Anadolucu Türk Milliyetçilerinde Turancılık Algısı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İkbal VURUCU 

Batı dillerindeki “Nation” ve “Nationalism” kavramları, Türk kültür ve siyaset dağarcığında “Millet” ve “Milliyetçilik” olarak karşılanmıştır. Milliyetçiliği genel olarak millet olmanın ideolojisi biçiminde tanımlayabiliriz. Turancılık, Pan-Türkizm, Türk Birliği kavramları ise, aynı içeriğe ve aynı anlama tekabül eden, fakat küçük farkları olan kavramlar setidir. Türk Turancıları literatüründe kullanılan anlamı ise, genel olarak Türk kültürüne mensup toplulukların kültürel ve siyasi birlik kurma düşüncesi anlamındadır. 

Türk Milliyetçiliği ile Turancılık tasavvuru, Osmanlı devletinin son döneminde yani, doğuşundan itibaren zihinlerde özdeşleşmiş iki kavramdır. Avrupa’da milliyetçiliklerin genel olarak bir “Pan” niteliği taşıması etkisini Türk Milliyetçiliğinde de göstermiş ve Osmanlı Türkiye’sindeki yansımasını Pan-Türkizm olarak tecessüm ettirmiş ve siyasi literatürdeki yerini almıştır. 

Türk Milliyetçiliği ve Turancılığın ilk dönemindeki diyalektik yapısı, Cumhuriyetin kurulmasına paralel olarak ayrıştırılmış ve Turancılık terk edilirken milliyetçilik, yeni devletin resmî ideolojisi olarak “Ulus-Devlet”le mutabık bir düşünsel çerçevede varlığını sürdürmüştür. Resmî siyaset alanından çıkarılan Turancılık, toplum içinde sivil toplum örgütü niteliğindeki yapılanmalar ve bazı kişi ve gruplarca kitap, dergi, gazete, broşür vb. yayınlar vasıtasıyla Türk toplumsal ve siyasi yaşamı üzerinde belirli ölçüde bir etkinlik sahası oluşturmuştur. 1944 yılında siyasal tarihimize “Irkçılık-Turancılık” davası olarak geçen olayla birlikte, Turancılık ve Turancılar devlet mekanizmasının karar vericileri tarafından tehlikeli olarak algılanmıştır. 

Turancılık, Türk siyasi düşüncesinde belirli bir yeri olan, en köklü siyasi akımlardan biridir. Fakat Cumhuriyet dönemiyle birlikte iç ve dış siyasi dinamiklerin etkisinde olumsuzlanmış bir düşüncedir. Sosyo-politik zeminde nesnel bir varlığının olup olmadığı göz önünde bulundurulmadan soyut, tahayyül edilen bir kurguya yönelik olumsuzlama, bu bakış açısına sahip birey ve gruplar tarafından ülkenin çeşitli sorunları hakkında ve özellikle dış politika sahasında yeni, farklı, değiştirici yaklaşımların geliştirilmesinin bilinçli ve / veya bilinçsiz bir şekilde engellenmesine sebep olmuştur. 

Turancılık, Türk Milliyetçiliği ile özdeş bir siyasal tasavvur değildir. Hilmi Ziya Ülken’den Nurettin Topçu’ya, Anadolu dergisinden Hareket dergisine Türk düşüncesinde önemli mevkide bulunan milliyetçiler, Turancılığı kabul etmemişlerdir. Turancılık, başta Ziya Gökalp, Nihal Atsız ve Ülkücüler gibi Türk Milliyetçiliği’nin düşünsel unsurları tarafından savunulmuş ve güncel hale getirilmiştir. Bu araştırmanın kapsamı, Türkiye’deki Anadolucu Türk Milliyetçilerinde Turancılık yaklaşımlarıyla sınırlıdır. Araştırmamız, yayınlarıyla düşünce üretip, belirli bir etkinliği olan kişileri kapsamaktadır. Bu araştırma, literatür tarama tekniğine uygun olarak gerçekleştirilmiştir. 

 

Türk Milliyetçiliğinin Farklı Bir Boyutu Olarak Anadolucuk 

Türk milliyetçilik hareketi içerisinde yer almakla birlikte Turancılığa ideolojik-düşünsel zeminde karşıt olarak kendini konumlayan güçlü bir entellektüel düşünce okulu olarak Anadoluculuk, I. Dünya Savaşı koşullarında teşahus etmiştir. Hilmi Ziya Ülken, memleketçiliğin (Anadoluculuğun) İkinci Meşruiyet sonrası doğan Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık gibi yaygın olan üç ideolojiye tepki olarak doğduğunu yazar. Ve bu hareketin ilk tohumunun Türk Ocağı içinde, büyük Türkçülüğe karşı küçük Türkçülük veya Türkiyecilik şeklinde, 1917’de atılmış olduğunu belirtir.[1] Türk Ocakları bünyesinden neşet eden Anadoluculuk hareketinin bize gösterdiği, Türkçülüğün ilk kurumlarından olan Ocağın, farklı Türkçü düşünceden aydın ve grupları kendinde birleştirmiş olmasıdır.  

Anadoluculuğun ilk dönem savunucularından olan Ülken, Anadoluculuk’un tepkiyle baktığı Turancılığı hayal olarak niteler. Onun için aslen Anadolu coğrafyasının önemli ve merkezi bir konumda kabul edilerek millet, vatan ve kültür tanımına ulaşmak olduğu için bu sınırları aşan tüm bakış açıları reddedilmektedir. Dolayısıyla, Ülken için Türk milleti, etnik köken bakımından Oğuz kavmine, vatan bakımından tarihi bir teşekkül olan Anadolu ve bir kısım Rumeli’ye, din bakımından İslamiyet’e, medeniyet bakımından modern milletlerin medeniyetine bağlı olan, bin seneden fazla bir zamandır bu unsurların kaynaşmasından, bir vatan üzerinde kültür birliğinin kurulmasından doğmuştur.[2]  

Bu hareket, etkinlik alanını ve etkisini Cumhuriyet döneminde büyük oranda artırmıştır. Bu etkinlikte yeni devletin ideolojik referanslarıyla bir ölçüde örtüşmenin de payı vardır. Kendi alanında etkili önemli akademisyen, sanatçı, siyasetçi vb. seçkin bir kitle, memleketçilik sonradan Anadoluculuk olarak anılacak yaklaşımı kültürel, siyasi boyuta taşımıştır. Araştırmalarını Anadolu coğrafyası zemininde şekillendirmişler ve dini-sosyal grupları, kültürel ürünleri, maddi eserleri bu coğrafyaya bağlantılı bir zihni arka planda gerçekleştirmişlerdir. Anadoluculuk akımının belirginleşmesinde büyük rol oynadığı için “fikir babalarından” kabul edebilecek Hilmi Ziya Ülken, bu eksendeki ilk yayınların da sahibidir.[3]  

Kendisinin kurduğu ve ilk olarak 1918-1919 arasında, Cumhuriyet Dönemi’nde de 1924-1925 arasında çıkan Anadolu dergisi, bu alanda ilk sistematik yazıların yer aldığı yayın organıdır. Burada, tarihçi Mükremin Halil, Turancılığın tarih tezini tenkit ederken Anadoluculuğun tarih tezini şöyle ifade etmektedir: “Devlet müessesesini her şeyin üstünde gören eski tarihçiler, tarihlerini memleket veya milletin adına nispet etmemişlerdir. Eskiden Selçuklu, Karamanlı denirken şimdi Osmanlı adı onların yerine geçti. Oysa millet aynı millet, memleket aynı memleketti. Bu yanlışlık bugüne kadar devam etmiştir. Milliyet cereyanın gelişmesinden sonra tarihimize Türk tarihi denmeye başlandı. Fakat Türk tarihi denilince bizim tarihimiz değil Türkistan tarihi hatıra geliyordu. Bazıları buna -eski zihniyetle- Osmanlı Türkleri tarihi dediler. Oysa tarihte böyle bir il ve ulus yoktur. Osmanlı Türkü, Selçuklu Türkü manasız tabirlerdir. Türklerin il ve ulusları dünyanın birçok yerlerine göç ederek ve yerleşerek devlet ve medeniyet kurmuşlardır. Türkmenler başlıca Anadolu, İran ve Azerbaycan’a yerleşmişlerdir. Türk tarihi deyince bizim tarihimizle birlikte Azerbaycan’da, Irak’ta, Suriye’de, İran’da, Türkistan’da, vb. devlet kuran Türk kavmine mensup il ve ulusların tarihi hatıra gelir. Anadolu’ya göç eden Türkler, bu yeni vatanlarında haçlılarla, Bizanslılarla uğraşmışlar, en son kati surette yerleşmişlerdir. Sonrada bu Türkler yeni bir imparatorluk kurarak Rumeli’yi, Suriye ve Irak’ı elde etmişlerdir. Öyleyse tarihimizin adı Anadolu Tarihidir.”[4] Görüldüğü gibi, merkezi düşünce Anadolu üzerinde şekillenmektedir. 

Türk tarihi deyince Türkistan tarihinin de dâhil olduğu geniş bir tarihsel-kültürel yapının anlaşılması, bu tez içerisinde gündeme getirilen ve yukarıda da önemle vurgulanan, “Türk” kavramının içeriklendirilmesinde Osmanlı dönemindeki ilk şekillenmenin bir yansıması olarak görülebilir. Burada, bu kavrama şiddetli bir eleştiri vardır ve kavram içeriği sınırlandırılmaya çalışılmaktadır. 

Ziya Gökalp’in dairesel idealinin ikinci aşamasını oluşturan Oğuzculuk, memleketçi düşüncenin tarih görüşünün teşekkülünde etkin olduğu görülmektedir. Bütün Türklük ile bağlantı en fazla Oğuz-Türkmen boylarıyla sınırlanmaktadır. Memleketçiliğin farklı kültürel boyutları da bu çevre tarafından inşa edilmeye çalışılmıştır. Böylece, haçlılarla mücadeleler, Hz. Ali cenkleri gibi halkın muhayyilesinde yaşayan folklorik unsurlar Anadolu’ya özgü bir şekilde yorumlanmıştır. 

Anadolucular, İslam’ı da farklı bir boyutta Anadolu coğrafyasının tarihi-kültürel zenginliği temelinde bir yoruma tabi tutuyorlardı. Anadolucu milliyetçilik, “milli uyanışı, İslami bir çerçevede algılamaktaydı. Bunun felsefi temellendirilmesi, özellikle Mustafa Şekip (Tunç) Bey’de görülebileceği üzere Bergson’un mistik düşüncelerinin Anadolu İslamına tercümesi şeklinde tezahür etmekteydi. Burada, Anadolucu milliyetçiler İslamcılığın özellikle de İslam modernistlerinin sufi yorumları, bir tür sapkınlık olarak gören ana eğilimini reddetmekteydiler. Anadoluculara göre Türkler, Anadolu’da İslam’ı kendi milli hasletlerine tercüme etmişler, Yunus Emre ve Mevlana’da en olgun biçimine kavuşturmuşlardı. Anadolu Türklüğünün verdiği Kurtuluş Savaşı bu ruhtan esinlenmekteydi.”[5] 

Ülken, memleketçiliğin diğer üç ideolojiye karşı aldığı tavrın farklılığını şöyle açıklar. Ona göre, “Osmanlıcılar da Turancılığa, bir kısım Batıcılar da İslamcılığa karşı tepkide, daima iki soyut görüşün birbiriyle savaşında ibaret kalıyordu. Oysa memleketçiliğin bu üç akıma karşı aldığı tepki tavrı, gerçek vatan fikrinin hayali bir vatan fikrine, somut bir görüşün abstre (soyut) bir görüşe karşı tepkisi olduğu için ötekilerden çok farklı idi. Bu görüşün millet anlayışı, her şeyden önce tarihte sınırları çizilmiş belirli bir vatan anlayışına dayanıyordu. Din birliği şeklinde anlaşılan ümmet veya milletler arası dini cemaat, bir vatan teşkil etmediği gibi bir millet de değildir. Nitekim bir dil ailesi teşkil eden ırkın yaşadığı sınırsız topraklar da bir vatan değildir ve bu anlamda bir ırka millet denemez. Osmanlı Devleti devam ettikçe, hâkim olduğu topraklara İmparatorluk, yani milli vatanla ona bağlı vatanlar denebilir. Fakat tek bir vatan ve millet teşkil edemez.” Bununla birlikte Ülken, Turan fikrine karşı doğan tepkinin Türk Ocağı içinde uyandığını da vurgular.[6] 

Memleketçiliğin teşekkülü aşamasında, İkinci Meşrutiyet dönemindeki fikri tartışmalara Anadolu, Dergâh gibi dergilerle bu ekip de katılıyordu. Bunlardan biri de, Türkler ve Tatarların kökenleri konusuydu. Milliyet de, yeniden formatlanmaya çalışılan bir kavramdı. Ziyaettin Fahri, “Milliyet Meselesi” adlı makalesinde bu konuya açıklık getirmeye çalışıyordu. O, Gökalp’i, “daha çok edebi mahiyeti olan Kızıl Elmacılığın baş döndürücü hülyası içinde bırakmakla eleştirirken, Hamdullah Suphi’yi ise, “Türkü statik, şuursuz bir şey sayarak, ona dıştan Türklüğü aşıladı. Hâlbuki millet denen varlık zaten vardı.” O, milli tarih konusunda, “memleketin öz ve sömürge kısımlarını ayırmak lazımdır. Anadolu’yu bırakıp Ural ve Tibetlere, tabii Anadolu ocağını bırakıp sun’i Türk Ocağı’na bakıyoruz.” demekteydi.[7] 

Ülken’in daha somut bir zeminde çalışmaya başladı, dediği ve bir grup ziraatçı aydının çıkardığı “Dönüm” dergisinin başyazarı Şevket Raşit, sosyalizmi milli planda savunmaya çalışıyordu[8]. Bu da, memleketçi-milliyetçilerin sosyalizme bakış açısını yansıtması bakımından kayda değerdir. İlerde de görüleceği gibi Topçu’da da sosyalizmin milliyetçilikle izdivacı, toplumsal bir temelde görülmektedir. 

Türk Milliyetçiliği’nin Cumhuriyet döneminde “ekol” niteliğinde bir yer edinen Anadoluculuk da önemli yayınlara sahiptir. Bunlardan 1924’lerde çıkmaya başlayan “Anadolu”, 1930’lu yıllarda “Dergâh”, 1946’da Nurettin Topçu’nun çıkardığı “Hareket” dergileri[9]  önde gelen yayınlardır. 

Anadoluculuk, esas müstakil fikri bir hareket olarak gelişim seyri belirgin vasıflarıyla, tek parti döneminden sonraki zaman diliminde görülür. Anadoluculuğun toplumsal ve siyasi bir eylem kaynağı haline gelmesinde etkili olanların başında şüphesiz Nurettin Topçu gelmektedir. Dergi ve kitap yayınlarıyla toplumsal ve kültürel düşünce alanında belirleyici bir özelliğe sahip olmuştur. Aşağıda geniş olarak konumuz açısından çözümlemesini yapacağımız Anadolucu Türk milliyetçilerinin fikri nirengi noktaları, Anadolu coğrafyası ekseninde sabitlenmiştir. Yani,milli tarihimiz XI. yüzyılda yani 1071 tarihinde Anadolu’da başlamaktadır. Soy olarak Orta Asya Türklüğüyle aynı olsak da, millet olarak farklılaşmış ve Anadolu Türk Milleti meydana gelmiştir. Bu milletin oluşumunda ise, geçirdiği süreci tarihi olaylar, coğrafi ve iktisadi etmenler açısından serimler. Anadoluculara göre, bir ferdin karakterini doğuştan getirdiği özü kadar, bir milletin karakterini yaratan da onun soyunun, o milletin tarihi hareketleri ve içinde yaşadığı coğrafi şartları olduğunu belirtir.[10] Dokuz yüz yıllık Anadolu Türklüğü, bu coğrafyada özgün bir millet, tarih, destan, gelenek, sanat, ahlak, devlet yaratmıştır. Türkistan tarihinin tahayyüllerdeki imgesi olan Cengiz Han, Timur gibi asker ve devlet adamları kan dökücü, yıkıcı, yok edici gibi çok olumsuz değerlendirmelere maruz kalırlar.

 

Anadolucularda Turancılık Algısı   

Remzi Oğuz Arık (1899–1954) 

Ülken’in “1922’de başlayan memleketçi hareketin en sebatlı mensuplarından” diye tanıttığı Arık, Anadolucu milliyetçiliğin ilk öncülerinden olup hem kuramcı hem de eylem adamıdır. Arık, 1899’da Kozan’da doğdu. İstanbul Muallim Mektebi’ni bitirdi. Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji ve Sanat Tarihi üzerine ihtisas yaptı. Yurda döndükten sonra arkeolog olarak müze müdürlüklerinde bulundu. Göllüdağ, Alacahöyük, Çankırıkapı, Karaoğlan, Hacılar, Alaettintepe ve Bitik kazılarına katıldı. 1930–1942 arası Ankara DTCF ve İlahiyat Fakültesi öğretim üyeliği yaptı. Çığır ve Millet dergilerini çıkardı. 1950 yılında siyasete atıldı ve Demokrat Parti Seyhan Milletvekili oldu. 1952 yılında Köylü Partisi’ni kurdu. Seyhan Milletvekili ve Türkiye Köylü Partisi Genel Başkanı olduğu sırada, 3 Nisan 1954’de meydana gelen bir uçak kazasında vefat etti.[11]    

Modern bir olgu olarak “vatan” kavramı, milli devlet ve milliyetçilikle birlikte bugünkü içeriğindeki formu kazanmıştır. Somuttan soyuta bir kavramın teşekkülünü, yani “vatan”ı Türkçede en güzel şekilde ifade eden Arık’tır: “Coğrafya’dan Vatan’a”. O, bir arkeolog-tarihçi olarak bütün olay ve olguları tarihi bir perspektiften değerlendirmiştir. Konuyla ilgili bütün makale ve söyleşilerinin toplandığı “Türk Milliyetçiliği”[12] adlı eseri kullandığı edebi diliyle de dikkat çekmektedir. Bir vatanı kurduran her kütlenin farklı amaçlarla o coğrafyaya gelmekle birlikte önceleri irade dışı olan vatanların başlangıcı zamanla oraya yerleşenlerin belirginleşmesi, kendi kimliklerini kazanmaları, bir adları olmaya başlamasıyla birlikte coğrafyanın belirsizliğinin kaybolduğu ve böylece “vatan”a dönüştüğünü belirtir.      

Milliyet fikrinin esası da vatanla başlar. Yani milliyetin koşulu vatandır. Ona göre, “müşterek tarihi yarattıran işlerin, felaketlerin ve saadetlerin potasında eriyip coğrafyaya dökülerek onu vatanlaştıran topluluk; akıcı olmaktan, muayyeniyetsizliğe her an namzet kütleler olmaktan çıkar, MİLLET olur. Ve artık nesiller, tarihi boyunca şu vatandan ve şu millettendir. Fertlerin hayatı içinde muayyeniyetsizlik burada bitmiş, muayyeniyet başlamıştır. Bu bakımdan milliyet fikrinin esası da vatanla, vatanın doğuşu ile başlar.”[13] Vatanların varlığı, vatan felsefesinin başlangıçta değil şahsiyet kazandığı zaman başladığını söyleyen Arık, “Gurbet” gibi bir motifi yaratan Türkler için vatansızlığın yaratacağı felaketin hiçbir felaketle karşılaştırılmayacağını vurgular.      

Hareket mektebinin diğer mensuplarının aksine Arık, Türk Milliyetçiliği’nin doğuşunu “Kuvayı Milliye Mücadeleleri” ile başlatmaktadır. Osmanlı dönemi ideolojileri Anadolu merkezli olarak değerlendirmekte ve buna göre bir yargıya varmaktadır. İstiklal mücadelesinden önce idealinde ideolojinin de ağırlık merkezinin Anadolu dışı olduğunu tespitini yapan Arık, İmparatorluk döneminde Müslümanlığın bir ideal olduğu zamanlar ağırlık merkezi “Makamat-ı mübareke” idi. Osmanlılık bir ideoloji yapılmak istendiğinde de gayenin ağırlık merkezi anavatandan gayri yerler olmuştur.      

Turancılık olarak ifade ettiği ilk milliyetçi şuur devrinde de ideolojinin ağırlık merkezi anavatan dışında kurulmuştur. Anavatanı müstemlekeler yolunda feda eden ve büyük bir gafletle arka plana atan zihniyeti, İmparatorluğun bütün felaketlerinin kaynağı görür. Turancılık da yazara göre bir ara geçiş dönemidir. Yani, “Anadolu’daki istiklal mücadeleleri, Turancılık şeklinde ve ‘compromis’lerle bağlanmış ilk milliyetçiliğin hak ve mukadder yolu bulması için geçmemiz gerekli, bir sırat köprüsü oldu.”[14] Fakat bu ifadelerden Türk dünyasının yok sayıldığı gibi bir düşünce hâsıl olmamalıdır. Çünkü Arık’a göre, “bütün dünya Türklerinin kurtulması, yaşaması için Anadolu denen mücahitler yuvasının müstakil, kuvvetli, büyük kalması şart olduğu meydana çıkmıştır. Bugün dünya Türkleri içinde milliyetçi ve samimi tek insan yoktur ki her şeyin üstünde ilkin, ‘İstiklal Harpleri”nin kazandırdığı büyük neticeyi korumak hedefine saygı göstermemiş olsun!”[15] Daha sonraki Hareket mensupları tarafından tamamen olumsuzlanan Turancılık, Arık’ta önem ve değerini korumakta fakat konjoktürel açıdan ötelenmektedir.      

Arık’ın milliyetçiliği, laik bir karakter arz eder. Sonraki hareket mensuplarının İslam merkezli yaklaşımlarına paralel düşmez.[16] Türk milliyetçiliği konusunda kendine özgü bir tanımlaması vardır. Ona göre, “Türk milliyetçiliği kimseye yurdundan bir karış vermemeye ahdeden, kimsenin vatanına göz dikmeyen özelliği ile, bütün bu düşman âlemlerin ortasında tarihin diktiği bir muvazene anıtıdır. Bu hususiyetin dayandığı temel: Türk milliyetçisinin her şeyden önce, her şeyin üstünde yurdunu, milletini sevmesidir. Biz, kimseden, kimsenin milletinden, yurdundan nefret etmiyoruz. Sadece kendi yurdumuzu, kendi milletimizi sevmekle işe başlıyoruz. Bir madalyanın ters yüzü gibi, nefretimiz ancak, her şeyden üstün tuttuğumuzu sevmeyeni, tehlikeye düşüreni vuracaktır: ve bu, bizim milliyetçiliğimizin belki de en keskin tarafıdır.”[17] “Türklüğün 2600 yıldır, bir Türk camiasının 900 yıldır var olduğu kabul edilebilir,” demekte, fakat bugünkü anlamda bir Türk milliyetçiliğinin varlığının nispeten kısa bir zaman işi olduğu görüşündedir. 2600 yıl boyunca Türklük için çalışanlar, emek sarf edenler olmakla birlikte bunlar milliyetçi olmamış, milliyetlerini duymamışlardır. Türklük en az 900 yıldır topluluğu belli, adı belli bir kütledir.[18] Bu bin yıldır da ideallerini din için kullanmışlardır. Ve bu zaman diliminde İslam, Türk toplumunun kültürel yaşamında çok önemli bir işlev görmüştür. İslam’dan sonra Osmanlılığın, Türklerin ideali olduğunu söyleyen Arık, bununda başarısız olmasıyla devleti kuran Türklerin yalnız kaldığını böylece Türkçülüğün siyasi bir hareket haline geldiği tespitini yapar. Ona göre, “ Ruhumuzdaki gurbet bütün Türk illerinin başına gelen felaketin bizim de başımıza gelmek üzere olduğunu anlatıyor, kendimizin, tarihimizin, bütün soydaşlarımızın, ıstıraplarını yüreğimizde çöreklendiriyordu.”[19] Bu benzetmesiyle, Türk dünyasının fikri gelişiminin Türkçülüğün ortaya çıkmasında bir referans olarak görmesi, Turancı bir yaklaşım olarak değerlendirilebilinir.      

Türkçülüğün ilk safhasını Tanzimat’la başlatan Arık, II. Meşrutiyet’le ikinci merhalesini Anadolu Kurtuluş Savaşı’yla da son merhalesi olduğunu belirtir. “Ben bir Türküm! Dinim cinsim uludur!” sözünü 1897 yılında sarf eden Mehmet Emin’in bu haykırışının bir topluluğun ilkesi olabilmesi için, Meşrutiyetin beklendiğini dile getirir. “Bu merhalede Türk milliyetçiliğinin ilk karakteri, Japon deniziyle Endülüs yaylaları arasında, geniş bir Türklük âlemini kucaklamak istemektedir. İkinci karakteri içeriye ve dışarıya karşı kendimizi bir savunma, bir müdafaa cihazı olarak ele alınmasıdır. Üçüncü karakteri, kitap milliyetçiliği olması, yani bu yolun yolcularının, ecnebi ve yerli kitaplar sayesinde bu hislerini besleyebilmeleridir. Dördüncü karakteri, bu milliyetçiliğinde henüz tereddütlerden kurtulamamış, müvazaalar, tenakuzlarla dolu formüllere dayanmış olmasıdır. Beşinci, bu merhalede milliyetçiliğin idealinin ağırlık merkezinin, Anavatan dışında oluşudur. Tıpkı Osmanlılık ve İslamlık ideallerinde olduğu, bu ikinci devirde ki Türkçülüğünde düşünce, duygu, gaye merkezi dışarıdadır.”[20] Ali Suavi’den sonra milliyet hislerinin aniden ortaya çıkması yazara göre, Türkiye’de ki aydınların milliyet şuurlarını besleyen, Rusya’da ki Müslüman Türkler olmuştur. Türk nesilleri arasında milliyetçiliğin şuurunu beslemiş, geliştiren bu aydınlardan “Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Gapıralı İsmail Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey… Rusya’daki hareket ve şuuru, Türkiye’ye nakletmeye koşan milliyetçi Türklerden birkaç seçme simadır ve bunlar, bizim mücahitlerimiz olarak yaşamış ve can vermişlerdir.”[21]  Arık, “insanlığın temiz ve büyük bir gerçeği olan Türk kütlelerinin tarihini, kültürünü yabancı telakki etmiyoruz. Onların ıstırabına gülen gözlerin kör olmasını elbette istiyoruz. Fakat, siyasi hareketlerimizin çerçevesi olarak Türkiye’yi kabul ediyoruz.”[22] Böylece, Türk dünyası ile Türkiye arasındaki bağlantı, düşünsel ilişki açık ve net bir şekilde konumlanmış bulunmaktadır.          

Arık, Türk milliyetçiliğinin üçüncü ve son merhalesini Anadolu Kurtuluş Savaşı’yla başlatır ve bundan önce geniş bir Türklük âlemini kucaklamak isteyen milliyetçiliğimizin, ağır imtihanlar, acı gerçeklerden mürekkep kurtuluş savaşlarımızla şimdiki merhalesine varmış bulunuyor, demektedir. Böylece, Türk kavramının anlam sınırları Anadolu ile çerçevelenmiştir. Bu merhalenin başlıca karakterleri ise şunlardır: Öncelikle, vatan Türk vatanı, devlet Türk devleti, millet Türk milletidir. Sonra; şimdiye kadar kütlelerin, başka zümrelerin, şahsi heves ve hırslarının bir harç, bir malzeme gibi kullandığı Türk halkı, bugünkü milliyetçiliğimizin bir gayesi haline gelmiştir. Sonra, bu milliyetçiliğin, Türk soyunun gerçeğine ve bu gerçeğin tarih içinde yarattığı kültürün çevresinde düşündüğümüz birliğine dayanan bir ideoloji gibi insanlığa sunulabilmesidir. Şimdiki milliyetçiliğimiz, kendimize mal ettiğimiz, bizim kalan insanları, bizim saymakta tereddüt etmeyen bir karakterle de ayrılmaktadır. Bu merhalede milliyetçiliğimiz bütün açıklığıyla Anavatan’a yönelmiştir. İnsanlığın temiz ve büyük bir gerçeği olan Türk kütlelerinin tarihini, kültürünü, benimsiyoruz. Onların kahroluşuna ağlamayan gözlerin kör olmasını haykırıyoruz. Fakat siyasi hareketlerimizin çerçevesi olarak Türkiye’yi kabul ediyoruz. Bütün emeklerin döküleceği yer burasıdır.Bugünkü milliyetçiliğimiz sevgi ile başlamaktadır. Vatanını, tarihini, milletini bütün halkını sevmek; milliyetçiliğimizin hareket noktasıdır. Ancak, bu gerçeklere tecavüz, bu varlıklara düşmanlıktır ki, bizi mukabil hareketlere zorlar. Bu sebeple, şimdiki milliyetçiliğimiz de baştanbaşa bir savunma cihazıdır.[23] Ona göre, milliyetçiliğimizin siyasi bir şuurla doğması, Balkan harbi sıralarına rastlar, Müslüman-Hristiyan bütün Türk olmayan vatandaşlar tarafından “arkadan vurulan ve bırakılan”; Türklerdir. Türkler, bu vatanı kuranlar, ayakta tutanlar, işte bu devrede yapayalnız kaldıklarını fark ettiler. “Bütün Türk illerinin başına gelen felaketin bizim de başımıza gelmek üzere olduğunu anlatıyor, kendimizin, tarihimizin, Türk soydaşlarımızın ıstıraplarını yüreğimize çöreklendiriyordu.”[24] İşte, Türkçülük bu ıstıraplarla şuuruna varmış, siyasi bir hareket haline yükselmiştir. Anadolu dışındaki Türklerin de durumuna referans olması, siyasi düşüncenin teşekkülünde Türk dünyasının etkisi görülmektedir.     

Arık, milliyetçiliği statik ve dinamik unsurlar olmak üzere iki grupta kategorize eder. Toprak, dil, din, tarih, soy gibi unsurlar milliyetçiliğin statik kısmını oluşturur ki, bu unsurlar sürekli değişen fikirler âleminde milliyetçiliğe istikrar ve süreklilik kazandırır. Dinamik unsurlar, milliyetçilik tahakkuk ettirmek istediği birliklerden doğar: Mıntıka ağızlarının üstünde bir Türk dili, yamalı bohçaya benzeyen bir demografyanın üstünde bir Türklük; birbirinden ayrı mıntıkaların esiri olan iktisadın üstünde bir iktisat birliği, yok olası ayrılıkların üstünde bir gönül birliği, tarih kaderinin eliyle çizilen sınırların korunması bahsindeki görüş birliği.[25]      

Arık, Türk milliyetçiliğinin son merhalesinde hareket noktası olarak sevgiyi ve milletler arası eşitliği esas aldığını söyler. Eserinde, “millet” tarifindeki görüş ayrılıklarına da değinir. Milleti tarif ederken yalnız soyu esas alanlarla kültürü esas alanların farklılaştığına değinir. Ona göre, “yalnız soyu esas alanlar, milleti tamamıyla muayyeniyete (=belliliğe) bağladıklarına inanmaktadırlar. Hâlbuki dikkat edilirse bu bellilik menşei tesadüften başka bir şey değildir. Çünkü hiç kimse içinde yetişeceği soyu; doğacağı anayı, babayı seçmekte serbest olmamıştır. Fakat bir soy meydana geldikten sonra, artık bellidir, belli bir içtimai hadisedir. Ve bir muayyeniyet meydana getirir. Bu itibarla; “ milleti yalnız soy esasının üstüne kurduğumuz vakit, menşei tesadüf olan bir belliliğe yer vermekteyiz,” demektir. Millet meselesi bakımından soy vakasının asıl tehlikesi şudur: milleti yalnız soya dayamak, o soydan olmayanlara, o milletten olmayı yasak ve haram etmek demektir.      

Milleti yalnız kültür vakasına dayayanlar, ancak ferdin iradesine ve menşei belli bir soyun emeği, iradesi mahsulü olan müesseselere bağlıyorlar. Kültür, bir milletin duygularını, inançlarını, hükümlerini temsil eden müesseselerle, geçmişteki duygu ve inançlarını koruyan, nakleden, aksettiren müesseselerden ibarettir. Kültürü meydana getiren müesseselerin hepsi başlangıçta, belli bir soyun emeği ve iradesiyle yaratılmıştır. Bu itibarla kültürün başı belliliğe, tesadüfe değil, iradeye, şuurlu emeğe dayanır.”[26]        

Genel olarak ifade edilecek olursa, Arık, Türklüğün tarihi sınırlarını Anadolu ile sınırlamaz. Devletler kurarak yaşayan Türklüğün 2600 yıldır; Müslüman devletlerin ise 900 yıldır var olduğunu kabul eder. Fakat bu 2600 yıllık tarihin sadece 900 yılında Türklük adı belli bir kütle olarak anar. Turancılığı şimdiki Türk milliyetçiliğinin bir aşaması olarak tasnifler. Türk dünyasını olumsuzlamaz. Anadolu Türkleri karşısında onları ikincil bir konumda tutar. Milliyetçiliğin, Balkan savaşında şuur olarak belirmeye başladığını, milli mücadele döneminde de doğduğunu belirtir. 

 

Nurettin Topçu (1909- 10.07.1975) 

Nurettin Topçu, baba tarafından Erzurumludur. Babası ticaretle uğraşır ve bu sebeple İstanbul’a yerleşir. Topçu da burada doğar. Nurettin Topçu, altı yaşında Bezmiâlem Valide Sultan Mektebi’nin ana kısmına yazılır. Burayı bitirdikten sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi’ne verilir. Mektebi birincilikle bitirir. İmlâ öğretmeni Nafiz Bey, Nurettin Topçu’nun hayatı boyunca sürecek Mehmet Âkif sevgisini uyandıracaktır. Daha sonraki yıllarda Osman Nurettin, Vefa İdadisi’ne devam eder. Birinci sınıfta babasını kaybeder. Topçu, Vefa İdadisi’nde de sınıflarını birincilikle geçer. Felsefeye bu sıralarda meyletmektedir. Edip Bey, tarihçi Memduh Bey, Celâl Ferdî ve ulûm-ı diniyye hocası Şerafettin Yaltkaya’dan ders alır. İdadi tahsilini İstanbul Lisesi’nde 1927–28 ders yılında edebiyat bölümünü pekiyi derece ile tamamlar. Liseden mezun olan Topçu, kendi kendine Avrupa’ya tahsil imtihanlarına girer, kazanır (1928). Daha önce giden Remzi Oğuz Arık (1899-1954), Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu (1901-1974), Cevdet Perin (1914-1994), Bedrettin Tuncer (1910-1980), Paris’te; bilhassa Remzi Oğuz ve Ziyaeddin Fahri ile görüşmeleri olacaktır. İlk yazı denemelerini, üye olduğu Sosyoloji Cemiyeti’ne gönderir. Moris Blondel’i lise döneminde tanır. Daha sonra mektuplaşırlar. Burada, psikoloji sertifikasını verir. İki sene sonra Strazbourg’a geçer. Üniversitede felsefe tahsil eder. Ahlâk kurlarını tamamlar, sanat tarihi lisansı yapar.[27] 

Topçu’nun Avrupa’daki hayatı okul, ev, kütüphane çerçevesi içinde geçer. Ancak hafta tatillerinde derneklerin tertip ettikleri toplantılara gider. Aynı toplantılarda Samet Ağaoğlu, Ömer Lütfi Barkan, Besim Darkot gibi zatlar da bulunmaktadırlar. Topçu, bu arada Tasavvuf tarihçisi Luis Massignon ile tanışır. Dr. Adnan Adıvar’ın Türkçe dersi verdiği Masignon’a daha sonra bu dersi Topçu verecektir. Strazbourg’da doktorasını hazırlayan Topçu, Sorbon’a gider, doktorasını verir: “Conformisme et révolte”. Bu üniversitede felsefe doktorası veren ilk Türk öğrencisidir. Bu tez,  Paris’te kitap halinde yayımlanır (Paris 1934).[28] 

1934’te yurda döner. Galatasaray Lisesi’nde felsefe öğretmeni olarak görev alır. Topçu, ailenin baba dostu olan ve küçük yaştan beri tesiri altında kaldığı H. Avni Ulaş’ın kızı Fethiye Hanım’la yurda dönünce evlenir. Galatasaray Lisesi Müdürü Behçet Bey’in, o sene Haziran imtihanından geçmesini istediği öğrencilerin bazısı imtihanda kalır. Ankara’nın tepkisi ani olur ve Topçu’nun tayini İzmir’e çıkar. Sonradan muhtelif pek çok farklı lisede ders verecektir. Nurettin Topçu,  İzmir’de bulunduğu yıllarda Hareket dergisini yayımlamaya başlar (1939). Dergi İstanbul’da basılır. Hareket‘te yayımlanan “Çalgıcılar yine toplandı” isimli yazıdan dolayı açılan soruşturma üzerine Denizli’ye sürgün edilir. Denizli’de bulunduğu yıllarda Said-i Nursi, daha sonra Hasib ve Abdülaziz Efendi gibi dönemin değer verilen şahsiyetleriyle de tanışır. Topçu, bu kişilerden hayatı boyu sürecek etkiler alır, Nakşî Şeyhî Abdûlaziz Bekkine Efendi’ye intisap eder.[29] Topçu, Celâl Hoca (Celâl Ökten)’dan da İslâmî ilimler yönünden faydalanır. Son olarak İstanbul Lisesi’ne tayin olunan N. Topçu, buradaki görevinden emekli olur (1974). 

Topçu, bir süre Edebiyat Fakültesi’nde H. Z. Ülken’in kürsüsünde eylemsiz-doçentlik yaptı. “Bergson” konusunda doçentlik tezi hazırladı. Fakat kendisine kadro verilmemiş ve muhtelif entrikalarla üniversiteye alınmamıştır. 27 Mayıs 1960’a kadar uzun yıllar Robert Kolej’de tarih okuttu. 27 Mayıs’tan sonra devrim aleyhtarı bulunarak buradaki görevine son verildi. Fikri faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği ve Türkiye Milliyetçiler Derneği’nde sürdürdü.Topçu, 10 Temmuz 1975’te vefat etti. Fatih Camii’nde kılınan namazdan sonra Topkapı’da Kozlu kabristanına defnedildi.[30] 

1939’dan itibaren çeşitli aralıklarla yayımladığı ve kendisiyle özdeşleşen Hareket dergisiyle, Milliyetçilik davasını istikrarlı bir şekilde yürüttü. 1939–42Hareket dergilerindeki yazılarıyla, ruhçu ve mistik düşünüşün felsefî temellerini araştırdı. Batı kaynaklı pek çok izmle mücadele etti. Materyalizm, pozitivizm, sosyolojizm, pragmatizm akımlarına karşı çıktı. Akılcılığın kalbîlikle bir anlam ifade edeceğini vurguladı. Hüseyin Avni Ulaş ve Fransa’da tanıştığı Remzi Oğuz Arık’ın tesiriyle benimsediği Anadoluculuğun âdeta ruhî, içtimaî programını yeniden çizdi. Özellikle Arık’ın etkisi belirgindir. Topçu’nun şu sözleri bunun açık göstergesidir: “Onu bir havari olarak gördüm… insan, yani Allah’a en yakın varlık olduğumuzu, eşref-i mahlukat olduğumuzu, ilk mürebbi ve ilk mürşit gibi hepimize müjdeleyen odur… bu adam uykularımıza nüfuz etti. Şuurumuzun altındaki mahrem mıntıkalara girdi; bu adam şahsiyetimizi yoğurdu… kalbleri hasta bir nesle ta garbın varoluşlarından başlayarak, iman ve aydınlık getiren Hallac ruhlu bir havari…”.[31] 

1947–49 Hareket’lerinde, bu çerçevedeki düşüncelerin İslâmi temellerini açıklığa kavuşturdu. Türk milliyetçiliğinin İslâm davasından ayrılamayacağını, milletle dinin iç içe kavramlar olduğunu ortaya koydu. Bu görüşleriyle Türk İslam sentezinin yaratıcılarındandır. Ancak, İslâmiyet’in hamisi ve müdafii olarak görünen “sahtekârlarla” ve “menfaatperestlerle” mücadeleden de geri kalmadı. 1952–53 Hareket‘lerinde Nurettin Topçu, değişen toplum yapımızı da Batılılaşma karşısında, inancımızı ve tarihimizi savunurken, kapitalist ve komünist iki kamp arasında cemaatçi bir nizamın zaruretini öngören “yeni nizam”ın ana hatlarını çizdi. 1966–1975 Hareket‘lerinde ise, daha önceki dönemlerde ileri sürdüğü düşünceleri, bütün fikir hamlesiyle yeniden kuvvetle ortaya koydu. 

Topçu, Türk Milliyetçilik düşüncesinde ortaya koyduğu özgün yorum ve bunun görece sistematik bir bütünsellik arz etmesi bakımından muadillerinden farklılaşan bir düşünürdür. Hem siyasal sisteme hem de içinde yer aldığı milliyetçi düşünce içinde eleştirel niteliği mütebarizdir. Türk-İslam sentezinin güçlü bir felsefi yorumcusudur ve bu vasfa müteallik olarak milliyetçiliğinin esasları, Türklerin Müslümanlığı kabul etmesiyle yeni bir millet, yeni bir tarih, yeni bir vatan, yeni bir kültür tekevvün etmiştir. Topçunun fikirleri çok farklı disiplinler ekseninde, farklı bakış açılarından açıklayıcı, yorumlayıcı değerlendirmelere, çözümlemelere kaynaklık etmiştir. “İslam sosyalizmi”, “üçüncü dünyacı bir Anadolu sosyalizmi”[32], “üçüncü dünya popülizmi”[33], “muhafazakâr devrim”[34], “Başkaldırı ve Uyum”[35] nitelemeleri, Topçu’nun kavranışındaki çeşitlilikledir. Bu durum da, onun Türk düşünce tarihindeki özgünlüğünün bir göstergesidir. Onun düşünce biçiminin merkezinde felsefe vardır. Ona göre, “felsefe bizim düşünüş tarzımızdır.”[36] “Anadolu”, Topçu’nun düşüncesinin analizinde işlevsel ve araçsal bir konumdadır.[37] 

Öncelikli olarak vurgulanmalıdır ki Topçu, Anadolucu Türk milliyetçiliğinin düşünsel, felsefi, sistematik niteliği noktasında en yetkin ve güçlü kalemidir. O, bu özgün sistematiğiyle genel Türk milliyetçiliği bünyesinde de etkili bir yorumdur. Onun felsefi görüşlerinin[38] derinlemesine bir incelemesi, bu tezin sınırlarını aşacağından sadece ilgili temalara değinilecektir. 

Her yeni sosyal, fikri hareket, membaını ve devamlılığını eğitimde görür. Böylece, sosyo-kültürel örüntü süreklilik kazanır. Topçu da düşünce sisteminin temelini, ana hedef olan yeni Rönesans için maarifi önemli konumda bulundurur. “Mektep, mabeddir” diyen Topçu’ya göre, “Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde arıtsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin… Bu mektep de edebiyat, tarih ve felsefe kültürü başta gelecek ve onun yetiştiricileri sadece bir memur değil, örnek insan olacaklardır. Ancak böyle yepyeni bir anlayışın benimsenmesiyle Türk milleti maarifini kurmak ve ruhlarımızda Rönesans açmak kabil olacaktır.” Topçu’ya göre, “maarif, bir cemiyetin düşünüş tarzının, kültürünün ve ideallerinin cihazlanmasıdır.” “Mektep, manaya yükseliş, birliğe yöneliş, kaide ve disiplindir.”[39] 

Topçu’nun Anadoluculuk anlayışının merkezinde İslam vardır. Milliyetçiliğin bileşenlerinden bir öğe değil bizzat yoğurucusu ana öğesi konumunda olan İslam, bütün düşünce ürünlerinin ana belirleyicisidir. Tarih, millet, milliyetçilik, vatan, Turancılık, Batıcılık gibi olgular bu eksende anlamlandırılmaktadır. 

Milli tarihi XI. yüzyılda yani 1071 tarihinde Anadolu’da başlatan Topçu, bir milletin ruh yapısını açıklayan sebepleri tekçi değil çoklu açıdan açıklar. Bunlar, o milletin millet oluncaya kadar geçirdiği tarihi olaylar, coğrafi ve iktisadi etmenlerdir. Ona göre, bir ferdin karakterini doğuştan getirdiği özü kadar, bir milletin karakterini yaratan da onun soyumuzun özü kadar, o milletin tarihi hareketleri ve içinde yaşadığı coğrafi şartları olduğunu belirtir.[40]Anadolu’da soy, iktisat ve toprak unsurlarının etkisiyle bir millet oluşmuştur. Topçu’nun düşüncesinde milletler, tarihin yaşına sahip içtimai şahsiyetlerdir. Tarihini kendinden koparınca millet yıkılır ve ölür. Bizim milletimiz, Anadolu’nun dokuz yüzyıllık tarihinin yarattığı bütün olaylarının, inançlarının ve mefahirinin, ahlakının, sanatının çocuğudur.[41] Topçu’da Cengiz Han, Timur gibi asker ve devlet adamları kan dökücü, yıkıcı, yok edici gibi çok olumsuz değerlendirmelere maruz kalırlar. Anadolu Türk devletinin başlangıç tarihine de aynı rakamı veren Topçu, bu devletin karakterini şöyle belirginleştirir: Toprak devletindir; fertler onu eşit şartlarda işler, hür olarak faydalanırlar. Merkeziyetçidir. Otoritelidir. Hür bir totalitarizme dayanır.[42] 

Topçu, “ırk” kavramını, genel Türk dünyası için söz konusu eder. Anadolu halkı bir millettir. Anadolu’da yer almayan veya yer almamış olan İbn-i Sina, Farabi gibi Türk tarihinin yetiştirdiği düşünürler “Türk ırkından gelen düşünürler” tasnifine uğrar. Yani, Anadolu dışındaki Türklerle bağlantı, süreklilik, milleti aşan bir bağ olarak “ırk” üzerinden kurulmaktadır.[43] Ona göre, bir millet kurmak için bir soyun çocukları olmak yetmemektedir. Bu mücerret tasavvur, müşahhas realitenin üstünden kayarak dağılıyor. Osmanlı son dönemi düşüncesindeki gibi ırk, genel bir sistem anlamına mündemiçken, Topçu’da da benzer bir kullanım söz konusudur. Şöyle ki; ona göre, Latin kavminin Fransız, İtalyan, İspanyol milletlerini kurmuş olması gibi, Türkler de göçlerle Küçük Asya’da bir millet kurdular. Bu milletin halkını bu toprak yaratmıştır.[44] 

Topçu, Anadolu’daki özgün etnik oluşumu ifadelendirirken Anadolu milleti kavramını kullanır. Bu milletin soy, yani kökenine değinir. Ona göre, “ta milat’tan 3, 4, 5 bin yıl evvelinde Orta Asya’dan gelip Basra Körfezi’yle Karadeniz arasında yerleşenler. Sonra da bin yıl evvelden başlayarak ve birçok yollarla zaman zaman Anadolu’ya gelip eski kavimlerle Etilerin yanında yerleşen Müslüman Türkmenler. Bu gelen Türkmenler, Anadolu’da medeniyetlerini kurmuş olan Etilerin çocuklarıyla kaynaşmışlar, onların tekniklerini temsil etmişlerdir. Orta Asya’da yaşayan Türkmen, göçebe iken bir toprak üzerinde durmuş, köy kurmuş, tüccar iken çiftçi olmuş. Demek ki bugün Anadolu’nun kendi milleti olan çiftçi köylüye, Orta Asya’daki Türkmen’in çocuğu demekten ziyade, Anadolu’da yaşamış olan ve Anadolu’yu kurmuş, ilerletmiş olan kavimlerin çocuğu; Anadolu tarihinin çocuğu demek daha doğru olur.”[45] Fakat, İslam’ın düşünce örüntüsündeki merkezi biçimlendiriciliğine bağlı olarak “Anadolu’nun bizim olan tarihinde” ona yeni bir ruh ve hayat veren İslam ile onu buraya getiren Türk(men) unsurun gelmesiyle başlatmaktadır. Yani bin yıl evvelinden. O, Türkmen’i de İslam’ı da Anadolu’da tanıdığımızı söyler. Türkmenler Anadolu’ya yerleşirken binlerce yıllık tarihe ve zengin medeniyetlere sahip olmuşlardır. Ama İslam’dan evvelki Anadolu insanı bize benzememektedir. Bu sebeple de Anadolu’nun İslam öncesi tarihini yakından benimsemediğimizi belirtir. Buna bağlı olarak da Müslüman Anadolu’nun devam ettirip bize bıraktığı tarihin köklerini, milli tarihimizin ilk temellerini ve başlangıçlarını İslam’dan evvelki Anadolu’da aramak lazımdır.[46] 

Fransız ihtilaliyle, milliyetçiliğin Batı’da şuur kazandığını belirten Topçu, Avrupa’nın en eski milli birlik, vatan ve dil unsurları etrafında teşekkül eden milletinin de Fransız milleti olduğunu söyler. Soy, vatan, ekonomi birlikleri, dil ve din birlikleri, kültür ve ahlak birliği gibi milleti meydana getiren unsurların hepsinin, bütün milletlerde aynı kuvvet ve bütünlükte bulunmadıklarını, hatta bazı milletlerin hayatında bu unsurların bazısına hiç yer verilmediğinin görüldüğünü, velâkin bu unsurların hiçbirinin bulunmadığı yerde milletin de olmadığını dile getirir. Ona göre, bu birlikler ne kadar kuvvetli ise millet o derece kuvvetli olur. Türk milliyetçiliği ekseninde konuyu somutlaştıran Topçu, bizde milletleşme hareketlerinin geçen asrın sonunda doğduğunu iddia edenlere “gafil” olduğunu söylemenin bir hakikati dile getirmek olduğunu belirtir. Topçu’ya göre bizim milletimiz, “Orta Asya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuz yüzyıl önce Anadolu’da kurulmuştur. İlmi adı ‘Anadolu Türkleri Tarihi’ olan bu tarih ve bu millet, Türk ırkından ayrılan Oğuz boylarının Müslüman olarak Anadolu’ya yerleşmeleriyle başlamış oldu.” Göçebe olan Türkmen’in Anadolu’da yerleşik hayata geçtiğini, cenkçi iken çiftçi olduğunu, Şamanlığı bırakarak Müslümanlığı seçtiğini belirterek, dokuz yüzyıldır Anadolu’da yaşayan bu milletin İslam’ın sinesinde yaşayan çiftçi millet olduğunu belirtir. “Anadolu’daki varlığımız da Malazgirt zaferiyle değil Bizans imparatoru Romen Diyojen’e karşı Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın “âlicenaplık ve serapa insanlıktan yapılmış bir ruh abidesi” yaratması olmuştur,” demektedir. Türk milliyetçiliğin şuurunun başlangıcını, Moğollar ile Haçlılara karşı Anadolu Türk kalesinin muhafızlığını yapan Selçuklular bu şuura “ilk ışığını verenler”dir.[47] 

Topçu’da milleti yapan unsurları iki ana ilke etrafında sınıflandırır. Bunlar; soy, iktisat, dil, tarih birliklerini etrafında toplayan “Anadolu vatanı” olan maddi ve diğeri de ruhi unsur olan “İslam dinidir.” Milliyetçilik anlayışının esaslarını şöyle toplar: “1- Millet dini; onun ahlakını, örflerini ve kalbini yoğurmuş, Türk-İslam medeniyetine yön ve kaynak olmuş İslam dinidir. 2- Büyük vatan; Anadolu toprağıdır. 3- Soyumuz; Oğuz çocuklarının, Anadolu’nun dokuz yüzyıllık tarihi içinde bu topraklarda kaynaşmalarla eriyip aslını kaybetmeyen Türk soyudur. 4- Dilimiz; bu ülkede yüzyıllar boyunca devam ede gelen tarihi olgunlaşma içinde varlık kazanan müşahhas ve zengin Türk dilidir. Ferdi isteklerin icadı olan mücerret ve hayatsız dil, milli dil olamaz. 5- Devlet; büyük çoğunluğu köylü olan kütlenin iradesini yaşatan merkeziyetçi, otoriteli ve mesuliyetli devlettir. 6- İktisadi sistemimiz; halkın bütün içtimai ihtiyaçlarını karşılayan ve her ferdi iş ahlakıyla seferber eden, asrın geçer deyimiyle ruhçu sosyalist sistemdir.”[48] 

Topçu, coğrafya ve tarihi milli vücudun ifadesi olarak niteler ve ferdin bunlara sımsıkı bağlı olduğuna hükmeder.[49] Topçu, soyu bir coğrafya üstünde aynı medeniyet seviyesindeki insanların aynı tarihi devirlerde kaynaşmalarından doğan birlikleri ele almak şartıyla, böyle bir soydan insanların aynı bir toprağın mukadderatı ile kaynaşarak bir iktisat hayatı içinde birleşmesinden, en saf demekten korkmayacağımız milletler doğuyor, demektedir. O, mukaddes vatan coğrafyasının, kader birliğinin, iktisat birliğinin yanında “kafasının biçimi ve yüzünün şekli, gözlerinin manası gibi, maddi benzeyişleriyle yaklaşan insanlar” millet denen hakiki insani birliğin içinde toplanıyorlar. Topçu, evlilik yoluyla soyların karışmasına da olumlu gözle bakmaz. Durumu şöyle betimler; “aileye karışan çürütücü unsurlara bakın: Tekerlek, vakur yüzlü, açık alınlı adam, kumral ince benizli, küçük yeşil gözlü kadınla aile kurmuş. Başka soylara bağlanan bu insanlar, bir vazife ve merhamet ocağını mı yakacaklar? Bu yabacı soyların çocuklarının birleşerek ülkü yaratmaları imkânsızdır. Eğer aile bir iktisat, bir terbiye, bir din ve dilek müessesesi ise ve bir geleneğin temellerini kuruyorsa bunu, yabancı soylardan gelme, yabancı menfaatlere bağlı, yabancı gelenek çocuklarının birliğinden beklemek beyhudedir.”[50] Turancıları ırkçılıkla itham eden Topçu, ırkçılığın tezahür ettiği davranış ve düşünüş kalıplarını Anadolu Türk milletinin korunması arkasında benimsemiştir. Bu dışlanan daireye Balkanlardan Kafkaslardan gelen Türkler de dâhildir. Biyolojik ve genetik bir özcülük savunusu söz konusudur. 

Topçu, Turancılığı ırka dayalı bir milliyetçilik addederek eleştirmiştir. Turancıları, milleti nesnel yaşam şartlarından mücerretleştirerek biyolojik ve kültürel açıdan özcü olarak nitelemiştir. Ona göre, “Bu hakikatten gafil olan memleket çocuğu, zaman zaman soydan ve vatandan ayrı İslamcılık, yine vatan toprağından kaçan Turancılık gibi bedenden ve kalpten ayrılmış sevdalar peşinde koşmaktan yorulmuş, aldanmış ve memleket mukadderatını her biri bir devirde aldatmıştır. İslamcılar, bu memleket çocuğunu yetiştiren emek ve toprağın hakkını inkâr ettiler… Turancılara gelince, bu ülkünün daha hareket noktası çürüktü: Turancılar, soyu milletle karıştırıyorlardı. Hakikatte yalnız bir Cermen milleti, İslav milleti, olmadığı gibi bir Turan milleti de olamazdı. Turandan birçok milletler ayrılmış, Türk kavimlerinin birçoğu da henüz millet kurmamışlardı. Turancılar, millet kurmamış olan soydaşlarımızla birleşerek aynı isimde, yani soyun adını taşıyan bir millet yapmak istiyorlardı.” İslam’la birlikte bir millet olduğumuzu özellikle vurgulayan Topçu, Türkistan toplumlarının niye bir millet olamadığı noktasında açıklama getirmez. 

İslam merkezli ve bu belirleyici etkenden hareket edecek olursak, Türkistan’da güçlü bir İslam geleneği olduğu, Topçu tarafından göz ardı edilmektedir. Oysa Türklerin Müslüman olmasıyla Kaşani, Teftazani, Fezdevai, Henrevi, Semerkandi gibi hukukçuların; İslam fıkhının en başında gelen Ebu Hanife’nin; Buhari, Müslim gibi hadis âlimlerinin; Necmüddin-i Kübra gibi tefsircilerin; Farabi, İbni Sina gibi felsefecilerin vb. büyük âlim ve düşünürlerin ayrıca pek çok kahraman savaşçının varlığından övgüyle bahseder.[51] Bununla birlikte, yakın dönemde Kuzey Türklerindeki İslam düşüncesinin geldiği durum dikkate alındığında, Topçu’da Turan algılayışı tarihsel ve toplumsal gerçeklikten kopuk bir tasavvura sahiptir.[52] Topçu düşüncesinde, İslam’ın Türk milletleşmesindeki işlevselliği paradoksal bir konumda bulunmaktadır. 

Topçu, Turancılığın, davacıları farkında olsun olmasın, milliyetçilik davamızın tezi değil anti tezi olmuştur, yargısını dile getirir. O, Turancılığın, Araplaşma ve Acemleşme cereyanına körü körüne kendini kaptıran cemiyeti, sözde kendine getirmek için bir hareket olmak istediğini söyler. Turancıları, millet şuurunu yeniden kazanmak için, Türk ırkından yeni bir millet çıkaran Anadolu’nun tarihini ve toprağını gözden uzaklaştırarak yerine mevhum bir Turan ülkesini ikame etmekle tenkit eder. Böylece, onları bugünkü kültür ve iman buhranımızın ilk mesulleri olarak suçlar.[53] Bir yazısında[54] da Turancıları “ırkçı Turancılar” ve “kültür Turancıları” olarak tasnifler. İstihzalı bir tarzda yaklaştığı bu konuya “yakın bir devrin milliyetçiliği ya ırkçılık ya da varlığımızın dışında kalan bir kültürle, ülkenin hasreti idi” demektedir. Irkçı Turancıların devamı, aşağı canlılara özel biyolojik bir davanın güdücüleri oldu. Kültür Turancıları, zevklerimizle ideallerimizden örülen milli kültürümüzün köklerini Orta Asya’da geçen göçebe hayatın örflerine irca etmek istediler. Topçu, bunlara karşı; “ecdadın tertemiz ve yaratıcı ruhuna varis olmak şerefini elbette değerlendireceğiz” demektedir. 

Topçu, Turancılık konusuna genellikle “İttihat ve Terakki çetesinin propagandacısı” olarak adlandırdığı Ziya Gökalp’in tenkidi esnasında eğilmektedir. Gökalp’i son nesillerin ideal yaratmaktan aciz, bitkin ruhun mesullerinden kabul eder. “Onun ideal yaptığı Turan hayali” der, Topçu; “muhtevası olmadığından, kalbimizle kafamızdan kuvvet dileyen, ferde fedakârlıklar teklif eden gerçek meseleler bulunmadığı için, çocuk rüyası halinde zihinlere sunularak sade muhayyile macerası halinde kalmış bir davadır.”[55] Topçu, onun, toprak birliğini millet yapıcı bir değer olarak kabul etmediğini, bir hukuk sistemi yaşatan ve dilek birliği içinde yaşayan İsviçre’nin bir millet olduğuna, nedense inanmadığını belirtir. Bununla birlikte Gökalp, Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran, Harzem ülkesinde dağınık yaşayan Oğuzların tek bir millet olduklarını sandığını söyler.[56] Topçu, Gökalp’i bu görüşlerinden dolayı tenkid eder. Ona göre, en hayati menfaat ve alakaların, ruhu ve maddeyi kuvvetlendiren ve bağlayıcı olan ve ancak bir ülke, bir vatan coğrafyası üstünde mümkün olan “sürekli münasebet” meselesi gibi en esaslı bir olayın inkârına varan bu görüşün gerçekle bir ilgisi yoktur. Topçu, örneklerle görüşünü destekler, aynı dili konuşan İngilizlerle Amerikalılar niçin bir millet değildirler? Niçin din ve ahlakını, hatta biraz dillerini ve kültürlerini benimsediğimiz Araplarla bir millet olmadık? Gökalp hayalci idi, gerçeği tanımıyordu. İnsanın yaşayışında o kadar kuvvetle hâkim olan vatan kıymetinin ve iktisadi değerlerin gözünde yeri yoktu. Cemiyet olaylarının doğuşunda sebep olma rolünü bu unsurlara vermedi.[57] 

Topçu, Gökalp’in Turancılık davasını ortaya attığı zaman bu hareketi ümmetçilikten milliyetçiliğe geçiş olarak adlandırdığını, bunun arkasında da aslında din adamlarının cahilliklerine ve taassuplarına bir tepkinin olduğunu söyler. Fakat bunu “ruhçu milliyetçilikten maddeci milliyetçiliğe” geçişte ilk adım olarak değerlendirir. Topçu’ya göre, Ziya Gökalp softalarının öteden beri Türkiye’de ilk milliyetçilik hareketi diye adlandırdıkları Turancılık, gerçeği aranırsa son asırlarda içinden zayıflatılan büyük milli ruhun, Anadolu’nun toprağında kendi kendini inkâr etmesi gibi bir sapıklık, olarak görür. Turancıların Anadolu’da bugünkü ruhumuzu kazanmadan önce Orta Asya’da bağlandığımız geleneklere ve soy esasına dayanan bir milliyetçilik iddiasını yaşattıklarını, Anadoluculuğun gerçekçi ve ruhçu milliyetçiliğine, maddeci ve ütopist bir milliyetçiliği koydukları için itiraz eder. [58] Topçu, “Ömer Seyfettin gibi Turancı bir yazarın bile ölmeyecek hikâyeleri İslam’ın ruh ve ahlakından kuvvet ve hayat alanlarıdır” diyerek bir yargıda bulunması, Turancıların İslam’ı olumsuzladıkları gibi bir intiba uyandırmaktadır.[59] 

Topçu, kültürde maddi koşulların belirleyiciliğini önceler ve manevi değerlerin bu koşullarca yaratılıp biçimlendirildiğini belirtir. Milletlerin kültürünün, maddi yapılarına ve yaşadıkları coğrafyaya ne kadar uygun olduğuna vurgu yaparak Cermen milli birliğinde iktisadın bu milletin mefkûresinde maddi değerler yaratması; İslavların harpçi, yıkıcı, ahlaki açıdan geri oluşları; Hintlinin metafizik ve din gücüyle gıdalanan hayal gücünün tabiatın yarattığı; eski Çinlinin ve Anadolu köylüsünün büyük bir hikmet ve ahlak geleneğine sahip oluşu, tamamen üstünde yer aldıkları coğrafyanın bir sonucuydu. Turancılık, milletin “ilk hakikatleri” diyebileceğimiz bu unsurları inkâr etmekle en büyük gaflete düşmüştür ve neslin gözünü hakikatten hayale çevirmiş, bir devri oyalamıştır.[60] Ona göre kültür, ruhidir ve her cemiyetin kendi malıdır, bizzat kendinin meydana koyduğu eseridir. Millet, kültürü teşkil eden bu değerlerin üstünde yaşar.[61] Topçu, “milli kültürümüzü ırkımızın, tarihimizin mayasıyla yoğurmaya, dinimizin ruhiyle doldurmaya ve vatan topraklarında beslemeye mecburuz,” der. Buradaki ve zaman zaman başka konularda da Topçu’nun sarf ettiği “ırkımızın” ifadesiyle kültürel yapının teşekkülünde, Orta Asya bağlantısının toptan bir reddinin söz konusu olmadığı sonucu çıkarılabilir. 

Sonuç olarak Topçu, milliyetçi, muhafazakâr ve “Rönesans” vurgusundan dolayı inkılâpçı bir zihniyete sahiptir. Türk milliyetçiliği yaklaşımı genel olarak fikri açıdan iktidar kurmuş olan yaklaşımlardan farklı bir yapıdadır. Bu sebeple, özgün bir milliyetçilik yorumuna sahiptir. Anadolucu milliyetçilik akımının en sistematik ve mistik karakteri Topçu’da mündemiçtir. Anadolucu milliyetçiliğin diğer milliyetçilik yaklaşımlarından bariz farklılığını, tarihe bakış açısındaki radikal farklılık oluşturur. Tarihteki bu kırılma, milliyetçiliğin epistemolojik farklılığını da beraberinde getirmiştir. Orta Asya ile olan bağ, sadece aynı soy veya ırk olmaktan ibarettir. Türk milleti Anadolu’ya gelince millet olmuştur. Yani, “Türk milleti” teşekkül etmiştir. Böylece, Orta Asya’yla bağlar kopmuş ve bambaşka bir tarihsel, kültürel, toplumsal ve iktisadi yapı ortaya çıkmıştır. Turancılığa şiddetle karşıdır. Turancılık konusundaki doğrudan görüşleri büyük ölçüde Ziya Gökalp’i tenkitlerinde gözlemlenebilmektedir. Her vesile ile Gökalp’e, onun şahsında Turancılığa yönelttiği tenkitin sebebi, Gökalp’in Türk düşüncesindeki ve siyasi yapı üzerinde var olduğunu kabul ettiği etkisi belirtilebilir. Bu sebeple pek çok olumsuzluğun sorumlusu olarak Gökalp’i görür. Mesela, milliyetçiliğin ruh yapısını Gökalp’in maddeleştirdiğini düşünür. 

Seküler, konformist, bağımlı bir milliyetçilik düşüncesini reddeder. İslami, felsefi ve isyankâr karaktere sahiptir. Tarih yaklaşımıyla da egemen Türk milliyetçilik hareketinden radikal diyebileceğimiz bir biçimde farklılaşır. Anadolucu akım, genel olarak tarih konusunda bir kırılma noktası sergilerken, Topçu’da bu kırılma daha sistematik ve mistik bir karaktere, tutuma bürünür. Dil, dilek, din, soy, vatan ve emeğin vazgeçilmez işlevsel ve yapısal bütünlük arz ettiği bir olgu olarak “millet” gerçekliği, ruhi bir değer olarak alırken bunun toprak, insan ve iktisat gibi maddi unsurlarla var olduğunu düşünür. Milletleşmenin her devlet ve toplumda farklı bir ana unsur ve değerler üzerinde teşekkül ettiğini belirtirken Türk milletleşmesinin bin yıllık tarihinden söz eder. Anadolu Türk Milleti, Orta Asya’daki Türk soyundan çıkarak Anadolu’ya gelmiş; burayı Müslümanlaştırmış, göçebelikten yerleşikliğe geçmiş, buradaki yerli halklardan olan Etilerle karışmış ve yeni Anadolu Müslüman Türk Milleti tekevvün etmiştir. Etilerle kurduğu bağıntı sebebiyle Türk Tarih Tezi olan resmi görüşle de kesişen referans noktası mevcuttur. Topçu’nun millet yaklaşımının merkezi konumundaki “coğrafya”nın şartlarına kendini uyumlaştırarak özgün kültürü meydana gelmiştir. Türk Milleti’nin en önemli cüzü; “milli coğrafya Anadolu”dur. Coğrafya ve ırk arasında parçalanmaz bir mütekabiliyet ilişkisi mevcuttur. Irk, coğrafyadan bağımsız biçimlenemez. Bu sebeple, Anadolu ve Orta Asya Türkleri farklı ırk olarak kategorize edilmiştir. Ayrıca, Milliyetçilik tartışmalarının Osmanlıdan itibaren ki, ana temalarından olan Cengiz Han-Timur gibi şahsiyetlerin Türk tarihindeki yerinin olumlanması-olumsuzlanması sorunu Topçu’da da kendini göstermektedir. Topçu, bu iki şahsiyeti kan dökücü, yıkıcı, yok edici olarak tanımlar. 

 

 “Türk Milliyetçiliği ve Batılılaşma” [62]      

Anadolucu milliyetçiliğin güçlü ismi Nurettin Topçu mektebinin bünyesindeki Dergâh yayınlarından “Hareket Kitapları” serisi olarak çıkan ve ilk baskısı 1975 yılında yapılan bu kitap, hareketin fikri fotoğrafını çekebilmek için önemli bir yayındır. Burada, Anadoluculuğun temel karakteristikleri ve Turancılığa bakış açıları açık ve net bir biçimde görülebilmektedir. Özellikle yazarı belli olmayan ve otuz sayfa tutan “önsöz”, bu araştırmada kullanılabilecek değerli bilgiler içermektedir.      

“Milleti, Allah’a yönelen irademizin dinlendiği duraklardan biri olarak görüyoruz” diyerek başlayan kitap, felsefi-mistik bir yorumlama yapar. Milliyetçiliği emek birliği, soy birliği, toprak birliği, dil birliği, dilek, kültür ve tarih birliklerinin bütünü olarak değerlendirir ve bu unsurlardan yalnızca birine veya ikisine değinerek diğerlerini ihmal eden yaklaşımları “ilim ve zekâ komisyonculuğu” olarak niteler. Bu eksende de millet, milli tarih, devlet, vatan, iktisat, insan, kültür ve medeniyeti tek tek açıklayarak kendi milliyetçilik anlayışlarının çerçevesi çizilir. “Millet de insan gibidir; bir vücudu ve ruhu vardır. Bu vücudun uzuvları; coğrafya yani vatan, soy, tarih birliği ve emek (iktisat)tir. Ruhu ise; dini, dili ve kültürüdür. Her milletin oluşumu, tarihin derinliklerinden bugüne kadar uzanan hadiselerin eseridir,”[63] açıklamalarıyla milliyetçilikten ne anladıklarını ortaya koymaktadır.      

Önsöz’de, Türk milliyetçiliğinin doğuşunu Batı etkisine göre açıklayan düşünceler reddedilmekte ve bunun büyük bir yanlış olduğu üzerinde durulmaktadır. Türk milliyetçiliğinin doğuşu olgusunu açıklamak üzere batı ve doğu toplumlarının sınıf yapısına dayanan toplumsal gelişimleri genel bir değerlendirmeyle ele alınmaktadır. Buna bağlı olarak da, millet oluşumuzu Tanzimat ve Milli Mücadeleyle başlatanlara, ağır ithamlarda bulunulmaktadır. Kitaba göre, “bizim tarihi tekâmülümüzü ve toplum yapımızı Batı toplumları ile aynı çerçeve içinde mütalaa edenler, cahiller değilse, tarihimize ve milletimize ihanet edenlerdir” denmektedir. Kendi milliyetçilik anlayışlarına ise, Türk-İslam senteziyle bir açıklama getirmeye çalışmaktadırlar. Uzun göçlerle Anadolu’ya gelen göçebe Türkmenler burada yerleşik hayata geçmişler ve İslam’la da yeni bir ruh, nizam oluşturmuşlardır. Orta Asya’dan getirdikleri töresi, cesareti, kahramanlığı, devlet kurabilme kabiliyetlerini bu topraklarda İslam’la yeni bir birleşim ortaya koymuşlardır. Bizans’ın feodal yapısını yıkmış, yerine İslam’dan aldıkları hukuk, ahlak, iktisat düzenini kurmuşlardır. Sınıf farklarının meydana gelmediği Müslüman Anadolu coğrafyasında, İslam’ın ruhuna dayanan bir milli devlet kurulmuş ve bir millet hayatiyet kazanmıştır. Batı’da milletler 19. asırda kurulurken biz asırlar önce kurmuştuk.[64] Orta Asya’dan getirilen dünyevi niteliklerin üstüne Anadolu’da İslam’la bir birleşim sağlanmış; bu da özgün bir toplumsal-kültürel yapı meydana getirmiştir. Bu yeni sosyo-kültürel yapının yapı taşı ise İslam’dır. Kitapta, Anadolu’da ki varlığın bütün özgünlüğü İslam’a bağlanmaktadır. Diğer unsurların yeri ve işlevi bu olguya bağlı olarak konumlanmaktadır.      

Milli tarih bölümünde, Anadolucu milliyetçiliğin genel karakterini teşkil eden tarih konusundaki görüşler bütün vuzuhuyla tespit edilebilmektedir. “Biz milli tarih derken, bütün bir ırkın tarihini değil, milletimizin tarihini kastediyoruz,” denmekte; milli tarih, milli coğrafya ile özdeşleştirilmektedir. “ ‘Türk tarihi’ deyince, bizim tarihimizle, Azerbaycan’da, Irak’ta, İran’da, Hindistan’da, Türkistan’da, Moğolistan’da, Çin’de devlet ve hükümet kuran bütün Türk kavmine mensup milletlerin tarihleri anlaşılır.” Bundan dolayı, bu isim hassaten bizim milli tarihimizin ismi olamaz, denilmektedir. Anadolu’ya göç ederek vatan edinen Türkler, bu topraklarda ayrı bir devlet ve medeniyet vücuda getirdiler. Selçuklu Devleti’nin yıkılışından sonraki beylikler devri, Osmanlı’nın milli birliği kuruncaya kadar sürmüş, sonrasında ise Anadolu insanının cihangirliği başlayarak üç kıtada hüküm sürmüştür. Bu sebeple, “Osmanlı devrinde kıtalar, ülkeler fetheden, Rumeli’ye geçen Anadolu Türkleridir. O halde milli tarihimiz; ‘Türkiye tarihi’ veya ‘Anadolu Türkleri Tarihi’ olarak adlandırılabilir.”[65] Görüldüğü gibi, “Türk tarihi” ve “milli” kavramlarının taşıdığı içerikler yeniden bir formatlamaya tabi tutulmuştur. Birinci cümlede ırkın tarihi değil derken, Türk dünyası bir bütün halinde bir “ırk” olarak tahayyül edilmekte ve bu perspektif düşünceye egemen olmaktadır. Millet, ırkın bir cüzü olarak kodlanmaktadır. Tek, bütün, blok bir Türk Milleti değil, Türk milletleri anlayışı hâkimdir. Böylece, coğrafya zemininde bir tanım sınırlaması tarihsel, kültürel tanımlamanın önüne geçmektedir. Anadolu Türk milleti diğer Türk milletlerinden farklı bir kültür ve medeniyet oluşturmuştur.      

Bu tarihle kastedilen, Türkmenlerin Anadolu’ya gelişlerinden günümüze kadarki tarih kastedilmektedir. “Milli tarihimiz aynı zamanda Müslüman Anadolu’nun tarihidir. Milletimiz; Anadolu Türk milletidir. Ne gelişigüzel Müslümanların bir kısmı bir millet adı altında birleştirilir, ne de bütün bir ırkın gücü yalnız bir milletin hayatına mal edilebilinir.” Düşünceler açık ve nettir. Bununla birlikte Anadoluculuğu, geçmiş medeniyet ve ırkların halitası sananlara da bir uyarı yapılmaktadır. Buna göre, “davayı bir Anadolu ırkçılığı zannedenler de aldanmaktadır. Biz, bu topraklar üstünde gelip geçen ırk ve medeniyetlerin bir halitasını yapmıyoruz. Geçmiş topluluklardan yaşayan milletimize pek çok miras kalmış olabilir. Fakat bu topraklarda esasen bizim olan, Müslüman Anadolu’dur; tarihidir, insanıdır. Anadolu, Müslüman Türkmen’e bir coğrafya ve iklim sunuyor, bu topraklar ise yeni bir millete ve medeniyete beşik oluyordu. Türkmen’in sahip olduğu töre ve devlet kuruculuk vasfına bu ülkede bir millet olmanın ruhu da veriliyordu.” Türk ırkının tarih sahnesinde meydana getirdiği muhtelif devlet ve milletlere aynı ismi vermek ve hepsini tek bir milletmiş gibi göstermek tarihi gerçeklere de aykırı düşer. Buna göre, “Anadolu Türkleri, tarihleri boyunca yekdiğerleriyle (mesela İran ve Azerbaycan Türkleriyle) daima mücadele etmişlerdir. Bu mücadeleler ve tarihi oluşum içinde vücut bulan kültürler, birbirinden ayrı milletleri oluşturmuştur. Aynı tarihi kaderi yaşamayan insanlar nasıl bir milletin fertleri olabilirlerdi? İslam’ın bayraktarlığını elinden bırakmayan Anadolu Türk’ünün kaderiyle; barbar ve kültürsüz, medeniyet yağmacısı Timur’un askerleri nasıl aynı milletin fertleri olabilirdi? Daima İran şahına ve onun yaşattığı hüviyete bağlı kalanlarla bir millet beraberliği meydana getirilemeyeceği kesindi.” Anadolu’nun hudutları Selçuklu ailesinin Anadolu’da hükümran olduğu zaman çizilmiştir, diyen yazar, milletimizin adı Anadolu Türk Milleti’dir, demektedir.[66] Anadolu Türk Milleti’ni diğer Türk topluluklarından ayıran farklılıklar tarihsel bir zeminde yorumlanmakta ve Anadolu’nun özgünlüğü temelinde diğer Türklere reddiye yazılmaktadır. Doğu Türklüğüyle yapılan siyasi hâkimiyet savaşları kültürel farklılığın temellendirilmesi için bir araç olarak kullanılmaktadır.      

Anadolu’ya Orta Asya’dan göçle gelenler Anadolucular tarafından tamamen Türkmen kabul edilmekte, Kıpçak, Uygur vs. Türk unsurlar ihmal edilmektedir. Türkmen’in kabul edilen vasfı da Müslüman, sunni, Anadolu’da yaşayanıdır. Tarihsel sınırlar kabul edilmemekte; sadece Misak-i Milli sınırları dâhilinde bir Türkmen ve millet varlığı onanmaktadır. Bundan dolayı, İran Türkleri mezhep farklılığı dolayısıyla dışlanırken Anadolu Alevilerinin konumu göz ardı edilmektedir. Böylece, homojen bir dini yapının varlığı kabul edilmektedir. Osmanlı Türkçüleri ile diğer ideoloji mensupları arasıdaki başat tarihi tartışma konusu olan Cengiz, Tatar, Timur tartışması burada da tezahür etmektedir. Timur barbar, medeniyet düşmanı olarak gösterilmektedir. Bununla birlikte kendilerini “İslam’ın bayraktarlığını yapan Anadolu Türkleri” olarak tanımlamaktadırlar. “Biz” ve “onlar” kategorileştirmesi tasavvur edilirken Anadolu Türklüğü bütün olumlu niteliklere sahip; öteki Türkler ise olumsuz sıfatlara sahip bir tahayyül söz konusudur. Böylece Buhara, Semerkand gibi İslam medeniyeti merkezleri, İmam Rabbani, Ahmet Yesevi, vs. nice Anadolu’nun İslamlaşmasına da önderlik eden Kudema yok sayılmaktadır. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında çok büyük paya sahip olan Ahmet Yesevi’nin türbesini yaptıracak kadar İslam’a bağlılığı bilinen bir zat olarak Timur’a ve şahsında Türkistan’a yöneltilen suçlama ve ithamlar, Anadolucu milliyetçiliğin tarih kurgusunun zayıflığını göstermektedir.      

Hareket’in devlet algısı da tarihi ve mistik yapıya uygun bir vasıfta görülmektedir. Devlet, “muayyen topraklar üzerinde hâkimiyetle yaşayan insanların meydana getirdiği manevi birliktir. Millet varlığının şuuru demektir. Millet iradesinin gözüktüğü yerdir… Devlet, kütleleşmek ve kütleye ruh kazandırmaktır.”[67]      

“Milli coğrafyaya vatan denir. Bir milletin kazandığı esaslı bir realitedir. Coğrafya veya toprak, milli realitenin belkemiğidir. İktisat ve kültür onun üstünde, onun ihtiyaç ve kabiliyetine göre işlenir. Toprak, milletleri karakterlendirir. Milletin en yakın mülküdür. Toprak realitesi ırkları yeni kalıp ve şekillere döker, yeni bir sentez doğurur. Vatansız kavimler kültür ve medeniyet kuramazlar. Türk-İslam medeniyeti bu topraklar üzerinde vücud bulmuştur… İslam’ın güneşi Türkmen’in eliyle bu ülkede yeni bir hayata ışık oldu. İslam olmadan evvelki Anadolu, bize benzemiyordu. İslam onun ruhunu değiştirdi.”[68] Millet olmanın merkezi belirleyicisi olarak vatan ve din en başat öğe olarak görülmektedir. Bu iki unsur, Anadolu Türklerini öteki Türklerden de ayıran en muteberiz vasfıdır. Irkların coğrafyayla millet olduğu görüşü işlenir. “Türk-İslam medeniyeti bu topraklarda vücud bulmuştur” ifadesi ile alışıla gelinenin aksine Türk dünyasını ihmal etmektedir. Yazar bu bölümde, menşe araştırıcısı ırk teorisini; manevi kaynaşma, hakka ve millete hizmet ve fedakârlık iradesiyle bertaraf eden Anadolucular, ırk davasının şuursuzluğuna ve hayatsızlığına inanırlar”[69] diyerek bir duruş benimserler. Fakat burada “ırk”ın milli tarih bölümündeki “ırk” kullanışından farklı bir mahiyette yer almaktadır. Orada ırk geniş bir millet, ikincisinde ise biyolojik ve “gen”i niteler bir anlamda kullanılmaktadır.      

Türklerin Orta Asya’da ki toplumsal yaşam biçimlerinin tipik bir özelliği olarak göçebelik, Anadolucularda farklı bir kültür ve medeniyette konumlanmanın yeterli bir sebebidir. Çünkü “göçebe, bulunduğu muhitle anlaşmaya, birleşmeye vakit kalmadan gelip, giden seyyah gibidir. Muhiti ve kendi üzerinde düşünmeğe, derinleşmeğe pek imkân bulamaz. Kültür vücuda getirmez, medeniyet kuramaz.”[70] Bu minvalde de genellikle Anadolu öncesi Türkler, göçebe ve medeniyetsiz olarak tasvir edilirken; Ahmet Yesevi gibi Anadolu’da çok etkin bir konumda bulunan bir şahsiyetin de örnek gösterilmesi zaman ve zemin olgularının kavranışındaki anakronik durumu göstermektedir. Burada zeminden soyutlanmış tarih yaklaşımı vardır. Zemin reddedilmekte fakat edimciler kabul edilmektedir. Bütüncül bir tarihi yaklaşımdan yoksunluk çelişkileri de beraberinde getirmektedir.      

Kitabın Ezel Erverdi tarafından yazılan “Türk Milliyetçiliği Üzerine” adlı bölümünde millet tanımı; “mazide başlayan, halde devam eden, geleceğe uzanan din, tarih, dil, soy, toprak, kültür, emek ve iktisat birliğine dayanan canlı bir organizmadır. “Millet bir realite milliyetçilik bir ideal” olarak yapmaktadır. Erverdi de, yukarıda vurgulandığı üzere Batı’ya bağımlı olarak yapılan millet ve milliyetçilik tanımlamalarını ve açıklamalarını reddetmekte ve benzer minvalde yorumlarda bulunmaktadır. Batı’da millet oluşumu burjuvaya bağlanmakta; bizim millet oluşumuz İslamiyet ile açıklanmaktadır. Batı’da milliyetçilik XVIII. asrın sonlarından itibaren kuvvetlenen burjuvazinin idealizmi şeklinde oraya çıkarken, Türklerin göçebelikten kurtulup, toprağa yerleşmesi ve bir millet haline gelmesinde başlıca amil olarak İslamiyet gösterilmektedir. Ayrıca, kendi milliyetçiliklerinin mevcut düzene ıslahatçı değil inkılâpçı açıdan yaklaştığını, anti-emperyalist ve anti-batıcı olduğunu vurgulamaktadır. Şahsiyetçilik, cemaatçilik ve devletçilik, onun hususiyetlerindendir ve hedefi de Anadolu toprağında İslam’ı yeniden yaşatmaktır.[71]      

Kitapta Turancılığa ilişkin tek değini, Ahmet Debbağoğlu’nun yazdığı “Türkiye’nin Dış Siyaset ve Savunmasında Batılılaşma” adlı bölümdedir. Yazara göre, “Osmanlı ülkesinde Turancılık iddia etmekle devlet temellerine dinamit koymak arasında bir fark yoktu. Ve öyle de oldu. Sonunda, Ortadoğu elden gitti, Almanya yenildi, Osmanlı Devleti yıkıldı.” Turancılık, çok olumsuz bir intiba olarak anılmaktadır. Osmanlının yıkılış müsebbibi olarak lanse edilmektedir. Son olarak, dış politikada NATO-AB-ABD-İslam dünyası politikaları ele alınırken Türk dünyası konu edinilmemekte ve sadece dolaylı olarak Müslümanlar kategorisinde Time dergisi vesilesiyle SSCB’nin olumsuz bir şekilde değerlendirilmesi sırasında geçmektedir.[72] 

 

Sonuç 

İlk dönem milliyetçilik tarihi olarak tasnifleyebileceğimiz Tanzimat ile başlayan çalışmalar etkisindeki milliyetçiliğin Turancılık ile olan bağlantısı, Batı’daki Türkoloji çalışmalarının dolaylı etkisinde bir durum arz eder. Çünkü Batı’da Türk dili ve tarihi araştırmaları tarihsel perspektifte kökleri Asya’ya uzanan bir araştırma retoriği çizmiştir. Bu retorikten etkilenen veya uyarlama tarih ve dil disiplinleri doğrudan Türklerin kökü gibi bir sorunu da bilinçsiz bir şekilde Türkçülüğün gündemine sokmuştur. Başka bir deyişle olumsuzlanan bir kavram olarak “Türk”’ünde kökü Orta Asya’ya uzanan bir medeniyetin sahibi olarak Osmanlıya kadar uzanan bir sürekliliğin varlığı söz konusudur. Yani bütün Türklük farklı mekânlarda ömür sürmesine rağmen dil ve tarih gibi kültürel zeminlerde ortaklıkları işlevsel bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. 

Modern Türk milliyetçiliği, ortaya çıkışında Turancılıkla özdeş bir karakter gösterir. Fakat zamanla düşünsel ve siyasal alanda ki değişme bu iki tanımlamayı da farklı karşılıklara gelecek şekilde yeniden formatlamaya başlamıştır. Cumhuriyet ise Turancılık ve Türk milliyetçiliği arasındaki farkı belirginleştirmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi sınırları sabit bir milli devlet olarak kurulması, bu siyasi sınırların aynı zamanda fikri ve kültürel ilgi alanlarının da sınırlarının çizilmesinde etkili olmuştur. Turancılık, Yeni Türk Devleti’nde resmi politika nezdinde olumsuzlanmıştır. Bu durum Turancı ve Anadolucu-Türkiyeci Türk Milliyetçiliği arasındaki farklılığın tezahür ettiği bir gerilim hattıdır da aynı zamanda. Anadolucu Türk milliyetçiliğinin Turancılığı reddetmesi, aynı zamanda milletin tanımlanmasından tarihin yorumlanmasına kadar milliyetçiliğin, bir dizi önemli unsuru konusunda da derin farklılaşmalara kaynaklık etmiştir. 

—————————————————

 

[1] Bkz: Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1999, Ülken yayınları, s. 477.

[2] Köksal Alver, “Anadoluculuk ve Hilmi Ziya Ülken”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 1, s. 137.

[3] Ülken, a.g.e., s. 477-478.

[4] Ülken, a.g.e., s. 477-478.

[5] Öğün, S.S., Mukayeseli Sosyal Teori ve Tarih Bağlamında Milliyetçilik, İstanbul, Alfa Yayıncılık, 2000.

  1. 130.

[6] Ülken, a.g.e., s. 480.

[7] Ülken, a.g.e., s. 480.

[8] Bu görüşler için bkz: Ülken, a.g.e., s. 481.

[9] Çalık, M., Siyasi Kültür ve Sosyolojinin Bazı Kavramları Açısından MHP Hareketi –Kaynakları ve Gelişimi- 1965-1980, 2. Baskı, Ankara, Cedit Neşriyat, 1995, s. 106.

[10] Bkz: Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, (Yay. Hazlar) Ezel Erverdi-İsmail Kara, 5. Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999, s. 110.

[11] Remzi O. Arık’ın hayatı, fikirleri mücadelesi ile ilgili geniş bilgi için bkz: H. Rıdvan Çongur, Profesör Remzi Oğuz Arık, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001; Ziya Bakırcıoğlu, Remzi Oğuz Arık’ın Fikir Dünyası, 1. Baskı, İstanbul, Dergah Yayınları, 2000; ayrıca Anadolucu karakterinin vurgulandığı görüşler için bkz: Ülken, a.g.e., s. 485-487; Nurettin Topçu, Millet Mistikleri, İstanbul, Dergah yayınları, 2001, s. 68-82 

[12] Remzi Oğuz Arık, Türk Milliyetçiliği, 2. Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1992, 217 s. İlk baskısı 1969 yılında aynı yayınevince yapılmıştır. Konuyla ilgili makaleleri ve söyleşileri toplanmıştır.

[13] Arık, a.g.e., s. 16.

[14] Arık, a.g.e., s. 51.

[15] Arık, a.g.e., s. 51.

[16] Bkz: Arık, a.g.e., s. 55.

[17] Arık, a.g.e., s. 58.

[18] Arık, a.g.e, s. 59.

[19] Arık, a.g.e., s. 65.

[20] Arık, a.g.e., s. 67-68.

[21] Arık, a.g.e. s. 166-169.

[22] Arık, a.g.e., s. 174-175.

[23] Arık, a.g.e., s. 68-70.

[24] Arık, a.g.e., s. 162.

[25] Arık, a.g.e., s. 131; 136-140.

[26] Arık, a.g.e., s. 180-181.

[27] Baran Dural, Başkaldırı ve Uyum, İstanbul, Birharf, 2005, s. 126-127; “Nurettin Topçu”, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=762

[28] Baran, a.g.e., s. 128

[29] Baran, a.g.e., 129

[30]Topçu’nun biyografisi için bkz: Baran Dural, Başkaldırı ve Uyum, İstanbul, Birharf, 2005, s. 125-135; Lütfi Şehsuvaroğlu, Nurettin Topçu, 2000, İstanbul, Alternatif yayınları.

[31] Topçu’ya etkisinin bariz olarak gözlemlenebildiği yazıları için bkz: Topçu (2001a), a.g.e., s. 68-82. 

[32] Nurettin Topçu’nun sosyalizmle ilgili yetkin bir çözümleme için bkz: Fırat Mollaer, Anadolu Sosyalizmine Bir Katkı, Nurettin Topçu Üzerine Yazılar, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2007.

[33] Süleyman Seyfi Öğün, Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, İstanbul, Dergah Yayınları,

1992.

[34] Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali, İstanbul, Birikim, 1998

[35] Dural, a.g.e.

[36] Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, (Haz.) Ezel Erverdi-İsmail Kara, 5. Baskı, İstanbul: Dergah Yayınları, 1999,  s. 54.

[37] “Anadolu” ve “vatan” anlayışının tezahür ettiği yazılarından bazıları için bkz: Topçu, a.g.e., içinde, “Vatan Haritası”, “Anadolu’nun Çilesi”, “Vatanın Atisi”, s. 256-270

[38] Nurettin Topçu’nun felsefi görüşleri için bkz: İsyan Ahlakı, (Çev.) Mustafa Kök-Musa Doğan, 4. Baskı, İstanbul, Dergah Yayınları, 2006a; Topçu, Var Olmak, 5. Baskı, İstanbul, Dergah Yayınları, 2006b, Topçu (1999) a.g.e.

[39] Topçu’nun maarifle ilgili görüşlerini toplu bir şekilde şu eserine bkz: Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, İstanbul, Dergâh Yayınları, (Haz.) Ezel Erverdi-İsmail Kara, 1998. Aynı yerde, s. 42. Topçu’nun “Rönesans”la ilgili görüşleri için bkz: Topçu (1999), a.g.e., s. 73–107.

[40] Topçu (1999), a.g.e., s. 110.

[41] Topçu (1999), a.g.e., s. 142. İradenin Davası, Devlet ve Demokrasi, (Haz.) Ezel Erverdi-İsmail Kara, 2. Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2004.

[42] Nurettin Topçu, Büyük Fetih, (Haz.) Ezel Erverdi-İsmail Kara, 4. Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2003, s. 12–19. Ayrıca Topçu’nun devletile ilgili görüşlerinin yer aldığı eseri, Topçu (2004).

[43] Bkz: Topçu (1999), s. 92

[44] Topçu (1999), a.g.e., s. 134. Topçu’ya göre, Etilerin üstün yetenekleri, kültürleri ve soyları barbar Yunanlılar ve Romalılar tarafında bozulmuştur. Türkmenlerle birlikte yeni bir millet bu zemin üzerinde tekevvün etmiştir. Bkz: a.g.e., s.137-139.

[45] Topçu (1999), a.g.e., s. 110–111; Eti’lerle ilgili olarak ayrıcı bkz: a.g.e., 224-227

[46] Topçu (1999), a.g.e., s. 111–120; bu konuda ayrıca bkz: Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, (Haz.)Ezel Erverdi-İsmail Kara, 3. Baskı, İstanbul, Dergâh yayınları, 2004.

[47] Topçu (1999), a.g.e., s. 140–143; ayrıca bkz:Topçu (1998), a.g.e., s. 27-35.

[48] Topçu (1999), a.g.e., s. 151.

[49] Topçu (1999), a.g.e., s. 123.

[50] Topçu (1999), a.g.e., s. 132–133; Topçu’da ırkçı düşünce sorunu bazı tartışmalara neden olmuştur. Topçu’nun Yahudi karşıtlığı ekseninde ırkçı olarak değerlendiren bir yazı ve buna cevap için bkz: Laurent Mignon, “Nurettin Topçu Özel Sayısının Ardından Birkaç Düşünce”, Hece, Sayı: 112, 2006; Mollaer, a.g.e., s. 111-132; Topçu’yu Anadolu ırkçısı kabul eden bir düşünce için bkz: Dural, a.g.e., s. 281-283.

[51] Nurettin Topçu, Ahlak Nizamı, İstanbul, Hareket Yayınları, 1970, s. 95-102.

[52] Türk Dünyasında İslam’ın durumu ve genel yapısı, toplumsal işlevi konusunda pek çok eser olmakla birlikte değişik nitelikte içeriğe sahip olan eserlerden bazıları şunlardır: Bkz: İsmail O. Türköz, (Der. ve Çev.), Çöküş Öncesi Sovyetler Birliği’nde İslamiyet ve Müslümanlar, Ankara, TDV, 1997; İsmail Türkoğlu, Rusya Türkleri Arasındaki Yenileşme Hareketinin Öncülerinden Rızaeddin Fahreddin, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2000; İbrahim Maraş,Türk Dünyasında Dini Yenileşme, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2002.

[53] Topçu (1999), a.g.e., s. 35–37.

[54] Topçu (2001), a.g.e., s. 97.

[55] Topçu (2004), a.g.e., s. 21.

[56] Topçu (1999), a.g.e., s. 135.

[57] Topçu (1999) a.g.e., s. 135–136.

[58] Topçu (1970), a.g.e., s. 110.

[59] Topçu, a.g.e., s. 117.

[60] Topçu (1999), a.g.e., s. 136; Batı milliyetçiliklerinin dayandı temeller konusunda ayrıca bkz: Topçu(1970), a.g.e., s. 114-115.

[61] Topçu (1999), a.g.e., s. 154; Topçu’nun kültür ve medeniyet konusunda ki görüşleri için onun şu eserine bakılmalıdır: Topçu (2004a), a.g.e.   

[62] E.Erverdi-D.Özer-A.Debbağoğlu, Türk Milliyetçiliği ve Batılılaşma, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1979.

[63] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 10.

[64] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 10-14.

[65] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 14-15.

[66] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 15-16.

[67] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 16-17.

[68] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 22.

[69] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 38.

[70] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 37.

[71] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 43-46, 77.

[72] Erverdi-Özer-Debbağoğlu, a.g.e., s. 183-185.

———————————————————–

Kaynak:

Bu makaleye atıf yapılmak istendiğinde, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.

Türk Yurdu, Eylül 2011 – Yıl 100 – Sayı 289

Yazar
İkbal VURUCU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen