MERTEBE – Abdullah MOLLAOĞLU

İlgili resim

Abdullah MOLLAOĞLU

Tulumbanın yanında oturmakta olan Abidin doğrusu bu kadar erken bir güler yüz beklemiyordu. İşin en nihayetinde tatlıya bağlanacağını tahmin etmemiş değildi gerçi. Benzeri pek çok olayda olduğu gibi araya büyüklerin gireceği, hem kendisiyle hem onunla ayrı ayrı konuşulacağı, ardından ikisinin bir araya getirileceği ve yine büyüklerin nezaretinde el sıkışıp sarılarak barışacakları gün gibi açıktı. Fakat bütün bu safhaların makul zaman dilimlerinde gerçekleşmesi gerektiği de belliydi. Öyle zannediyordu ki eniştesi ile arasındaki hadiseden değil diğer büyüklerin ablasının da haberi bulunmuyordu. Anne ve babası da buna dahildi.

Fakat inat etmedi Abidin. Güler yüze güler yüzle karşılık verdi. Sadece yüzüne zoraki de olsa yayılan bu ifadenin yapmacık görünmemesine çalıştı. Gerçi aralarında bir saat önceki olayın ateşinden kalan isli duman da yok olmuş değildi. Fakat mademki eniştesi böyle bir davranışta bulunarak elini uzatmıştı, kendisi de hadisenin bir an önce soğuması için çaba sarf etmeliydi. Bu düşüncelerle elini uzattı Abidin. Tokalaştılar. Süleyman Abidin’i iki omzundan tuttu ve sarıldı. Ardından:

“Haydi, gidelim pazara.” dedi.

Abidin başını sallayarak kabul etti. İçinden konuşmak gelmedi. Çünkü düzgün bir şekilde konuşamayacağını biliyordu. Bunun yanında ağzından çıkabilecek sözün eniştesiyle arasındaki ılık havayı hararetlendireceğinden de çekiniyordu. Peşi sıra yürüdü.

Bir saat kadar önce tartışma çıkmıştı aralarında. Pazara gitmek için hazırlanıyorlardı. Evin alışverişi yapılacaktı. Süleyman biraz sinirli birisiydi. Oldum olası böyleydi. Çabuk parlardı. Abidin de az değildi. Lafın altında kalmaz, cevabını yapıştırmadan susmazdı. Tartışma mevzusu ise iki kilo patatesti. Patatese ihtiyaç olmadığını söylemişti Abidin. Birkaç hafta daha bekleyebilirlerdi. Süleyman’sa kayınbiraderini umursamamış, “Sen ne anlarsın ev idaresinden.” deyip büyükçe bir çuval çıkarmıştı. Buydu mevzu, buncağız bir meseleydi. Abidin bu lafın altında kalmamış, çemkirmişti. Süleyman büyüktü sonuçta, sindirememişti terslenmeyi. Çuvalı yere atıp gelmiş ve Abidin’in ağzının ortasına elinin tersiyle vurmuştu. Abidin de gençti, o da davranmış aynen mukabelede bulunmuştu. Tam o sırada Abidin’in babası, Süleyman’ın da kayınpederi olan Hüseyin Efendi seslenmişti. Hüseyin Efendi itişmeyi duymuş değildi. Abidin’le bir işi vardı, onun için çağırmıştı. Öyle olunca enişte ve kayınbirader kendilerini tutmuşlardı. Yere tüküren Abidin babasına doğru yürümüştü. Hikaye bu kadardı.

İki genç adam tokalaşmanın ardından pazar yolunda ilerlerken çeşmenin hizasına gelince patikaya saptılar. Pazara gitmek için bu yolu hiç kullanmadıkları halde Abidin sesini çıkarmadan Süleyman’ı takip etti. Yedi sekiz adım attıktan sonra eniştesi yerden kırık bir dal parçası aldı ve gözleri ileriye dönük konuştu:

“Türbede dua edelim.”

Abidin de yerden bir dal aldı. Hem yürüyor hem de yaş dalın kabuklarını soyuyordu. Dal parçasının pütürlü kabuğunun altındaki sarımsı beyazlık ortaya çıktığında aklına türbeye bayramdan beri gitmemiş olduğu geldi.

O sırada türbenin bir ziyaretçisi daha bulunmaktaydı. Ziyaretçi demir parmaklığın önünde bağdaş kurmuş Yasin okuyordu. Hatırı sayılır bir süredir orada durmakta olan bu adam bir takım ayak seslerinin geldiğini duyunca kalktı.  Yanağındaki ıslaklığı elinin tersiyle sildi ve elindeki cüzü sıkıca tutup uzaklaşmak istedi. Çalılıkların ardında kaybolmadan önce ise durup arkasına bakınca türbeye gelenleri görebildi. Öndeki Hüseyin Efendi’nin damadı arkadaki ise büyük oğluydu.

Abidin üç İhlas’la bir Fatiha’yı bir çırpıda okudu. Elleri açıktı ve eniştesini bekliyordu. Süleyman’sa gözlerini sandukanın üzerindeki işlemelere mıhlamıştı. Dudakları kıpır kıpırdı. Öyle olunca Abidin başını göğe çevirip maviliğe baktı. Eniştesinin kollarındaki hareketliliği fark edince de ellerini yüzüne sürdü.

Türbeden ayrılınca geldikleri istikamete doğru yürümeye başladılar. Etraf sessizlik içindeydi. Ayaklarının taşlı topraklı yolda çıkardığı sesten başka ses duyulmuyordu. O sırada Süleyman birden durdu. Ardından geriye döndü ve birkaç adım atıp eğildi.

“Yüzüğüm düşmüş.”

Bunu duyunca Abidin de eğilip yere baktı. Herhangi bir şey göremiyordu. Öyle olunca gözlerini kıstı ve taşların aralarını daha bir dikkatle incelemeye başladı.

Abidin o halde araştırma yapıp yerde sarı bir pırıltı görmeyi umduğu sırada boğazında müthiş bir sıkılma hissetti! Başını oynatıp kurtulmaya çalıştıysa da olmadı. İki el birer kıskaç olup boğazına sarılmıştı. Dengesini yitirmemeye de çalışıp vücudunu hareket ettirmeye, böylece bu cendereden kurtulmaya gayret etti sonra. Nefes alamıyordu. Ardından bedeninin bütün gücünü ellerine verdi ve kendini boğan ellerin sahibine ulaşmak, onu bir şekilde tutup durdurmak için çabaladı. Fakat onca gayretine rağmen parmakları hiçbir şeyi pençeleyemedi. Çırpındıkça çırpındı.

Ellerini hâlâ daha kayınbiraderinin boğazından çekmemiş olan Süleyman soluk soluğa kalmıştı. Sonra doğruldu. Derin bir nefes aldı ve hemen akabinde, yerde iki büklüm olmuş halde kalan Abidin’i sırtına aldı. Abidin ağırdı. Derin bir nefes daha alıp güç toplayan Süleyman hızlı adımlarla ağaçların arasına daldı. Dallara çarpa çarpa bayırı tırmanıyordu. Abidin’in başı eniştesinin sol omzundan sarkmaktaydı.

Uçurumun başına geldiğinde bu defa derin bir nefes verdi Süleyman. Sırtında tuttuğu Abidin’i iki eliyle kaldırabildiği kadar kaldırdı ve sonra bu hareketsiz bedeni fırlatabildiği kadar ileriye fırlattı.

Uçuruma atılan cesedin yere çarpma sesi duyulmadı. Çünkü Süleyman geldiğinden de hızlı bir şekilde bayır aşağı inmeye başlamıştı.

Abidin’i iki hafta boyunca aradılar.

Günlerce dere kenarında araştırma yapıldı. Denk gelinen herkese soruldu. Arayanlar arasında en çok gayret göstereni Süleyman’dı. Her yana da haber verildi. ‘Kocaman adamdı. Kimseyle bir düşmanlığı bulunmuyordu. Bir yere de gitmiş olamazdı. Zira evinden başka gidebileceği bir yeri yoktu.’

Babası Hüseyin Efendi’nin yüzünün rengi Abidin’siz geçen her gün biraz daha soluyordu. Annesiyse gözleri devamlı nemli halde kendinde olmadan yaşamaya başlamıştı. Sürekli Abidin’i sayıklıyordu. Büyük oğlunu kaybettiğinden olsa gerek küçük oğlu İsmail’e daha bir itina gösterir olmuştu. İsmail’in her adımını izliyordu. Abidin’in ablası da kahrolmaktaydı. Üzüntüsünü bir nebze azaltmak için kendini yeni doğmuş bebeğine vermeye çabalıyordu.

Böyle böyle iki hafta geçti.

O iki hafta boyunca, Süleyman’la Abidin’in türbeye geldiklerini gören adam susmuştu. Ortaya çıkmamış, Süleyman’ın suçunu itiraf etmesini beklemişti. Aile üyelerinin acılarının kaynağını kendi içlerinden öğrenmelerini ümit etmekteydi. Fakat Süleyman konuşmayınca dayanamadı. Bir sabah jandarma karakoluna gitti ve gördüklerini anlattı.

Öyle olunca vakit ikindiyi bulmadan jandarmalar Hüseyin Efendi’nin evine geldiler. Sadece selam verdiler ve başkaca bir şey demeden Süleyman’ı alıp gittiler.

Hüseyin Efendi damadının ardından karakola gitti. Süleyman’ın yakalanma sebebini yine söylemediler. Görüşmelerine de izin vermediler.

Karakolda sorgulanan Süleyman yapılan suçlamayı şiddetle reddetti. Abidin’i kardeşi gibi sevdiğini, onunla yıllardan beri hiçbir mesele olmadan yaşadıklarını söyledi. Abidin’in kendi çocuğunun öz dayısı olduğunu da ekledi. Böyle şey hangi kitapta yazardı?

Süleyman böyle ifade verince onu türbede kendilerini gören adamla yüzleştirdiler.

Bütün bunlar olurken Hüseyin Efendi dışarıdaydı. Sırtını karakolun önündeki çınar ağacına dayamıştı. Yere bakıyordu. Arada başını kaldırdığında karakolun çevresinde ağır ağır yürüyürek dolaşan nöbetçiyle karşılaşıyordu.   

İthamı gözlerinden şimşekler çakarak reddeden Süleyman, görgü şahidinin olay günü gördüklerini anlatmaya başlamasıyla birlikte durgunlaştı. Görgü şahidi adam başını kaldırmaktan kaçınmış, sıkıntılı olduğunu konuşurken gizleyememişti. Bunları anlatmak zorunda kalışından dolayı üzüldüğü belli oluyordu.

Süleyman şahidi sessizce dinledikten sonra bu tanıklığın ardından nasıl bir savunmada bulunabileceğini düşündü. Görgü tanığını yakından tanıyordu. Başka biri olsaydı onu tereddütsüz şekilde yalancılıkla suçlayabilirdi. Ama bu adamı itham edemezdi. Zaten buna da kimse inanmazdı. Adam öyle bir adamdı ki dağın ardından bir düşman ordusu geldiğini söylese buna herkes inanırdı.

Ayakta durmaktan yorulan Hüseyin Efendi yere çömeldiğinde Süleyman da suçunu itiraf etmişti.

Sonra Hüseyin Efendi’yi evine getirdiler. Yarı baygın halde divana uzattılar. Gençlerden biri, damadının yakalanma sebebini öğrendikten sonra bayılınca yere düşürdüğü tesbihini divanın yanındaki masaya bıraktı.

Ev halkı günlerden beri kendilerini olası kötü habere karşı hazırlamaya çalışmıştı gerçi. Ancak kötü haberin ete kemiğe bürünmesiyle birlikte kendilerini koyverdiler. Abidin’in öldürülmesi karşısında belki sadece gözyaşı dökebilirlerdi. Fakat Abidin’in katilinin eniştesi Süleyman olması metanetlerini temelinden çökertmişti.

Ertesi gün Abidin’in cesedi bulundu. Yüzü gözü toprak içindeydi. Vücudu bütünüyle kararmaya ve şişmeye başlamıştı. Boynundaki morarma kendini hemen belli ediyordu.

Cesedi aileden yalnızca Abidin’in kardeşi İsmail gördü. Hüseyin Efendi bakamadı. Annesi ve ablasına ise göstermediler.

Abidin’in namazı mahalle camisinde kılındı. Tabut cemaatin omuzlarında evinin önünden geçirilirken ablası kucağındaki çocuğunu sıkı sıkı sarmış halde bağırarak ağlamaktaydı.

Abidin’i dedesinin mezarının yanına gömdüler. Kalabalık dağıldıktan sonra Hüseyin Efendi babasının ve oğlunun mezarlarının arasına oturdu. Uzun süre gözleri kapalı halde kaldı.

Definden sonra evde iki gün boyunca kimse birbiriyle konuşmadı. Dört duvar içinde duyulan tek insan sesi Süleyman’ın oğlu küçük Osman’ın ağlamalarıydı.

Sonra birkaç gün geçti.

Hâkim karşısına çıkacakları günün öncesinde Hüseyin Efendi divana oturup bağdaş kurdu. Karısı, kızı ve oğlu da karşısındaki divanda oturmaktaydı. Hüseyin Efendi tesbihini çekmiyor, avucunun içinde tutuyordu. Tesbihi dizine koyup gözlerini aile fertlerine çevirdiğinde siyah taşların terden parladığını kimse fark etmedi. Açık pencereden belli belirsiz fesleğen kokusu gelmekteydi

Hüseyin Efendi sözü uzatmadı. Fazla konuşmak istemediği gözlerini hemen yere indirmesinden de belli oluyordu. Sadece:

“Mertebemiz böyle olacakmış!” dedi.

Bu cümleyi duyan Abidin’in annesi, ablası ve kardeşi gözlerini yere indirdiler. Onların bakışları yerdeki halının motiflerinde gezinirken Hüseyin Efendi ikinci ve son cümlesini söyledi:

“Süleyman’dan davacı olmayacağız!”

İsmail ayağa kalkıp kenara çekildi. Çünkü babası sözlerini tamamladıktan hemen sonra kalkıp dışarıya yönelmişti.

İsmail’in ardından bakan annesi sırtını yastığa dayayıp sağ eliyle gözlerini kapadı. Ablası ise elinde tuttuğu mendili burnuna götürdü.

Süleyman mahkeme salonuna getirildiğinde başı eğik yürüyordu. Yerine geçtikten sonra etrafına bakmadığı gibi hüküm açıklanana kadar da kafasını hiç kaldırmadı. Daracık mahkeme salonundaki herkesin gözü onun üzerindeydi. Damadının içeriye girdiğini gören Hüseyin Efendi dudağını ısırdı.

Duruşma safahatı devam ederken sıra müşteki beyanlarına geldi. Hüseyin Efendi, hâkimin sorusuna buğulu gözleriyle ve titreyen bir sesle cevap verdi:

“Davacı değilim!”

Karısı da onun gibi, daha titrek sesle söyledi davacı olmadığını ve gözlerini yere indirdi. Hâkim, bu cevaptan sonra kadına uzun süre dikkatle baktı. Anne gözlerini bir daha kaldırmadı. Elinde buruşturduğu mendilini yaşlı gözlerine bastırmakla yetindi.

İsmail de davacı olmadı.

Hâkim aldığı bu üç cevaptan sonra acıyı anladığını belli eden merhamet dolu bir ses tonuyla aynı soruyu bu defa Süleyman’ın karısına sordu.

Genç kadın bebeğini kucağında tutuyordu. Gözleri ayaklarının ucundayken konuştu:

“Hâkim Bey… El elden gelir, evlat belden gelir… Ana yaşlı, baba yaşlı, bu vakitten sonra kardeş nerden gelir?”

Kelimeler birbiri ardına mahkeme salonunda patlarken Hüseyin Efendi gözlerini yumdu. Süleyman’sa başını biraz daha eğdi.

Kucağındaki bebeği ellerini boşlukta sallayıp iri iri açtığı gözleriyle etrafına bakınırken ablanın son sözü duyuldu:

“Davacıyım!”

Karar açıklandı. Salondakiler dağıldı. Süleyman getirildiği gibi iki jandarmanın arasında götürüldü.

Sonra hayat devam etti.

Cenazenin ardından evi saran sessizlik uzun bir süre daha devam etti. Sabah kalkıldı, kahvaltı yapıldı. Hüseyin Efendi dükkana, İsmail okula gitti. Evin işleri anne ve kızındaydı. Akşam yeniden toplanıldı, yemek yenildi ve yatıldı. Ama tüm bu işlerin yapıldığı çatının altında tek kelime olsun konuşulmadı. Sessizliği bozan tek ses küçük Osman’dan geldi. Sabit dudaklar onun gülücükleri ve yaptığı hareketlerle gevşedi.

Sonra Osman büyüdü. Osman büyüdükçe evin havası da kıpırdar oldu. Kelimeleri yarım yamalak söylemeye başladığındaysa evde de tek tük konuşmalar duyuldu. Bebeğin kapıdan anneannesinin oturduğu divana kadar hiçbir yere tutunmadan yaptığı ilk yürüyüşle birlikte evdeki hava büsbütün değişmeye yüz tuttu.

Hüseyin Efendi her cuma gittiği kabristana bebeklikten çocukluğa adımını attıktan sonra torununu da götürmeye başladı. Osman, yeşilliğin ortasındaki beyaz taşların arasında neşeyle koşarken dedesi iki mezarın başında diz çökmüş halde onu seyretti.

Osman büyümeye devam etti. Ve onun okula başladığı senenin kurban bayramı öncesinde af çıktı.

Af haberinin duyulmasıyla birlikte Hüseyin Efendi’nin evi birdenbire yıllar öncesinin sessizliğine bürünüverdi. Öyle ki evin kız evladı günlerce odasından çıkmadı. Hüseyin Efendi sabahları erkenden dükkana gitti. Dükkanını çarşıda kimseler yokken açtı ve kepenklerini de hava karardıktan sonra indirdi. İsmail çalışmaya başlamış olduğu dairedeki hiçbir arkadaşıyla konuşmadan başını evrak yığınına gömdü. Anne ise yıllardır içine akıtmakta olduğu gözyaşlarına onca uğraşına rağmen bu defa engel olamadı.

Af haberinin yayılmasından sonra tanıdıklarından hiç kimse Hüseyin Efendi’nin dükkanına gitmedi. Onu rahatsız etmek istemiyorlardı. Çünkü dükkana gidilse mutlak surette bir iki kelam edilecekti. Edilecek o bir iki kelam sonunda söz bir şekilde af mevzusuna gelecekti. Konu af mevzusuna gelince de Hüseyin Efendi üzülecekti. Bu yüzden dükkanın önünden geçenler tezgahın arkasındaki gölgelikte seçilebilen beyaz yüz şayet kendilerine dönükse selam vermekle yetindiler. Fakat Hüseyin Efendi ekseriyetle karşısındaki duvara bakmaktaydı. Bu yüzden selam vermek için havalanan eller hep yarıda kalıp geri indirildiler.

Daireden çıkıp hiçbir yere uğramadan eve gelmeyi itiyat edinen İsmail bir defasında yolunu değiştirdi ve abisi Abidin’in yuvarlandığı uçurumun başına gitti. Orada hava kararana kadar durdu. Rüzgarda üşüyen yanaklarından sıcak gözyaşları süzüldü. Dönüşte türbeye uğradı ve o mutlak sessizlik içinde ellerini açtı.

Osman annesindeki değişikliği fark etmemiş değildi. Ne de olsa artık bebek değildi. Annesi yemeğini yediriyor, üstünü giydiriyor, her gece uyumadan önce öpüyordu onu. Fakat huzursuz olduğu her halinden belli oluyordu. Öyle olunca annedeki huzursuzluk çocuğa da geçti. Durup dururken arkadaşlarıyla kavga etmeye başladı. Osman’ı böyle kavgalardan sonra kurtaran, onu bir hamlede içeriye sokansa anneannesi oldu. Kavgalardan sonra ağlamaya başlayan Osman, üstünü başını silmekte olan anneannesinin de kendisiyle beraber ağlamasına şaşırmıyor değildi.

Derken kurban bayramı geldi. Arefe günü Hüseyin Efendi ile İsmail cezaevi kapısının önüne gittiler. Süleyman’ın kimi kimsesi yoktu. Annesiyle babasını yıllar önce kaybetmişti.

Hapishane kapısı açıldığında Hüseyin Efendi’nin gözleri yerdeydi. İsmail ise cezaevinin yüksek duvarlarına bakmaktaydı. Süleyman elinde torbası ile kalabalığın içinde göründüğünde derin bir nefes alan Hüseyin Efendi, tereddütlü adımlarla kendisine yaklaşmakta olan adama doğru yürüdü.

Çok zayıfladığı ve saçlarına ak düştüğü görülen Süleyman çekingen bir tavırla kaynatasının elini öptü. Hüseyin Efendi sırtını sıvazlayıp:

“Geçmiş olsun oğlum.” dedi.

Süleyman, kaynatasının çizgiler dolmuş yüzüne bakamadan:

“Sağol” diyebildi.

“Hiç üzme kendini” diye devam etti Hüseyin Efendi “Biz bu mertebeye senin sayende eriştik! Gönlünü ferah tut”

Hapishane kapısından uzaklaşırlarken Süleyman’ın torbası İsmail’in elindeydi.

Hüseyin Efendi Süleyman’ın hapisten çıkması şerefine ayrı bir kurban kestirdi. Etini fakirlere dağıttı. Eşini dostunu çağırıp yemek verdi. Yemeği dışarıdan bir kadına yaptırdılar. Abidin’in annesi usulen oturdu misafirlerinin yanında. Ablası ise o gün erkenden evden çıkıp bir akrabalarının evine gitti. Geceyi de orada geçirdi.

Sonra Süleyman için yeni bir dükkan açtı Hüseyin Efendi ve damadının aleyhinde bir tek kötü söz söylemedi. Ona hep destek oldu, yardım etti.

Günler böyle akıp gitti.

Üç adam her cuma günü namaza beraber gittiler. Namazdan sonra Hüseyin Efendi mezarlığa, İsmail arkadaşlarıyla buluşmaya, Süleyman ise oğluyla görüşmek için adres olarak belirlenen çay bahçesine gitti.

Sonra bir sabah Hüseyin Efendi her zaman olduğu gibi kalkıp abdest aldı. Namazını kılmak için camiye gitti.

Camiye girdiğine üç kişi şahadet etti. Ancak çıkışını kimse görmedi.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen