Şair Ahmet Yılmaz Soyer

KİTAPLAR
Bir ak saçlı ihtiyar anlatıyor derinden

Çevirip sayfaları sesini duyuyorum

Nefesini gizlice raflara koyuyorum

Yazar denilen ismin can alıcı yerinden

Hafızamda, konunun en kalıcı yerinden

Çırılçıplak, her fikri, sırrından soyuyorum

O şölen yağmasında yalnız ben doyuyorum

Anlatıyor derinden bir ak saçlı ihtiyar

Her sayfa cümle cümle şekilleniyor birden

Efsaneler söylüyor bir bilinmez devirden

Binbir aşk hikâyesi derleyip diyar diyar

Kimi hasrete düşmüş kimi olmuş bahtiyar

Merâkı eleyerek bir asırlık kevgirden

Yıllardır yaşıyorum kitaplar içinde ben

EREĞLİ GECELERİ

Yıldızlarla oynardım, yaşardım çocukluğu
Sayardım Toroslarda çoban ateşlerini
Nasıl bekler görürdüm kumrular eşlerini
Ve gönlümde o ıssız gecenin burukluğu
Kızlar kandil altında işlerdi işlerini
Gözlerini sararken derinden gelen buğu
Sallayıp dizlerinde küçük kardeşlerini
Ereğli hep türküler söylerdi ben susardım
İçtikçe kana kana o iklimi susardım

Yıldızlarla oynardım, yaşardım çocukluğu
Ereğli geceleri sırdaş olurdu bana
Söylerdi, salacakmış beni bir gün yabana
Hasret çiçekleriymiş ruhumun soluduğu
Bozkırın rüzgârını içerken kana kana
Düşler vardı nenemin duyup hayra yorduğu
Düşler ki can evinden işlerlerdi insana
Ereğli hep türküler söylerdi ben susardım
İçtikçe kana kana o iklimi susardım

ŞİİRLER GÖÇ ETTİ

Şiirler göç etti turnalar gibi
Duygular çölleri vatan tuttular
Gözler yaş dolardı kurnalar gibi
Gözler yaştan kızarırdı nar gibi
Pınarlar akmayı beklerken nâçar
Bir ateşten rüzgâr zil çalar gibi
Sanki muhabbeti devler yuttular

Âdem soyu ün denecek ne saldı?
Ne varsa insanca hep kuruttular
Bir tek umut Kaf dağında var gibi

Şiirler göç etti turnalar gibi
Ellerim böğrümde kaldım şimdi ben
Hem söyleyip hem ağlayan kimdi? Ben

Erzurum barında zurnalar gibi

Gelinin yoluna kızıl çul seren

Toprak damdan yola altın pul seren

Bazen bir bağlama bazen tar gibi

Hıçkırır yanardık unuttuk neden?

Şu fâni âleme bizden ne kaldı?

Bir vicdan fakiri, giden yâr gibi

Ve duygusuzluktan bu sararmış ten

Şiirler göç etti turnalar gibi

Analar diz dövüp yaş dökmekteler

Adaklar adayıp aş dökmekteler

Yırtınıp döşünden gün kanar gibi

Kurumuş gözlerden taş dökmekteler

Hiciv olmuş dillerdeki nükteler

Küfür olmuş sözler ki yanar gibi

Yalnız biri son külhandan gül derer,

Kara ufuk daraldıkça daraldı

Kapandı geldiğim o diyâr gibi

Yudu mintanımı sildiğim kan ter

LEYLÂCIKLAR

Benzemiyor artık Leylâcıklar

Dokuz tuğ sahibi bir şâha

Köleleri sunmuyor diz çökerek özlerini

Görmüyorlar ceylanda gözlerini

Satmıyor köle pazarında canlarını şâir âşıklar

Yazmıyorlar dîvâna kor ateşten sözlerini

Değişti devir

Şimdi kumda güneşleyen kızlar var

Kalmamış hiçbirinde naz, cefâ, cevir

Bin bir beyit eklemiyor âşıklar gönülden âha

Benzemiyor artık Leylâcıklar 

Dokuz tuğ sahibi bir şâha

Gayrı bir gülüşe ölecek Mecnunlar da yok

Kara kaplı kitap bomboş, harfler silinmiş

Aşkın hükmünü yazan kanunlar da yok

Muhabbetin diyarına yüz yıldır karmaşa inmiş

Yeni mazmunlar eklenmiş dîvânlara

Şu ana kuzuları “çıkma”yı bekliyorlar

Can katarak canlara

Sadakat kaç yıl var ki kanunlarda yok

Ve bir müddet geçince bıkmayı bekliyorlar

Koyarak bir kaymaklı dondurmayı külâha

RESSAM ÇOROS GURKİN

Çoros’u bilir misiniz?

Şu bizim ressam Çoros’u

Hani ya bir kurda benzerdi yüzü, boyu posu

Unuttunuz mu yoksa siz?

Hani vardı ya bir Han Altay tablosu

Onu ölüme götüren

Sonsuzluğa yetiren.

Bilmem kaç yıl ovaya mıhlamıştı Rus’u

Arkadaşları onun…

Karakorum Turancıları

Dağlardan vurup saklanarak,

Mağara mağara dehliz dehliz,

Sibirya’nın asil isyancıları

Çoros’u bilir misiniz?

Şu bizim ressam Çoros’u

Turanı dört nala bir kısrakla çiziyordu o,

Sanki okla mızrakla çiziyordu o

Ardında besteler söylerken son kurt korosu

Masallar ninniler derleyerek obalardan obalara

Altayları geziyordu o.

Kamlarla ruhların ötesini seziyordu o

Binince

Kanatları rüzgârdan atlı arabalara,

Ve bir nice

Kartala ki kanatları kapkara

Demeyip gündüz gece…

Çoros’u bilir misiniz?

Şu bizim ressam Çoros’u

Kurarak bir muhteşem birlik hayâlini

Destekledi Ekim ihtilâlini

Çizdi memleketini fırça fırça bediz bediz

Çalınca özgürlüğün borusu

Olmadı…

Küpler gerçekti zîra, hülyâlarla dolmadı

Bırakamadı bir görkemli vatan torunlarına

En sonunda verdi hayatını Çoros

Yoldaş Stalin’in kurşunlarına

KERKÜK YANIYOR

Yaktı Türkmen’i balam câmide saf tuttuğu
Ekmeğini aşını paylaşıp unuttuğu

Evleri kurulu taş taş üstüne
Boz sarı bir sıcak rüzgâr esiyor
Sokaklarda kara ölüm geziyor
Tanrı’dan gelmişse göz baş üstüne
Kerküklüyü dağdan gelen eziyor
Merhamet atılmış ataş üstüne

Yaktı Türkmen’i balam câmide saf tuttuğu
Ekmeğini aşını paylaşıp unuttuğu

Evleri kurulu taş taş üstüne
Dizilmiş meydana darağaçları
Kıvranıyor hastaları, açları
Kaleden atılır baş baş üstüne
Kan boyalı evde kilim uçları
Nedendir taş yağmaz kalleş üstüne?

Yaktı Türkmen’i balam câmide saf tuttuğu
Ekmeğini aşını paylaşıp unuttuğu

Evleri kurulu taş taş üstüne
Pencereler karanfil koklamıyor
Komşu artık komşuyu yoklamıyor
Hicret mi var? Telaş telaş üstüne
Ve Azrail kendini saklamıyor
Taşıyor mermiyi çift kaş üstüne 

Yaktı Türkmen’i balam câmide saf tuttuğu
Ekmeğini aşını paylaşıp unuttuğu

SEL
Sel geliyor,

Sular tırmanıyor tersine…

Eskiler der ki:

“Mayıs gelir, nehir alır haracını her sene”

İlâhî vergi…

Yağmur yeri deliyor

Düşüyor hanelere o ıpıslak kor

Alıyor doğa öcünü yine

Kıpkızıl bir ecel geliyor

Sel geliyor,

Odun, çalı çırpı ve hayvan leşleriyle

Köylüler meşgulken işleriyle

Çalınca kıyamet saati

Dinmiyor sağanak, durmuyor âfet

Bu ne tufan, bu ne iş, bu nasıl şiddet?

Hayret saati

Hayat, kalanlara zor

Kıpkızıl bir ecel geliyor

Sel geliyor,

Bir yandan

Cesetler vuruyor dam üstlerine

Öte taraftan

İniyor metrelerce derine

Toprak yarılmış sulardan

Sular fışkırıyor kuyulardan

Atlar kişniyor, koyunlar, kuzular meliyor

Kıpkızıl bir ecel geliyor

Sel geliyor,

Birikmiş samanlar, odunlar ve kucak kucak kamış

Nehrin bir yanını çerçöp tıkamış,

Cesetleri eliyor

Çıldırma zamanını sadece sel biliyor

İnsanlar, mecnunlar gibi gezeliyor

Ah çaresizlik,

Ölüm bıçağını gördüm Azrail eğeliyor

Kıpkızıl bir ecel geliyor

FİRDEVS BEY CAMİİNDE

Firdevs Bey câmiinde yine akşam oluyor

Yayılıyor üstüne şehrin bir segâh ezan

İlk iftarla parlıyor mahyalarda Ramazan

Saflar çarşıdan akan insanlarla doluyor

Meydanda fokur fokur kaynıyor kara kazan

Isparta bu günlerde bir muhabbet buluyor

Sinan yoldan geçerken çizmiş de tasarlamış

Kanunî’nin mührünü şehre vurmuş Firdevs Bey

Belki bir Ramazan’da safta durmuş Firdevs Bey

Belki böyle bir günde kara kazan harlamış

Bir câmi, bir bedesten, şehri kurmuş Firdevs Bey

Böyle bir kahramanı hangi toprak sırlamış?

Akar karpuz çeşmesi orucumu açarım

Sinan’ın, Firdevs Bey’in fâtiha ruhlarına

Okuyup saf tutarım câmiin kenarına

Akşamı her rekâtta yudum yudum içerim

Bize rahmet kıl Rabbim uyanırken yarına

Bizler âciz kullarız, sen Rahimsin sen Kerîm

ÇAY

Altın kemer belini sıkmış da cam bardağın

Şafaktan fecre kadar zaman çay zamanıdır

Ardıç közün üstünde âşığın dermanıdır

Bulutlara karışır buhar buhar o koku

Sanki kırlara düşmüş sarhoş bahar o koku

Bakır tepsiyle gelmek törenin fermanıdır

Dostlar bağdaş kurmuşken gölgesinde çardağın

Altın kemer belini sıkmış da cam bardağın

Hem fukâra hem zengin hânesinde tek âdet

Koklarlar karanfili içerken, ne saadet

Melâl yüklü o baygın göz açılır onunla

Sohbetin damak tadı ki saçılır onunla

Çayın kölesi olduk aman Allahım medet;

Ve ezel müptelası bu gök çardaklı bağın.

TEBRİZ KIZI

Tebriz Türkçülerine-

Acem kızı derler Türkmenin hası
Bir mavi giyinir, bir yeşil bir al
On sekize girmiş Tebriz balası
-Nasipse- yaylada çok yaş alası
Gözünde buğudan hâleli melâl

Çöker Kerbelâ tek gönlümün yası
Canım almak için bir şâhin döner
Üfler düğüm düğüm o kâhin döner
Baksa bir an alır ruhumdan pası
Dökülse alnından yaşmağına ter

Gülse bir kez o kutlu dem bulası
Kehânet değişir bahtım açılır
Düğün dernek olur şerbet içilir
Şeker ezer elinde bakır tası
Biner ata bin adımdan seçilir

Acem kızı derler Türkmenin hası
Kaybolur yıldızlar tan vakti gelir
Düğün biter sonra kan vakti gelir
Ak sakallı beyin sabah duası
Duyulur obaya şan vakti gelir

Zayıfı güçlüsü eri anası
Kurbanlarla cenge adar özünü
Alırım sağıma Türkmen kızını
Daha kurumadan elde kınası
Oba duysa gerek zafer sözünü

Bu sefer gelmişse Farsın sırası
Yine Şah Kulu’nun erleri koşar
Yettim be kardaşım diyerek coşar
İner İranlının kara tuğrası
İmâm Ali ola her dem Türk’e yâr


AL ŞARAP

Al şarabın şiddetini sordular
Son erenler meydanına gir dedim
Tek semahla sende kalmaz kir dedim
Bir yudumun kudretini sordular

Vurmuşlar alaca kırata bir gem

Götürüp içmişler son küpü dem dem
Gör, keşişler titriyor tir tir dedim
Bir an durdum, bunu hayra yordular
Esrimekten kastedilen bir dedim
Çıldırmış bu deyip taşra durdular

Uzakta, çalınmış kır beygir dedim

Al şarabı içince kudurdular
Ayağıma bukağıyı vurdular
Diyor “yolda cansız gerek” pir dedim

Cem yerine darağıcı kurdular
Gerçekleri göstermiyor uykular

Bizim dem sizlere saf zehir dedim

İlk kez temmuz sıcağında yağdı kar
Bağları âşığa bir zincir dedim

Bir zincir ki ulu yerdendir dedim

Bir zincir ki şu uçmakta yeri var

POSTMODERN DÜŞÜNCELER

Karayelin önündeydim
Sanki nevruz günündeydim

Çektim de bahtıma çelik bıçağı
Hangi taraf bana düşecek, sordum
Kestim tam ortadan buzdan saçağı
Küt ucu mu sona düşecek, sordum
Yaşarken dört yanda bir beyaz çağı
Hangi yurtta çorba pişecek sordum

Ötüken olmuştu ana kucağı
Bir kır kamın yenindeydim
Tokmak olup elindeydim

x x x

Töre dedim törelendim
Töreyi yüklenen bendim

Savurdu bir rüzgâr Anadolu’ya
Dört nala rüzgârdan kaçarak geldim

Girdim her sayfada başka konuya
Nasibime fallar açarak geldim
Yazdım da alnıma evrenler duya
Turnayı don ettim uçarak geldim

Kâh sarı mermere kâh yeşil suya
Ben güneşle ilk gelendim
Ufkun sırrını bilendim.

x x x

İlk bahçede goncelendim
İncelendim güncelendim

Zannettim bir daha dönemez geri.
Cinler kuyusunu vatan tutacak,
Merdivenaltının medreseleri…
Açıldı naftalin kokan bir kucak
Kazdılar bin yıldır donduğu yeri
Gömüldüğü yerden çıktı bir nacak

Taç ettiler de müzelik eseri
Üzüldüm hem öfkelendim
Kızgın elekle elendim

BAĞLAMA

-Yetik Ozan’a rahmet niyazlarımla-

Bağlamadır, göğsü dut ağacından
Sırrı söyler Horasan’dan aldığı
Nefesi hem Hızır’ın ilacından
Yolları var bunca göçüp kaldığı

Püskülü hediye Yandım Ağa’dan
Tezenesi sarı kaplumbağadan
Bir düzen tuttu mu gayrı ahadan
Aşk ile bellidir sevinç dolduğu

Savaş olur yiğit ile kan verir
Erenlerin sofrasına can verir
Şıkır şıkır türkülere şan verir
Hem ağlayıp hem yâr ile güldüğü

İşte meydan işte Küre denilir
Nasip alıp Hakk’ı göre denilir
Bu alperen için töre denilir
Yazgısıdır turnalarda bulduğu

Göğe ağan Koca Yar’dan yel sarıp
Aslıların saçlarından tel sarıp
Anlatılır al al olup, sararıp
Keremleri nasıl aşka saldığı

Sanmayın üstünde bir kaba aba
Cevap verir her âşıkça hitaba
Umay Ana tarafından kitaba
Kaydedilmiş Ötüken’den olduğu

Sevmedi sofular tuzak kurdular
Diz çöktüler müphem soru sordular
Bağrına bin yıldır pençe vurdular
Görülmedi güz gelince solduğu

Derler ki saatı Hak Tanrı kurmuş
O da külhanlara odun olurmuş
Zamanı geçer de unutulurmuş
Nerde yazar âşıkların öldüğü

Don değişip yiğit olur da bir gün
Erenler ceminde dem tutarken dün
Efsâneleşmiştir ovada Türk’ün
Kara talihini yere çaldığı

HARMANDALI

Girelim düğünde harmandalına
Sapı sim püsküllü bağlamayı ver
Gök defneden çelenk takın şalına
Dağıt saçlarını bağlamayıver

Kız anası kara bağlar demişler
Görenektir kızlar ağlar demişler 
Devreder devirler, çağlar demişler
Bir istisna olsun ağlamayıver

Elinde mendilin meydana akıp
Temmuz sıcağını tâcına takıp
Bir göz süzmesiyle yârine bakıp
Çarpan gönülleri dağlamayıver

Oyna zarafetle etme işveyi
Saçma yankı yankı nazlı şiveyi
Okuyorken o nağmeden nâmeyi
Çılgın sular gibi çağlamayıver

Bir eski türküyü söylerken dili
Kimler çevirmedi sarı kandili
Leylâ’nın göğsünden çıkan mendili
Sol elinden alıp sağlamayıver.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen