bursa, Konya, Erzurum medreselerinde genellikle Hanefî mezhebi ağırlıklı, Şam ve Kahire’de ise Şafiî, Malikî, Hanefî ve Hanbelî mezheplere mensup medreseler bulunuyordu.[7]

Osmanlı medrese geleneği, Fatih Sultan Mehmet döneminde kurulan Sahn-ı Seman  medreseleri ile birlikte değişmeye başlamıştır. Fatih; İbn-i Sina, Gazzâli ve İbn-i Rüşd temelinde oluşan tehafüt geleneğinde kimin haklı olduğu yönünde Hocazade ve Ali Tusi’ye çalışma yapmalarını ister. Bu çalışmaların sonucunda Gazzâli’nin  “akıl ile her şeyin ölçülemeyeceği” görüşü kabul edilir.

Ancak bu anlattıklarımızdan Mâturîdîliğin tamamen terk edildiği şeklinde bir algı oluşmasın. Kezâ:

Eş’arî kelamı medreselerde Arapça olarak okutulurken, Mâturidî akaidi yazılan Türkçe tercümelerle halkın itikadını şekillendirmekteydi. Bundan dolayı yargı alanında Hanefî olan Osmanlı, akidede Mâturidî, kelamda Eş’arî bir duruş sergilemekteydi. Bunun bir tezahürü olarak Mâturidî âlim Ömer Nesefi’nin akidesini Eş’arî olan Taftazânî’nin şerhetmiş olması ve uzun süre etkisini devam ettirmesi dikkat çekicidir. Şerhu’l-Akaid olarak meşhur olan bu eser Eş’arîliğin ve Mâturidîliğin daha sonraları yakınlaşmasını ve Ehli Sünnet ve’l-Cemaat çatısı altında bütünleşmesini hızlandırmıştır.[8]

Cumhuriyet dönemine yada bir diğer ifade ile modernleşmenin en yoğun yaşandığı döneme gelirsek burada Ebû Hanîfe ve Mâturîdî’nin, dini sahanın modernleşmesi temelinde o dönemin, Cumhuriyetin de kurucu ideolojisi olarak kabul edilen Türkçülük ideolojisinde güncel bir önem kazanır. Bu dönemde onların fikirlerine yeni bir yön kazandırılır o da “Türk Müslümanlığı” fikridir.

“Çıkış noktası ve hadisenin odaklandığı mihver, Türk düşünce tarihinin kırılma dönemecinde imkânlara da işaret eden M. Şemseddin Günaltay’ın şu bakış açısında ötelenebilir: Hiç şüphe yok ki on üç asırdan beri olduğu gibi bundan sonra da İslam’ın ve Müslümanların mukadderâtı yine Türkler’in mukadderâtına merbût olmakta devam edecektir.”[9]

İslamiyeti kabul eden kavimlerden hiçbiri İslamı kendi kimliği ile bütünleştirmede Türkler kadar başarılı olmamıştır. Bu sebeptendir ki yüzyıllar boyunca müslüman olmayanla Türk olmayan aynı kabul edilmiştir.

Cumhuriyet döneminde oluşan bu algının, Mâturîdîlik temelinde İslam yorumuyla İslam öncesi dönemdeki Türk kültürü ile İslam ile birleşen ve modernleşme dönemine kadar gelen tarihsel süreç arasında bağ kurmaya çalıştığı görülebilir. Aslında bütün bu anlattıklarımız şuna çıkmaktadır: Mâturîdîlik, Türk devletlerinin benimsenmiş gayri resmi itikadi mezhebidir.

Cumhuriyet aydınları ve kurucuları bu dönemde halkın dini ataletini kırmak isterler. Bu bağlamda da akla önem vermesi, kadercilik anlayışı ve teslimiyetçi ruha karşı durması sebebiyle Mâturîdîlik anlayışı, “Türk Müslümanlığı” fikriyle yoğurularak benimsenmiştir.

Tarih boyunca Mâturîdîliğin benimsenmesinin nedenini şöyle açıklayabiliriz:

“Türkler’in Hanefîliği; bu mezhebin insanda iradeyi tanıyarak ilahi emri akıl ve delillerle isbata cevaz vermesi, idari meselelerde katılıktan kaçınarak ihtiyaçların gerektirdiği hükümleri caiz sayması, devletlere, İslami hukuk nizamını zaman ve mekan şartlarında yürütebilmekte hareket serbestliği tanıması sebebiyle de, Türk siyasi teşekküllerince resmi mezheb olarak benimsenmiştir.”[10]

Türkler’de Tasavvuf Anlayışının Kökeni:

Mistik İslam tasavvurunun bölgede hakim olmasındaki asıl sebep bölgede benimsenen hemen her dine yerleşen Şamanizm’dir, Şamanist kültürdür.

“Diğer bir ifadeyle, bölgeyi mistik İslam tasavvuruna entegre eden mühim unsurlardan biri de Şamanizm’dir. İslam öncesi dinler ve mistik bir yöne sahip Şamanist bakiyye üzerinden İslam’ın tasavvufi yorumu bölgede dal budak salmıştır. Sûfiler/zahidler, alttan alta devam eden eski dünyanın mistikleri zemininde hareket ederek bölgenin istikametini tanzim etmişlerdir” [11]

Bu anlamda Mâturîdî bu mistikliğin fazlasının getirebileceği zararları görmüş ve eserlerinde geleneği reddetmeyerek aklı ön plana çıkarmıştır.

Sonuç

Geçmişten bugüne Türk-İslam kültüründe en önemli yeri edinen Mâturîdîlik anlayışı,  Cumhuriyet ile birlikte Türk toplumunun hayata karşı aktivist bir tutum takınmasına; talih, akıbet ve kaderci anlayışla düşünmeyi geri itmesine katkıda bulunan ve herkesin “kendini Allah’ın gönderdiği yerde dünyasını akılcı bir biçimde kurmasını” öğreten yönüne vurgu yapılarak modernleşme önünde zihni engellerin kaldırılmasına yardımcı olmuştur. Mâturîdî’nin ahlak öğretisi uhrevi asketizm yerine dünyevi asketizmi koyar yani çalışmayı, tasarruf etmeyi, tutumlu davranmayı ibadet olarak sayar. İşte bu Mâturîdîliğin, Cumhuriyetin kurucuları tarafından benimsenen modern yorumudur.

KAYNAKLAR

[1] Sönmez, Kutlu, Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî , http://sonmezkutlu.net/?Syf=26&Syz=6039

[2] ÖZCAN, Hanifi (2015) , Türk Düşünce Hayatında Mâturîdîlik, Ankara: Cedit Neşriyat- s. 25

[3] Onat, Hasan, Yeni Bir İslam Medeniyeti İçin Mâturîdî ve Mâturîdîliğin Önemi, http://www.hasanonat.net/index.php/107-yeni-bir-islam-medeniyeti-icin-maturidi-ve-maturidiligin-oenemi

[4]ÖZCAN, Hanifi (2015), Türk Düşünce Hayatında Mâturîdîlik, Ankara: Cedit Neşriyat- s. 29

[5]Harman, Vezir, Osmanlı Dönemi Eş’arî Mezhebinin Güçlü Olmasının Muhtemel Sebepleri, KELAM ARAŞTIRMALARI 13:1 (2015), SS. 167-189, (s. 169-170)

[6] Harman, Vezir, Osmanlı Dönemi Eş’arî Mezhebinin Güçlü Olmasının Muhtemel Sebepleri, KELAM ARAŞTIRMALARI 13:1 (2015), SS. 167-189, (s. 172)

[7] Harman, Vezir, Osmanlı Dönemi Eş’arî Mezhebinin Güçlü Olmasının Muhtemel Sebepleri, KELAM ARAŞTIRMALARI 13:1 (2015), SS. 167-189, (s. 172)

[8] Harman, Vezir, Osmanlı Dönemi Eş’arî Mezhebinin Güçlü Olmasının Muhtemel Sebepleri, KELAM ARAŞTIRMALARI 13:1 (2015), SS. 167-189, (s. 176-177)

[9]ŞEKER, F. Mehmet, “Türk Müslümanlığı” Fikriyâtı ve Mâturîdî Algısının Dönüşümü, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 38 (2010/1), 47-80, (s. 48)

[10] ŞEKER, F. Mehmet, “Türk Müslümanlığı” Fikriyâtı ve Mâturîdî Algısının Dönüşümü, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 38 (2010/1), 47-80, (s. 62)

[11] ŞEKER, F. Mehmet, “Türk Müslümanlığı” Fikriyâtı ve Mâturîdî Algısının Dönüşümü, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 38 (2010/1), 47-80, (s. 71)

*Ayyüce Dalkılıç-Gazi Üniversitesi-Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 2. Sınıf Öğrencisi

Yazar
Ayyüce DALKILIÇ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen