Avrupa’nın “Türkçe” Takıntısı

 

Hasan KAYIHAN

Avrupa’da yaşayan soydaşlarımız açısından öncelememiz gereken asıl mesele, dildir; çünkü Türk’ün “asıl kırılmak istenen kanadı” dilidir. “Şark Meselesi” başlangıçta birkaç Avrupa ülkesi tarafından tertiplenip güdüldüğü halde, “Türkçe Meselesi” bütün Avrupa’nın ortak projesi olarak görülmekte ve kotarılmaktadır. Neden?

Öncelikle bilinmelidir ki, “Dil, uyumun ön şartıdır,” sözü sadece Türkler için geçerlidir; Batı Avrupa ülkelerine Kamboçya’dan tutun da Trinidat’a kadar dünyanın dört bir kçşesinden gelinler de geliyor, damatlar da ama oralardan gelen hiçbir gelin ya da damat daha kendi ülkesindeyken şu meşhur “dil testi” cenderesine alınmıyor.

Ya bizimkiler? Binlerce genç gelinimiz ve damadımız dil testi sınavlarını başaramadıkları için vize alamıyor ve eşlerine kavuşamıyorlar. Oysa Almanya’da tek kelime Almanca bilmeyen yüzbinlerce yabancı yaşıyor. “Guten Tag” demeğe bile dilleri dönmeyen gelinler de geliyor, damatlar da… Bu güne kadar bir tek Japon’a, “Sen Almanca bilmiyorsun, sana oturma izni veremeyiz” dendiği duyulmamıştır. O yüzden, integrasyonu engellediği için Türkçe’ye karşı olmak, kocaman ama etkili bir yalandır; öylesine etkilidir ki, Türkiye Başbakanı 2008’de Almanya’ya yaptığı bir özel gezi sırasında bu ülkede Türkçe liseler açılmasının yararlı olacağını söyleyince, bırakın istisnasız bütün Alman siyasi partilerini, kelli felli Türk asıllı milletvekillerimiz, adı sivil toplum önderliğine çıkmış “kendi adamlarımız” bile bu tür okullaşmaya, uyumu zehirleyeceğinden tutun, gettolar yaratacağı kehanetine uzanan değişik gerekçelerle karşı çıktılar. Oysa bu ülkede yıllardır öğretim dili Yunanca olan ve Almanca’yı sadece yabancı dil olarak okutan  ve bünyesinde anaokulu, ortaokul, liseyi barındıran 50’nin üzerinde Yunan Okulu bulunmaktadır.  Peki Yunan okulları, Japon, Amerikan, Fransız, Patolonya okulları ve dilleri, şu kahrolası integrasyonu baltalamıyor da, Türkçe mi baltalayacak? Yoo, hiç de öyle değil, bırakın baltalamayı, bu tür eğitim kurumlarında kendi anadiliyle alacağı eğitim sayesinde, türlü bahanelerle normal okullarından çıkarılıp, bizimkilerin Deliler ya da Geri Zekâlılar Okulu olarak adlandırdıkları “Sonderschule”lere tıkılan ve sayıları %12-15’lere varan Türk çocukları seygiyle kucaklanır, adam gibi eğitilir, hatta elit liselere de devam edebilirlerdi. 

Birkaç hafta önce davet edildiğim bir okuma akşamında, izleyicilerden bir öğretmen hanım, “Alman öğretmenlerin Türk velilerine çocuklarıyla Türkçe konuşmamalarını, çocuklarını kendisinin öğleden sonra haftada 2 saat verdiği Türkçe dersine yollamamalarını telkin ettiklerini, oysa anadiliyle desteklenen bir öğrencinin daha başarılı olacağının bilimsel olarak da kanıtlandığını, bir öğretmenin bunu bilmemesinin mümkün olmadığını, bu yüzden karşı çıkış sebebini anlayamadığını…” söyleyince, bir buçuk saate yakın roman okuduktan sonra kalkıp, “Avrupa’nın Türkçe Takıntısı” tezine girmek istemedim ve “- Öğretmenim…” dedim, “Dersinizde çocuklara Türkçe’nin kolbastısını öğretmenizden korkuyorlardır.” Salondakiler gülmeğe başladılar. Öğretmen arkadaşın kırılabileceğini düşünerek, “-Gülmeyin…” dedim, “Ciddiyim! Kolbastı, zeybek oyununun Karadeniz ayağıdır. Avrupalı, yüzyıllardır her Türk’ü  bir zeybek, bir efe olarak gördü; Mohaç’ta Süleyman’ı, Edirne’de Sinan’ı,  Kocatepe’de Mustafa Kemâl’i efeleşirken izledi ve yutkundu. Kim Çanakkale’nin, Sakarya’nın, Dumlupınar’ın topla tüfekle kazanıldığını iddia edebilir? Ağza alınacak topumuz tüfeğimiz, uçağımız tankımız mı vardı? Öğretmenimizin sözünü ettiği kişiler, sizin çocuklarınızın ölüme efelenen, mitralyöz yağmurlarıyla âdeta zeybek oynayan o şehitlerin, gâzilerin torunları olduklarını bilmiyorlar mı sanıyorsunuz? Uzun süredir Avrupalının şuur altında zeybeklenmeğe devam eden Türk, bir baktılar ki şimdi yanıbaşlarında, üstelik çocuklarının adı Muzaffer, Gazanfer, Cihangir…  Alman öğretmenlerin ellerinde birer Almanca-Türkçe sözlük yok mu sanıyorsunuz? Bu kelimelerin ne anlama geldiğini araştırmıyorlar mı sanıyorsunuz? Atilla, Fatih, Cengiz… Birinin Papa ayaklarına kapanmış, diğeri çağ değiştirmiş, öbürüne dünya dar gelmiş… Var mı böyle adamlar bir başka milletin tarihinde? Devletimizin kurucusunun adı Mustafa, Peygamberimizin adı Mustafa, dün dünyaya gelen çocuğumuzun adı da Mustafa…  Kızlarınız Ayşe, Fatma, Hatice…  Öte yandan Umay, Bilge, Aybike… Bir ayağınız Hicaz’da, diğeri Atlas Okyanusu’nda… Bir kolunuz Semerkant’a uzanmış, diğeri Helsinki’ye… İşte size Türkçe’nin kolbastısı! Üstelik iki de bir nâralanıyorsunuz: “-Hayda breee!..” Yeryüzünde hangi milletin hangi dansında, hangi oyununda var sizin kolbastı ya da zeybek oynayışınızdaki ihtişam? Onların integrasyondan anladıkları, asimilasyondur; bir insanı asimile etmenin tek yolu vardır, o da dilini almak… Anadilinizi alırlarsa, ardından kolaylıkla Türk şûurunuzu alacaklar ve tabii ruh dilinizi de… Hani nerede Macar ovalarını dolduran Hun Türkleri, Peçenekler? Roma’yı kuran Etrüsk Türkleri nerede? Önce dillerini bitirdiler, sonra kendilerini… Onlar bunu da biliyorlar. Şimdi burada bir bayan öğretmen kalkmış, Avrupa’ya kafa tutuyor; Avrupa’nın göbeğinde dünyaya gelmiş veletlere Allah’ın Resulü Mustafa’nın yolunu gösteriyor, Türk’ün atası Mustafa’nın gururunu aşılıyor. Ne mutlu Türk’üm diyene! Bakın bu ülkede ne kadar Hintli “guru” yaşıyor biliyor musunız? Budist rahipler, Brahmanlar? Hepsi baştacı! Neden? Çünkü onların halkları daha düne kadar, hatta bugün bile Batı kolonyalistlerine, “Efendi” gözüyle baktılar ve bakmağa devam ediyorlar. Peki ya siz? Siz Viyana kapılarına, Münih sırtlarına gelip dayanan gazi atlıların torunları değil misiniz? Arkadaşlar Avusturya’da ve Almanya’da hâlâ “Türk Çanları” çalınan şehirler var… Geldiler, gelecekler deyip duruyorlardı ki, bir de baktılar, yanıbaşlarındasınız! O yüzden göz altındasınız. Çocuklarınız sizinle, kardeşleriyle ve arkadaşlarıyla Türkçe konuşurlarken irkilmelerinin sebebi bu! Onlar, Türk dilinin ruh kökünden fışkıran eğilmezliği, mertliği, zeybekliği, Türklük gururunu, birer Atatürk olma ülküsünü hissediyor ve Şarlken, Viyana, Münih sendromuna tutuluyorlar. 

Öğretmenim!.. Ellerinizden öperim, bilin ki onlar sizi sadece bir öğretmen olarak değil, bir Nene Hatun, bir Halide Edip, bir Zübeyde Hanım olarak görüyorlar; dertleri bu, telâşları bundan!”  

Öğretmenimizin ağlamağa başladığını fark edince sustum; baktım ki öteki soydaşlarım da ağlıyorlar. İşte Avrupa’nın bizimle asıl meselesi budur; bize üç, beş cümlesiyle kâh gözyaşı döktüren kâh dağları söktüren ana dilimizdir… 

Avrupa’nın Ortak Dili: “Türkçe!”  

Avrupalılara yıllardır diyoruz ki, tamam, sizin dilinizi de öğrenelim, zaten öğreniyoruz, hem de başka göçmenlerin çoğundan çok daha mükemmel konuşuyoruz. Bir baksanıza, Sovyetler Birliği dağılınca Almanya’ya getirtilen hangi Rusya Almanı bizden daha iyi Almanca konuşabiliyor? İber yarımadasından gelen göçmenlerden hangisi bizden daha aksansız? Okullar arası şiir yarışmalarında, güzel okuma yarışmalarında yıllardır birinciliği kimselere kaptırmayan çocukların adı Ahmet, Mehmet, Fatma ya da Ayşe yahu… İnsaf edin artık!.. 

Yok, hayır!… Sorun bizim uyumsuzluğumuzda, Müslümanlığımızda değil, sorun bizim zeybekliğimizde, kökünü kurutmak için Anavatanda yasa değişikliği bile yaptığımız (ya da yaptırdıkları) Türklük bilincini diri tutan bu dilde, Türkçe’de!.. 

Dün Çin Denizi’nden Adriyatik’e kadar konuşulan bu dil, artık Atlantik’e uzandı; onu bile aştı… Yeryüzünde ticaret ve iletişim dili sayılan İngilizce bile, Avrupa’da İngiltere dahil olmak üzere % 8 oranında konuşulurken, Türkçe % 9’a ulaştı. Yayınlandıktan bir süre sonra apar topar kaldırılan bir araştırma (www.bab.la/nachrichten/die-sprachen-der-welt.html) dökümünde de gördüğümüz gibi, bir Orta Avrupa dili olan Almanca % 12 ile Türkçe’nin önünde görünmesine rağmen Almanya, Avusturya ve İsviçre’nin dışına çıkıldığında konuşulma oranı % 1 bile değil. Bulgaristan ve Romanya’nın da Avrupa Birliği’ne katılması, Makedonya, Sırbisyan ve Arnavutluk ve Kosova vatandaşlarına AB’ye vizesiz seyahat hakkının tanınmasından sonra Türkçe, Balkan yarımadası ile İskandinav, Benelüks, Almanca sahası ve hatta İber yarımadasına uzanan bölgede yaşayan değişik halk grupları arasında  1. ortak dil konumunu kazandı. Batı Avrupa kaynaklı global ticaret, Türkçe’nin Avrupa-Türkistan hattını çoktan farketti ve özellikle Kazakistan ve Türkmenistan gibi ülkelerde yoğunlaşan yatırım alanlarında ortak dil sebebiyle Batı Avrupa’da yetişen Türkçe bilir elemanlar istihdam ediyor. Hatta ekonomik krizin etkisiyle işsiz kalan Avrupa’nın yetişmiş yerli işgücü, Türkçe’nin iş hayatındaki anahtar rolünün farkına vararak son yıllarda daha yoğun biçimde Türkçe öğrenmeğe yöneldi. Öyle ki Türkçe, öğrenilmek için en çok tercih edilen dil sıralamasında, geleceğin ekonomi ve iş pazarı devi olarak görülen Çin’in sunduğu geniş imkânlara rağmen Çince’nin bile önüne geçti.

Artık dünyanın hemen her ülkesinde şu ya da bu biçimde Türk göçmen iş “kolonileri” oluşmakta, bu insanlarımızdaki durdurulamaz yurt ve Türkçe sevgisi ya da gittikleri her yere alıp götürdükleri o zeybeklik ruhu, bu ruhun doğal yansıması olan vakar, sıcak kanlılık, aile dayanışması, misafirseverlik, tevekküle uzanan saflığında yoğunlaşmış zekâsı, çevresindeki yerlileri de sarmakta,  hele bazı kelimelerimizin başka hiçbir dile nasip olmamış âhenk büyüsü,  kutup soğuğu ilişkiler dünyasına hapsolmuş bu insanları âdeta çarpmakta, hemen her biri farkında bile olmadan en azından 3-5 cümle Türkçe edinmektedirler. “Canım, ciğerim, aşkım, rûhum” kelimeleri hangi dünya diline bizdeki kadar anlam derinliği ile tercüme edilebilir? Bu yüzdendir ki Türkçe, 20 dil arasında yapılan “En Çok Sevilen Yabancı Diller” (Gene yayınlandıktan kısa süre sonra karanlık ellerin gizlediği www.eu.student.eu/die-20-beliebtesten-fremdsprachen/) araştırmasında 7. sıraya yükselmiş bulunmaktadır. 

Türkçe’nin Kültür Rüzgârları 

Kültür dediğimiz şey, sadece dil yoluyla gelişir ve yayılır; Misyonerlik teşkilatlarının en çok dil alanına para harcamalarının sebebi budur. Devlet dili Türkçe olan herhangi bir ülke, meselâ Türkiye, Türkçe’yi dünya çapında yaygınlaştırmak için özel bir gayret sarfetmediği halde, bu dilin önlenemez çıkışı ve beraberinde alıp getirdiği kendi kültür değerleri, Avrupalılık kültür değerlerini taa Hindiçin’e, Afrika’nın ortalarına, kutupların dibine kadar top, tüfek de dahil her türlü yöntemi kullanarak götürmüş ve bu iş için asırlar harcamış olan Avrupa’nın göbeğinde yeşermiş, dal budak sarmaya başlamışsa, Avrupalı’nın eli kolu bağlı duracağını düşünmek mümkün müdür? Türkçe ve onun kültür rüzgârları sistemli biçimde herhangi bir merkez tarafından desteklenmeden böylesi bir hızla yayılıyorsa, Avrupa’nın âkil adamlarının buna yolaçan  etkenleri bir bir mercek altına almayacaklarını nasıl düşünebiliriz? Anadolu’nun ücra bir köyünden emek gücü olarak çıkıp gelmiş, belki ilkokul mezunu bile olmayan kişiler Avrupa’nın bir ucundan öbür ucuna bir yel değirmeni gibi her yerde Türk kültür rüzgârları estiriyorlarsa, Don Kişot eli kolu bağlı mı duracaktır? Birçoğu artık Avrupa’nın yerleşikleri hâline gelmiş bu insanların elinden dillerini almadan, ruhlarını alamayacaklarını bilmez mi Frengistan’ın âkil adamları?

 

Dil Koparma Operasyonları

AB parlamentosu, AB ülke hükûmetlerine diğer ülkelerden gelmiş insanların çocuklarına örgün eğitim ağında anadilllerini öğretme yükümlülüğü verdiği hâlde, çoğu ülke söz konusu Türkler olunca ipe un sermeğe sıvanıveriyor. Üstelik bunlar, Türkiye’yi konuşulan her lehçeye göre bölmeğe kalkışanların ta kendisi, güya aydınlanmış Avrupalılar… 

Başta Hollanda olmak üzere, birçoğu okul binalarında haftada 2-3 saat verilmekte olan Türkçe derslerini tamamen kaldırdılar, hızını alamayan Hollandalı bir bakan, Amsterdam gibi dünya denizciliğinin ana limanı olan bir kentte, Hollandaca dışında başka dil konuşulmasının yasaklanması için kanun teklifi bile verdi. Almanya ise aynı maksatla daha farklı bir yol tutturdu: Türk çocuklarının okul bahçesinde dahi, birbirleriyle Türkçe konuşmasını yasaklamaktan , Pazar günleri Türkçe kursu aldıkları kamu binalarını kapatmaya kadar uzanan, görünüşte mahalli hatta bireysel girişimlermiş izlemimi verdirilen uygulamaları devreye soktu. Türk anne-babaların, çocuklarına Türkçe kursları aldırabilmek için kiralık yer tutmalarının bile önünü kestiler. Başlangıçta Türkçe Anadil Dersleri için görevlendirdikleri öğretmenler hastalık ya da emeklilik nedeniyle meslekten ayrılınca yeni atama yapmamak yoluyla öğretmen sayısında %50’yi bulan tırpanlamaya giriştiler. Derslerin devam ettiği bölgelerde ise ders planları çocukların âdeta ek bir külfet olarak görecekleri biçimde ayarlandı. Bodrum katlarına, labaratuar eskisi sınıflara mahkûm edildiler. Son derece ilkel şartlarda sunulan, okul yönetimlerinden üvey evlât muamelesi gören bu derslere devam oranı giderek düştü ve  şimdilerde % 14-15’lere indi. 

Devam ettikleri okulda 6 saat ders yaptıktan sonra, kimi yerlerde 10-15 kilometre ötedeki bir semt okulunda haftada bir ya da iki gün, bir başka öğretmenden ödünç alınan  bir derslikte karma sınıflar hâlinde kötü hazırlanmış birer ders kitabından başka hiçbir desteği olmayan öğretmenler tarafından verilen (1.-4. sınıflar ile 5.- 10. sınıflar) bu dersler, ne yazık ki bu hâliyle bile pekçok siyasinin gözüne diken olmaktadır. Resmi ilişkilerde masaya konulan “Anadil Dersleri Yönetmeliği”, içerdiği birçok lastikli cümleyle Alman Eyalet Eğitim Bakanlıklarını aklamakta, sadece zevahiri kurtarmalarına yaramaktadır..” En az 15 öğrenci velisinin isteği hâlinde, uygun dersane ve öğretmen bulunması durumunda, haftada 1-4 saat arasında anadil dersleri verilebilir.”cümlesinde bulunan elmalar ve armutları toplamak hiç de kolay olmamakta, öğrenci mevcudunun neredeyse yarısını Türk çocuklarının oluşturduğu okullarda bile anadil dersleri verilmemektedir. Bu dersten alınan not, sınıf geçmede herhangi bir etkiye sahip olmamaktadır. (Sadece Almanya’ya son iki yıl içinde gelmiş, 14 yaşından gün almış çocuklar isterlerse sene sonuna doğru merkezi bir şehirde Türkçe sınavına  katılabilmekte ve en az 60 puan üzerinden 40 puan almaları durumunda İngilizceden aldıkları 10/60 puanın yerine sayılmakta ve başka zayıf notu yok ise bir üst sınıfa devam hakkı kazanabilmektedirler. (NRW)) 

Bunca olumsuz yaklaşımla sunulan bu derslere hangi öğrencinin severek katılması beklenebilir ki? Elbette istenen de bu idi; ancak duyarlı Türk veliler herşeye rağmen çocuklarını bu derslere (varsa) göndermek için çaba sarf edince, kestirip attılar ve ilk önce Hollanda yasaklama yoluna gitti. Sıranın Almanya’ya geleceği açıktı, zira karanlık geçmişinden ötürü azınlık konularında havayı koklamadan adım atmayan Almanya, Hollanda ve Avusturya’yı satrancın piyonları olarak kullanır; ilk söyleyeni olmakistemediğini onlara söyletir, ilk yapanı olmak istemediğini onlara yaptırır.  Zamanın geldiğini düşünen Almanya’nın Hessen eyaleti de Türkçe Anadil Dersleri’ni kaldırma kararı aldı ama siyasî havanın tersine esmeğe başlamasından ürkerek geri adım attı.

Almanya’nın güney eyaletlerinde ve Belçika’da Türkiye’den gönderilen ve finanse edilen öğretmenler tarafından Türk konsolosluklarının organizasyonu altında verilen anadil dersi,  okul programları dışında, gönüllülük esasına ve not etkisi olmayan kurslar olarak verilmesine rağmen, bu uygulama biçimi bile ev sahibi politikacıların gözlerinde birer diken olmaya devam ediyor. 

Türkçe takıntısı zaman içinde öyle bir hâl aldı ki, Almanya’nın 27 Eylül 2008’deki iktidar partisi CDU’nun Stuttgart’ta geçirilen genel kurultayında  delegelerin çok büyük bir bölümünün desteğiyle Anayasa’ya “Almanya’nın dili Almanca’dır” ibaresinin girmesine karar verildi. Almanya’da oturma izni ya da Alman vatandaşlığına geçişin temel şartlarından biri yasalara tam uyum ve benimseme olduğuna göre, birinin bu maddeye karşı çıkması durumunda oturma hakkının ya da vatandaşlığının kolaylıkla kaybettirilmesi pekâla mümkün iken, Almaya’nın resmî dilinin Almanca olduğu anayasada zaten mevcutken, ek olarak böyle bir maddenin konulmasının, bu memlekette herkesi resmî daireler dışında da Almanca konuşmak zorunda bıraktığını, yarın sokakta birbirleriyle Türkçe konuşan iki insanımıza Nazi beyinli birinin pekâla müdahale etmesine zemin hazırladığını (eden zaten ediyor da), bir tartışma hâlinde bu kişilerin bu maddeye dayanarak mahkeme karşısında haklı çıkacaklarını anlamak  için  avukat olmaya; elbette bu maddenin Almanya’da da en çok konuşulan 2. dil olan Türkçe’nin önünü kesmek için çıkarıldığını fark etmek için de dâhi olmaya gerek yoktur.  Bu ülkede 3 milyonu aşkın insan tarafından konuşulan Türkçe’ye karşı açılan bu savaşın, “savaşların anası” olduğunu, bu işin Don Kişot’a havale edilmemesinden ve bir “Şef Görev” olarak biçimlendirilmesinden de anlayabiliriz. 

Radyo ve Televizyonlarda Türkçe Yasağı

Bazılarına belki “savaşların anası” kavramı abartılı gelebilir ama hiç de öyle değil; bu böyle olmasaydı,  RBB (Berlin-Brandenburg Radyo Televizyonu) 5 milyon kişinin dinlediği  Türkçe yayınlarını 2008’de ne diye kaldırsındı? WDR (Westdeutsche Rundfunk) 2009 sonunda  tarihi bir değer kazanmış olan Türkçe yayınlarını haftada 5 saate indirmeyi niçin kararlaştırsındı? Dünya çapında bir haber ajansı olan DPA (Deutsche Presse Agentur) haber ağından Türkçe’yi niçin silsindi? Danimarka Devlet Radyo-Televizyonu (RD), İsveç Devlet Radyo-Televizyonu (RTS), Fransa Devlet Radyo-Televizyonu (RFI), Hollanda Devlet Radyo-Televizyonu ( NOS/NPS), Belçika Devlet Radyo-Televizyonları (BRT ve TRBF)  ülkelerinde Türklerin ya da Türkçe konuşanların sayısında azalma değil aksine artış yaşanırken neden Türkçe yayınlardan vazgeçsinlerdi? Bu ülkelerden yayın yapan hiçbir özel radyo televizyonunda orada yaşayan Türkler için Türkçe yayın da yok ki, başkalarını izlerler diyebilsinler! Bütün bu ülkeler değil midir Türkiye’de neredeyse her lehçede ayrı bir radyo-televizyon yayını isteyenler?

 

Brütüsleştirmek 

Avrupa Parlamentosu’nun kararlarını hiçe sayarak Türk çocuklarını dilsiz bırakma yolunda her türlü yönteme sarılan bu kafa, koyduğu her yeni engeli kendisini cennete götürecek bir çift kanat uhreviyatı olarak anlıyor demekten beni şimdi hangi vicdan ve izanla, kim menedebilir? Birkaç yıl önce Almanya’nın metropol şehirlerinden birinde Hindistan’dan gelen bir doktor grubunu güpegündüz çevirip döven ve polisteki ifadelerinde, “Biz onları Türkçe konuşuyorlar sanmıştık,”diyenlerin bir zamanların Papa’sının cennet vaadiyle kandırıp savaşçı olarak Kudüs yollarına döktüğü garip köylülerden kandırılmışlıkta ne farkları var? Bir kere daha açıkça belirtmeliyim ki,  Türkçe’ye karşı takındıkları bu olumsuz tavırla bütün siyasiler ve kanaat önderleri, Türk avına çıkan, Türk ev, iş yeri ve mabetlerine saldıranların fikir babalarıdırlar. Basında nadir olarak yer alan, gerçekte giderek artan Türk karşıtlarını resmi görüşmelerde, “ruh sağlığı bozuk dummkopf’lar” olarak  niteleyip sorumluluktan kaçanlar, Türkiye’ye, Türklere ve Türkçeye karşı bu olumsuz yaklaşımlarını sürdürürlerse, yarın ellerinde Turkofagoyazan silahlarla Türk avına çıkacak o Dummkopf’lara göz kırpmış sayılmazlar mı?

Eğer bizler ve elbette arkamızda durması gereken Türkiye, hatta Türk dili konuşan bütün ülkeler, minare yasağına gösterdiğimiz tepkiyi Türkçe kıyımına karşı gösteremezsek, dikmeğe çalıştığımız o minarelere saldırtılacak geleceğin Dummkopf’ları arasında pekâlâ kendi sulbümüzden gelenleri de bulacağız. Hibritleşen kültür yapımız, Roma’yı yerle bir etmekten Papa’nın yalvarması üzerine vaz geçen Atilla’nın çocuklarının başına gelenleri pekâlâ bizim başımıza da getirebilecektir. Öyle ya, Avrupa içlerine doğru ilerleyen Osmanlı ordularının karşısına, hem de Hıristiyanlığın koruyucuları sıfatıyla dikilen yiğit Macar savaşçıları uzak ötede bizim soydaşımız değiller miydi? İşte Bulgar, Peçenek Türkleri… Önce dillerini kaybettiler, ardından dinlerini…

Maalesef işin bir de traji-komik yanı var: Sözüm ona bazı Türk STK’ları, kraldan fazla kralcı kesilerek Türkiye’nin Türkçe öğretmenleri göndermesine, onlar Türkiye’deki çocuklar için eğitim aldılar, buradaki Türk çocuklarına ders vermeyi beceremezler gerekçesiyle karşı çıkıyorlar. Güya dünya görüşü açısından bu güruhun karşısında görünen diğer bazı STK’lar, kurda kuzu emanet etmek bâbında akla zarar işler çeviriyorlar. Türk karşıtlığı yaparak iktidara gelen bir eyalet başbakanının “himayelerinde…” Avrupa I. Türk Dil Kurultayı düzenleyen aklıevveller, kurultaylarının açılış konuşmasını da bu şahsa yaptırıyorlar. Adam, konuşmasını aynen şu cümlelerle bitiriyor: Çocuklarınızla Almanca konuşun! Eğer Almanca rüya görmeğe başlarsanız, kendinizi Almanca öğrenmiş sayabilirsiniz. O kendi kültür politakaları açısından haklı olabilir de, Türk dilini o ve onun gibilerin insafına bırakan sözde bizimkilerin mantığına ne demeli? Bu durum, yeni kolonyal hibritizm değildir de nedir?

Benim Kalkanım: “Dilim!”

Oksident diyarından Türkçe giderse, Türk ruhu da gider; işte o azaman çok değil elli sene sonra camiler de boş kalır, mescitler de. Ara sıra uğrayan Alman Müslümanlığı cemaati de namaza “Bismillah”yerine “Ich fange mit dem Gott”,„In the name of God” diye başlar. Zira Türk çocuklarının Türkçe öğrenme imkânını yokuşa sürüp, Almanca din dersleri vermeyi planlayan ve bunu olmazsa olmazları sayıp ve bütün Türk STK’larına kabul ettiren Almanya ve elbette şürekası, camilerde ülke dilinde ibadet, vaaz ve hutbe zorunluluğunu da getirmeğe hazırlanmaktalar. Hoş, onlar zorlamasalar bile imamlar, kendilerini cemaatlerine anlatabilmek için mecburen Almanca, Fransızca, Hollandaca, vesairece konuşmak zorunda kalacaklardır. 

Ayrıca, Avrupa’daki Türkleri, Türkiye seçimlerinde oy ambarı olarak görüp, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından Türk Okulları” açılacağı vaadinde bulunanların seçimler geçince kıllarını kıpırdatmadıkları düşünülürse, bu karamsarlığı haksız göstermek ihanete eşdeğer bir davranış olacaktır. Avrupa’daki 5 milyon insanımızın, bizim insanımız olarak kalmasını istiyorsak, onları yok olmaktan sadece Türkçe’nin koruyacağını, “Türkçe kalkanı” olmaksızın birilerinin durmadan teleffuz edip durdukları “Alman Müslümanlığı” ya da “Euroislam”  mensupluğunu dahi koruyamayacaklarını ve günün birinde antropolojik bir halk topluluğu olarak etnoğrafya müzelerinden birinin tozlu raflarına taşınacaklarını şimdiden söyleyebilirsiniz.

Asırlardır Avrupalıların beyin kıvrımları arasına yapışıp kalmış Türk resmi, günümüzde de tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir; her türlü dünya dilini işitmenin mümkün olduğu bu sömürgeciler anakarasında, duymak istemedikleri tek dil, Türkçedir. Dün böyleydi, bu gün de böyle… İşte dünyaca ünlü BMW otomobil fabrikasında çalışan Türk asıllı işçilere 18 Mart 2019 tarihinde getirilen birbirleriyle dinlenme sırasında bile Türkçe konuşma yasağı: Beim Deutschen Automobilhersteller BMW soll ein Türkisch-Verbotfür Mitarbeiter gelten

       

Yazar
Hasan KAYIHAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen