Neo Osmanlıcılık ve Atatürk Düşmanlığı

“Ne Neo Osmanlıcılığa ne de Neo Atatürkçülüğe ihtiyacımız var. Aynı şekilde Osmanlı düşmanlığı da Atatürk düşmanlığı da anlamsız bir anokranizmdir. Makul olmaya ihtiyacımız var. Tarihi iyi bir şekilde inceleyip, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak hakkımız ve vazifemizdir. Çünkü geçmişi iyi anlayamazsak bugünü iyi anlayamaz ve yorumlayamayız. Bunun için de okumak ve bilgide derinleşmek lazım geliyor.”

*****

Prof.Dr. Mehmet Ali ÜNAL

Geçen haftaki yazımın başlığı “Neo Ulusalcılık ve Osmanlı Düşmanlığı” idi. Bugünkü başlığı bir okurum teklif etti. Haklıydı.

Türkiye’de bir şeylere karşı ölçüsüz bir taraftarlık ve bir düşmanlık gösterilmektedir. İnsanlar makul olmaktan çok ifratla tefrit arasında gidip gelmektedir. Gayet düz bir mantıkla her meseleyi ak ve kara olarak görmekte aradaki gri tonları ihmal etmektedir.

Evet, bugün Ak Parti’ye oy vermiş çevrelerde ölçüsüz bir Neo Osmanlıcılık dikkati çekmektedir. Fatih, Yavuz ve Kanuni gibi padişahların yanı sıra II. Abdülhamid efsaneleştirilmekte, diziler yapılmakta ve kitaplar çıkarılmaktadır. Osmanlı ne yapmışsa iyi yapmıştır; hatasız ve günahsızdır. Dış güçler; İngilizler, Masonlar, Siyonistler Osmanlı imparatorluğunu haksız yere parçalamışlardır. Hatta bazıları medreselerin tekrar açılmasından dem vurmaktadır. Bu yaklaşımın temelinde geçmişi idealize etme gayreti ve cehalet yatmaktadır.

Şüphesiz Osmanlı devleti tarih boyunca Türklerin kurdukları en büyük devlet ve medeniyettir. Osmanlı hanedanı Osman Gazi’den itibaren hiçbir hanedana nasip olmayacak bir şekilde ard arda askeri ve siyasi deha olan 10 büyük hükümdar yetiştirmiş ve çok sağlam temellere dayanan müesseseler kurmuştur. Yüzyıllarca birbirinden çok farklı etnik kökenlere ve inançlara mensup toplumları bir arada barış içerisinde yaşatmayı başarmıştır. Osmanlılar İslam’ın öngördüğü adalet içerisinde bir dünya idealini gaye edinmişler, cihanşümul bir ideoloji ortaya koymuşlardır. Osmanlıların yükselişi İslam’ın ikinci büyük hamlesidir.

Fakat karşılarında daha Osmanlı devleti kurulduğu sıralarda yükselme çağı başlamış olan Avrupa vardır. Avrupalılar Doğu’dan aldıkları bilim, teknoloji ve içtimaî organizasyon şekillerini geliştirmiş; kendi sistemlerini kurmuşlardır. Rönesans hareketi bunların sonucudur. Coğrafî keşifler ve bilimsel araştırmalar bu gelişmenin neticesinde ortayla çıkmıştır. Bu gelişmeler sömürgecilik çağını ve iktisadi yükselişi ve bilimsel ve teknolojik değişimi doğuracaktır. 

16. yüzyılın sonlarında Osmanlılar güçlerinin zirvesine ulaşmış, Osmanlı medeniyeti en parlak çağını yaşamıştı. Bu yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı medeniyeti geçmişte birçok medeniyetin başına gelmiş bir kaderi yaşamaya başladı ve kendi içerisine kapanmaya yüz tuttu. Osmanlılar dünya ticaretinin Akdeniz’den okyanuslara kayması, Amerika gibi yeni kıtaların maddi kaynaklarının Avrupalılar tarafından istismar edilmesi ve bu sayede sermaye birikimi sağlayıp, Rönesans ve reform hareketleri ile bilim ve teknolojide önemli merhaleler kat etmesi gibi gelişmelere yabancı kaldı. Osmanlı, kefere-i fecere, küffâr-ı hâksar gibi sıfatlarla hakir gördüğü, savaş meydanlarında yendiği, ahlâk ve faziletçe kendisinden çok geri olan Batılının ilim ve hikmette o derece ileri gidebileceğine ihtimal vermemişti.  

17. yüzyılın ikinci yarısında sanayi inkılabı başladığı zaman Avrupa ile Osmanlılar arasında mesafe çok açılmış bulunuyordu. En başarılı oldukları askerlik alanında da Batı’nın gerisine düşünce kaçınılmaz sona yaklaşılmış oldu. Osmanlılar Avrupa’nın üstünlüğü karşısında çaresizdi. Batılılara benzemekten başka yol görünmüyordu. Osmanlı medeniyeti 18. yüzyılın başlarından itibaren orijinal kültür üretemiyordu. Kültür üretme kabiliyetini kaybeden bir medeniyet kendisini mağlup eden medeniyetleri taklit eder. Bu tesbiti yapan 14. yüzyılda yaşamış olan İbn Haldun’dur.

Burada Osmanlıların Batı’yı takip edemeyişlerinin ve bu yüzden geri kalışlarını uzun uzun anlatacak değilim. Amacım konuyu kısaca özetlemektir. 

Bugün Neo Osmanlıcılığın altında büyüklenme arzusu yatmakta, geçmiş yeniden kurgulanarak idealize edilmekte ve muhayyel olarak inşa edilmek istenmektedir. Kendine güven duygusunu kaybetmiş toplumlar geçmişe sığınırlar. Bu bize has ve yeni bir şey değildir. Avrupalılar da Rönesans çağında eski Yunan ve Roma’yı idealize edip yeniden inşa etmişlerdi. Efsaneler üzerine tarih geliştiren birçok toplum vardır. 

Gelelim Atatürk düşmanlığına….

Atatürk düşmanlığının temelleri cumhuriyetin kuruluşuna kadar gider. Mustafa Kemal Paşa Birinci Dünya Savaşı’na yarbay olarak girmiş ve çeşitli cephelerde gösterdiği başarılarla mirliva (Tuğ general) olarak çıkmış bir askerdir. Rütbelerini hak ederek almıştır. Yakın çevresi onu dirayetli, zeki ve hırslı bir paşa olarak tanıyordu. Anadolu’da görev alıp Millî Mücadele’nin lideri olarak yükselmesiyle yeni bir dönem başladı. O saltanat ve hilafete karşıydı. Cumhuriyeti ilan etti. Radikal bir Batılılaşma taraftarı idi. Bu yüzden cumhuriyet döneminin laik reformlarını başlattı. Sadece devleti değil, toplumu da dönüştürmek arzusundaydı. Bunu demokrasi ile yapamazdı. Çok partili rejime son verip tek parti yönetimini kurdu. Pozitivizmin tesiri altındaydı. Yapmak istediği reformlarla akılcı bir toplumu yaratmak istiyordu. Ne var ki bu reformlar şekilci bir yaklaşımdı ve toplumun manevi değerleriyle yakından alakadardı. Şapka kanunu, kıyafet inkılabı, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve ezanın Türkçe okunması vs. toplumun tepkisini çekti. Ekonomik alanda hiçbir gelişme sağlanmadan devletin otoritesi ve gücüyle toplumda bir zihniyet değişikliği yapmak kolay değildi. 

Öte yandan Atatürk daha yaşadığı dönemde efsaneleştirilmeye başlandı. Millî Mücadeleyi beraber yürüttüğü silah arkadaşları tasfiye edildi. Sadece onun heykelleri dikildi. 1938 yılında ölümünden sonra Atatürk ikinci plana itildi. Adı unutturulmaya çalışıldı. Paralardan resminin kaldırılması bu dönemdedir. Bu defa İnönü etrafında Millî Şef adı altında bir efsane oluşturulmaya çalışıldı. Fakat millet çok fakirdi. İkinci Dünya Savaşı’nda insanlar aç kalmışlardı. Reformlar karın doyurmuyordu. Nitekim çok partili hayata geçilince İnönü’nün liderliğindeki CHP 1946 yılında son seçim galibiyetini almış oldu. 

1950 yılında ezici bir çoğunlukla Demokrat Parti iktidara geldi. İşin ironik yanı Atatürk’ün etrafında bir kült oluşması bu dönemde başladı. Ticanîlerin Atatürk düşmanlığı ve heykel kırıcılığı karşısında DP Atatürk’ü koruma kanunu çıkardı. Çünkü CHP muhalefeti DP’yi sürekli Atatürk düşmanlığı ile suçluyordu.

1960 ve 1980 darbelerini yapan cuntalar gayrimeşru girişimlerini meşrulaştırmak için Atatürk’e sığındı ve Atatürkçülüğü bir ideoloji haline getirmeye çalıştılar. Oysa Atatürk bir ideoloji icad etmemişti ve etmesi de gerekmiyordu.

Diğer taraftan Milli Mücadeleyi bir İttihatçı hareketi olarak gören İttihatçı muhalifleri arasında bir Atatürk karşıtlığı oluşmuştu. Bu karşıtlık zamanla adeta bir düşmanlığa dönüştü ve sağın belli bir kesiminde yaşamaya devam etti. Bu düşmanlık bazılarını Atatürk’ün bütün başarılarını inkâr ettiği gibi onun aile kökeni ile ilgili iftiralar üretmeye sevk etti. Rıza Nur’un hatıratı bu kesimler için büyük bir mesned teşkil etti. Dr. Rıza Nur Milli Mücadele’ye katılmış, sağlık bakanlık yapmış ve Lozan’da ikinci murahhas olarak görev almıştı. Sonra Atatürkle ters düşmüş, müzmin bir muhalif olarak Fransa’da yaşamış ve orada ölmüştü. Paris’te yazdığı hatıraları 1960’lı yıllarda yayınlanmıştır. Hatıralar tarih metodolojisinde en az güvenilir tarih kaynakları olarak değerlendirilir. R. Nur’un hatıraları bu türe en iyi örnektir. Önce kendisini zemmetmekle işe başlar.  Atatürk’le ve onun cinsel hayatı ile ilgili ipe sapa gelmez iddialar ileri sürer. Bu hatırat Atatürk düşmanlarının ana başvuru kaynağıdır. 

Atatürk eleştirilemez mi, elbette eleştirilir. Atatürk’ün yaptıklarını, siyasi hayatını, otokratlığını vs. tenkid etmek mümkündür. Ama onun özel hayatı ile ve aile kökeniyle ilgili iftiralar atmak eleştiri değildir. Hele bunu tarihçi geçinenler yapıyorsa orada patalojik bir durum var demektir. Tarihçi belgeyle konuşur. Rivayetler belgelendirilemiyorsa söylenti olmaktan öteye geçmezler. Neo Atatürkçülüğü besleyen damarlardan birisi de bu ölçüsüz ve manasız bir Atatürk düşmanlığıdır.

Ben Atatürk’ü koruma kanunu gereksiz bulanlardan birisiyim. Çünkü yakın geçmişte bu kanun muhalifleri cezalandırmak için ölçüsüz bir şekilde bir baskı aracı olarak kullanıldı. Atatürk’ün siyasi görüşlerine ve reformlarına yönelik en makul eleştiriler bile cezalandırılma yoluna gidildi. Hâlbuki kanun Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimseler ile  Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseleri hedef alıyordu. Tarihi bir şahsiyeti kanunla korumak anlamsızdır. Geçtiğimiz günlerde TV’de Atatürk’le ilgili saçma iddiada bulunanlara karşı toplum gereken tepkiyi gösterdi. Toplumun tepkisi kanunun gücünü aşar ve yaptırımı kanundan daha etkilidir.

Ne Neo Osmanlıcılığa ne de Neo Atatürkçülüğe ihtiyacımız var. Aynı şekilde Osmanlı düşmanlığı da Atatürk düşmanlığı da anlamsız bir anokranizmdir. Makul olmaya ihtiyacımız var. Tarihi iyi bir şekilde inceleyip, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak hakkımız ve vazifemizdir. Çünkü geçmişi iyi anlayamazsak bugünü iyi anlayamaz ve yorumlayamayız. Bunun için de okumak ve bilgide derinleşmek lazım geliyor.

————————————————–

http://www.misalhaber.com/yazarlar/profdr-mehmet-ali-unal/neo-osmanlicilik-ve-ataturk-dusmanligi/

 

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen