“Küresel Bunalım” Kitap Kritiği

Savaş HOŞTAŞ

Küresel Bunalım1

Ahmet Davutoğlu hocamızın yazmış olduğu bu kitap, diğer kitaplarında da olduğu gibi bir önsöz/manifesto ile başlıyor ve kitap, önsözde yer alan temel direkler üzerine inşa ediliyor.

 Bu anlamda girişte yer alan “İnsanoğlunun zihni birikimi üç sütun üzerinde yükselir: Tefekkür/düşünce, konuşma ve yazı.”2 Üç zihni faaliyetten en özgür ve sınırsız olanı tefekkür, en zor ve sınırlı olanın ise yazı olduğu; çünkü tefekkürün herhangi beşeri ya da zihni sorumluluğu söz konusu değildir. Söz konusu olduğu andan itibaren gelişen süreç konuşmaya gitmektedir. Düşünce planı konuşma evresine girince bir dönüşüme, kırılmaya uğramaktadır.

Konuşma, ancak bir muhatabın olmasıyla anlam bulur. Burada dikkat edilmesi gereken ise “konuşmak için konuşma” yapılmamasıdır. Çünkü hal böyle olursa tefekkür aşamasında düşünceye yüklenen güç kaybolur ve sadece bir retorikle karşı karşıya kalırız. Tefekkür ile diyalektik bir ilişkiye girmeye hazır muhatap olursa ancak bu durumda entelektüel bir konuşma meydana gelir ve fayda sağlanır.

Yazı ise tefekkür ve konuşmadan farklı olarak bir kaydetme iletişimi amacı taşır. Tefekkürün sınırı olmadığı, konuşmanın ise değişim ve kırılmalar ile nispeten sınırlanması varken, yazı başlı başına zorlukları, sınırları göze almayı gerektirir. Yazılanlar, sadece o an değil tarih var olduğu sürece kayıt altında olacağından ciddi sınırlamalarla kağıtla buluşmaktadır. Yine tefekkür ve konuşmada dikkat edilmeyen bir çok kelime/kavram, yazıda bir kuyumcu titizliği gerektirmekte ve yazara sorumluluk yüklemektedir.

Bilginin modern iletişim kaynaklarına kurban edilmesiyle değersizleşme ortaya çıkmış, bilgi, elde edilmek istenilen bir makam, mevki için kullanılmaya başlanmış ve ahlâki çöküntüye maruz kalmıştır

Önsözün sonlarında ise iki yıkımdan -1989 Berlin Duvarı ve 2001 İkiz Kuleler- bahsedilmektedir. Aslında kitabın temeli dediğimiz noktaya dönecek olursak “bunalımların” oluşmasını, insanın güvenlik ve özgürlük arayışını, düşüncesini, konuşmasını, yazımını güç potasında eritenlerin iki yıkım arasında ve sonrasında yazdıkları, konuştukları paradigmalarla görebiliriz. Sadece özsözün okunması dahi kitabın gayesini ortaya koyacaktır.

Küresel Bunalımın Felsefî ve Stratejik Boyutları3başlığıyla “küresel bunalım” yazımını okumaya başlıyoruz. Kitap, içerik olarak 11 Eylül sonrası konuşmaların, mülakatların ve röportajların yazıya dökülmesiyle oluşmaktadır.

11 Eylül demişken kitabın hemen ilk bölümünde Afganistan sorusuna verilmiş bir cevap ve onu takip eden Berlin Duvarının yıkılışı, yeni dünya düzeni, Türkiye’nin bu süreçlerde AB üyelik durumu gibi pasajlar çarpıcı bilgiler içeriyor.

  1. yy. sömürge rekabeti çift kutuplu bir dünyayı ve sistemi ortaya çıkarmıştı. İngiliz- Rus rekabeti Soğuk Savaş döneminde Amerika-Rus rekabeti ile devam etti. Soğuk Savaşı bitiren nihai hamleler ise karşılıklı etki alanlarının geçiş bölgelerini ve düğüm noktalarını barındıran Afganistan üzeriden yapılmıştır.4

Tam bu noktada bugünü ilgilendiren en önemli konu ise Berlin Duvarı yıkılmadan önce Berlin Duvarının yıkılmasına yol açan bir hadise; Sovyetlerin Afganistan’daki bozgunudur. Sovyetler, Afganistan’da hezimete uğrayınca çift kutuplu dünya bitiyor “yeni dünya düzeni” kuruluyor ve bilgi çağına geçildiği söyleniyor. Tabi Berlin Duvarı bilindiği üzere Doğu Berlin ve Batı Berlin yani birisi kapitalizm merkezi olan birisi Sovyet etkisinde olan Berlin. Duvar yıkılınca bu ayrım ortadan kalıyor ve küreselleşme başlıyor.5

Küreselleşme… “Küremiz” lafı ilk kez Rio’da gerçekleşen bir doğa zirvesinde telaffuz edilirken 1995’te Dünya Ticaret Örgütü tarafından ekonomik bir faaliyet kavramı olarak kullanılıyor.6

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci üzerine yazılanlar ise çok manidar bilgiler içeriyor ve dikkat edilmesi gerekiyor. 1997 yılında Lüksemburg Zirvesinde Türkiye’ye aday bile olamayacağı tebliğ edilmişken bir yıl sonra 1998’de AB’den umudunu kesen bir ülke olarak PKK meselesinin üzerine gidiliyor ve ekonomik veriler kötü olmasına rağmen Öcalan’ın iadesi konusunda diplomatik girişimler üst seviyeye çıkıyor. AB ile son derece mesafeli olduğumuz bu dönemin üst seviyede seyreden bir başka unsuru da ekonomik verilerin Cumhuriyet tarihindeki en parlak döneme girmiş olmasıdır. Hal böyleyken yine bir yıl sonra 1999 başbakanımız ve dışişleri bakanımız Helsinki zirvesine götürülüyor; önlerine Kopenhag Kriterleri ve Katılım Ortaklığı Belgeleri veriliyor. AB adaylık süreci resmen başladığından hemen sonra 2000’de Cumhuriyet tarihinin en kötü ekonomi-politik durumu patlak veriyor. 2001’de olanlara baktığımızda bunu çok net görüyoruz.7

Avrupa üyeliğinden dışlandığımız süre içerisinde yakın tarihimizin en parlak dönemini yaşadığımız net olarak tüm verilerde görülmesine rağmen Batıyı savunan çevreler tarafından AB’den dışlanmışlığı tarihin en karanlık dönemi olarak görenlerin olması zihniyet dönüşümünü ortaya koyan trajik bir durum olarak okuyoruz.8

Soğuk Savaşın bitmesiyle birlikte Fukuyama “Tarihin Sonu” diye bir tez yayımlıyor. Batılı bir zihnin kaleminden çıkmasıyla oryantalist zaviden kaleme alındığını tespit etmek güç değil. Ancak benim dikkatimi çeken nokta “Tarihin Sonu” tezine benzer bir anlayışın Osmanlı Devleti için kullanılan “Devlet-i Ebed Müddet” tanımlamasıyla benzeştiği tespitidir. Bu söylem, Tarihin Sonu tezinde olduğu gibi devletin ebediyete kadar sürecek ve her açıdan kemale ulaşmış bir devletin kurulduğu, dolayısıyla da tarihe ivme katacak unsurların tükenmiş olduğu iddiası taşıyordu.9

Mekanizma ve ahlâk kavramlarının vurgulandığı bölüm belki de kitabın hedeflediği sonucun ön anlatımı ve hatta gelişme cümlesi olarak okuduğum cümlelerden oluşuyor. O cümle, “Mekanizmayla ahlâk arasındaki bağlantı kurulmadan mekanizma kendi ahlâkını üretir, derseniz, bu mekanizma mutlaka tiranlık üretir” vurgusudur.10

Mekanizma ile ahlâk arasında bağlantı kurulmadan üretilen her şey yıkımlara, bunalımlara sebep olmuştur. Bu söylemin en çarpıcı örneğini ise Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından görebiliyoruz. Atılan bombalar ilk defa konvansiyonel savaşlar da dahil olmak üzere kendinden sonrası nesli etkileyecek şekilde iz bırakmıştır. Yani, kendisinden yıllar önce çıkmış ve kendisiyle hiç bir ilişkisi olmayan, savaşın çıkmasında bir suçu/girişimi bulunmayan nesiller yıllarca önce çıkmış olan savaşın yıkımı ve sıkıntılarından etkileniyor.11

Yine mekanizmanın ahlâktan yoksun ürettiği teknoloji önceleri daha çok özgürlük ve güvenlik vaat ediyordu. Sanayi Devrimi olduğunda ortaya çıkan heyecan da bu yöndeydi.

 Ancak teknoloji öyle bir noktaya geldi ki üreticisini dahi tehdit edecek atom bombası yapımına ulaştı. Özgürlük ve güvenlik bekleyenler daha çok teknoloji kölesi oldu.12

Sanayi Devrimi sonrası oluşan düzen Avrupa ve Kuzey Amerika’yı özne, dünyanın geri kalanını ise nesne olarak görmeye başladı. Özne olan coğrafyalardaki gelişmeler nesne olan coğrafyalara taşınacak, oralarda güvenlik sağlanacak, siyasal sistemi özneye göre şekillenecekti.13Kitaptaki bu cümleleri okurken aklıma hemen İbrahim Kalın hocanın yazmış olduğu “Ben, Öteki ve Ötesi” kitabında yer alan Rudyard Kipling’in “Beyaz Adamın Yükü” ve “Medenileştirme Misyonu” aklıma geldi. Bu misyona ve/veya sorumluluğa göre özne olan beyaz adam dünyanın geri kalan kısmını “medenileştirecek” ve Fukuyama’nın tezine göre olması gereken düzen oturacaktı.14Aynı konuya Sn.Davutoğlu kitabının 98. sayfasında değinmesi ileri okumalar için dikkat edilmesi gereken bir tevafuktur.15

  1. yüzyıl sömürgecilikle geçti ve 20. yüzyıl da uluslararası düzen denildiğinde akla sömürgecilik geliyordu. Pax Americana paradigma içi bir çelişkiyle İngiliz ve Fransız sömürgeciliği yıkıp uluslararası hukuka dayalı bir düzen oluşturmak istedi ve bu girişimde başarılı oldu.16
  2. dipnota yorum/soru: Pax Americana’nın “paradigma içi çelişkiyle” kurduğu yeni düzen hukuka dayalı görünse de küreselleşme, milliyetçilik, ulusal çıkarlar, ulus-devletler, self-determinasyon vb. kavramlarla aslında yeni bir sömürge düzenini kurmuştur. Öyle ki, her ne kadar savaş yöntemiyle olmasa da yine yukarıda da değinilen özne coğrafyalarda üretilen bu kavramlarla “kültürel sömürü” diğer adıyla “Mc’Donald’slaşma yöntemiyle sömürgecilik devam etmiştir. Ulus-devlet paradigmasıyla kurulan devletler örneğin İran, Suriye gibi söz konusu sözde ulusal çıkarları olduğunda “ümmet çıkarlarını” yok sayıyorlar. Bir başka örnek ise ulusların kendi kaderini belirleme hakkı. Özne olan coğrafyanın güçleri, kendilerinin istedikleri gerçekleşmiyorsa yine kendi kavramlarıyla kurulan ulus-devletlerin bölgelerinde “ulusal çıkarları” tehdit etme pahasına self-determinasyonu destekliyor ve neo-sömürgeciliğe bu yöntemle devam etmek istiyor. Örneğin; Türkiye’nin özne olarak tekrar girişimlerde bulunması, BM başta olmak üzere uluslararası sistemi sorguluyor olması, kendisi dışında başka bir özne görmek istemeyen Avrupa ve Kuzey Amerika tarafından yine uluslararası hukuka göre terör örgütü olan yapıları destekliyor (YPG, PYD) ve bu örgütlerin saldırılarını ve/veya girişimlerini self-determinasyon olarak kamuoyuna pazarlıyor.

Kitapta özellikle dikkat çeken diğer bir söylem ise mevcut sistemin içerisine başka unsurların girmesi konusu. Sistem içerisine sonradan giren diğer unsurlarla siyasal ve ekonomik güç temerküzünü idare edip insan unsurlarıyla paylaşabiliyorsanız devletiniz güçlü bir şekilde yaşıyor.17Kitabın ilerleyen bölümlerinde medeniyetlerin pür olması meselesi ve Amerika’da sisteme dahil edilen Çinli’ler, Müslümanlar, İngiltere’de sisteme dahil edilen Hint ve Pakistanlılar örneklerinde de görüleceği üzere bugün ülkemize mülteci olarak gelip vatandaşlık alan Suriyeli, Iraklı, Filistinli unsurları siyasal olarak da sisteme dahil etmeli miyiz? sorusunu önemli görüyor ve tartışmaya değer buluyorum.

ll.Dünya Savaşından sonra oluşturulan yeni düzene göre dünyanın en stratejik kuşağını İslâm ülkeleri oluşturacak ama o stratejik kuşaklarla ilgili hiç bir kararda söz hakkı olmayacak. Katılım olmadan denetlenmek. 18

Bu parafı ben paradigma olarak görüyorum ve Devlet Başkanımız R.Tayyip Erdoğan’ın ulusal ve uluslararası tüm platformlarda dile getirdiği “Dünya 5’ten Büyüktür” haykırışının, sorgusunun fikri alt yapısı olarak okuyorum.

Paragrafın devamında Berlin Duvarı ve İkiz Kulelerin yıkımı arasında geçen 12 yıllık süreçte yapılan hiç bir anlaşmanın olmayışını görüyoruz. mesela Irak, Kuveyt’i işgal etti ve cezalandırıldı; Irak üçe bölündü ve hala bir anlaşma ve toprak bütünlüğü yok. Ermenistan, Azerbaycan’ı işgal etti; ateşkes var, anlaşma yok.

Bosna’da yapıldığı söylenen anlaşma, anlaşma değil; ateşkestir.

 Kitabın bugüne ışık tutan bir başka bölümü ise “savaş için yığınak yapmak” olarak yan not aldığım bölüm. Bugün dünyanın yeni bir açılıma ihtiyacı var. buna paralel olarak da yeni bir uluslararası düzene. Muhtemel ve nihai bir hesaplaşma için, hesaplaşma sonrası masaya en iyi şekilde oturmak adına yığınaklar yapıldı; yapılıyor. Almanya, AB’yi derinleştirerek Euro’yu çıkardı ve doları Avrupa’dan sildi. Ekonomik dalgalanmalardan etkilenmeyecek seviyeye geldi. Fransızlar nükleer yığınak yaptı ve alternatif nükleer güç oldu. İngiltere, AB ile Amerika arasına diplomatik yığınak yaptı ve olası bir hesaplaşmada başat güç olarak masaya oturacak. Rusya, Avrasya ve Avrupa için alternatif olabilecek bir rehabileteye yığınak yaptı. Bugün sıcak denizlere indi ve üsler kurdu. Çin, ekonomiye yüklendi ve masaya ekonomik gücü ile oturacak. Türkiye, İran’a; İran, Türkiye’ye yığınak yaptı ve birikmiş öfke doldu.19

Bugün gelinen noktada yine kitabın ilerleyen sayfalarında görüleceği üzere Irak’a yapılacak bir müdahalenin tüm Ortadoğu’da dalgalanmaya ve kelebek etkisi yaratacağına sebep olacağı yazıyor. Bu tespite yine kitabın 205. sayfasında daha derinlemesine rastlıyoruz.20Haliyle Tunus’ta Yasemin Devrimi ile başlayan ve tüm Ortadoğu’yu etkisi altına alan “Arap Baharı” bugün hala etkisini sürdürüyor. Suudi Arabistan’ın reform adı altında Katar, Yemen, İran başta olmak üzere bir çok Arap devletine yığınak yapması, Amerika’dan 400 milyar dolarlık silah alması, Katar’a ambargo uygulaması gibi girişimlerini biliyoruz.

Türkiye’de 15 Temmuz’da denenen darbe girişimi başarılı olsaydı, darbeden sonra yapacakları hamle Türkiye ile İran’ı savaştırmak olacaktı. Zaten “ulusal çıkarlar” adı altında bölgede bir güç mücadelesinde olan bu iki devleti, bir de mezhepçilik ve Suriye meseleleriyle körüklediler. Biriken öfkenin patlaması için darbenin başarılı olması gerekiyordu; olmadı. Şimdi ise işin bu kısmını erteleyerek – ki vazgeçmediler- yönlerini İran iç savaşı çıkarmaya çevirdiler. İran yönetiminin son söylemleri de bu tespitleri destekliyor. İran’da olması muhtemel iç savaş çıkarsa ikinci olarak Suudi Arabistan’da yapılan yığınağı devreye sokup Suud-İran savaşı başlatacaklar ve nihayetinde ibre yine Türkiye’ye dönecek. Dönecek ibrenin ilk emaraleri ise İran’dan Türkiye’ye gelecek olan en az 10 milyon İranlı mülteciyle başlayacak.

Bu durumun yaşanmaması için, ulusal çıkarları bir kenara bırakarak, bölgesel çıkarları ön plana almalı ve Suud-İran Savaşını engellemeliyiz.

11Eylül’den sonra meselenin bir medeniyet çatışması haline getirilmesi ve daha önce bu kavram üzerine bir tez yazılması (Medeniyetler Çatışması) tesadüf olarak görülemez. Öyle ki Toynbee, İbn-i Haldun’un teorisine benzer bir teori ortaya koyarak “medeniyetlerin canlı birer organizma olduklarını, doğup, büyüyüp, geliştikten sonra çöküntü içine girdiklerini ve nihayetinde öldüklerini” söylemektedir. Yine Toynbee, Batı Medeniyetinin yaşam reçetesini

“İslâm’ın ve Doğu dinlerinin güzel yanlarını alarak yeni bir sentez getirmesiyle” mümkün olabileceğini söylemektedir.21

Burada belirtmekte fayda var ki “medeniyetler çatışmasını” yazanlar yine içerisinde yetiştikleri psikolojik ortamla bunları tüm dünyaya dikte ettirmeye çalışanlardır. Bakınız Otuz Yıl Savaşları, Vesayet Savaşları, Napolyon Savaşları, Birinci-İkinci Dünya Savaşları… Bunların hiç biri medeniyetler arası savaşlar değil, bilhassa medeniyet içi savaşlardır. Yani, Batı medeniyetinin kendi içindeki çıkar savaşlarıdır.22

Mamafih şunu belirtmekte fayda görüyorum: Yukarıdaki bölümde de değindiğimiz üzere -ve belki kitap kritiğinin son cümlelerinde de tekrar değineceğim- “Tarihin Sonu Tezi” modernite bağlamında önce dinin sonunu ilan etti; sonra ideolojinin sonunu ve son tahlilde tarihin sonunu ilan etti. Yani insanın varoluşunu anlamlandıran ve/veya oluşturan üç önemli çerçevenin sonunu ilan etti.

Dikkat etmemiz gereken ise bunu sadece akademik bir çalışma olsun ya da bir durum tespiti yapılsın diye değil “messiyanik” iddiaları gerçekleşsin diye yazdılar.23

Benim bu kitabı okumadan önce kaleme aldığım “Messiyanizm ve Siyonizm Kıskacında Ümmet Olmak” başlıklı yazımda ortaya koymaya çalıştığım bu kavramı24Ahmet Davutoğlu, Derrida alıntısıyla “yeni bir müjde” ifadelendirmesiyle yeni-Hristiyanlık yaptığını iddia ettiğini aktarmıştır. Ve diğer önemli nokra ise “evanjelist” bir yaklaşım olduğunu, bunda da postmodernizmin etkisinin yattığını net bir şekilde ifade etmiştir.25

Medeniyetlerin tarih sahnesine çıktığı, geliştiği ve yeni bir düzen kurma üzerine kaleme alınan bölüm dün olduğu gibi bugünümüzü de yakından ilgilendiriyor. Medeniyetler tarih sahnesine pür çıkması meselesine 16. dipnotta değinmiş ve ilerleyen bölümde tartışmaya değer gördüğümü belirtmiştim. Sn.Davutoğlu hocamızın bu bölümde yazdıklarını yorumlamadan aktarıyorum:

“Bir medeniyet, tarih sahnesine pür başlar. Roma medeniyeti, Roma şehrinde doğduğunda pür Romalıydı, İtalya’ya yayıldı ve yine pür Romalı karakterini korudu. Yunan’a geldiğinde, felsefeyle karşılaştı. O Felsefî birikimi kendisine aktardıkça kendisini yeniden kurdu. kompleksleştikçe felsefeye olan ihtiyacı arttı. Bir müddet sonra Yunan’dan aldığı Stoik felsefeyi öylesine yeniden kurdu ki, bütün bu kendi bünyesine aldığı onlarca, yüzlerce etnik ya da dinî toplumu idare etmeyi felsefî bir problematik olarak da görmeye başladı. Bu bütün medeniyetler için geçerlidir, İslâm’ın doğuşunda Medine’ye gidenler Kureyşliydi. Medine’de kuruldu, bir Kureyş şehri olma özelliğini sürdürdü. Ama ne zaman Hz.Ömer döneminde fütuhat Suriye’ye yayıldı, yabancı unsurlar devreye girdi ve Müslümanlar bunlarla hesaplaşmaya başlayınca ciddi bir felsefî canlanma dönemi başladı.26

Buradan da anlaşılacağı üzere felsefî canlanmayı diri tutup yeni bir düzen oluşturmak için yine yukarıdaki “pür” olma meselesinin tamamlayıcısı olarak gördüğüm 71. sayfadaki “medeniyetlerin bunalım dönemlerini” değerlendiren bölümü yine aynı şekilde aktaracağım:

“Medeniyetler temel bunalımlarını en geniş alana yayıldıkları siyasal egemenlik dönemlerinde yaşamaya başlarlar. Egemenliklerine aldıkları farklı toplulukları belli bir meşruiyet zemini içinde içselleştirebilme problemi şeklinde kendini gösteren bu bunalımı aşabilirlerse tarihi hayat sürelerini uzatabilirler”27

Evet, tarihi hayat süresini uzatabilmek belki tekrara düşüyoruz ama 15 sayfaya attığımız 16. dipnotta yer alan “yabancı unsurların siyasal sistem başta olmak üzere hemen her alana dahil edilmeleriyle” mümkün olacaktır. Toplumsal refleksler ve tepkiler ise ancak kitabın bir çok yerinde yer alan “felsefî birikim ve/veya felsefe üretmekle” çözülebilir.

Bu konuda yapılacak bir başka ve belki de son uyarı içselleştirme problemi olarak da okunabilir. Mesela Amerika 1960’lara kadar bırakın dünyayı, zencileri içselleştirememişti. İçselleştirilmeyen dışlanmıştır28. Bugün ülkemizde yer alan yabancı unsarları yeni bir felsefî derinlik ile içselleştiremezsek öyle zannediyorum ki sert bir şekilde dışlayacağız.

-İkiz Kuleleri yapan rasyonalite ile İkiz Kuleleri yıkan rasyonalite aynı rasyonalite-29

Kelimelerin tılsımı ile ilgili iki ayrı dikkat çeken durumun biri Amerikan’ın düzenlediği harekâtlara verdiği isimler ya da kavramlar. 11 Eylül’den sonra düzenlediği harekâta “Infinite Juctice (Sonsuz Adalet” asını koydular; bu isimden vazgeçilerek “Enduring Freedom (Devamlı Özgürlük) değiştirildi. Yine aynı şekilde Japonya’ya atılan atom bombasına verdikleri isim “Trinity” yani “Teslis” idi.30 Yukarıda da değindiğimiz gibi “evanjelist ve messiyanik” fonları harekât isimlerinde de görüyoruz.

Bir diğer kelime vurgumuz ise bizim daha çok dikkat etmemiz gereken ve hatta umudumuzu yeşerten örneklerden oluşmaktadır. Bu örneği de meramın net anlaşılması açısından aynen aktarmakta fayda görüyorum:

“Mesela Almanya İç Savaşı…Alman bölünmüşlüğünün içinde bir büyük Alman romantizminin doğuşu. İngiliz iç savaşıdır, İngiliz Konfederasyonunu ortaya çıkaran. Fransız devrim müesseselerinde bölünmüş Fransa’nın içinden Fransız kültürü çıkmıştır. O anlamda bu tecrübelerden bir şeyler çıkartarak bizim de nerede durduğumuzu bilmemiz gerekmektedir. Durmakla anlamak arasında değişik lisanlarda bir ilişki vardır. İngilizce’de “stand” “durmak”tır, “understand” “anlamak”tır… Almanca’da “stehen” “durmak”, “verstehen” “anlamak”tır… Arapça’da “vakafa” “durmak” iken, “vâkıf olmak” “anlamak”tır… Bu niye böyle? Çünkü bir çok dilde durmak, statik olmak demek değildir. Durduğun yerin perspektifini almış, anlamış olmak, demektir.”31

Bugün ise “durduğumuz” yer çok önemlidir ve tarihi sorumlulukları vardır.

Kelimelerin tılsımına özellikle sayfalar arası geçişlerle değindim ki düşünüp “anlayasınız.”

“Durduğumuz” yerdeki perspektifimiz içe kapanık, statik tanımlamalara maruz bırakılmış, çaresiz, teslim olmuş ise tepkilerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor.

Örneğin; sinik tepkiler pluralizm doğurur; ama düzen doğurmaz. Stoik tepkiler, despotik düzen doğurur; pluralizmi yok eder. En çok dikkat etmemiz gereken ise Epiküryen tepki: bir yerde hedonizm. Kısacası tüketim kültürünün yaygınlaşması ve hatta kültürel sömürü düzenidir. Mesela, hamburgeri McDonald’s ortamında yaşanılması gereke bir tecrübe ya da Coca Cola’yı “hayatın tadı” olarak görüyorsak tefekkür etmemiz olanaksızdır. “Durduğumuz” yer “anlamsızdır.” Neo-kolonyalist sömürgeciliğin en uç noktası olan kültürel sömürüye boyun eğmiş oluruz.32

Sömürge düzeninin siyasal hali ise uluslararası organizasyonlar vasıtasıyla yapılmaktadır. Mesela G-8, bu yanlış bir düzen. BM tartışmalı bir çok noktası olmasına rağmen katılımcı demokrasi adına ciddi bir oluşumken G-8 tamamen gücü temsil ediyor;

ekonomik anlamda güçlü olanların güçsüz olanları ezdiği bir sistem. Bir başka zaviyeden bakacak olursak sömürdükleri ülkelerin kaynaklarıyla kurulan G-8 dünyanın geri kalanını hiçe sayıyor.33

Özel bir parantez açacak olursak Batı’nın Müslümanları algılama problemine bu bağlamda değinebiliriz. Burada sorun Batı’nın Müslümanları nasıl algıladığı değil, kendisini nasıl algıladığıdır. İnsan kendisini nasıl algılarsa, başkasını da öyle algılar. Batı’nın bugün kendini algılaması Batı-merkezlidir; oryantalisttir. Böyle olduğu için küreselleşmeye karşı değildir; ancak evrenselleşmeye karşıdır. Çünkü küre; nihayetinde yüzeydir. Küreselleşme de kültürün yüzeysel yaygınlaşmasıdır. Halbuki evren daha kuşatıcıdır ve geneldir. 34

Bu derin konuyla ilgili ileri okuma yapmak istiyorsanız yine Ahmet Davutoğlu Hocanın “Alternatif Paradigmalar”, “Medeniyetler ve Şehirler”, “Medeniyetlerin Ben-İdraki”, İbrahim Kalın Hocanın “İslâm ve Batı”, “Ben, Öteki ve Ötesi”, “Modern, Barbar, Medeni” ve Aliya İzzetbegoviç’in “Doğu-Batı Arasında İslâm” adlı eserlerini okumanızı tavsiye ederim.

“Birey/insan” kavramını idrak etmemiz gerekiyor. Özellikle teolojik anlamda düşündüğümüzde İslâm’ı cemaat dini, Batı’yı bireyci olarak görürüz. İşin özüne baktığımızda ise İslâm diğer dinler ile karşılaştırıldığında İslâm, varoluş idraki bakımından bireyci bir dindir. Yani bir tek insan dahi, nerede olursa olsun, hiç bir ara kuruma ihtiyaç hissetmeksizin varoluş idrakine ulaşır. Buradan da anlaşılacağı üzere tek bir insana güven duymayan medeniyet, düzen oluşturamaz.35

İslâm, demişken bir diğer bahse değinmemiz yerinde olacaktır. Medeniyet olarak İslâm’ı diğer unsurlardan ayıran tarih sahnesinde düşünsel bir derinlik sağlayan, hatta bu düşünsel derinliği günümüze kadar diri tutan sebeplerin bir tanesi ve belki de en önemlisi bütün dinlerde, o dinin kurucu peygamberinin ölümü en buhranlı anken, İslâm dininin gerçek manada kurulması, yerleşmesi, tarih sahnesine çıkması ve kurumsallaşması Hz.Peygamberimiz’in (s.a.v.) vefatı sonrasıdır. Örneğin, Buda öldüğünde ya da Hz.İsa çarmıha gerildiğinde onların takipçileri “bu insan ölmez” diyerek onlara tanrısal bir vasıf yüklemişken, Hz.Peygamberimiz vefat ettiğinde cerayan eden hadise hepimizin malumudur.

Hz.Ebubekir (r.a) ile Hz.Ömer (r.a) arasında geçen tartışmada “O bir beşerdi ve öldü; Allah ise bakidir, ölümsüzdür” vurgusu İslâm dinini rasyonalite ile tarihin içine çekmiştir.36

Rasyonel bir şekilde medeniyet üretip tarihin seyri içerisinde imrenilecek gelişmeler yapan İslâm medeniyetine, bugün İslâm Dünyası deniliyor. Peki İslâm dünyası denilince akla ne geliyor? Birbirinden kopuk, rekabet halinde olan ulus-devletler geliyor.37Peki İsâm dünyasının zihinlerde böyle canlanmasının sebebi nedir? diye soracak olursak… Kritiğin başında da değindiğim üzere ulus-devlet refleksiyle hareket edip, çizilen suni sınırları sadece bir atlas olarak görmeyip zihinlerine de çizenlerden dolayı İslâm dünyası zihinlerde böyle canlanıyor ve canlanmaya devam edecek. Bizler ne zaman ki suni sınırları kaldırır, “ulusal çıkarlar” kaygısını üzerimizden atıp “ümmet çıkarlarını” kırmızı çizgi haline getirirsek işte o zaman İslâm dünyası, İslâm Medeniyeti olacaktır.

Tarihi okumalar yaptığınızda Türkiye’yi hinterlandı olan topraklardan bağımsız düşünemezsiniz. Çünkü Türkiye, coğrafi olarak da tarihi olarak da stratejik olarak da derinliği olan bir ülke. Türkiye’yi hinterlandı olan topraklardan bağımsız düşünemeyeceğiniz gibi hinterlandında yer alan ülkelerin tarihini de Türkiye olmadan okuyamaz, yazamaz ve düşünemezsiniz. Balkanların, Kafkasların, Ortadoğu’nun, tarihini Türkiye olmadan, Osmanlı olmadan yazamazsınız. Kafkas, Asya ve Avrasya tarihini de yazamazsınız. Burada sadece dostane değil, düşmanlar açısından değerlendirseniz yine yazamazsınız. Örneğin, Edirne ile Üsküp bugün olduğu kadar hiç bir zaman birbirine yabancı olmadı. Urfa ile Halep hiç bir zaman birbirine bu kadar aykırı olmadı. 38

Bu derin coğrafyanın sınırları hiç bir zaman bugünkü haline almamıştı. Bugün Türkiye-Irak sınırına ya da Türkiye-İran sınırına tarihin hiç bir döneminde rastlayamazsın. Örneğin, Osmanlı güçlendiğinde İran’ın Basra’sına kadar giderdi ya da İran güçlendiğinde Diyarbakır’a kadar gelirdi ama coğrafyada parçalanmışlık olmazdı.39

Bugün bu kadim coğrafyaları “ulus-devlet” paradigmasıyla derinlemesine ayırdıkları gibi bir de birbirlerine “duvar” ördürdüler. NATO haritalarında Türkiye “Turkish Barrier” olarak geçiyor. Sovyetlerin yayılmasına karşı bariyer olarak kullanıldığımızı gösteriyor. Derinlemesine düşündüğümüzde bu bir medeniyetin onurunu zedeleyen bir durumdur. Ancak bir kere merkez olmuş olan bir ülke, tarihe ağırlığını koymuş bir ülke artık periferi olduğunu kabullenmez ve bu kabuğu da kabul etmez.40

 İslâm topraklarının bugünkü bunalımı bizleri kaygıya sevk etmemeli. Çünkü en büyük beyinler en bunalımlı dönemlerde ortaya çıkar. Fransız İç Savaşında Rousseau’nun, İngiliz İç Savaşında Hobbes’un, Alman parçalanmasında Hegel’in, Kant’ın ortaya çıkması gibi bunalım dönemleri insanı diri tutan, arayışa sevk eden, üretim mekanizmalarını harekete geçiren süreçleri de beraberinde getirir.41

Duruma felsefe ile bakacak olursak “Felsefe bir deryadır, açıldıkça insan güvenlikte olur; kıyıda kaldıkça ise insanın boğulma tehlikesi artar” sözünü dikkate almalıyız. Bu söze istinaden Türkiye içine kapanmaya kalkışırsa, iç tartışmalarla, gerilimlerle, parçalanmışlıklarla daha da bölünür. Ama dışarıya yani merkez konumunu görerek tarihleriyle sentez kurmuş ülkeler başta olmak üzere tüm dünyaya açılırsa tekrar büyür ve dinamik olarak yoluna devam eder. Bölgesinde olanlara kaygısız ve kayıtsız kalmaz. Sözünü içe kapatmaz; hayatın merkezine açar. 42Şunu da hatırlatmakta fayda var: Türkiye herhangi bir ulus-devlet değildir.43Düşünün ki bizim Bosna ile sınırımız yok ama Bosna’da problem olduğunda -örneğin Sırp Savaşı- Boşnaklar yönlerini Türkiye’ye dönüyorlar.Sınırımız olmamasına rağmen Edirne kapısına geliyorlar ama sınırları olan Avusturya’ya gitmiyorlar. 44

Uluslararası ilişkilerde “sabit veri” “statik veri” demek değildir. Sabit veri tekrar tekrar yorumlanır. Zaman ve mekan boyutuyla tarih ve coğrafyalar yeni anlamlar ifade eder. Türkiye’de 20 sene önce Bosna’yı kaç kişi bilirdi? Saraybosna insanlarımızda ne çağrıştırırdı? Ulus-devlet paradigmasıyla bağlarımızı koparmak istedikleri coğrafyalarla bağımızın kopmasına yine “sabit veri” izin vermedi; tarih müsaade etmedi. Kısacası “biz Osmanlı değiliz; ulus-devletiz, bunlarla alakamız yok” diyemezsiniz.45

Ulus-devlet kıskacına düşüp Asya’da, Kafkaslarda, Balkanlarda, Ortadoğu’da Türkiye’nin derinliğinin olduğuna inanmazsak, ilgisiz kalırsak hiçbir Batılı Türkiye’nin yüzüne doğru dürüst bakmaz. En fazla Efes kıyılarında iyi tatil yapılacak ülke olarak bakar.  bu coğrafyalara ne kadar ilgiliysek, ne kadar ilgileniyorsak o kadar güçlü oluruz, etkili ve inandırıcı oluruz. Batı’ya da söylenecek sözümüz, dinletecek dış politikamız olur.46

Gücümüzün kaynağını merak ediyorsanız, duymak istiyorsanız Ürdün ile Türkiye’nin etnik, ekonomik yapılarına bakmanız yeterli olacaktır. Ürdün, yeksenak, hiçbir farklılık barındırmayan, petrol üreten ve tüketici Arap aşiretlerinden oluşuyor. Türkiye ise Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Kafkas Boyları, Kürtler, Araplar gibi hemen hemen dünyanın bütün renklerini içerisinde barındırıyor. Unutmayalım ki kozmopolit unsurları bir arada tutma becerisi gösterebiliyorsanız; bu büyük bir güçtür.47

Kozmopolit unsurları barındırıyor ve bu unsurları bir arada tutuyorsanız güçlüsünüz. Gücünüzün daim olması için bu unsurlara kimlik sorunu yaşatmamanız gerekmektedir. kimlikleri, siyasi iradelerle değiştiremezsiniz. Merkezden dikte ettirilen -tek parti dönemi uygulamaları gibi- politikalar yeni kimlikler ortaya çıkarmaz. Her toplum ait oldukları medeniyetle kimlik bulur ya da kimlik dönüşümü gerçekleştirir.48

Bir toplumun medeniyete intikal etmesi, tabii bir süreç içinde, o toplumun zihin dünyasının ve zihin dünyasından kaynaklanan medeniyet kavramının değişmesiyle olur. Türklerin İslâmlaşması böyle bir süreçtir. 49Tek parti dönemi uygulamalarıyla tek tip bir ulus yaratmak istemeleri “içselleştirme” sorunundan dolayı başarılı olamadı.

Amerika, İngiltere vb ülkeler bugün sistemlerinin içerisine yeni yeni Müslüman unsurları dahil ediyorlar. Sadece Müslümanları değil, Sih din adamını, Hindu din adamını vb. Amaçları toplumu bir arada tutmaktır.50

Çok şükür ki bir çok coğrafyayla tek bir kaderimiz var; tek bir aidiyetimiz var: Aliya İzzetbegoviç’in sözüyle “Benim için iyi, güzel ve temiz olan her şey İslâm’dır.” Bizim de medeniyet aidiyetimiz İslâm’dır. Hiç bir bunalım, kriz, ayrıştırma ve/veya bölme girişimi bu aidiyetimizi yok edemeyecek ve biz tarih sahnesine bu bunalımlarda büyük beyinler yetiştirmiş öncü isimlerle tekrar çıkacağız.

Vesselam…

 __________

 1 Davutoğlu, Ahmet, (2002), “Küresel Bunalım”, Haz. Faruk Deniz, İstanbul, Küre Yayınları

2 a.g.e.s.önsöz
3 a.g.e., s.1-4
4 a.g.e., s.1
5 a.g.e., s.2
6 a.g.e., s.3
7 a.g.e., s.4
8 a.g.e., s.5
9 a.g.e., s.6
10 a.g.e., s.8
11 a.g.e., s.10
12 a.g.e., s.10
13 a.g.e., s.13
14 Kalın, İbrahim, (2016), Ben, Öteki ve Ötesi, İstanbul, İnsan Yayınları, s.21
15 a.g.e., s. 98
16 a.g.e., s.13
17 a.g.e., s.15
18 a.g.e., s.19
19 a.g.e., s.20
20 a.g.e., s.205
21 a.g.e.,s.29-30
22 a.g.e., s.31
23 a.g.e. s,.36
24 Hoştaş, Savaş, (2014), “Messiyanizm ve Siyonizm Kıskacında Ümmet Olmak”, Çorum
25 a.g.e., s.36-37
26 a.g.e., s.40
27 a.g.e., s.71 28 a.g.e.46 29 a.g.e., s.43
28 a.g.e.46
29 a.g.e., s.43
30 a.g.e., s.45
31 a.g.e., s.194
32 a.g.e. s.52
33 a.g.e., s.54
34 a.g.e., s.56
35 a.g.e., s.107
36 a.g.e., s.109
37 a.g.e., s.126
38 a.g.e., s.136-137
39 a.g.e., s.141
40 a.g.e., s.146-147
41 a.g.e., s.132
42 a.g.e., s.156-157
43 .g.e., s.178
44 a.g.e.,s181
45 a.g.e., s.182-183
46 a.g.e., s.193
47 a.g.e., s.193
48 a.g.e., s.228-229
49 a.g.e., s.246
50 a.g.e., s.247

Yazar
Savaş HOŞTAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen