Prof.Dr. Nusret ÇAM Hocamız ile Kolombiya İntibaları Üzerine Söyleşi

“Bir ülkeye her ne maksatla giderseniz gidiniz, oradaki varlığınız görevinizle ve görev yerinizle sınırlı kalmamalıdır diye düşünürüm. Merakınız diğer şehirlere, kiliselere, müzelere, oranın kültürüne, doğa harikalarına, halkın yaşantısına, hatta bazen tehlikeli olsa bile ara sokaklarına kadar uzanabilmeli. Aksi takdirde sizin o ülkede varlığınızın bir anlamı kalmaz. Böyle yaparsanız ne kendi ülkenize ve kültürünüze, ne de bulunduğunuz yere bir zenginlik katmış olursunuz.”

*****

A.Ü. İlahiyat Fakültesi (E) Öğretim Üyesi Prof.Dr. Nusret ÇAM Hocamız ile Kolombiya İntibâları Üzerine Söyleşi

 

─ Kıymetli Hocam, 2015 – 2016 eğitim-öğretim yılında ─bildiğimiz kadarıyla─ Kolombiya’da misafir öğretim üyesi olarak görev yaptınız. Kolombiya’da görev yapma düşüncesi nereden aklınıza geldi?

─  Malûm, Türkçemizde, müzik eşliğinde oynamayı sevenler için “Kapı gıcırtısına oynamak” şeklinde kullandığımız bir deyim vardır. Ben de seyahatin s’sini işitsem hemen yeni yerler görmek için heyecanlanır ve seyahat etmek isterim. Bu sâikledir ki şimdiye kadar Rize hariç, Türkiye’nin bütün illerini ve dünyanın da otuzdan fazla ülkesini gördüm. Zaten gezmek, çok ve bilinçli gezmek aydın olmanın en önemli şartlarından biri. Dikkat ederseniz İslâm dünyasının aklınıza gelen bütün meşhur âlimleri diyar diyar gezmiş insanlardır. Yani ben seyahat etmeyi meslek için zorunlu bir görevden ziyade, entelektüel olmak için zorunlu bir faaliyet olarak düşünürüm hep. Buradan da anlaşılacağı üzere eğlenmek, dinlenmek için yer değiştirme olarak hiç değil! Böyle bir şey ancak basit insanların işidir. Şunu da ifade edeyim, insanın; beynini, ruhunu, gözünü ve gönlünü taze bilgilerle ve algılarla doyurmasından daha büyük eğlence; kendi varlığını o uzak yerlerde takdim, inşa ve ispat etmekten daha güzel bir dinlence olabilir mi? Benim Kolombiya’ya gitmek istememin birinci sebebi buydu. Tabii yine aynı çerçevede şunu da ilave edeyim: İster bilim adamı, ister siyasetçi, ister işletmeci olalım, hadiselere iki açıdan bakmamız şart: Birincisi bir postacının görev alanı içindeki bütün evleri tek tek tanıması gibi ayrıntılı bir bakış. Ben buna postacı bakışı diyorum. İkincisi ise olayların sebeplerini, sonuçlarını ve birbirleri ile münasebetlerini görebilen bir bakış. Bu ise astronot bakışıdır. Özellikle ikinci bakışı elde etmek için tarih ve coğrafya bilmemiz, bunu yapabilmek için de tarihsel ve doğal hadiselerin içinde olmamız gerekir. Bu da en iyi ve en kestirme biçimde seyahatle elde edilir. Zira bunun içinde hem tarih, hem tabiat, hem insan, hem de kültür vardır. İşte bizim Kolombiya maceramızın ana çıkış noktası bu oldu. Türkiye’yi, Türk dilini ve kültürünü tanıtmak onu takip etti. Tabii bir de İspanyolca bilgimi ilerletme arzum var.  

                                                                          Kolombiya                                                                      

Bize, Kolombiya’nın tarihi, coğrafyası, nüfus yapısı, kültürü, sosyo-ekonomik yapısı ve idâre sistemi hakkında kısa bilgiler verebilir misiniz?

─ Kolombiya Güney Amerika kıtasının kuzey bölümünde, hem Atlas Okyanusu, hem de Pasifik Okyanusu ile çevrili yaklaşık 1 milyon kilometre karelik bir yüz ölçüm üzerinde 47 milyon insanın yaşadığı bir ülke. Başkent Bogota’nın nüfusu İstanbul’un nüfusu kadardır. Her ne kadar Ekvator bölgesinde yer aldığı için sıcak bir iklime sahipse de, büyük bölümü yüksek And Dağlarında bulunduğu için bazı yerleri ılıman ve hatta soğuktur. Bu sebeple böyle bir kuşakta yer alsa da 4000 ve üzeri yüksekliklerde daimi buzulları görmek de mümkündür. Avrupa’da, Asya’da orta kuşakta gördüğümüz dört mevsimi Kolombiya’da görmek mümkün değildir. Ortalama yağış, bizim en yağışlı şehrimiz olan Rize’den bile çoktur. Onun için tabiatta yeşilden başka renk yoktur. Fakat Karadeniz’in yeşilin bin bir tonunu göremezsiniz. Yaprağını döken türdeki ağaçların ne zaman yaprak açtığını, ne zaman döktüğünü bilemezsiniz. Hatta çiçek açtıklarını bile. Çünkü özellikle bazı ağaçların üzerinde çiçekler ve çeşitli olgunluktaki meyveleri hep yan yanadır. Ülkemizde olduğu gibi ağaçlar yapraklarını birden dökmez, çiçekler birden açmaz. Ağaçların büyük bölümü zaten yeşildir ve tek tonda yeşildir. Yeşil rengi o kadar sevmeme rağmen, yeşil renkten usandığım ülke oldu Kolombiya. Çünkü eğer başka tonları ve tamamlayıcı başka renkler yoksa hayatın ve üretkenliğin temsilcisi olan bu asil renk bile sıkıcı olmaktan kurtulamıyor. Onun için bana pek romantik bir ülke gibi gelmedi. Kolombiya’da bazı yerel diller haricinde İspanyolca konuşulur ve resmî dil İspanyolcadır. Koloni dönemi ile birlikte Avrupa’dan kitlesel göçlerin ve Afrika’dan kölelerin gelmesiyle ve bunların yerlilerle karışması süratiyle meydana gelen halk % 95 oranında Katolik olup, kiliseye gitme oranı % 85’tir. Kiliseye Avrupa kökenlilerden çok yerel kökenli halk ve kırsal kesim insanları gider. Fakat kırsal kesimin Hıristiyanlık anlayışı, kökenleri ile ilintili olarak şehirdeki orta ve üst seviyedeki Hıristiyanların inancından ve uygulamalarından çok farklıdır. 

Serbest Pazar ekonomisinin hâkim olduğu ülkede zengin-fakir ayırımı ve işsizlik çok belirgindir. Ekonomisinin bel kemiğini, önemli ihraç malları olan kömür, petrol, altın, zümrüt, muz, kahve ve kesme çiçek ihracına dayanır. Hollanda nasıl ki Avrupa’nın çiçekçilik merkezi ise, Kolombiya da Kuzey ve Güney Amerika için öyledir.

İspanyollar, bu ülkeyi XV. yüzyılın sonlarında işgâl etmeye başladılar. İspanyol işgâlinden önce, Kolombiya topraklarını da içine alan Amerika kıtasında gelişmiş yerel bazı kültürlerin mevcut olduğunu biliyoruz. Orada görev yaptığınız süre içinde, bu konularda gözlem yapma imkânı bulabildiniz mi? Kolomb öncesi medeniyetlerden geriye ne kalmış? 

─ Evet, İspanya öncesinde Latin Amerika dünyasında gelişmiş bir medeniyetin olduğu doğrudur. Bugünkü Meksika’da Aztek, biraz daha güneyde, yani Orta Amerika’nın tam ortasında Maya ve günümüzdeki Peru, Şili ve Ekvator’u içine alan bölgede birbirine benzeyen gelişmiş medeniyetler vardı. Bunların altının ve gümüşün bol olarak işlenip kullanıldığı, çok orijinal ve doğru takvimlerinin olduğu, Mısırla yarışan piramitlerin, 40-50 tonluk taşlarla şehir surlarının yapıldığı bir medeniyetleri vardı ama bunlar demire hükmedemiyorlardı ve atları zaten yoktu. Dolayısıyla, bu tür medeniyetler tam değildir. Bu sebeple bunları “kolu dalı kırık medeniyetler” diye adlandırmak daha doğru olur. Nitekim böyle zenginlikler yanında 80.000 kişilik bir orduya sahip olan İnkalar, Fransisco Pizarro komutasındaki 40 kadar atı ve bunlara ait tüfekle birkaç ateşli silahı olan 168 kişilik İspanyol müfrezesine yenilmişlerdir. Tabii buna, İnkaların bilmediği hile, nifak ve çiçek hastalığı gibi etkenleri de ilave etmek gerekir. Fakat İnkaların belki de en büyük zaafı, tanrılarını denizden gelecek beyaz adam olarak algılamaları ve İspanyol istilacılarının; üstelik yerlilerin hiç görmediği at denilen garip bir varlığın üstünde gelmesi idi. Böyle bir kör inanç ve kabullenme, İnkaların, ellerindeki bütün altınlarını, gümüşlerini ve diğer kıymetli eşyalarını bu “beyaz tanrı”larına hediye etmelerine ve tabii ki sonuçta esaretlerine sebep olmuştur. İspanyolların, Latin Amerika’da yerli halklara karşı yaptığı zulüm ve yok etme politikaları Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” ve Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik” isimli kitaplarında anlatıldığı için bu konulara fazla girmeyeceğim. Ama şunu belirteyim ki bu tür kör inançların getirdiği siyasi istismar ve bunun sonucundaki izmihlal dünya kuruldu kurulalı hükmünü aynen sürdürmektedir. İspanyollarını istilası öyle zalim ve tahripkâr olmuş ki eski medeniyetlere ait, sökemedikleri birkaç piramitle şehir surlarından başka bir şey kalmamıştır, desek doğrudur. Zira İspanya’dan gelen yeni nüfus için ev, iş yerleri; papazlar için kilise, idareciler için saray lâzımdı ve bunun için en iyi taş ocağı İnka binalarıydı. Ve bu kiliselerin, sarayların içini donatmak için de altın gerekiyordu. Bu da en kolay şekilde İnka tapınaklarında mevcuttu. Bu vandalizmi en iyi şekilde Peru’nun Cusco şehrinde görüyorsunuz. İspanyol barbarlığı ve ırkçılığı bunlarla da kalmamış, yerel kimlikleri, dilleri ve dinleri çok kısa zamanda bitme noktasına getirmiştir. Hatta onların tarihlerine ve hayat felsefelerine ışık tutacak olan efsane ve destan gibi sözlü kültürlerini misyonerler Hıristiyanî bir forma sokarak kaydettikleri için, bunlar da belge olma özelliklerini kaybetmişler. Bugün fiziki görünüş olarak And tipine sahip olan, hepsi de yoksulluk sınırının altında yaşayan bu insanların çok az bir bölümü hariç, özellikle şehirde yaşayanlar kendi yerel kimliklerini reddediyorlar ve kiliselerin en müdavimleri de onlar. Buna rağmen bu coğrafyadaki önce İspanyolların, yerli And halkına, ardından İspanya’nın, idarecileri kendilerinden olsa dahi bu yeni devletlere karşı, 1800’lerden itibaren İspanya’dan bağımsızlıklarını kazanan devletlerin yöneticilerinin halka karşı ve son olarak da Amerika ve kapitalizmin sömürüsüne karşı ayaklanmalar hep olmuştur. İşte bu ayaklanmaların liderleri olan Tupac Amaru, Hidalgo, Morelos, Simon Bolivar, Jose Artigas, Zapata, Fidel Castro ve Che Guevera böyle ortaya çıkmışlardır. 

 

      Başkent Bogota Caddeleri                                             Başkent Bogota’da Müze

Latin Amerika halkının politik olarak protest bir duruşu hep bilinir. Günümüzde bunların İspanyol işgâline ve diğer emperyalist tutumlara ilişkin değerlendirmesi nasıl? 

─ İspanyollara karşı başlayan karşı duruş, bağımsızlığın elde edilmesiyle birlikte giderek azalmış ve bugün İspanyollara karşı böyle bir ruh halini Latin Amerika ülkelerinde göremiyorsunuz. Halkın tepkisi emperyalizme ve sömürüye karşı olduğu için 20. Yüzyılda İspanya’nın yerini A.B.D. almış. Fakat sosyalizmin 1990’da birden bire iflas etmesiyle birlikte sol hareket Latin Amerika’da da gerilemiş. Bununla birlikte yok olmamış ve şehirlerde bile gösteri, toplu grev, protesto yürüyüşleri şeklinde ve hatta Molotof kokteylli eylemler halinde tepki gösteren gruplar da var. Bu ülkelerde sol, başlarında Hugo Chavez gibi kuvvetli önder olduğu zaman Amerikancı sisteme karşı ciddi bir alternatif olmaya devam ediyor. Hem de zaman zaman iktidar olabilecek kadar ciddi bir alternatif. Esasen Kolombiya halkı çok barışçı ve sakin tabiatlı. Kimi zaman adları mafia ile birlikte anılsa bile bilhassa bizim Orta Doğu halkları ile kıyas kabul edilmeyecek kadar uyumlu, mütevekkil ve kanaatkâr. Bir defa kim olursanız olunuz, sizi ister tanısın, tanımasın hitapları senyör (beyefendi), senyora (hanımefendi), senyorita (küçük hanım) şeklinde. Ve “bueno”, “bueno dia”, bueno tarde”, bueno noche” gibi günün çeşitli vakitlerine ait selamlaşma ifadeleri dillerinden hiç eksik olmaz. Kolombiya’da asla dilenci göremezsiniz. Hatta fakir olduğunu düşünerek birisine para veya bir şey vermek isteseniz, kendisinin buna bir karşılığı olmadığı için onu kabul etmez. Onun için yakıcı güneşin, şiddetli yağmurun altında meydanlarda, trafik lambalarında hünerlerini sergiler, satıcılık yapar ama asla karşılıksız yardım kabul etmez. Kolombiyalılar işte böyle onurlu, böyle zarif ve kibar insanlardır. Fakat aynı zamanda haksızlığa karşı durmasını bilen insanlardır. 

Kolombiya halkının Türkiye ve Türkler hakkında bilgileri ve algıları nasıl?

─ Kolombiya Türkiye’den kuş uçuşu yaklaşık 11.000 kilometre uzakta, üstelik okyanus ötesinde bir ülke olmasına rağmen halk Türkiye hakkında inanılmayacak kadar ilgili ve bilgili. Bunun en önemli sebebi futbol ve Kolombiya televizyonlarında gösterilen Türk yapımı diziler. Başta Galatasaray ve Beşiktaş’ın eski kalecileri Mondragon ile Cordoba olmak üzere Türkiye’deki Kolombiyalı futbolcular aldıkları parayı ve gördükleri sevgiyi fazlasıyla hak ettirecek şekilde Türkiye’nin tanıtımında en büyük rolü üstlenmişler. Yolda karşılaştığınız hemen hemen her erkek, 2003 yılının Dünya üçüncüsü Türk futbol takımından birkaç oyuncunun adını biliyor. Ve her kadın ve her erkek de bir zamanlar meşhur olan Türk TV dizilerinden mutlaka bir tanesinin tiryakisidir. Yani anlayacağınız sanat ve spor en büyük, en güçlü elçi olmuş Kolombiya’da. Söz sanattan açılmışken orada bulunduğum sırada Bogota’da konser veren dünyaca ünlü piyano sanatçımız Fazıl Say’ın hayatımda şahit olduğum en büyük ilgi ve alkışla ödüllendirildiğini görerek gurur duyduğumuzu söylemem gerekir. Sözün özü, biz Kolombiya’yı futbolcuları ve kahvesiyle şöyle böyle tanıyoruz ama onlar Türkiye hakkında bizim onların ülkesi hakkında bildiklerimizden çok fazlasını bizim hakkımızda biliyorlar ve Türkleri, Türkiye’yi çok seviyorlar. Tabii bunda Kolombiya Büyükelçimiz Engin Yürür ve sefire hanımefendinin büyük rolünün olduğunu unutmamak gerekir. Sayın Büyükelçimizin yakın zamanda en büyük hizmetlerinden biri de Türk Hava Yolları’nın İstanbul-Bogota arasında direk uçuşu gerçekleştirmiş olmasıdır.  

  

        Cartegena’da sıcak…                                               Machu Pichu’da gezginler

─ Kolombiya, son zamanlarda, pek çok uzman tarafından, iktisaden büyüyen, gelecek 50 yıl içinde de “dünyâ ekonomisinin parlayan yıldızlarından birisi olacak bir ekonomi” olarak takdim edilmektedir. Orada bulunduğunuz süre içinde, bu düşünceyi destekleyen bir gözleminiz oldu mu? 

Kolombiya sahip olduğu yer altı zenginlikler ilave olarak, Ekvator bölgesinde olmakla orman ve otlak bakımlarından büyük imkânlara sahip. Bu, özellikle büyük baş hayvan yetiştirmek için önemli bir kaynak. Yani besicilik için artı bir masrafa gerek yok. Hatta hayvanlar neredeyse bulundukları yerden hiç kalkma zahmetine girmeden ağzını sağa sola çevirse bile, karınlarını doyurmaya yetecek otu elde edebiliyor. Bu sebeple Kolombiyalılara “saman” nedir diye sorsanız bilmezler. Çünkü buradaki hayvanlar her daim taze otla beslenir. Öyle otlatmaya falan da gerek yok. Bu, Kolombiya için büyük bir avantaj. Buna bağlı olarak Kolombiya’da dericilik de gelişmiş. Fakat bu hareketsiz hayvanların derileri pek makbul değilmiş. Bunlara bir de iki okyanusa birden kıyısının olduğunu ilave edersek, bu ülkenin ekonomik potansiyeli daha da belirginleşir. Ama her şeyin başı insan faktörü olduğu için doğal zenginlikler ve imkânlar çoğu zaman çok önem arz etmiyor. Zira Kolombiya, formalitesi ve işsizi çok olup, işlerin yavaş yürüdüğü ve halkının sosyal adaletsizliklerden şikâyet ettiği bir ülke. Bu meyanda, hizmetlilerin mutlaka üniforma giymesi, farklı kapıdan girmesi, apartmanlarda oturanların ev anahtarını kapıcıya vermesi, 3 vardiya bekçi bulunması gibi hususları zikretmekte yarar görüyorum. 

 

                         Amazon’da evler                                                               Amazon

Biraz da Kolombiya’daki sosyal ve kültürel hayattan bahseder misiniz?

─ Kolombiya insanı bütün Akdeniz halkı gibi sıcakkanlı, müziği, dans etmeyi, sosyal faaliyetleri ve sporu çok seviyor. Doğum günleri, evlilik ve benzeri yıldönümleri veya başarılar eş dostla ve iş arkadaşlarıyla mutlaka canlı Latin Amerika havaları çalan bando eşliğinde ve gürültülü şekilde kutlanıyor. Kimse evlenmek için nikâh masasına pek oturmuyor. Ama zenginler ve üst seviyeli yöneticiler nikâhlarını hâlâ kilisede kıydırmaya özen gösteriyorlar. Kolombiyalılar için müzik kadar, belki ondan da önemli şey sporla ilgili faaliyetlerdir. Pazar günleri ve diğer resmî tatil günleri Bogota’da 20 km. uzunluğundaki en işlek caddenin bir yönü araba trafiğine kapatılarak, bisikletlilere tahsis edilir. Parklarda insanlar hareketli müzik eşliğinde toplu olarak jimnastik yaparlar. Ve tabii caddelerin etrafında satıcılar, bisiklet tamircileri ve malzemesi satanlarla yayalar, hokkabazlar, cambazlar, sihirbazlar, sokak ressamları ve ikinci el eşya satanlarla bu cadde yarım gün boyunca tam bir panayır yeri olur. Fakat insanlar birbirine o kadar saygılıdır ve herkes kendi işine veya hobisine odaklanmıştır ki, herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmazsınız. Bu tür faaliyetleri görünce dünyaca ünlü futbolcuların Kolombiyalı olmasının sebebini ve yine dünyaca ünlü ressam Botero’nun niçin Kolombiya’dan çıkmış olduğunu daha iyi anlıyorsunuz.

  

                                   Başkent Bogota'da bisikletliler                                 Bogota'da emperyalizm karşıtı 

                                                                                                                                     bir gösterici

Kolombiya’da bulunduğunuz süre içinde facebookda muhteşem görüntüler paylaşmakta idiniz? Tabiat nasıl orada? 

─ Bir ülkeye her ne maksatla giderseniz gidiniz, oradaki varlığınız görevinizle ve görev yerinizle sınırlı kalmamalıdır diye düşünürüm. Merakınız diğer şehirlere, kiliselere, müzelere, oranın kültürüne, doğa harikalarına, halkın yaşantısına, hatta bazen tehlikeli olsa bile ara sokaklarına kadar uzanabilmeli. Aksi takdirde sizin o ülkede varlığınızın bir anlamı kalmaz. Böyle yaparsanız ne kendi ülkenize ve kültürünüze, ne de bulunduğunuz yere bir zenginlik katmış olursunuz. Bunun için paraya acımayacak, tehlikeleri göze almaktan korkmayacaksınız ve rahatınıza düşkün olmayacaksınız. Çünkü bu tür parazitlerin olduğu yerde öğrenme, keşif ve başarı olmaz. Ben de Bogota’daki görevimi fırsat bilerek Kolombiya’nın çeşitli şehirlerini ve komşu ülkelerini ziyaret ettim. Bu ülkelerde tabiat harika. Hele bir zamanlar adı uyuşturucu ve mafia lideri Escobar ile özdeşleşen Medellin şehrinin 80 km yakınında Guatape’de Piedre del Penol diye bilinen bir yer var ki, iç içe geçmiş gölleri, ormanı ve yerden birden bire yükselen 220 metre yüksekliğindeki yekpare kayası ile mutlaka görülmesi gereken bir doğa harikası. Tabii, halk kültürü de muhteşem. 

   

                       Guatape’de boyalı evler                                       Cusco şehir surunda devâsa taşlar

  

                      Medellin – Guatape’de göller                                 Rakkâse (Medellin – Guatape)

Kolombiya’ya gelmişken Amazon nehrini görmek olmaz deyip bir de Amazon’a gittim. Amazon gerçekten harika bir nehir. Daha doğrusu başı, sonu, kıyılarının nereden başlayıp nerede bittiği belli olmayan deniz misali bir nehir. Ama Nil gibi mavi değil, boz bulanık, hatta çamur gibi akıyor. Kolombiya’nın liman şehrinden küçük teknelerle günübirlik turlar sizi Brezilya ve Peru sahil şehirlerine de götürüyor. Tabii ne bir pasaport, ne bir kimlik soruyorlar. Hiç bilmediğiniz bir diyarda Amazon gibi içi anakondalarla, timsahlarla ve piranha balıklarıyla dolu, derya misali bir nehirde 7-8 kişilik avuç içi kadar küçük bir teknenin sizi dünyanın dört bir yanından gelen hiç tanımadığınız turistdaşlarla birlikte bilinmeyen bir yerlere doğru son sürat götürmesi gerçekten de heyecanlı ve ürpertici. Ama bir müddet sonra herkesle ve her şeyle dost oluyorsunuz.

   

                Amazon’da hayat                                                                         Amazon’da hindistan cevizi

      

                   Amazon’da dostluk                                                                      Amazon’da yerli evleri

Kolombiya’daki son günlerimi Peru’daki Cusco ve Machu Picchu’ya ayırmıştım. Kolombiya gibi Peru’nun da Türklerden vize istememesi benim gibi gezmesini seven, macera ruhlu kimseler için büyük kolaylık. Malum, burası İnka’ların başkenti. 60-70 tonluk siyah taşlarla binaların yapıldığı, gelişmiş bir su kültürünün ve çok vahşi dinsel törenlerin yapıldığı bir yer. 2600 metrede çok dik bir yamaçta kurulmuş olan Mach Picchu öyle sık ormanlarla kaplı ki yoldan içeriye beş metre girmeniz mümkün değil. Üstelik vahşi hayvan korkusu da cabası. İnsanların, üstelik ormanın daha da sık olduğu devirlerde burayı nereden bulup yerleştiklerini, böyle bir yerde yollarını nasıl bulduklarını ve nasıl yaşadıklarını düşünmek bile akla zarar veriyor. Bu sebeple benim gibi sanat tarihçileri ve hatta tarihçiler için mutlaka görülmesi gereken yerdi Mach Picchu. Fakat tansiyon ve kalp rahatsızlığı olan kimselere tavsiye edilebilecek yerler değil. Çünkü Cusco’nun deniz seviyesinden yüksekliği 3500 metre. Oksijen az olduğu için insan nefes almada ciddi şekilde zorlanıyor. Âni hareketler, susuzluk ve aşırı güneşte kalmak çok tehlikeli. Çok şükür rahat bir şekilde gezdim, etkilendim, çok güzel resimler çektim.  

    

                     Cosco Şehri (Peru)                                                Altın kaplamalı kilise (Cusco – Peru)

  

  Ekvator bölgesinde buzullar (Machu Pichu, Peru)                     Machu Pichu’da tapınak (Peru)

                 Yerli kadın (Cusco – Peru)

Fakat sanırım Peru’da uçağınız havada tehlike atlatmış. Nasıl oldu bu olay, nasıl kurtuldunuz? 

─ Evet öyle bir tehlike yaşadık. Yüksek yerlerde oksijenin az olması sadece insanları değil, uçakları da etkiliyor. Malum, uçak yakıtının yanması için oksijen gerek. Fakat oksijen az olunca tam yanma olmuyor ve motorda güç oluşmuyor. Bu sebeple dünyanın en tehlikeli hava alanları başta Cusco olmak üzere böyle yüksek yerlerdeki hava alanlarıymış. Peru Hava Yollarına ait bir uçakla Cusco’dan Lima’ya dönerken yerden ancak 100-150 metre kadar yükselmiştik ki birden motorların birinden sanki bir yere çarpmış gibi çat çat diye sesler geldi ve uçağımız irtifa kaybetmeye başladı. Pilot gaz verdikçe yükseldiysek de tekrar irtifa kaybettik. Pilot bunu birkaç kez denedi, fakat gerekli yüksekliği bir türlü sağlayamadık ve Cusco hava alanına geri döndük. Eğer pilotumuz uçmak için ısrar etseydi felaket kaçınılmaz olurdu. Çok ciddi bir tehlikeden kazasız, belasız kurtulduk.   

Bize son olarak söylemek istediğiniz bir husus var mı?

Evet var. Kuranıkerim’de yer alan en az on iki ayete göre seyahat etmek Allah’ın emri, yani farz. Bundan maksat herkesin kendi maddi imkânına, mesleğine ve sağlık durumuna göre gezmesi farz. Mesela bir sanat tarihçisi olarak benim Roma’yı, Agra’yı, Endülüs’ü görmem Allah’ın farzıdır. Fakat daha mütevazı bir kimsenin de kendi kasabası civarındaki ören yerlerini, doğa güzelliklerini görmesi Allah’ın emridir. Ne yazık ki Allah’ın bu âyetlerini bize hiç kimse söylememiştir, ve böyle bir şeyin farz olabileceğine dair bizde bir ufuk yoktur. Hatta şimdi bu sözlerimizi okuyanların bile içlerinden “Nusret hoca, amma da atmış ha!” dediklerini işitir gibiyim. Konuyla ilgili âyetlerin surelerini ve numaralarını verebilirim, ama biraz zahmete girip araştırmalarının daha bereketli olacağını düşündüğüm için burada ayrıntıya girmiyorum. Onun için Müslümanlar dünyanın en az gezen insanlarıdır. Ve maalesef dindarlarımızın seyahat ufku da ancak hacdan ve umreden ibarettir. Adam yirmi defa umreye gitmiş olduğu, İstanbul’da oturduğu ve üstelik Ossssssmaaaaaanlıcı (!) olduğu halde daha Topkapı ve Dolmabahçe gibi sarayların yerini bile bilmez. Şimdi ben buna nasıl Müslüman, nasıl aydın, nasıl Osmanlıcı diyeyim? 

Kıymetli Hocam, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkûr ediyoruz.

─ Ben teşekkür ederim. 

——————————————-

Söyleşiyi gerçekleştiren: Mustafa TEZEL

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen