Alacakaranlıkta Susan Sevgi-Suzan ÇATALOLUK

İlgili resim

Sevgili Kerkük’e selam olsun!

Suzan ÇATALOLUK

Alacakaranlıkta o odadaydı, o sade yatakta.

Çarşafla yorgan birbirine dolanmıştı. Döşeğin sağ kenarındaki beyazı kurşuniye dönmüş yastıklar boynu bükük garipler gibiydi.

Dizleri kıvrılmış bir şekilde yatağın tam ortasındaydı. Omuzları çökmüş, başı öne eğilmişti.  Sallanıp duruyordu.

Ağır bir yürek yangınındaydı, gönlü bulanıyor, içi geçiyordu. Yürek ezikliği başını döndürüyor, ölesiye acı çekiyordu. Sanki ucu bucağı görünmeyen, sonsuz keder deryasının ortasına düşmüştü de battıkça batıyor, nefes alamıyor, boğuluyordu işte…

Neden bu kadar acı çekiyordu? Belki hiç sebebi yoktu. Ama… Ama belki de ne çok sebebi vardı. Bilmiyordu, hiçbir şey bilmiyordu, anlamıyordu. Kafası karışmıştı. Sadece bir gerçeği çok iyi biliyordu. Beyni artık acı çekmekten uyuşmuştu.

Yavaş yavaş içinin geçtiğini, bayılmak üzere olduğunu hissetti. Yeni bir hüzün dalgası yanı başına sinsi sinsi yanaştı. Düşündü farkında olmadan: “Ne kadar da yalnızım. Ne kadar da çaresizim.”

Her şeyi bırakıp kendini o hüzün dalgalarının tam ortasına atmaya karar verdi, hemen boğulup kendi kendini yok etmeyi dileyerek.

Ama… Sanki sağ tarafında bembeyaz bir ışık çaktı, saniyenin belki milyonda biri kadar kısacık süren bir parlama.

Şaşırdı. Şaşırmamayı isteyerek şaşırdı. Yavaşça o tarafa baktı. Hayretle gördü ki sağ yanında biri vardı. Hayal meyal olan biri. Varla yok arası bir hayal.

Kederle düşündü. “Beynim bana oyun ediyor, aklım bana tuzak kuruyor. Kimse yok. Beni kim arar, sorar ki!”

Sağ tarafındaki o hayal yavaş yavaş belirginleşti ve sakin sakin gelip yanına oturdu. O alacakaranlıkta bembeyaz parlayan bir gömleği vardı.

Dönüp dikkatle bakmak istedi.  Bir tertemiz, nurani bir yüz görür gibi oldu.  Ama deli bir yorgunluk bütün bedenini kapladı. Gözleri kapandı. Tam yüzü koyun yatağa düşecekti ki o bembeyaz gömlekli engelledi. Başı onun önce çenesine, sonra boynunun altına, tam sinesine düştü.

Düştü ama sanki huzur dolu anne kucağına düştü, yumuşacık sevgi dolu.

İşte o anda garip bir şey oldu. Biri kolundan tuttu sanki ve onu o sonsuz acı deryasından çıkarmaya başladı.

Ve… O güne kadar duymadığı güzellikte bir ses fısıldadı:

“-Korkuların ve acıların bitiyor artık. Bak artık yanındayım.”

O güne kadar görmediği güzellikteki bir el uzandı, cennetlerden gelen sırlı kuşlar gibi omzunun üstüne kondu. Ses tekrar konuştu:

“- Benden korkma. Ben artık hep senin yanındayım. Ben seni çok seviyorum.”

Bütün acıları bu son cümle ile bitti: “Seni çok seviyorum.”

Hayretle mırıldandı:

“-Seni nerede bulacağım.”

“-Yarın caddeye çıkınca karşıya bak, orada olacağım,” dedi o güzeller güzeli ses.

Yavaşça gözlerini yumdu, huzur dolu bir iç çekti.

Gözlerini açtığında şaşkınlıktan dondu kaldı. Yatakta yatıyordu. Ama ne olmuştu? Galiba bir rüya görmüştü. Ama nasıl bir rüya? Aklında sadece hüzünlü bir huzur vardı. Gerisini hiç mi hiç hatırlamıyordu!

Yanında Kocası vardı ve ağzı açıktı, fena halde horluyordu. Elini uzatıp onun başını çevirdi. Adam derin bir nefes alıp derin uykusuna devam etti.

Hicranla baktı ona.  Muntazam yüzüne, hâlâ çok gür olan saçlarına. İçinde bir damar koptu sanki.

Hüzünlü bir el geldi, onu artık çok eskimiş hatıralarının içine çekiverdi.

 Gencecikti. Görenlerin söylediğine göre çok güzel, yeşile çalan ela gözleri vardı. Selvi boylu, ince belli idi. Lepiska saçları dalga dalga beline kadar inerdi. Ama o bunların hiç farkında olmamıştı.

Onun tek fark ettiği o genç adamdı. Kendinden on yaş büyük mahallenin yakışıklısı. Her gördüğünde yüreğinde fırtınalar koparak, bir bakışıyla onu heyecandan öldürecek hale getiren o mağrur genç.

Lisede okurken görmüştü. “İlk aşk dedikleri bu olsa gerek” demişlerdi onun aşkını duyanlar ve devam etmişlerdi, “bu genç azıcık hercai mi ne?”

Ama o kadar genç ve o kadar âşıktı ki, öyle bir yangınıydı ki kalbindeki, üç yıl yolunu gözlemiş, her gün göz yaşı dökmüştü.

Ondan başka hiçbir şeye aklında ve gönlünde yer yoktu. Onu düşünmekten derslerine verememişti kendini. İmtihanlarda hep başarısız olmuştu. O yüzden de okuldan atılmıştı.

 İnatla onu beklemişti.  Ne hasret ne de ümitsizlik onu yıldıramamıştı.

“Utangaç ceylan bakışlı, aptal kızım” derdi annesi. Ama o sezgileri kuvvetli kadıncağızın da bütün gayretleri boşa gitmişti.

Evlendiklerinde büyük şehrin güzel semtlerinden birinde, bahçeli hoş bir evde yaşamaya başlamışlardı.

O iki katlı ev cenneti olmuştu.

Akşam kocasının eve dönüşünü hasretlerle bekliyor, onun beğendiği en güzel yemekleri yapmaya çalışıyordu. 

İtina ile süsleniyordu aklınca. Fikrince sevgili kocası onu çok güzel görmeliydi.

Ev de pırıl pırıl olmalıydı. Her gün bir şey icat edip odaları yeniden düzenliyor, perdelerle, halılarla, koltuklarla yeni denemeler yapıyordu.

Bahçeyi çok özel, adını bilmediği, başka ülkelerden gelen farklı çiçeklerle süslemişti.  Elleriyle arklar açıp tarhlar yapıyor, her açan çiçeği, her çıkan yaprağı kocasına gösteriyor, onun etrafında küçük kızlar gibi dönüp duruyordu.

Ama kocasının bu sevgi gösterilerine verdiği cevap sadece beğendiğini birkaç cümle ile belirtmek olmuştu.

Bir gün dayanamayıp sormuştu. Kocası ciddi bir yüz ifadesiyle onun yüzüne bakmış, demişti ki:

“-Öyle durmadan sevgi sözleri söylemek bana uygun değil. Ben tavırlarımla belli ediyor muyum, sen ona bak.”

Merakla sormuştu:

“-Ama ben anlamıyorum ki. Bana söylesen olmaz mı?”

“-Bak, diye cevap vermişti adam. Çok güzel yemekler yapıyorsun. Beğendiğimi nasıl anlamazsın? Beğenmesem kusurları söylerim. Her şeyin yerli yerinde. Olmasaydı açıkça söylerdim. Ama bak, seni hiç tenkit ettim mi? Sen böyle anlayışsız mısın ki sorup duruyorsun beni seviyor musun diye? Bazı şeyleri söylemeyi sevmiyorum ben. Lüzumsuz buluyorum. Seni beğenmeseydim evlenmezdim. Bir daha hesaba çekme beni.”

Yüreği azıcık burulmuştu. Ama önemli değildi. Doğru söylüyordu. Beğenmeseydi onunla hiç evlenir miydi?

Bir daha sevgi sözlerini sormamış, tuhaf bir şekilde kendisi de yavaş yavaş o sözleri söylemek yerine susup kalbinin gizli bir köşesinde tutmaya başlamıştı.

Kocası çok akıllı çıkmıştı. Ticaretle uğraşıyordu.  Çok çalışıyor, iyi para kazanıyordu. Artık koca bir şirketin sahibiydi. Sık sık iş seyahatine çıkıyor, bazen yurtdışına da gidiyordu.

Bir sene sonra oğlu kucağındaydı. O da ayrı bir cennet hediyesiydi.  O yutkunup kalbinin bir köşesinde hapsettiği sevgi sözleri dudaklarından akan çağlayana dönüşmüştü.

Ama şimdi o da kocaman bir delikanlı idi. Huy olarak aynen babası olmuştu, teşekkürü az, mağrur ve kendini beğenen bir genç. Sanki dünyanın tek merkezi vardı, o da kendisiydi.

Bu gerçeği zamanla kabullenmek onu biraz yorup üzmüştü ama neticede tek yavrusunun babasına benzemesine alışmıştı.

Delikanlı üniversiteyi bitmiş, hemen başkentte önemli bir üniversitede yüksek lisans programına başlamıştı.

Tek yavrusu için hemen planlar yapmaya başlamıştı. Başkente gidip bir ev tutmalı, hiçbir şeyden mahrum etmemeli, sık sık gidip sevdiği yemekleri yapmalı, evdeki düzeni orada devam etmeli idi.

Bu yenilik onu çok heyecanlandırmıştı. Kalbi kıpır kıpırdı.

Bu heyecan üç yıl sürmüş, oğulcuğunun evine taşınıp durmuştu.  Kocası da onu teşvik etmiş, yıllar geçip gitmişti.

Görünüşte her şey yerli yerinde idi.

Ama beyni bir şeylerin yolunda gitmediği ikaz edip duruyordu.

Sanki şiddetli bir rüzgâr esecek, bu sıcacık zannettiği yuvayı önüne katıp sonsuz parçalara bölerek evrene saçacaktı.

Sanki kaçınılmaz bir zelzele geliyordu. Bugüne kadar ayakta tutmaya çalıştığı ne varsa yerle bir olacaktı.

Sanki belirtiler vardı durmayan yüreğine fısıldayan. Birden bağırmaya başlayacaklar, susturmaya gücü yetmeyecekti.

Başı yana kayan kocasının tekrar horlamaya başlaması onu düşüncelerinden ayırdı. Tekrar baktı bir zamanlar deliler gibi sevdiği kocasına.

Farkında olmadan düşündü: Aynı aşkla seviyor muydu kocasını?  Büyük bir hüzün, hatta derin bir acı yüreğinin tam ortasına bir hançer gibi saplandı. Elinde olmadan inledi.

Yavaşça doğruldu yerinden. Ellerini ensesinde birleştirdi. Büyük bir kederle düşündü. Ne zaman öğrenmişti sevgisini uyuşturup unutmayı ve kim öğretmişti?

Gözlerinden akan yaşı fark etmedi önce. Ama o göz yaşları burnunun kenarından aktı yavaşça ve gelip dudaklarına değdi. Dudaklarını ıslatmaya, diline tuzlu tuzlu değmeye başladı.

O zaman ağladığını anladı. Kendine çok acıdı. Hıçkırmamak için zorlandı. Beyni zonklamaya başladı.

İstemeden son hadiseyi düşündü. Son acı dersin öğretmeni gelin adayı olan o hain bakışlı, mavi gözlü kızdı. Oğluyla bir hafta evvel gelmişler, iki gün kalmışlardı.

Kızın o mavi, hin gözleri ısrarla kendini takip ediyor, göz bebekleri yüzüne arsız bir sinek gibi yapışıp kalıyordu.

Oralı olmamaya çalışmıştı. Ama o duydukları?  Ya o duyduklarına ne demeliydi?

İkinci sabah verandada sabah kahvaltısı için hazırlık yapıyordu. Mutfağa açılan kilerdeki kavanozdan un almaya başlamıştı ki oğlu ve o kızcağız mutfağa girmişlerdi.

Kız çok neşeliydi. Çok ulu orta konuşuyor, pervasız şakalar yapıyordu.

Elinde un kavanozu öylece kalmıştı içeride. Heyecandan kalbi çarpmaya başlamıştı. Onlar gidene kadar beklemeyi düşünmüştü.

İki genç pek rahattılar. Onun kilerde olduğunu bilmeden konuşup duruyorlardı. Kız bir ara sözü kendisine getirmişti:

“-Ya, baksana. Annen hiç çalışmadı mı? Üniversite bitirdikten sonra insan böyle eve kapanır mı?”

Oğlunun sözleri tam da kendisinin tarifiydi:

“-Annem üniversite mezunu değil. Lise mezunu bile değil. Lisede okurken babama âşık olmuş. Gözü dünyayı görmemiş.”

“-Nasıl bir aşk bu? Hiç belli etmiyor!”

“-Bilmem! Hikâye bu. Babam da sevmez öyle muhabbetleri. Babamın anneme âşık olduğunu da sanmam.”

“-Niye?”

“-Babamın başka davaları… Aman boş ver. Başka şeyler konuşalım.”

“-Şey… Annen…Sana da düşkün galiba!”

“-Sen ne diyorsun aşkım! Düşkün ne kelime, ben onun yaşama sevinciyim. Bensiz bir saniye nefes alamaz o!”

Kızın sesinde muz kabukları vardı da duyan herkes kayıp onun kollarına düşecekti sanki:

“-Ama aşkım, o zaman… O zaman biz nasıl yalnız kalacağız? Şimdi o bize gelirse, böyle burun buruna… İki gün bakışlarıyla… Yani ne bileyim, seni herkesten kıskanıyor gibi.”

“-Bebeğim, o babamı bırakıp bizde uzun süre kalmaz. Telaş etme sen.”

“-Ama tatlım, Allah korusun, babana bir şey olsa…”

Oğlunun duraksamadan verdiği cevap da acımasız, düşüncesiz cümlelere birer kaba misaldi:

“-Annemi takma kafana sen. O yalnızlığı sever. Bizi rahatsız etmez. O bulduklarıyla yetinmeyi bilir ve hep vericidir. Almayı beceremedi hayatı boyu. Gelmez, gelmez, hiç telaş etme sen!”

“Babamın başka davaları, babamın anneme âşık olduğunu sanmıyorum, rahatsız etmez, o yalnızlığı sever, bize gelmez, hiç telaş etme sen.”

Bu sözlerin hepsi birer hançerdi de durmadan ona saplanıyordu. Kalbine, beynine, her yerine…

Oysa… Oysa yalnızlık hiç sevmediği bir duygu idi. Ama neredeyse hayatı boyu hep yalnız olmuştu, demek ki bundan sonra da yalnız olacaktı!

Kocasının kendisine âşık olmasını ne çok isterdi. Ama şimdi gerçek kafasına balyoz gibi inivermişti. Sevdiği adam onu hiçbir zaman sevmemişti. Hem o “başka davalar” da neydi?

Demek ki oğulcuğunun da artık ona ihtiyacı yoktu.

“Pekiyi de kimin var,” diye düşündü.  Cevabını da kendi verdi, “hiç kimsenin…”

Birden demin gördüğü rüyayı hatırladı, hem de tamamını. Kendi kendine konuştu:

“-Beynim bana oyun ediyor, aklım bana tuzak kuruyor. Böyle saçma bir rüya nasıl görülür ki? Ben artık….”

Durdu. Tekrar sorular üşüştü beynine. Evet, o artık neydi? O artık kimin nesiydi?  Aslında o hep kimdi ve kim olamamıştı?

Cevabını yine kendisi verdi o soruların, hiçbir şey olamamıştı!

Artık uykusu kaçmıştı. Bir o tarafa bir tarafa dönüp duracaktı yine.

Yavaşça kalktı yataktan. Kocasına şöyle bir baktı. Nasıl da rahat uyuyordu.

Sessizce yürüdü, koridora çıktı. Süslü zeminin soğuk granit taşları tabanlarına değince daha da kendine geldi.

Bir şeyler yapmalı, bu garip geceyi ve tuhaf rüyayı unutmalı idi.  

Aklına, sadece kocasına ait giyim odası geldi. Kaç zamandır düzeltmeye vakit bulamamıştı.  Gidip uykusu gelene orayı düzeltmeye karar verdi.

O odaya gitti.  İlk dolabın yanındaki sandalyeye konmuş birkaç gömleği kirliye atmak için bir köşeye koydu. Ardından ilk dolabı açtı. Burnuna gelen koku ile irkildi.

Çok hoş bir koku idi bu. Tanıyamadı. Ne kendisinin ne de kocasının kullanmadığı, çiçeklerden oluşan çok güzel bir koku sarıverdi odayı.

“Allah Allah,” diye düşündü. “Bu nasıl güzel bir koku.  Böyle erkek kokusu olur mu ki? Bu ne ki?”

Sonra aklına beğendiği parfümden bahsedince kocasının verdiği cevap aklına geldi:

“-Çok Pahalı değil mi? Damlası bir gram altına denk neredeyse. Hem bu günlerde oğluşunun da o kıytırık sevgilisinin de masrafları iyice yükseldi.”

Kocasına cevap verememiş, susmuştu sadece.

Şimdi burnuna gelen bu koku sanki onun çok benzeri idi.

O güzel kokunun geldiği takım elbiseyi bulması hiç de zor olmadı.  Kocasının lacivert takımıydı kokan.

Kokladı, bir daha, bir daha… Başı döndü birden. “Bana ne oluyor” dedi kendi kendine, “hayatıma ne oluyor?”

Dolaba tutunmak istedi. Ama eli bir başka takıma değdi. Gözlerini yumdu. Biri ayaklarından çekiyordu sanki onu. Derin, karanlık uçurumlara çekiyordu.

Birkaç dakika bekledi. Yavaşça gözlerini açtı. Şu an bu kokuyu unutmayı, hiç koklamamış olmayı ne çok istiyordu.

Tutunduğu takımı çıkardı dolaptan. Baktı, gözleri doldu. Geçen yaş gününde hediye etmişti. Yavaşça okşadı. Orta yaşı bulmuş olmasına rağmen hâlâ çok yakışıklı olan kocasına bu takım elbise ne çok yakışmıştı.

Tam o sırada bir şey dikkatini çekti. Ceketin bir tarafı daha kabarık duruyordu sanki.  Yokladı. Ceketin cebinde bir şey vardı…

Kalbi bin bir heyecanla çarparak çıkardı o şeyi.  Çok şık, uzun, dar bir kadife kutu ellerindeydi.

Çok heyecanlandı. Acaba bu hediyeyi niye saklamıştı. Herhalde ilk önemli gün içindi. Açıp açmamak için tereddüt etti.

İçine bir bahar yeli doldu adeta.

Niye bu kadar karamsar olmuştu sanki?

Neden bu kadar büyük güvensizliklere izin verip hayatını zehir ediyordu ki?

Utanmalıydı kendinden. Kocası ona bu güzel hediyeyi almıştı işte.  “Herhalde o parfüm için söylediği sözlerden dolayı pişman oldu” diye düşündü.

Parfüm kelimesi aklına odada mis gibi kokan kokuyu tekrar getirdi. O bahar rüzgârı yerine soğuk bir yel gelip sırtını üşüttü sanki.

Bu kutuyu açmalıydı ve gerçekle yüzleşmeliydi.

Titreyen parmaklarıyla yavaşça açtı güzel kutuyu. Nefis bir pırlanta bileklik ışıl ışıl gülümsedi ona. Yanında bir küçük, yassı altın kalp vardı.

Yavaşça yere oturdu. Kucağında o güzel kutu, düşündü. “Bu altın kalp iki yapraktır herhalde.  İçinde mutlaka iki resim var karşılıklı. Birinde kocamınki elbette. Ya diğerindeki?”

Artık açmalıydı bu altın kalbi ve hayatının bilmediği sırrını artık öğrenmeliydi, hem de hiç beklemeden.

Birden açtı. Gerçekten de altın kalbin bir kanadında kocasının gülümseyen bir resmi vardı, diğer yarısında da gencecik, sarı, gür saçlı bir kadınınki. Bir de kartvizit ve üstünde birkaç satır.

O an yüreğine sanki zehirli bir kılıç saplandı, sırtından geçip gitti bütün güzel duyguları ve ümitleriyle birlikte.

Göz yaşları yanaklarından süzülürken kartvizitteki yazıları istemeden okudu:

“Küçük meleğime, küçük bir hediye…”

Küçük hediye dediği şu bileklik acaba şirketindeki bir elemanın kaç maaşı ederdi?

O odada öylece ne kadar kaldığını bilemedi.

Ayağa kalktığında bütün vücudu kaskatıydı. Elindeki kutuyu aldığı yere, hediye ettiği takımın ceketinin cebine yerleştirmek için dolabın kapağını açtı.

İşte tam o sırada dolaptan yansıyan kuvvetli bir ışık gözlerini kamaştırdı.  Elini alnına siper etti. Şaşırdı. Neler oluyordu?

Ama ışık kuvvetlendi, gözlerini kapatmak zorunda kaldı.  Büyük bir karanlığın içine düştüğünü hissetti. Sanki derin bir denizin dibine doğru sürükleniyor, yavaş yavaş boğuluyordu.

Birkaç saniye sonra büyük bir şaşkınlık, hatta büyük bir korku yaşadı. Zira gözlerini açtığında bir bahçede buldu kendini. Yeşilin envai tonuyla, bin bir çeşit çiçekleriyle, farklı cinsteki pek çok ağacıyla, masmavi gökyüzüyle, ortasından geçen berrak deresiyle, uzaktan görünen mor dağlarıyla, o zamana kadar duymadığı kuş sesleriyle bir cennet bahçesiydi burası.

Şaşkın şaşkın etrafa bakarken uzakta duran o hayali gördü. Bembeyaz bir gömleğini hayal meyal fark etti.

Hayal uzaktan el salladı ona. Ardından fısıltısını duydu:

“-Yarın caddeye çıkınca karşıya bak, orada olacağım.”

Uzaklardan güzel bir bahar rüzgârı geldi, yüreğini uçurdu ve yalnız, hüzünlü bir sevinç kanat taktı, kollarına girdi sanki.  Onu sonsuz bir huzura taşıverdi adeta. Fısıltıyı tekrar duydu, hem de kalbinin tam ortasında:

“-Korkuların ve acıların bitiyor artık. Bak artık yanındayım.”

Tuhaf bir mutluluk çok güzel bir ilahi gibi neredeyse evreni dolandı, geldi, onu sardı sarmaladı, gök kuşaklarında gezdirdi…

Bu mutluluğa dayanamadı yüreği de aklı da. Önce ayakları, kaydı, sonra bedeni. Yeşil çimenlerin üstüne düşüverdi ya da öyle sandı.

Gözlerini açtığında ne kadar zaman geçtiğini anlamadı. Şaşkın şaşkın doğruldu, etrafa baktı. Elbise dolabının önündeydi. İnleyerek ayağa kalktı.

İlk anda hiçbir şey hatırlamadı. Ama birkaç saniye içinde bütün yaşadıkları canlandı hem beyninde hem de gözünde. Elini alnına koyup düşündü. Yaşadıklarını ve canlı gibi hissettiği rüyalarını.

Gülümsedi kendi kendine.  Şimdi ne yapmalı, nereye gitmeli, bu acılarla nasıl baş etmeli gibi soruları sormaya gerek yoktu artık. Olması gereken olacaktı. İşte yalın gerçek buydu. Çağrıya uymalı, mutluluğa gitmeliydi.

Topladığı gömlekleri geri sandalyeye koydu.

Etrafa dikkatle tekrar tekrar baktı. Odada kendinden en küçük bir iz dahi olmamalı, buraya geldiği anlaşılmamalıydı. Emin olunca çıktı odadan. Yatağa geri döndü.

Usulcacık yorganın altına girdi. Kocası derin uykunun en derinindeydi.

Üşümüş bedeni ısınıncaya kadar uykuya dalmıştı bile. Dudaklarında gülümseme, içinde o hüzünlü sevinç vardı.

Sabah uyanınca çok güzel bir kahvaltı masası hazırladı. Kocasının çok sevdiği pastırmalı, sucuklu, yumurtalı omletten yaptı. Karpuz reçelini, incir marmeladını koydu. Çeşit çeşit zeytinleri, peynirleri dizdi. Mis gibi kokan kızarmış ekmekleri bakımlı sepette sıraladı, yanına diğer ekmek cinslerini ilave etti. Meyve suları güzel sürahilerle masanın bir köşesini süsledi.  Artık kahvaltıda yok yoktu.

Bir de nefis tavşan kanı çay demledi. 

Tertemiz giyindi. Çok sevdiği çiçek parfümünü sürdü.

Biraz sonra kocası masaya oturunca zevkle ellerini birbirine sürüp iştahla saldırdı omlete. Neredeyse nefes almadan yedi. Sonra meyve sularıyla birlikte bütün çeşitlerden oluşan koca tabaktakileri hızla ve keyifle bitirdi. Ardından güzel ince belli bardakla iki çay içti.

Öyle büyük bir keyifle kahvaltı etti ki karısının hiçbir şeye dokunmadan kendisini seyrettiğini ve hiç konuşmadıklarını ancak karnı doyduktan sonra fark etti. Usulen sordu:

“-Hayrola? Sen niye yemiyorsun?”

Baktı kocasına. Lise aşkı nereye gitmişti? Aslında lise aşkı var mıydı? Aslında o kendi kurduğu bir hayale mi âşık olmuştu?

Yıllar sonra o boş vermişlikten kurtulup kocasının gözlerine baktı, ta içine. Geçen yılların içinde kaybolan aşkını bulmak için uzun uzun baktı. Neredeydi o lise aşkı?

Gülümsedi. Ne kadar da haklıydı. Ne işi kalmıştı artık bu evde? Gitmeliydi, artık gitmeliydi!

Kocası önce şaşırdı o bakışlardan. Sonra eskileri, geçen yılları hatırladı. Ne güzel bir kadındı eşi. Hâlâ çok güzeldi. Hep sadık, hep vefakâr, hep vericiydi.  Hep âşıktı, hep candan. Oysa kendisi hep hindi, asla samimi değildi. Çok vefasızdı. Hiçbir zaman sadık olmamıştı, hep aldatandı. Bu sadık ve dünya güzeli kadını aptal yerine koyup umursamamıştı hiç.

İçini garip bir şüphe kapladı. Acaba yaptıklarından haberi var mıydı? Sonra hemen vaz geçti o düşünceden.  Öyle bir şey olsa bu kadar candan davranır mıydı? Şu kahvaltı bile onun hiçbir şeyden haberi olmadığının ifadesi değil miydi?

Onun uzun kirpikli, güzel, ela gözlerine, yay kaşlarına, küçücük burnuna, gonca ağzına baktı.  Göz kenarlarındaki kırışıklıklar, yanaklarında belirmeye başlayan küçücük sarkmalar bile onun güzelliğini azaltmamıştı. Hâlâ servi boylu, güzel karısıydı o.

Utanma ile karışık bir pişmanlık seline kapıldı birden. Bu duygu baskınından kurtulmak için acele ile tekrar konuştu:

“-Şu çaydan bir bardak daha getir bana. Biliyorsun, beğendiğini söyleyen biri değilim. Ama bu sabah çayın çok güzel olmuş.”

Karısının gizemli gülümsemesinin daha da arttığını hayretle gördü adam ve ısrarlı bakışlarının devam ettiğini. Cevabına da şaşırdı:

“-Sadece çayım mı? Hepsi bu kadar mı?”

Göz göze idiler. Kocasını tepeden tırnağa süzdü ve düşündü farkında olmadan: “Geç kalmadın mı, çok geç kalmadın mı artık?”

Yavaşça yerinden kalktı. Bir bardak çay daha getirdi.

Adam çayı içti. Büyük tereddütlerle onun yüzüne baktı.  Ona en son ne zaman iltifat ettiğini, güzel bir söz söylediğini düşündü. Hatırlayamadı.

Yine utandığını hayretle fark etti. Gönlünü almalıydı. Üç aydır hayatına büyük bir renk kattığını düşündüğü fındık kurdu sarışına aldığı hediyeyi verse gönlünü alırdı herhalde.

Acele ile konuştu:

“-İşe geç kalacağım. Ceketimi alayım.”

Hızla üst kata çıktı.   Giyinme odasına girdi. Dolabı açtı. Siyah deri ceketini giydi. Ardından o takımın ceketinin cebinden şık kadife kutuyu aldı. Aceleyle açtı. Altın kalp ile kartviziti deri ceketinin iç cebine attı.

Gülümsedi. Karısı bu hediyeyi görünce havalara uçacaktı. Yıllar sonra alacağı bu hediye ile birkaç yıl daha mutlu olacaktı, bundan emindi.

Aşağıya indiğinde karısını kapının önünde beklerken buldu. Hiç aksatmadığı bir gelenekti bu. Kendisini mutlaka yolcu ederdi.

Yavaşça uzattı kadife kutuyu. Gülümseyerek keyifle konuştu:

“-Al, bu senin!”

Ama o, kocasının elindekini görünce, sözlerini duyunca şiddetli bir yumruk yemiş gibi sersemledi. Bir an ayağının altındaki zeminin kaydığını hissetti. Nefesi kesildi. Şaşkınlıkla baktı karşısındakine. Sadece gözleriyle sordu:

“-Bunu mu bana layık gördün? Bu başkasının artığını mı?”

Adamın da beyni cevap verdi:

“-Ne bekliyordun ki? Yıllarca buna razı olmadın mı sen?”

Göz yaşları hazırdı, ama tuttu o, yine gözleriyle konuştu:

“-Ya ne yapsaydım? Senin ne olduğunu öğrenip sevdamı nefrete mi çevirseydim? Böyle yaşamayı sen öğrettin bana. Ama… Ama işte beni kör eden aşkım son nefesini de bu kutuyla verdi.”

Saniyenin belki de yüzde biri süren bu halden sonra derhal toparladı kendini. Hiçbir şey olmamış gibi sordu:

“-Nedir bu?”

Adamın dudakları kendinden emin gülümsemelere devam etti:

“-Aç bak!”

Kocasının elinden o bildiği kutuyu aldı, açtı, baktı. Hemen kapatıp geri uzattı. Altın kalp yoktu.  Büyük bir kederle düşündü, elbette olmayacaktı. Kocası ona hiç “meleğim” dememişti ki. Hüzünlü bir iç çekişten sonra konuştu:

“- Bunu sahibine geri ver. Oğluşumun masrafları çok fazla. Bir de sevgilisine harcama yapmak var işin içinde. Tekrar masrafa girme.”

Adam kuşkuyla baktı ona:

“-Sahibi mi? Onun sahibi sensin. Sana güzel bir hediye aldım. Mutlu olmanı istedim. Kötü bir şey mi yaptım? “

Yine hüzünle kocasının o ikircikli gözlerine baktı. Neredeyse fısıltıyla konuştu. Sesindeki keder dağlar kadardı:

“-Geri ver. Bundan sonra bana gerekmez. Masraf etme. Götür sahibine ver. Kuyumcuya iade et. Ben bunu istemiyorum. Boş ver. Gerisini düşünme artık”

Cesaret edip üsteleyemedi adam. Zira konuşmanın nereye gideceğini kestiremedi, ürktü. Kutuyu hemen soktu ceketinin iç cebine. Ama üstün çıkmak için birkaç laf etti aklınca:

“-Sen bilirsin. İçimden geldi. Sana güzel bir hediye vereyim dedim. Şu tavrına bak!”

Kendisinin içinden de konuşmak gelmedi. Söyleyeceğini söylemişti zaten, sustu. Kocası da sustu. Hızla ayakkabılarını giyip dışarı attı kendini.

Adam unutuşlara doğru dışarı kaçınca sokağı gören salona gitti. Biraz sonra kocasının arabası parktan çıkacak, caddeye dönecekti. Ona pencereden hep el sallardı. Ama bu defa içinden hiç gelmedi. Pencereye yanaşmadı.

Yine gece olanlar, yaşadığı o garip haller beynine hücum etti.  O tuhaf, kendine hüzünlü mutluluklar yaşatan o çağrıyı düşündü.

Döndü, salonun en karanlık köşesindeki koltuğa oturdu.  Başını ellerinin arasına alıp gözlerinin yumdu. Düşünmek istedi.

Ama buna fırsatı olmadı, olamadı. Sanki bir el geldi, bütün sırları kaplayan koca bir perdeyi elinin tersi ile itti de gözleri kapalı olduğu halde yeni bir dünyayı seyretmeye başladı.

Alacakaranlıktı gökyüzü ve her şey. Ama o alacakaranlıkta yavaş yavaş   bir cadde belirdi. Oradan arabalar gelip geçiyordu.

Çok güzel, genç bir kadın o arabaların içinden kuğu gibi süzülerek geçiyordu, mutluluk içindeydi. Karşıda biri bekliyordu onu. Bembeyaz gömlekli biri ona el ediyor, fısıldıyordu:

“-Korkuların ve acıların bitiyor artık. Bak, artık yanındayım.”

Birden o caddeyi ve güzel kadını çok iyi tanıdığını anladı. Gözleri açıldı hemen. Şaşkınlıkla kekeledi:

“-Allah’ım! O cadde şu aşağıdaki cadde. Bizim caddemiz! O kadın da…. Allah’ım! O kadın da benim gençliğim! Pekiyi beni çağıran kim?”

Fırladı yerinden. Hemen kapıya koştu. Birkaç dakika sonra bahçe kapısından çıkmış, caddeye ulaşmıştı. Dikkatle sağa sola baktı. O çağıranı bulmalıydı. Neredeydi o?

Birden etraf parlamaya başladı. Ortalık öyle aydınlandı ki gözleri kamaştı. Bu aydınlığa rağmen caddenin öteki tarafında, tam karşısında o beyaz gömlekliyi fark etti. Eliyle gelmesini işaret ediyordu.

Heyecanla atıldı ileriye. Ama sanki birileri ona sesleniyordu:

“-Hey! Ezileceksin kadın!”

“-Dur be hanım! Aman Allah! Deli mi ne, tutun şunu!”

Sanki birileri bir şeyler çalıyordu. Korna sesi miydi ne? Ama artık onlara aldıracak hali yoktu. O beyazlıya ulaşmalı, kim olduğunu bilmeliydi.

Bir ara sanki bir şeylere çarptı, sendeledi. Ama o beyazlının eli uzandı, onu o bağırtının arasından çekip alıverdi.

Anlamadığı şeyler oluyordu. O beyazlıya neler olduğunu sordu. Ardından onun fısıltını duydu:

“-Seni asıl sevene götürüyorum. Gerçek güzelliklere, saf iyiliğe gidiyoruz artık. Yum gözlerini.”

Büyük bir huzur ve hiç yaşamadığı bir mutluluk bütün ruhunu kapladı. Gözleri yavaş yavaş kapanmaya, İki damla yaş şakaklarından aşağıya doğru inmeye başladı. Gök yüzüne çevrilen göz bebekleri derin hürriyet mavisine takılı kaldı…

———————————————

Suzan ÇATALOLUK

Nilüfer- Bursa

10.10. 2017

***

Hamiş: Umarız ki Sevgili Türkiye’miz Kerküklü kardeşlerimizin artık sesini duyar ve dileriz ki bundan sonra o kardeşlerimizin şakaklarından aşağıya yaşlar akmaz!

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen