Bahadır Bumin ÖZARSLAN ile “Günümüzdeki Başkanlık Sistemi Tartışmaları ve Anayasa Değişiklik Teklifi” Üzerine Söyleşi

“Anayasa demek, devlet demektir. Çünkü anayasa özünde, devletin işleyişine odaklanmıştır. Bu sebeple yeni bir anayasadan bahsediliyorsa bu, yeni bir devlet demektir.”

*****
 
Yrd. Doç. Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN Hocamız ile günümüzdeki başkanlık sistemi tartışmaları ve anayasa değişiklik teklifi üzerine konuştuk…

Konuşan: Hilâl Süyümbike MARAŞ

***

─     Hocam,  öncelikle söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için Kırmızılar adına teşekkür ediyorum. İlk olarak, hâlihazırda ülke gündeminde bulunan “Anayasa Değişiklik Teklifi” ─ana hatları itibariyle─ hangi konuları içeriyor?
 
─     Anayasa değişiklik teklifi, metinden çıkarılanlar ve metne eklenenlerle oldukça karmaşık bir anayasa değişiklik teklifi. Birinci husus olarak kuvvetler ayrılığı-kuvvetler birliği meselesi var ki bu tartışmalar, referandum süreci de dâhil uzun bir süre devam edecek gibi görünüyor. İkincisi, yine bununla bağlantılı olarak yasama, yürütme ve yargıya, bu erklerin yetki alanlarına ilişkin çok ciddi değişiklikler var. Üçüncüsü, artık yürütmenin tek sahibi, tabiri caizse tek patronu olan Cumhurbaşkanı’nın “partili Cumhurbaşkanı” olma meselesi var ki çok önemli bir düzenleme. Genel olarak baktığınız zaman da parlamenter sistemin tamamen değiştiğini, adına Cumhurbaşkanlığı sistemi denilen yeni bir sistemin geldiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu sistemin bileşenleri olarak kuvvetler birliği ile yasama, yürütme ve yargı yetkilerindeki önemli değişiklikler ve bütün bu erkler üzerindeki ─deyim yerindeyse─ bir “süper Cumhurbaşkanlığı” modeliyle karşı karşıya kalıyoruz. Temel konular bununla alakalı.

Anayasa değişiklik teklifi için son yıllarda gündeme gelen torba yasa teklifine benzer bir torba anayasa teklifi olduğunu da söyleyebiliriz. Kamuoyundaki yanlış bir algıyı da burada belirtmek isterim. “Anayasa büyükçe bir torbadır, içine ne atsanız girer.”  şeklindeki bir algı, anlayış son derece yanlış. Çünkü anayasa, çok kısa bir şekilde tarif etmek gerekirse bir devletin niteliğini, devletin organları arasındaki ilişkileri ve yine devletin toplumla ilişkilerini belirlediği bir kurallar manzumesidir. Kural olarak iç hukuktaki en üstün hukuk kuralıdır. Dolayısıyla anayasanın düzenleyeceği konular çok geniş değil, sınırlıdır. Her mesele, anayasada zikredilmek durumunda değildir. Ayrıca bir anayasa, bahsettiğimiz hususlarla ilgili genel çerçeveyi çizer, ilkeleri belirler. Ayrıntılı düzenlemeler yapmaz. Ayrıntılı düzenlemeler, yasalarla ve diğer yazılı hukuk kurallarıyla gerçekleştirilir. Sözün özü, anayasa demek devlet demektir. Çünkü anayasa özünde, devletin işleyişine odaklanmıştır. Bu sebeple yeni bir anayasadan bahsediliyorsa bu, yeni bir devlet demektir. Bu çerçevede bundan önceki anayasa yapım sürecinde sıklıkla karşımıza çıkan ve şimdi o kadar sık olmasa da yine arada bir kullanılan “yeni anayasa” tabirine bu gözle bakmak gerekir. Yeni anayasa tabirini ortaya atanlar, yeni devlet diyemedikleri için yeni anayasa tabirini kullanmaktadırlar. Nitekim CIA’nın eski Türkiye masası şefi Graham Fuller’ın “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabı, tam da bu minvalde ele alınması gereken bir çalışmadır. Kitap incelendiğinde, yeni bir devletin inşa projesi olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
 
─     Başkanlık sisteminin temel ilkelerine baktığımızda güçler ayrılığı ilkesinin vurgusundan bahsediyoruz. Peki, anayasa değişiklik teklifinde, yürütmenin yasama ve yargıyla ilişkisi nasıldır? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
 
─     Kuvvetler ayrılığı dediğimiz zaman elbette ki bunun belli ölçütleri var. Ama çok temel iki tanesini söylersek bunlardan birincisi erklerin birbirine müdahale etmediği, birbirinden ayrıldığı bir sistem. Diğeri de denetleme mekanizmasının varlığı. Yasama, yürütme ve yargının yetkileri birbirinden ayrılır ve bu yetkilerin nasıl kullanıldığına dair bir denetleme mekanizması söz konusudur. Bu çerçeveden baktığımız zaman biz, değişiklik teklifinde, kuvvetler ayrılığının değil kuvvetler birliğinin olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, değişiklik teklifinde dikkat çeken bir husus, Cumhurbaşkanı’nın artık yürütmenin tek sahibi olması, yürütme organı sıfatını kazanması ve bununla birlikte Cumhurbaşkanı seçiminin halkın oyuyla gerçekleşmesi. Diğer bir husus da Cumhurbaşkanı’nın seçimiyle aynı gün, TBMM seçimlerinin yani yasama organının seçimlerinin de gerçekleşmesi. Seçimlerin aynı gün olmasının ne sakıncası var gibi sorulara şöyle cevap verelim. Öncelikle, yürütme ve yasama organının seçiminin eş zamanlı olması bizim parlamenter geleneğimize ve seçim geleneğimize bakıldığı zaman halkın tercihleri noktasında bir sıkıntı yaratacaktır. Çünkü halk, oy verdiği Cumhurbaşkanı adayının partisine de oy verecektir. Bu da özellikle yürütme yetkilerini kendisinde toplayan Cumhurbaşkanı bakımından, aynı anda seçilen yasama organı üzerinde gerek bizim siyasal geleneğimiz gerekse Siyasi Partiler Yasası’nın da verdiği imkânla korkunç bir tahakküme yol açacaktır. İkinci husus, karşılıklı fesih yetkisinin verilmesi. Yani Cumhurbaşkanı TBMM’yi, TBMM de yürütmeyi feshedebiliyor. Fakat bir fark var. Yasamanın yürütmeye müdahalesi 3/5 gibi nitelikli bir çoğunluğa bağlıyken, yürütme yani Cumhurbaşkanı tek başına, diğer bir ifadeyle bir oyla yasamaya müdahale edebiliyor. Burada, erklerin birbirine müdahale etmemesi de devre dışı kalmış oluyor ki başkanlık sisteminin doğasına aykırı bir durum.

Yargı cephesine baktığınız zaman burada da yine erkler ayrılığının ciddi biçimde zedelendiğini görüyoruz. Her ne kadar anayasamızda yapılan teklifle yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı vurgulansa da bunun biz fiilen gerçekleşmediğini görüyoruz. Mevcut sistemimize göre yasamanın sahibi TBMM, siyasi parti temsilcilerinden oluşur. Dolayısıyla TBMM üyeleri bu yönüyle taraftır, yani üyesi oldukları partilerin tüzük ve programına uygun hareket etmek durumundadırlar. Yürütme organları ise Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’dur ama Bakanlar Kurulu’nun önderliğinde yürüyen bir yetki kullanımı söz konusudur. Bakanlar Kurulu’nun başı olan Başbakan da TBMM üyesi olmak zorundadır. TBMM üyesi bir Başbakan’ın -yani siyasi parti üyesi bir Başbakan’ın- bakan atarken ya milletvekillerinden ya da TBMM dışından ama her halükârda kendisiyle aynı siyasi eğilimleri olan birisini seçmesi de gayet doğal olacaktır. Dolayısıyla yürütmenin Bakanlar Kurulu ayağı için de biz, “taraftır” diyebiliriz. Cumhurbaşkanı’na gelirsek 2014’te gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar Cumhurbaşkanı tarafsız olmak, devleti temsil ediyor olmak, hatta seçildiğinde partisiyle ilişiği kesilmek derecesinde tarafsızlığı koruma altına alınmış yürütme organının bir ayağı idi. 2014’e kadar görev yapan Cumhurbaşkanları da çok partili hayata geçtikten sonra genellikle bu vasıfları dolayısıyla bu tarz bir model uygulamışlardır. Fakat 2014 seçimlerinden sonra bütün kamuoyunun gözlemlediği şudur: Cumhurbaşkanı’nın partisiyle resmen ilişiği kesilmiştir ama fiilen bu ilişkileri devam etmiştir. Dolayısıyla, yasama ve yürütmenin mevcut düzende fiilen ve teorik olarak da taraf olduğunu görüyorsak, geriye bağımsız mahkemelere ait yargı kalıyor. Yargı, tarafsız ve bağımsız olmaz ise taraflı ve bağımlı, emir ve talimata göre hareket eden bir erk haline gelirse, taraf olan diğer iki erkin karşısında vatandaşların bir hukuki güvencesinin olması beklenemez. Çünkü o zaman sadece güçlünün hakkını koruyabildiği, haklı ama yeterince gücü olmayanların ezildiği bir toplum ortaya çıkar.

Anayasa değişiklik teklifinde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), yeni adıyla Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK), yani tarafsız ve bağımsız olması gereken hâkim ve savcıların özlük işlerini düzenleyen kurulun 6 üyesinin Cumhurbaşkanı tarafından seçildiğini görüyoruz. Adalet Bakanı’nın, kurulun başkanı olması ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, onun taraf olduğunu gösteriyor. Teklifte, “Adalet Bakanlığı Müsteşarı, kurulun tabii üyesidir.” şeklinde bir hüküm vardır. Müsteşar ataması üst düzey bir atamadır, dolayısıyla ataması da yine değişiklik teklifine göre tek başına, taraflı Cumhurbaşkanı tarafından yapılacaktır. O halde Adalet Bakanlığı Müsteşarı da taraflıdır. Bunların dışında 4 üye yine, partisiyle ilişiği devam edecek olan Cumhurbaşkanı tarafından seçilecektir. Geri kalan 7 üye de TBMM tarafından seçiliyor. TBMM’nin tercihleri de tarafsızlık ve bağımsızlık noktasında oldukça sorgulanır olacaktır ve fiilen yine çoğunluğu elinde tutan partinin mensupları yani Cumhurbaşkanı’nın partisinin üyeleri tarafından seçileceği için çok ciddi bir sıkıntı doğacaktır. HSK, hâkimlik ve savcılık mesleğinin bütün personel işlerinin görüldüğü, özlük işlerinin düzenlendiği, denetleme ve disiplin cezası verme, meslekten çıkarma, mahkemeleri kaldırma ve yargı çevrelerini değiştirme gibi yetkilere sahip bir kurum olması bakımından çok önemlidir. Hâkimler ve savcıların, yani tarafsız ve bağımsız olmaları gereken meslek grubunun en üstündeki kurulun, bu şekilde taraflı hale gelmesi, hâkim ve savcıların normal mahkemelerdeki görevlerini yerine getirirken de tarafsızlığını ve bağımsızlığını ciddi biçimde gölgeleyecektir. Anayasa Mahkemesi’nde de yine Cumhurbaşkanı eliyle üyelerin sayısı 17’den 15’e düşürülüyor ve ezici bir çoğunlukla 12 tanesi partili Cumhurbaşkanı tarafından belirleniyor. Anayasa Mahkemesi yüce divan sıfatını taşıyan, anayasaya aykırılık iddialarına ve bireysel başvurulara, parti kapatma davalarına bakan bir mahkeme olması münasebetiyle oldukça önemli bir yargı organıdır. Bu kadar önemli bir yargı organı, eski sisteme göre daha taraflı ve bağımlı diyebileceğimiz bir yapıya kavuşmuş oluyor.
 
Dolayısıyla burada biz kuvvetler ayrılığını görmediğimiz gibi kuvvetler ayrılığının çok temel direklerinin de ortadan kaldırıldığını veya en iyi ihtimalle zayıflatıldığını görüyoruz.

Öte yandan gensoru ve güvenoyu gibi doğrudan veya dolaylı denetim araçlarının olmadığı bir sistemle karşı karşıyayız. Teklif sahipleri ve destekçileri, güvenoyu ve gensorunun işin doğasına aykırı olduğunu ve seçmenden onay almış bir sistem içinde bu araçlara gerek olmadığını ifade ediyorlar. Unutulmamalıdır ki parlamenter sistemde de onayı veren yine seçmenlerdir yani millettir. Değişiklik teklifinde korunmuş olan soru, genel görüşme, meclis araştırması ve meclis soruşturması gibi yöntemler ise, ya yeterince denetim sağlamamakta ya da fiilen denetimi imkânsız kılacak parlamento çoğunluğu aramaktadır. Bu da alabildiğine yetkili ve denetime tâbi olmayan bir sistem anlamına gelmektedir.  
 
Kısacası bu sistem için kuvvetler birliği mantığı üzerine tesis edilmiş ve denetimden yalıtılmış bir sistemdir diyebiliriz.
  
─     Peki, hocam, getirilen teklifte yürütme yetkisine ilişkin dikkat çekici teklifler nelerdir? Özellikle yürütmenin yani kabinenin doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi, diğer ülkelerdeki başkanlık sistemi uygulamalarında başkan yardımcısının seçimle gelmesine karşın değişiklik teklifinde başkan yardımcısının Cumhurbaşkanı’nın inisiyatifine bırakılmış olması konusundaki fikirleriniz nedir?
 
─     Yürütme yetkisine baktığımız zaman dikkatimizi ilk çeken husus, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi meselesi. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, yürütme yetkisiyle sınırlı olarak verilen bir yetki şeklinde değişiklik teklifinde yerini alıyor. Değişiklik teklifinde, “Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir.” Şeklinde bir düzenleme var ve bu düzenlemeyle ciddi sınırlandırmalar getirildiği iddia ediliyor. Fakat uygulamada, Cumhurbaşkanı’nın partisinin çoğunluğu taşıyacağı bir parlamentoda Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hilafına bir kanun çıkması Türkiye’nin siyasi partiler geleneği bakımından fiilen imkânsızdır. Çünkü mevcut Siyasi Partiler Yasası antidemokratik hükümlerle doludur ve bir siyasi parti genel başkanına çok geniş yetkiler vermektedir. Bu sebeple mevcut parlamentodaki milletvekilleri, iktidar veya muhalefet partisi mensubu olsun, partilerinin genel başkan ve genel merkez yönetimlerine karşı bu şekilde bir irade ortaya koyamazlar. Bir de şöyle bir husus var. Tersinden bakarsak, yasamanın ve yargının alanı dışında kalan bütün konularda kararname çıkarmak mümkündür. Yasama yetkisi yasa yapma, değiştirme ve kaldırma şeklinde özetlenebilir. Yargının yetkileri ise malum. Geriye kalan geniş alan, tamamen yürütmenin içinde kalır. Dolayısıyla burada Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, aslında pek çok hususu düzenleyebilecek kadar geniş yetkileri Cumhurbaşkanı’na yani yürütmeye vermiştir. Böylece Cumhurbaşkanı yani yürütmenin sahibi, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yoluyla pek çok meseleyi kararname konusu yaparak devleti idare edebilir noktaya gelmiştir. Az evvel yargının bağımsızlığı konusu üzerinde dururken şunu söylemiştik, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı “olmazsa olmaz” bir durumdur çünkü yasama ve yürütmenin taraf olduğu bir durumda eğer yargı da bağımsızlığını, tarafsızlığını sağlayamazsa o zaman vatandaşlar için hiçbir hukuki güvence kalmamaktadır. Mesela Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin yasayla düzenlenmiş bir alandaki konuyu düzenlediğini düşünelim, bunun yasamanın yetki alanına girdiği veya mevcut bir yasayla çatıştığına yine yargı karar verecek. Ama biraz evvel çizdiğimiz yargı kompozisyonu, yani HSK ile Anayasa Mahkemesi’nin içine gireceği yapı, acaba bu kararnamelerin anayasaya aykırılığını ne kadar tarafsız ve bağımsız denetleyebilir? Yine Cumhurbaşkanı’nın yürütme yetkisi içinde bu değişiklik teklifiyle birlikte üst düzey atamaları tek başına yapacak olması ve kararnameyle kamu tüzel kişiliği oluşturma yetkisi vardır. Burada sınır aşılırsa bunlar da idari yargının denetimine tabidir. Fakat idari yargı dediğimiz yargı mensupları da sonuçta HSK’nın, üzerlerinde Demokles’in kılıcı gibi duran tayin, terfi, disiplin cezası, görevden uzaklaştırma, meslekten çıkarma gibi özlük işleri bakımından yetkili olan kurulun hilafına, ne kadar tarafsız ve bağımsız karar verebilecektir? Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı kararnameleri her ne kadar sınırlandırılıyor, yasamanın ve yargının yetki alanına dokunamaz gibi bir izlenim doğuruyorsa da aslında tam tersi söz konusudur. Çok geniş ve fiilen denetlenmesinin oldukça zor olduğu bir alanda pek çok yetkiyi yürütme organına veriyor.
 
Şimdi, yine bu kapsamda bahsettiğiniz Cumhurbaşkanı yardımcılığı meselesi var. Değişiklik teklifine baktığımız zaman, Cumhurbaşkanı yardımcısının, Cumhurbaşkanı tarafından seçileceğini ve herhangi bir sayı sınırlamasının olmadığını, niteliklerinin de yeterince uygun olmadığını görüyoruz. Değişiklik teklifi “Cumhurbaşkanı’nın yokluğunda Cumhurbaşkanı yardımcısı kendisine vekâlet eder” diyor. Fakat burada hangi Cumhurbaşkanı yardımcısı vekâlet edecek? Eğer bir Cumhurbaşkanı yardımcısı atanırsa mesele yok. Fakat birden fazla Cumhurbaşkanı yardımcısı atadığında bu vekâlet nasıl gerçekleşecek? Bu da çok belirsiz. Öbür taraftan Cumhurbaşkanı’nın yokluğunda, yetkileri kullanacak kişi “atanmış” Cumhurbaşkanı yardımcısı. O zaman seçilmiş bir organın yetkileri, atanmış bir yetkili tarafından kullanılır hale gelecek. Yani atanmış, seçilmişin yetkilerini kullanacak, bu da demokratik gelenekler bakımından çok uygun durmuyor.
 
Yine yürütmeyle ilgili olarak kamuoyunda da sıkça konuşulan 123. ve 126. maddedeki değişiklikler var. 123. madde, kamu tüzel kişiliği kurma yetkisinin kanunla yapılacağına dairdir. 126. madde de birden çok ili kapsayan merkezi idarenin yine kanunla kurulabileceğini belirtir. Değişiklik teklifiyle kamu tüzel kişiliği kurmak, kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle söz konusu oluyor. 126. maddedeki hüküm de sadece Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle uygulanabiliyor. Yani tek kişilik bir yetki söz konusu. Hâlbuki 123. ve 126. maddeler mevcut düzende, kanunla yapılan işler ve bir takım yasal süreçleri var. Kendi içinde klasik yasama faaliyeti ve bir takım süreçleri barındırıyor. Fakat yeni düzenlemede bunları Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yapmak mümkün hale geliyor. Yani Cumhurbaşkanı, kararname yoluyla devletin esas teşkilatıyla ilgili kamu tüzel kişiliği oluşturabilir, kurabilir, kaldırabilir, değiştirebilir. Yine birden çok ili kapsayan bir merkezi idare kurabilir. Burada TBMM’nin yani yasama organının aradan çıkarıldığını görüyoruz. Bu sayede çok geniş bir yetkinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi kapsamında olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzenleme federalizm tartışmalarını beraberinde getirdi. “Özerk bölge kurulabilir mi kurulamaz mı?” En asgarisinden şunu söyleyebiliriz, değişiklik teklifinin kabulü halinde Cumhurbaşkanı’na verilen bu yetkiler, yasama ve yargının da değişiklik teklifiyle içine düştüğü durum, mevcut parlamenter sisteme göre federalizme daha kolay evrilebilecek bir sistemdir. En azından alt yapısı buna daha müsait olacaktır.
 
Bu kapsamda yürütmeye ilişkin olarak, partili Cumhurbaşkanı’ndan da bahsetmek gerekir. Partili Cumhurbaşkanı, bizim sadece mevcut anayasamızla veya parlamenter demokratik sistemimizle çelişen bir durum değil, Türk devlet geleneğiyle çelişen bir durum. Çünkü Türk devlet geleneği, zaten devletin başını farklı bir yere oturtmuştur. Anayasamıza bakarsanız Cumhurbaşkanı’nın dokunulmazlığı düzenlenmemiştir; milletvekillerine ve hatta milletvekili olmadığı halde dışarıdan atanan bakanlara verilmiş olan bir dokunulmazlık yetkisi, Cumhurbaşkanı için öncelikle, evleviyetle yani halkımızın tabiriyle “haydi haydi” varmış kabul edilir. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın dokunulmazlığına sahip olduğunu anayasada belirtmek, kanun koyucu için tabiri caizse bir zuldür. Mesela bunu protokol sıralamasında da görüyoruz. Makam araçlarının tahsisinde Cumhurbaşkanı’nın plakasında herhangi bir numara yazmaz. Ancak TBMM Başkanı’ndan başlamak üzere bütün bakanların plaka numarası vardır. Yanlış bilinen bir durum, 1 numaralı kırmızı plaka, Cumhurbaşkanı’na değil TBMM Başkanı’na aittir. Cumhurbaşkanı, devletin başı olması münasebetiyle başka hiçbir kişiyle aynı kategoride değerlendirilmemiştir. Sembolik ama verdiği mesaj itibariyle önemli bir göstergedir, Türk devlet geleneğinden kaynaklanır. Başka bir örnek, Türk sancağı resmi törenlerde her zaman için dik bir şekilde taşınır ve davetliler onu ayakta saygıyla beklerler. Fakat protokolde Cumhurbaşkanı varsa, Türk sancağı eğik geçer. Çünkü Cumhurbaşkanı devletin başı, milletin temsilcisidir. Bayrak da milletin bayrağı ise milletin temsilcisinin karşısında Türk sancağı eğik geçer. İşte bu sebeple “taraflı” Cumhurbaşkanı, Türk devlet geleneğindeki devletin başı-milletin temsilcisi konumunu ortadan kaldırıyor ve taraf hale getiriyor. Bu değişiklik teklifiyle Başbakanlık müessesi de ortadan kalkıyor. Tüm Türk devletlerinde devletin başının dışında idareyi, gündelik işleri ve devletin politikalarını belirleyip yürütmek bakımından hep Başbakan benzeri bir siyasi figür vardır. Bu düzenlemelerle birlikte biz bu geleneği de terk etmiş oluyoruz. Türk devlet geleneğinde istişarenin en önemli göstergesi kurultay, toy yani meclisin işlevleri ve itibarı da eskisi gibi olmayacaktır. Kaldı ki partili Cumhurbaşkanı kontrolünde bir yasama organı da bağımsız sayılamayacaktır. Yasama ile düzenlenebilecek konular yasama eliyle gerçekleştirilmeyip Cumhurbaşkanlığı kararnamesi eliyle gerçekleştirildiğinde buna itiraz edecek bir yasama organı da mümkün olmayacaktır. Bu da meclisin içinin boşaltılmasına yol açacaktır. Tabii denebilir ki Cumhurbaşkanı’nın fiilen yargılanmasının önü açılıyor, mevcut düzenlemede bu vatana ihanet suçuyla sınırlıydı şimdi bütün suçlara yayıldı. Ama bunu gerçekleştirecek olan yine yasama organı olacak. Böyle kontrol altındaki bir yasama organının da Cumhurbaşkanı’nı herhangi bir suçtan dolayı yargılansın diye hakkında soruşturma açması, yüce divana sevk etmesi gibi durumlar fiili uygulamalar sebebiyle mümkün gözükmüyor. Değişiklik teklifine bakarsak bunların nitelik itibariyle ve nicelik olarak da çok gerçekleşebilir olduğunu görmüyoruz. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın yargılanmasını meclis sağlayacak ama yargılanması için önce salt çoğunlukla yani 301 vekille bir önerge verilmesi gerekiyor. Sonra 3/5 ile bu önergenin kabul edilmesi gerekiyor yani 360 vekil. Bu önerge kabul edilip soruşturma komisyonu kurulduğunda bu soruşturma komisyonu 2/3 ile yani 400 vekille yüce divana sevk kararı verecek. Bu arada soruşturma komisyonu TBMM’de partilerin gücüne göre kuruluyor. Sonuç itibariyle mevcut değişiklik teklifi kabul edilirse yasama organının bu yetkisi bakımından oldukça kadük kalabilir uygulamada.
 
Öbür taraftan bir başka bağlılık ve bağımlılık ilişkisi de şu noktada ortaya çıkacak. Mevcut düzende bakan, parlamentodan seçilirse bakanlıktan azledilse bile milletvekilliği görevi devam ediyor. Fakat değişiklik teklifi gerçekleşirse Cumhurbaşkanı tarafından bakan olarak atanacak kişi milletvekiliyse milletvekilliği sona erecek. Yani bir kişi eğer milletvekili olup da bakan olarak atanırsa, azledildiğinde milletvekilliğine geri dönemeyecek. Bu da bizim çok partili hayata geçtikten sonraki siyasi partilerin işleyişi, tarihi tecrübemiz ve mevcut Siyasi Partiler Yasası münasebetiyle bakanların, Cumhurbaşkanı’na çok itiraz edemeyeceği, kendi görüşünü net bir şekilde her zaman dile getiremeyeceği, şimdiki sisteme göre daha bağlı ve bağımlı bir ilişki modelini ortaya çıkaracaktır. Bu aynı zamanda Bakanlar Kurulu’nun da etkisizleşmesi demektir. Böylece tüm yollar bir kişilik bir makama, Cumhurbaşkanı’na çıkıyor. Cumhurbaşkanı, yasama ve Bakanlar Kurulu üzerinde böyle bir yetkiye sahip. Yargıyı da Cumhurbaşkanı yine kendisi ve kendi kontrolündeki TBMM eliyle düzenlediğinde kuvvetler ayrılığına dair çok küçük kırıntılar kalacak.
 
─     Hocam Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşları, 60, 71, 80 darbelerini yaşadı. Yakın zamanda da 15 Temmuz darbe teşebbüsü önlendi. Askeri darbelerin Türk milletinin zihninde bıraktığı tablo da özellikle 15 Temmuz’dan sonra daha korkunç bir niteliğe büründü. Anayasa değişiklik teklifinde de sıkıyönetim, askeri mahkemeler, silahlı kuvvetler gibi ifadelerin çıkarıldığını görüyoruz. Bunun gerçekten askeri darbeleri engelleyici bir rolü olabilir mi?
 
─     Askeri darbeleri engellemenin yolu askeri yargıyı, yargıdan çıkarmak mıdır? Askeri yargıyı devreden çıkarınca siz darbeyi engellemiş mi oluyorsunuz veya darbeyi engelleyecek bir mekanizma mı oluşturuyorsunuz? Ben katılmıyorum. Ben bu tip durumlarda zihniyetin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu bir kültür işidir. Bu zihniyet ve kültür de bugünden yarına hemen oluşmaz. Askeri yargı, yargı düzeni içinden çıkarılabilir. Bu mevcut işleyişi kökten değiştirecek, kökten iyileştirecek veya kökten bozacak bir durum değildir. Çünkü siz askeri yargıyı çıkarsanız bile, her halükarda normal mahkemelerde adli veya idari yargıda bir yeni mahkeme veya mahkemeler tesis edip ihtisas mahkemeleri oluşturmak durumunda kalırsınız. Çünkü askeri mevzuat, sivil mevzuattan oldukça farklı hükümler barındırıyor. Üstelik demokratik kültürün mesela 50 yıl öncesiyle mukayese edildiğinde daha ileriye gitmiş olmasına ve insanların sivil idare konusunda tereddütlerinin olmamasına rağmen orantısız ve hatta yetkisiz güç sahiplerinin buna her zaman teşebbüs edebileceğini biz 15 Temmuz’da yaşadık. Bu sebeple darbeleri engellemek sadece bir takım kurumlar, kuruluşlar oluşturmak veya bunları ortadan kaldırmakla sonuç alınabilecek bir durum değildir. Bu bir zihniyet meselesidir ve en önemlisi bu, eğitim sistemi içerisinde uygun olan çağlardan itibaren çocuklarımıza, gençlerimize aşama aşama vermemiz ve aşılamamız gereken bir olgudur. Meseleye biraz da böyle yaklaşmak gerekir. 
 
─     Söz konusu değişiklik teklifinin kabul edilmesi durumunda, olumlu/olumsuz muhtemel sonuçları neler olabilir? Bu değişiklik teklifiyle Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
 
─     Bu değişiklik teklifiyle ilgili şimdiye kadar söylediklerimizden bir takım sonuçlar çıkarabiliriz. Öncelikle bu değişiklik teklifiyle fiilen bir kişilik bir sistem oluşturuluyor aslında. Başkanlık sistemi veya Cumhurbaşkanlığı sistemi bize kurumsallaşmayı çağrıştırıyor ama biz bu değişiklik teklifiyle kurumsallaşmayı değil sadece tek kişiyi anımsıyoruz. O zaman biz buna başkanlık sistemi veya Cumhurbaşkanlığı sistemi de diyemeyiz. Sadece içerikten dolayı değil, şeklen de “başkanın sistemi”. Öte yandan bir kişiye bu kadar yetki vermek, o kişinin iş yükü bakımından da oldukça ağır ve yıpratıcı olacaktır. Şunu söylersek abartmış olmayız: Bu kadar ağır bir iş yükünü ve sorumluluğu bir kişiye vermek, o kişiye büyük bir haksızlık etmek ve mesela en hafifinden sağlığıyla oynamak demek olacaktır. 

İkincisi ise böyle bir sistemin vatandaşların hakları noktasında bir güvencesizlik yaratacağını görüyoruz. Yargının da içine girdiği, sokulmak istendiği bu durumda, vatandaşın güçlünün hakkını elde edebildiği veya “nepotizm” yani “kayırmacılık” aracılığıyla hakkını alabildiği bir sistemde hukuka olan güveni sarsılmakla kalmaz, biter. O zaman artık, vatandaşın o devletle bağları bir daha uzun bir süre onarılamayacak biçimde tahrip olacaktır. Tabii bu denetim mekanizmalarının ve kuvvetler ayrılığının yokluğu, bizi fiilen hukuksuzluğa kadar götürebilir. Çünkü bir devlet hukukla ayaktadır, hukukla işler fakat hukuk kurallarının ve devletin organlarının tek kişilik bir sisteme bağlanması artık vatandaşların kafasında hukuka itaatten ziyade Cumhurbaşkanı’na, yani bir kişiye itaati öne çıkarır. Öbür taraftan bizim mevcut anayasamıza ve değişiklik teklifinin dışında kalan zaten değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk üç maddemize bakarsak, ikinci maddede devletin nitelikleri sayılmaktadır. Bunların içindeki demokratik devlet ve hukuk devleti ilkesi de tüm bu değişikliklerden müthiş zedelenir ve bu kavramların altı boşalır.  Bir başka husus, anayasamıza göre egemenlik Türk milletine aittir ve Türk milleti bu egemenliği, anayasada belirtilen yetkili organlar eliyle kullanır. O zaman yürütme organının, yasamaya ve yargıya ilişkin olarak, gerek değişiklik teklifiyle gerekse fiilen elde ettiği yetkiler, bu egemenlik yetkisinin aslında bir kişiye örtülü olarak devredildiği sonucunu doğurur ki bu da yine oldukça tehlikeli bir durum. Bütün bunlar, bir toplumda, toplumsal muhalefetin oluşmasına veya var olan toplumsal muhalefetin yaşamasına pek izin vermez. Zira böyle bir toplumda, otoriterliğin ve keyfiliğin devlet idaresinde ve toplumla ilişkilerde artması mümkündür. Bu yetkiler, yanlış bir grubun veya kişinin eline geçerse 15 Temmuz denemesinde olduğu gibi bir totaliterleşmeye kadar gidebilir. Değişiklik teklifi, içinde böyle tehlikeleri barındırıyor.
 
Aslında şunu da söylemek lazım, bu tip yasal değişikliklerin önünün-arkasının iyi irdelenmesi gerekir. Bu değişiklik teklifi bize ne getirecek ne götürecek, getirileri varsa hakikaten bu getirilerin fiilen karşılığı olabilir mi? Geleceğe yönelik olarak bunların hep sorgulanması gerekir. Çünkü hukuk dediğiniz sadece oturup kuralları yazmak değildir. Eğer siz hukuk kurallarını içinde yaşadığınız toplumu, toplumun sosyo-kültürel özelliklerini, o toplumun tarihini ve değişik etkenleri göz önünde bulundurmadan hazırlarsanız, o kurallara uymakta istekli olmayan toplumla karşı karşıya kalırsınız ve kâğıt üstünde yürürlükte olan ama fiilen yürürlükte olmayan, uyulmakta sıkıntı yaşanan kurallar ortaya çıkar. Bu da toplumda kargaşa, anarşi ve kaos yaratır. Bir devletin en istemediği şey, kendi koyduğu kuralların bu şekilde fiilen ortadan kaldırılması veya sınırlandırılmasıdır.
 
─     Sözü edilen teklif aynen kabul edilirse, bazı kesimler “ulus-devletin devamı” bakımından da önemli sorunların yaşanacağını ısrarla ileri sürmektedirler. Siz bu endişelere katılıyor musunuz?

─     Ulus devlet tartışması ayrı bir mesele ve pek çok yönü var. Ama şunu söyleyebiliriz. Bahsettiğimiz gibi bu değişiklik teklifiyle ortaya çıkacak sonuçlar ─hiç de arzu etmediğimiz sonuçlar─ sadece devletin işleyişi, organlar arasındaki ilişkiler ve devletin toplumla işleyişini etkilemeyecek, artık sizin üzerine inşa ettiğiniz milli kimliğinizi de etkileyecektir. Egemenliğin fiilen ve örtülü bir şekilde Türk milletinden alınıp devrediliyor olması, o milletin milli kimliğiyle olan bağını zayıflatabilir. “Türklük Anayasanın 66. maddesi ile korunuyor, anayasanın ilk üç maddesine dokunulmuyor, giriş kısmı aynen kalıyor” gibi itirazlar geliyor. Bu itirazlar doğru olmakla birlikte, eğer fiilen bunlar el değiştirirse, altı boşalırsa, anlamsız hale gelirse o zaman bu, pek çok meseleyi domino etkisiyle farklı bir konuma taşıyacaktır. Bunlardan biri de Türkiye’nin uzun yıllardır yaşadığı kimlik sorunu. Türkiye’de ırk, soy, etnisite, millet gibi kavramlar son 15 yılda anlamlarından koparılıp çorba haline getirildi. Her biri ayrı kavramlar olmasına rağmen, gerek bizim tarihi tecrübemiz itibariyle gerekse Batı’daki modern dönemden itibaren ayrı anlamları, ayrı zeminleri olmasına rağmen özellikle son 10 yıl içinde bu kavramların içi boşaltıldı ve bu kavramlardan ortaya tek bir kimlik çıkarılmaya çalışıldı ve ciddi mesafeler kat edildi. Bu, ulus devletin oldukça aşınmasına yol açtı. Anayasa değişiklik teklifi de bahsettiğimiz meseleler ışığında toplumun üyeleri olan vatandaşların devletle olan aidiyetini, devletle olan bağlarını zayıflatacağı, yer yer kopartacağı için, bu devletin anayasasıyla kabul ettiği ve felsefe olarak üzerine inşa ettiği Türk milli kimliğinin, doğal olarak zayıflamasına yol açacaktır.
 
─     Peki hocam, son olarak sizin değinilmesinde yarar göreceğiniz hususlar var mı? Varsa nelerdir?

─     Son olarak şunu söyleyebilirim. Bu sistem için Türk tipi başkanlık sistemi veya Türk tipi sistem deniliyor. Buna çok şiddetli itirazlar geliyor. Ama ben bunun Türk tipi başkanlık sistemi olduğunu düşünüyorum çünkü bu bizim, Türk Cumhuriyetleri’nde rastladığımız bir sistem. Eğer bu yönüyle bakılıyorsa bunun Türk tipi sistem olduğunu söyleyebiliriz. Mesela Azerbaycan anayasasına bakarsanız değişiklik teklifimizle çok benzerdir. Fakat Türk Cumhuriyetleri’ndeki bu Türk tipi sistemlerin hepsi, Rusya modellidir. Rusya Federasyonu’ndaki şu an hali hazırdaki anayasal sistem, Türk Cumhuriyetleri’nde birebir uygulanmaktadır. Bu sistem, bu yönüyle bakarsanız Türk tipidir ama diğer yönüyle bakarsanız Rus modelinden esinlenmiş hatta belki kopya çekilmiş bir sistemdir. En önemlisi de bu model, söz konusu coğrafyalarda son derece otoriter bir yönetim doğurmuştur. Demokratikleşme şeklinde bir dönüşüme de oldukça kapalıdır. Dolayısıyla bizim böyle bir modeli benimsememiz, tarihi geri sarmak yani 3. Selim’den itibaren başlayan ve Milli Mücadele sonrası hızlanan modernleşme tarihimizle de çelişmek anlamına gelmektedir.  

Bazı kesimler tarafından da başkanlık sisteminin tarihi-kurumsal devlet yapımıza uygun olduğu iddia ediliyor. Bu sistemin, Türk devlet geleneğine uygun olmadığını zaten gerek partili Cumhurbaşkanı’nın varlığı gerekse Başbakanlık müessesinin yok oluşuyla açıkladık. Bir de şöyle bir örnek verelim, Türk hukuk tarihiyle ilgili ilk çalışma Sadri Maksudi Arsal’a aittir. Oldukça hacimli bir eseri var, oraya baktığımızda şunu görüyoruz. Türk töresi yani Türk hukuku her şeyin üstündedir. Yani bizdeki hukuk devleti anlayışı aslında felsefe itibariyle birkaç bin yıllıktır. Türk töresinin üç tane kaynağı vardır. Birincisi geleneklerdir. İkincisi kurultay kararlarıdır. Üçüncüsü kağanın töreye uygun olan emirleridir. Dolayısıyla devletin başındaki kim olursa olsun, kendi içinde bir denetim mekanizmasına sahiptir. Türkistan’da İslam öncesi ve sonrası Türk devletlerinde, kesinlikle töreye uygunluk esastır. Kağan töreye aykırı bir iş yaparsa kurultay kararıyla bu kaldırılır. Zaten töreye aykırı verdiği emirlere de toplum riayet etmek durumunda değildir. Öbür taraftan Türklerin İslam’a geçtikten sonra İslam hukukunu benimsemeleri ama ikili bir model sürdürmeleri yani hem örfi hukuk hem şer’i hukuka bağlı bir model uygulamaları devletin başındaki han veya sultanın gelişigüzel hareket etmesinin önünde bir engeldir. Sözgelimi Osmanlı’da bir şeyhülislamlık müessesi vardır. Şeyhülislamdan fetva alınır ve bu fetva aslında şer-i şerife uygunluk, bugünkü tabirle anayasaya uygunluk anlamına gelir. Rahmetli Nevzat Kösoğlu’nun “Eski Türklerde, İslam’da ve Osmanlı’da Devlet” isimli kitabında şeyhülislam için adeta bir Anayasa Mahkemesi işlevi görür şeklinde bir benzetme yapılmıştır. Bu sebeple değişiklik teklifinin bizim tarihi sistemimiz veya tarihi geleneklerimizle uyumlu olduğunu söylemek son derece içi boş, söylemden ve slogandan öteye geçmeyen bir savunmadır.

Şunu da hatırlatmak isterim, bizler hukuk fakültelerinde öğrencilerimize şunu söylüyoruz: En iyi kanunlar kötü yöneticiler elinde en kötü kanunlara dönüşebilir. En kötü kanunlar da iyi yöneticiler elinde adil bir hâl alabilir. Burada biz hangi düzenlemeyi yaparsak yapalım işin temelinde insanın olduğunu hiçbir zaman unutmamamız gerekir. Çünkü bu hükümleri anlayacak ve uygulayacak olanlar insanlardır. Yetkilerin sınırından bağımsız olarak,  yetki sahiplerinin hukuk kurallarını nasıl anlamlandırdığı ve bu anlamlandırma çerçevesinde nasıl hareket ettikleri, temel belirleyicidir.
 
─     Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyorum Bahadır Hocam.
 
─     Ben teşekkür ederim, çalışmalarınızda üstün başarılar ve kolaylıklar dilerim.
 
 
*****
 
Yrd. Doç. Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN

Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2000 yılında mezun olan Yrd. Doç. Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Bölümü Avrupa Birliği Hukuku alanında yüksek lisans derecesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Bölümü’nde doktora derecesi aldı. Uluslararası hukuk alanında uzman olan hocamız,  Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesidir. Çalışma alanları, uluslararası kamu hukuku çerçevesinde uluslararası örgütler, uluslararası insan hakları hukuku, uluslararası ceza hukuku ve Türk Dünyası’dır.
——————————

http://www.kirmizilar.com/tr/

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen