Türklüğün Asıl Meselesi Budur: Kültürü Güncelleyememek!

 

Dr. Sait BAŞER

 

Diğer bütün meselelerin anası! Bölücülük de, rejim meseleleri de, eğitim ve âsâyiş de… hepsinin anası, aydınımızın bu konudaki tembelliği ve popülizmidir. Töresini dahi bilmeyen bir cehaleti makbul sayan bu kitleyi aydın sayıyoruz. Hatta bilmediği bu yüksek sistemi topluca lanetlemeyi hüner sanan bir kitle!..

Güncellik, içinde yaşanan zamana uygunluk anlamı yanı sıra, yaşanmakta olan süreçleri belirleme, yönlendirme, sürdürme çerçevesinde bir kavram. Yaratışma anlamıyla, “yaşanmakta olanın bilinci”ni temsili sebebiyle daima değerli olagelmiştir.

Batı dillerinde, özellikle Fransızca’daki “aktüalite” kelimesine mukabil Türkiye Türkçesinde yeni üretilen bir kelime bu. Dolayısıyla adı Türkçe de olsa, “güncellik”, tercüme bir kavramın adı.

Sözlükler “act”(iş – eylem – hareket) kökünden türeyen kelimelere anlam verirlerken, öncelikle: İlahi yaratma eylemindeki gerekçeye, İncil’de Rasullerin İşleri faslına, yaratma ilkesine ve bunlara uygun davranışlara atıf yapıyorlar. Aktivizm gibi bir felsefe cereyanı söz konusu olduğunda da (felsefenin temel gayesi olan) hikmet ile şimdiki zaman ilişkisindeki hayatiyet noktasını elde tutma çabası öne çıkıyor.[1]

Bir çalışmamızda inanmanın rasyonalitesine işaret etmiştik. Orada, “inanmayan insan mümkün değildir.”[2] demiştik. Ama elbette dinsiz insan mümkündür. Dinsizliği, inanmamak üzerine oturan bir tutummuş gibi kullanmıyoruz. Güncelliğin, Batı kültüründe Hristiyanî içeriği ile öne çıkması, herhalde kelimenin (aktüel) kavramlaştığı dönemdeki güncel anlam yükleyici anlayış modelinin (paradigma) Hristiyanlık olmasından kaynaklanmalıdır.

Tanrısal yaratmanın zımnındaki hareketin adı olarak yola çıkan bu kelimenin günümüzde tamamen seküler, medyanın belirlediği gündeme ad oluşu, insanlık düşüncesindeki metafizik muhtevadan uzaklaşmaya dikkat çekici bir örnek…

Türk Dil Kurumu üretimi birçok kelime gibi “güncel” kelimesi de gayet sığ ve dünyevilikle malül… İlk üretim ve kullanım amacı bakımından, az önce değindiğimiz, medya gündemi anlamına bağlıdır. Ancak kelimeler anlamlarını resmî tariflerinden değil; kültürün, dilin genel yapısına ve fikir sistemlerinin içine girdikten, tedavüle sürüldükten sonra kullanıla kullanıla kazanırlar. Dolayısıyla hayatın genel seyri ve yaşananlarla ilişkiye giren yönleri bu kelimeyi hikemî bir derinliğe doğru yelken açmak mevkiine koyuyor. Modern seküler ve dinî sosyetelerin zannettiği gibi hikmet tarihin malı değil; bilakis tam da “şimdi”nin içindedir. Dolayısıyla “güncellik” kelimesi felsefenin ya da düşüncenin değerli bir kavramı olma hamlesiyle öne çıkıyor. Biz de güncelliği bu yönüyle değerli buluyoruz. Bu anlamda kelimenin sosyo-kültürel ana yapıyla sağlıklı ilişkilere girebileceği düşüncesindeyiz.

Kültürün binbir tarifi bulunduğu malum. Modernizmin ateşlediği sekülerleşme, değerleri metafizik kökünden koparıp orta malı yapalı beri, adına muhafazakarlık dediğimiz reactif hareket de ters yönde güç kazanmıştır. Kültür, muhafazakarlar nezdinde üzerine titrenilen bir konservasyon malzemesine dönüşüyor. Sonuç, kültürün tabulaştırılmasıdır. Oysa kültür bize göre toplumların yaşama mücadelesi esnasında buldukları çeşitli çözümlerin toplamı olarak görülmeli ve kutsal bir yapı taşımadığı fark edilerek yeni hayat şartları içinde bize ne sunduğuna bakılmalıdır. Kültür hâlâ şimdiki problemlerimizin cevabını taşıyor mu?

Hiç şüphe yok ki, kültürler tarihseldirler. Tarihin içinde doğup serpilmişlerdir. Taşıdıkları düşünce ve hayat formları arasında işlevi biten elemanlar bulunması doğaldır. İşi biten eleman miktarı, üretim tarihi geriye doğru sarktıkça çoğalmaktadır. Ancak işlevi biten elemanların bir daha katiyen işe yaramayacak safralar gibi görülmeleri de birçok kültür ögesi bakımından isabetli değil. İnsan davranışı, yeni durumları, içine doğduğu tecrübe birikimi ışığında anlama ve halletme eğiliminden besleniyor. Bizim akıl dediğimiz şey büyük ölçüde budur. Kültür ise önemli oranda toplumsal tecrübe içeriği ile elimizin altındaki toplumsal akla tekabül eder. Biz günü yaşarken karşılaştığımız müşkülleri o birikimde bulunan benzer çözümleri şimdiye göçürerek yeniden formülleştirmekte, tekrar kavramlaştırmakta, ihtiyacımızı böylece karşılamaktayız. Ama şimdinin içinde, bir düşünce teknesinde yoğurmadan kültürü tabulaştırmak ve bu geçmiş zaman hayat formüllerine bağımlılık, en azından günü ıskalamak, yani zaman kaybetmek gibi bir olumsuzluğa sebebiyet veriyor.

Bu noktadaki kayıpları derinleştirmek mümkündür ve göz korkutucu sonuçlar sıralanabilir. Ancak bu noktaya yoğunlaştığımız takdirde aynı zamanda çok işimize yarayan bu hayatî birikimle ilişki kurma ürküntüsü yaratmaktan çekiniriz. Tabiidir ki erbabının, bilhassa kültür sosyolojisi, kültür felsefesi ve kültür tarihi ile meşgul olanların bu olumsuzlukları olabildiğince teşrih etmelerinde sosyal kurumlar, hukuk, siyaset, felsefe, dil..vb alanlar için sayısız fayda var. Biz bir cümleyle diyelim ki, içinde şimdinin düşüncesi bulunmayan bir kültür muhafazakarlığı, maksadının aksine bir sosyal afet sebebi olabilmektedir.

Türkiye’nin bizim görebildiğimiz önemli problemlerinden birisi de budur.

Ülkemizde resmi kesim, birikimiyle hesaplaşmayı göze alamamak ve sonuçta Batı kültürü önünde diz çökmek durumunda kalmış, kendi toplumsal süreçlerinin problemlerini Batı toplumlarının başka süreçlerin eseri olan çözümleriyle halletmek yanılgısına düşmüştür. Bu tutuma muhalif olan diğer bir kesim ise, yukarıda zikrettiğimiz anlamda olumsuz türde bir muhafazakarlığa takılıp kalmıştır. Ne demek istediğimiz gündemdeki tartışma konularına bakılıp anlaşılabilir. Her iki tutum da hastalıklıdır. Birinci kesim kendi toplumsal ihtiyaçlarını kesinlikle tanımaya yanaşmaz bir inat içindedir. Batı’dan çözüm diye taşıdıkları faktörler, bünye ile kan uyuşmazlığı taşıdığından yeni, daha çetin ve çözümü daha güç sıkıntılara yol açıyor. İkinci grubun tutumu ise günün gerçekliğini ıskalayan ve kültürü tabulaştıran yönelişi ile bir kör dövüşüne yol açıyor. Günü geçmişe tahsis eden, tarihi varlık alanına dönüştüren hastalıklı bir zihniyet üretiyor. Bu tutumların her ikisi de şimdiki toplumsal gerçekliğimizi, onun sıkıntılarını, imkan ve kabiliyetlerini görmeyi engelliyor. Tezlerindeki mevzii isabetlerden yola çıkarak yapılan yanlış genellemeler toplumun enerjisini tüketiyor, bezdiriyor.

O halde yapılması gereken şey nedir? mukadder sorusuna bizim cevabımız: Kültürün güncellenmesi! olacaktır. Hemen belirtelim ki, basit yöntem düzenlemeleriyle makyaja dönük etkinlikleri kültürü güncellemek diye nitelendirmek büyük hatadır. Muhafazakarlarımızın bu anlamdaki operasyonel taktiklerini muhtevaya eğilme cehdine girmeyi önleyen, problemleri tehir ederken büyüten bir yaklaşım olarak değerlendiriyoruz.

* * *

“Kültürden çözüm örneği göçürmek”ten bahsetmiştik. Güncelleme konusunda da kültürden yararlanmayı deneyelim. Türk tarihi dikkate alındığında, yaratılan yapının günümüze kadar hiç tıkanmadan geldiğini zannetmek elbette yanlış. Dönem dönem Türk kültürü ciddi bunalımlar yaşamış ve bunları çözebildiği için bugüne ulaşabilmiştir. Ortada büyük bir hayat mücadelesi vardır. Biz tuzu kuru bir millet değiliz. Türk tarihi yalın kat bir çizgide gelişmemiştir. Çeşitli kollarında çok sayıda krize muhatap olan Türk toplulukları var. Bunlardan birisi Batı Hunları adıyla tarihe geçen gruptur. Atilla’dan sonra bu grubun unsurlarından Macar, Bulgar, Avar, Uz ve Peçenek toplulukları önemli bir kültür değiştirme zaruretiyle karşılaştılar. Batı Hun İmparatorluğu etkisini kaybedip Türk grupları Hristiyan dünyası ortasında adacıklar halinde kalınca Batı kültürüne teslim oldular. Kimisi Katolikleşti, kimisi Ortodoksluğu benimsedi. Sonuç kimlik değişikliği ve kendi tarihi tecrübelerinden kopuştur. Ne ki Hristiyan dünyası, onların dinlerini benimsedikleri halde bu grupları hâlâ kendisinden saymıyor. Bu fotoğrafı iyi analiz etmek lazımdır. Goethe’nin dediği gibi, toplum meselelerine binlerce yıllık perspektiften bakmak gerekir. Eğer Batılılaşmak çıkış yolu olsaydı, Bulgarlar ve Macarlar’ın bugün birinci sınıf Avrupalı kabul edilmeleri gerekirdi. Uzlar, Peçenekler gibi boylar ise sırra kadem basmış durumdalar…

Bir diğer grup Hazarlar’dır. Bunlar da Yahudi oldular. Arthur Koestler’in 13. Kabile’si bugün Hristiyan Türkler kadar dahi fizikî bir figür değildir. Sanki imparatorluk inşacısı koca koca boylar buhar oldular. Demek ki millî varlığın korunmasında bu tercih de isabet kaydetmemiş!

Millî varlıklar her hal ve şartta devam garantisi taşımıyor!!!.. Uygurlar’ın önemli bir kısmı 9. yüzyılda Budizm ve Maniheizmi seçtiler. Bugün yeryüzü sahnesinde onları da göremiyoruz. O tercih de çıkış yolu olamamıştır. Hindistan ve Mısır’da ciddi miktarda Türk varlığı söz konusu idi. Bu topluluklar Babür ve Memluk devletleri gibi siyasi teşekkülleriyle birer tarihi aktör idiler. Şimdi yoklar!.. Hint Müslümanlığı devam ediyor. Mısır da Müslüman. Demek ki İslam’ın Türklüğü koruduğu tezi de iyi düşünülmeden söyleniyor. Ya da kültür değiştirmek, kimliğin muhafazasına yaramıyor. Bugün AB’ne “medeniyet projesi” diyenlere bu hüzünlü mâcerâ ışığında düşünmelerini salık veririz.

Ama bugün dünyada şükür ki hâlâ büyük bir Türk varlığı söz konusu. Bunun sırrını düşünelim.

Bunun sırrı bize göre, kültür değiştirmek değil, kültürün güncellenmesidir.

Şöyle ki…

İkinci Köktürk devleti zamanında “Bilge” vezir Tonyukuk ile Bilge Kağan arasında Türkler’in Budizm’i kabul edip etmemesi konusunda bir tartışma geçer. Bilge Kağan Budizm’i kabul ederek Çin tarzı şehirlerde yaşama fikrini öne sürdüğünde Tonyukuk buna şiddetle karşı durur. Ona göre: “At yetiştiren, proteinle beslenen, Çin karşısında süvarilikten doğan hareket, yayla kışla hayatı, topyekun asker bir toplum oluş gibi yetenekler sayesinde var olabilen bir topluluğun vejetaryen, yerleşik bir tarım toplumuna dönüştürülmesi yok oluş sebebidir”[3]. O halde ne yapılmalıdır? Bilge Kağan bu soruya doğru cevabı bulur: “Atalarının Töresini yeniden inşa etmek!”[4]. Burada “doğru”dan kasıt, yaşanmakta olan gerçeklikle uyumlu ve istenen yönde yükseltici anlamınadır. Sonuç muhteşem Köktürk Cihan Devleti’dir.

Eski Türk dini olan Töre, aynı zamanda Türk kimliğini yaratan sisteme, hayat ve siyaset anlayışına da tekabül etmektedir. Varlığın birliği, temel felsefi ilkesidir. Kök Tanrı, Töre’ye riayet edenlere kendi gönüllerinden ve bütün alemden “belirmekte” yani “Kut” ihsan etmekteydi. Yaşamanın gayesi de buydu[5]. Kut Töre ile, Töre devletle kaim idi. Klasik Türk devleti ise kadîm bir Töre uygulaması olan boy örgütlenmesine dayanıyordu.

X. yüzyılda boy örgütlenmesindeki birtakım zaaflar ve Türk aleminde herhangi bir boyun baskın otorite kuramayışına mukabil, dünyanın yeni gücü olan İslamiyet, İspanya’dan Horasan’a kadar hükümran hale gelmişti. O yıllarda içine düştüğü fikrî-siyasî karmaşaya rağmen İslam, dünyanın yükselen değeri ve süper gücü olma niteliğini koruyordu.

Karahanlı devleti, hududuna dayanan bu güç karşısında ya Macar – Bulgar – Uygur – Hazar örneklerindeki hazin sonucu tekrar edecek veya varlığını sürdürmenin bir çaresini bulacaktı.

Buldu!..

Karahanlı hükümdarı meşhur Abdülkerim Satuk Buğra Han 920 lerde İslamiyet’i kabul etmeye karar verdi. Karahanlı hükümdarı bize kadar uzanan Batı Türklüğü’nün mukadderatını belirleyen bir karar aldı. Türk varlığını ve kimliğini teminat altına alan bir karardı bu. A. Satuk Buğra Han X. yy. İslam dünyasında Selefiye, Mutezile, Eş’ariyye, Dehriyye, Cebriyye, Bâtınîlik ve Rafızilik gibi kendisini ıspatlamış resmî, gayr-ı resmî birçok ekolden hiçbirisine itibar etmedi. O yıllarda henüz sağ, 70 yaşlarında ve büyük eserlerini vermiş bulunan Semerkant’lı Türk düşünürü Ebu Mansur Maturidî’nin teşkil ettiği itikadî (inanç sisteminin felsefî temellerine dair) yorumu Türk Müslümanlığının temel açıklaması olarak benimsedi. İmam Maturidî’nin(ö/944) bu büyük hayatiyet yaratan millî kararın uygulamasını, 924 den itibaren 20 yıl daha gözleme imkanı bulduğu anlaşılıyor. Maturidîliğin temel ilkesi, varlıktaki birlik fikridir. Bunu İlahî Zat ve sıfatları ayırmayışında açıkça görüyoruz. İlahî Zat ile varlık (sıfatları) arasında bulunan (fizik-metafizik) ilişki: “ne aynı, ne ayrı, ne de gayrı” olmaklıktır[6]. Bu ifade asırlar sonra 13.yy’da Muhyiddin Arabî ve Sadreddin Konevî’nin “tenzih(varlıktan arındırma, ayrıştırma) ile teşbih(varlıkla ilişkilendirme) bir arada olmalıdır.” Ya da “cem ile fark birlikte mütalaa edilmeden tevhid olmaz” yaklaşımlarına[7] imkan veren çok etkili olmuş bir başlangıç adımıdır.

Mâturidî’nin sistemi, günümüzdeki anlama teorilerine çok ilginç bir örnektir. Mâturidî’nin yaptığı şey X. yy şartlarında İslam dünyasındaki sonu gelmez mezhep kavgalarını aşıp İslam itikadında yaptığı muhteşem güncellemedir. O, bu yaklaşımıyla hem Töre bağlamında tek Tanrılı ve Tevhidçi büyük bir geleneğe sahip Türk gücünü İslam dünyasına taze bir kan olarak kazandırmış, hem “Türk anlama modeli”ne[8] uygun sistemiyle içinden çıktığı toplumsal kimliğin yaşamasına imkan vermiş, hem de varlığı kutsayan yaklaşımın mensuplarını insanlık çapında bir bilimsel hamlenin eşiğine konuşlandırmıştır.

Mâturidî’nin düşüncelerini benimseyen Türklüğün yarattığı siyasi ve medeni eser dünya tarihinin kalbinde elan atmaya devam ediyor.

Karahanlılar, kültürde yaptıkları güncelleme ile Türklük üzerinde yarattıkları etki bakımından siyasi çaplarının çok çok üstünde bir medeni hisseye sahiptirler. İkinci güncellemeleri Töre’ye dairdir. Töre değerlerinden bakarak İslam’ı güncelleyen Mâturidî’den 150 sene sonra, bu defa bir Müslüman Karahanlı düşünürü eliyle Töre’nin güncellendiğini görüyoruz: Yusuf Has Hacib ve ölümsüz eseri Kutadgu Bilig ile!.. Kutadgu Bilig, Kut kazanma bilgisidir ve bu bilginin gelenekteki adı Töre’dir. Bu eserde Töre’nin teşrii cephesi hiç ele alınmamıştır. Sosyal örgütlenme şemaları(boy teşkilatı gibi) hakkında da hiçbir açıklama yoktur. Töre’nin mahiyet ve muhtevası geçici olmayan dünya görüşü, insan anlayışı, hizmet anlayışı değerlendirilirken konu bütün yoğunluğuyla “Kut” kavramı etrafında teşkil edilmiştir. Eser bizim gördüğümüz kadarıyla hemen hemen hiçbir konuda gayr-ı İslamiliğe düşmezken, diğer açıdan da bir İslami vaaz kitabı olmamıştır. Çünkü Yusuf Has Hacib’in derdi Töre’yi anlatmaktır. Bu güncellemenin sonuçlarını da Osmanlı’ya kadar Batı Türklüğünün teşkil ettiği bütün siyasi ve kültürel yapılarda izleyebiliyoruz. Kimlik yeniden güncellenmiş, tahkim edilmiş ve istikameti belirlenmiştir.

XIII. yy Türk tarihinin en elemli dönemlerindendir. Malazgirt’ten çeyrek asır geçmeden, XI. yy sonlarından itibaren Haçlı seferlerinin yarattığı büyük tahribat ve ıstırap henüz atlatılamadan yaşanan Moğol ordusuna karşı Kösedağ bozgunuyla(1243), hem Türk hem İslam dünyası sıfıra müncer olma noktasına düşmüşlerdi. O yıllar bir yokluktan varlık çıkarmak mucizesine şahitlik eder. Mecidüddin İshak, Bahauddin Veled, Hacı Bektaş Veli, Mevlana Celaleddin Rumi, Şems-i Tebrizi, Burhaneddin Tirmizi, Evhedüddin Kirmani, Molla Nasreddin Mahmud Hoyi(Ahi Evren) gibi büyük kurucular arasına Endülüs’ten de bir dev isim katılır; Muhyiddin ibn-i Arabi…

M. Arabi’yi daha da büyüten bir öğrencisi vardır. Sadreddin Konevi! Anadolu’da kaynayan bu irfan kazanı Türk – İslam kültürünü tepeden tırnağa yeniden günceller.[9] Hikmetle tekrar buluşturur. Teşkil ettiği büyük potansiyeli Osman Gazi ve oğullarının siyasi dehasına zemin olarak verir (Anadolu Ahileri, Abdalları, Gazileri, Bacıları dediğimiz dörtlü teşkilatlanma modeli ile.). Tarih bu hamlenin yapıcı sonuçlarına da şahittir.

Tarihte keşke kelimesini kullanmak anlamsızdır. Ama eğer bir anlamı olsaydı derdik ki: “Keşke Osmanlı – Safevi rekabeti olmasaydı, keşke Şah İsmail ile Yavuz arasındaki siyasi mücadele dini bir kamuflaj ile örtülmeseydi, keşke Mısır ve Hindistan Türklüğünü yutan Arap ve Hint kültür coğrafyalarının üretimleri Batı Türklüğünün hayatında karşılığı olmayan problemlerin çözümüymüş gibi Türk Müslümanlığının sırtına sentetik olarak yüklenmeseydi. Hamleci, yerli, bilimsel ve Lagari Ahmet Çelebileri, Takiyüddinleri, Ali Kuşçuları, Hezarfenleri, İbn-i Sinaları, Azizzeddin Nesefileri, Birunileri yetiştiren gelenek yerini Kadızadeliler geleneğine bırakmasaydı.”

Türk kültürü kendini yeniden güncelleyememiş; Hint Nakşiliği ve Arap Eş’ariliğinin hamlelerini kırdığı kültür, Büyük Reşid Paşa’da sembolleşen bir zihniyetin bu sefer aksi yöndeki yanlış analizleriyle (bu yanlış analizleri ıslahat layihâlârında açıkça görürsünüz.) içinden çare çıkaramayacağı hükmüyle Batı’nın önünde diz çökmek zorunda bırakılmıştır. Bugün Sevr’i yırtmakla öğünen Türk aydını, sınıflı yapının yarattığı köleci ve sömürgeci Batı kültürüne ve onun çıkarcı, bencil ahlakına Sevr’den de ağır şartlarla mahkum olduğunu fark bile etmiyor, edemiyor.

Esasen 1920 – 1938 arasında Atatürk’ün bir güncelleme hamlesi başlatmak istediğini görmek zorundayız. Bu hamlenin ipuçlarını Göktürk kitabelerinden Türkçülük hareketine kimlik kazandırmada, Elmalı Tefsiri’ndeki Mâturidî anlayışı teşvik edişinde, Türk Dil ve Tarih Kurumu çalışmalarında bulabiliyoruz. Ama ne yazık ki, bu çalışmalar ya Ziya Gökalp şablonculuğunda, ya Millî Şef kozmopolitliğinde veya Atsız Türkçülüğünde değişmiş, dönüşmüş ve bugün masonikleşen bir kuru Kemalizm haline sürüklenip gelmiştir.

Resmî ideoloji bürokrasisi bu bağımlılığı zafer zannederken, muhalif kanat da IV. Murat devri anlayışıyla bir çıkış yolu teklif ettiğini zannediyor.

***

Gerek tarihte gerek günümüzde başarılı ve hakim toplulukların hayat algıları ve dünya görüşleri incelendiğinde bize göre, neredeyse birebir örtüşen yapılarla karşılaşıyoruz. Elbette her kültürel tecrübe birbirinden farklı değerler sistemine yol açmaktadır. Fakat başarılı toplumların bir de ortak paydası göze çarpıyor. Diyelim ki, Cengiz Devleti, Petro Rusyası, Protestanlık sonrası Almanya, Osmanlı’nın yükseliş devri, hatta yükselirken Roma, İngiliz İmparatorluğu, ABD, Modern Çin ve Hindistan, Japonya, Güney Kore… örnekleri gözden geçirildiğinde bizce önemli birkaç nokta kendini gösteriyor:

1- Ayağını daima yerde tutan bir gerçekçilik,

2- İnanç sistemlerinden vaz geçmeden, onları hayatla barışık bir yorumla gerçekçiliği takviye eden ve toplumsallığı tahakkuk ettiren, katılımcılığı en üst noktaya çıkaran bir ana unsur olarak değerlendirmek,

3- Bilim ve sanat faaliyetlerini en üst seviyede tutmak ve teşvik etmek,

4- Ekonomide üretimi ve serbest piyasayı ana ilke olarak benimsemek,

5- Bütün bunların sonucu olarak askeri ve siyasi kudretin zirve yapması.

Bu maddeleri tersinden okuyacak olursak, yapılan iş tabii ve beşeri yapılardaki doğal süreçleri doğru okumak ve aklın bu yapılara paralel işletilmesidir. Aklın işleyişinde fark etme ve anlamanın temel elemanlar olduğu da bir vakıa. Anlamanın tarihsel ve kültürel tabanı gözardı edilemeyeceğine göre, burada başarılı toplumların gerçekçiliği sürdürebilme adına tarih ve kültürlerini sürekli bir güncelleme ve yorumlamaya tabi tuttuklarını söyleyebiliriz.

Ya da bunu yaptıklarında başarılı olduklarını.

Çünkü güncellenmeyen bir kültürel yapı ve doğru okunmayan, kısa vadeli siyasi çıkarlar bağlamında yaratılan, toplumsal tecrübeyi gizleyen ideolojik tarih kurgulamaları, kesinlikle doğru bir anlamanın önüne dikilmektedir.

Bu işlem, yani kültürün güncellenmesi ve tarihin doğru okunması daima sosyal ve siyasi bir bedel ödemeyi gerektirmiştir. Çünkü statik, kültürel algı ve tarihi tecrübeyi anlamsız kılan kurgulamalar, birtakım hakim sınıf ve zümrelerin çıkarlarını güvence altına alan sigorta hükmündedirler. Dolayısıyla ödenmesi gereken bedel ya hakim tabakaların gönüllü feragati ile olur ki, bu tür feragat bir uzak görüşlülük gerektirir. İlgili statüko zümrelerince daha yüksek imkanlara kavuşmanın öngörülebilmesiyle olur. Ya da bir toplumsal muhalefet örgütlenmesi marifetiyle mücadeleyi icab ettirir. Ne yazık ki tarihte, ikinci yol daha fazla geçerli olmuş.

Esasen son derece doğal ve olması gereken birşey gibi duran gerçekçilik, aslında hayli pahalı bir değer. Kazanılması çok önemli; ama sürdürülebilmesi, korunabilmesi daha da mühim. Çünkü her türlü toplumsal hayatta birtakım çıkar çevreleri kendi pozisyonlarını korumayı toplumun geleceğine tercih edegelmişler. İnanç sistemleri ise, esas itibariyle toplumların mektepleri olagelmiştir. Sundukları inanma modelleri, aynı zamanda birer anlama ve bilgi modeli ileri sürmektedir. Öngördükleri ahlak ise, toplumsallaşmanın ve tabiatıyla hukukun ana belirleyicisi niteliği taşımaktadır.

Fizik alemin ve insani hayatın çok ciddi tıkanma noktaları var. Oralarda metafizik devreye girer. Dinlerin meşruiyeti bu noktalardaki açıklamalarından kaynaklanır. Kendilerine bu noktalarda duyulan ihtiyaçtan güç alan dinler de belirledikleri kriterlerle, öne sürdükleri ilkeleri üreterek bir hayat ve ahlak modeli teklif ederler. İnancın gücü, düşünceyi de belirlemektedir. Dolayısıyla inanç sistemleriyle mücadelenin yolu fizik güç olamamaktadır. Tarihte herhangi bir fiziki müdaheleyle etkisi kırılmış bir din bulmak mümkün değildir. Ama ıspat alanı dışındaki metafizik önermeler bazen iyi niyet ve saflık, bazen de istismar yoluyla kolayca hurafeleştirilebiliyor. Dinlerin ortaya çıkışları kesinlikle bir mecburiyettir. Çünkü metafizik problemin gerçekliği ve geçerliliği devam ediyor. Kuruculardaki safiyet, gerçekçilik ve insanlık hizmetinde oluş, kurumlaştıkça dünyevileşen dinlerin sürekli güncellenmesiyle mümkündür; ki, anlamayı belirleyen inanma, yükseltici niteliğini koruyarak insanlığın hizmetinde kalabilsin. Bilim ve sanat bahsine gelince; bunlar hiçbir toplumun sırt dönemeyeceği imkan yaratma alanlarıdır. Verimli olmaları ise realiteyi kaybetmeyen bir anlama modeline göre işletilmelerine bağlıdır. Burada da, gene karşımıza anlama ve inanmanın güncelliği çıkacaktır.

Bugün bütün dünyanın ittifakla benimsediği serbest piyasa anlayışındaki maksimum verim de yukarıdaki açıklamalar bağlamında söz konusu olabiliyor.

Siyasi ve askeri güç ancak bir sonuçtur ve istikrarı, toplumsal aklın güncelliğine bağlıdır.

Batı dünyasındaki yükselişin başlangıcı Martin Luther’in(1483-1546) başını çektiği Reformasyon sürecinin eseri olarak kabul edilmektedir. Protestanlığın ortaya çıkışını sağlayan Luther ve muakkiplerinin modeli kaçınılmaz olarak, tek alternatif model olan XVI. yy Osmanlı zihniyeti idi. Bizim bir türlü görmeyi ve kabul etmeyi başaramadığımız bir analiz sonucunda Luther, esas itibariyle Mâturidî yaklaşımın eseri olan modeldeki ana ilkeleri yakalamış görünüyor:

1- Varlıktaki tevhid ilkesi,

2- Ruhban sınıfını reddederken sınıflı yapıyı da dolayısıyla reddetmekteydi ve bu tutumu ruhban sınıfın hakimiyetinden kurtuluş sonucunu getiriyordu, ki böylece

3- Serbest ve gerçekçi düşüncenin önünü açmak mümkün hale geliyordu.

Bu yaklaşımın sonucu Batı bilim ve sanatlarını kanatlandıran Alman İdealist felsefesinin kurulmasıdır. Yanısıra İngiliz tecrübeci ekolü de meşrulaştırılmaktadır ki, Batı rasyonalite ve realizminin bu zeminde yükseldiğini görmek gerekir. Descartes, Kant, John Locke, Hegel, Adam Smith, Auguste Comte, Bergson, Nietzche… gibi isimler batı düşüncesini inşa ederlerken aynı zamanda tarihi tecrübeyi de gözden geçirmişlerdi. Kullandıkları tecrübe birikimi sadece kendi toplumsal mesailerinin ürünü değildi. Son araştırmalar gösteriyor ki, mesela Shopenauer’de Hint, Descartes’da Gazzali ve Endülüs birikimi, Goethe ve Hegel’de Mevlana ve Muhiddin Arabi görüşleri ciddi ölçüde pay sahibidir.

Sonuç siyasi hegemonya yanında düşünce, bilim, teknoloji ve sanatta da kuşatıcı bir dünya hakimiyetidir. Bu hakimiyetin karakteri, tarihi Batı sınıflı yapısından kaynaklanan, haksızlığı meşru gören, güç eksenli ve bencil bir yapıdır. Ama bu sosyolojik realiteyi görmek, hakimiyetin temelindeki insanlık birikimini güncelleyen büyük düşünce mesaisini farketmeye engel olmamalıdır.

Bugün Doğu’da da bir yükseliş var. Özellikle Çin, Hindistan ve İran’daki yükseliş kayda değer. Japonya ve Güney Kore gibi örnekleri Batı’nın kendisini komunist Çin ve demirperde ülkelerine karşı savunma konseptine bağlasak bile, Çin, Hindistan ve İran’daki hamleleri dikkatle incelememiz gerekir. Çin’deki yükselişi dünya medyası “Ejder’in yükselişi” diye nitelendiriyor. Gerçekten de ejder motifi günümüzün Çin edebiyatı, sanatları, sineması ve animasyon dünyasında bir ana motif olarak işleniyor. Ejder motifi bildiğimiz kadarıyla ilk olarak M.Ö. 6.yy. da Konfiçyüs tarafından kullanılmıştır. Konfiçyüs’ün Lao Tzu’yu anlatırken ondaki kemali, ilmi ve metafizik iktidarı tanımlamak maksadıyla seçtiği bir teşbih unsuru olarak görülüyor. Yani ejder Taocu ve Konfiçyüscü Çin geleneğinde ideal insanın sembolüdür. Bilhassa komunist ideolojinin terkedilmesinden sonra Çin devleti, kendi kültürünü güncellemek kararını vermiş, böylece halkın değerleriyle de barışıp kalkınmasını bu fikir zeminine oturtmuştur.

Benzer bir yaklaşımı Hindistan için söylemek de mümkün. Brahmanizm’in vatanı olan bu ülkede XX. yüzyıla kadar daima içine kapalı ve feodal bir yapı gözleniyor. Aşılmaz sıradağlar gibi sosyal yapıyı paramparça tutan kast sistemi, ilk defa bu çağda etkisini kaybediyor. Yoga ve meditasyonla varlığa dönük ilgilerini terketme ve Brahma’nın mutlak metafizik gerçekliğinde yok olma amacındaki Hindu, madde alemine, dışa açılıyor. İlk defa Hindistan kıtası siyasi bütünlüğünü kendi iradesiyle kazanıp koruyabiliyor, yükselebiliyor. İngiliz sömürge döneminde Batı’da eğitim gören Hindu filozoflar bu başarının en önemli sahipleri. Mahatma Gandi ile başlayan süreç Sri Aurobindo, Radha Krişnan gibi dev isimler elinde büyük bir güncelleme mesaisi sonucunda Hint insanını dünyanın sayılı aktörleri arasına sokuyor.

Yapılan işe baktığımızda Advaita Vedenta öğretisinin Shankara tarafından başlatılan güncellemesinin özellikle Sri Aurobindo ve Radha Krişnan tarafından günün gerçekçiliğiyle barıştırıldığını, güncellendiğini görüyoruz. Varlığa dönük klasik Brahmanist öğretideki varlığı hiçe sayma, kuruntu (Maya) addetme anlayışının yerini, Brahma’yı varlığa da intikal ettiriş alıyor.[10] Karma yasalarının sonsuz kısır döngüsünde ebediyen yuvarlandığına inanan Hindu, hakikati maddi alemi yanılsama addederek aramak yerine, anlamanın varlıktaki farklar sayesinde mümkün olduğunu düşünür duruma geliyor. Brahma’sız varlık imkansız, varlık olmadan da Brahma’yı düşünebilmek muhal sayılıyor. Aynen Muhiddin Arabi sistemindeki “tenzih ile teşbihin birlikte idraki” lüzumu inanışıyla örtüşen bir fizik – metafizik dengesi kuruyor. Sonuç, Brahmanist geleneğin Hint insanına kazandırdığı zihni tahayyül ve tasavvur kabiliyetinin bu bağlamda harekete geçirilmesidir. Toplumun karakteriyle uyumlu bir kalkınma yöntemi seçilmesi sayesinde özellikle bilgisayar programcılığı alanındaki Hindu hakimiyeti, Hint kıtasındaki kalkınmanın lokomotifi oluyor.

Dünya nükleer kulübünün üyesi olan Çin ve Hindistan, bu savunma şemsiyesinin sağladığı güvenlik sayesinde dünya toplumları arasında başa güreşmeye aday toplumlar olarak yükselişlerini istikrarla sürdürüyorlar.

İran’ın durumu biraz daha karmaşık. Çünkü İslam dünyası Batı’nın tarihi husumetinin hedefidir. İslam dünyası birçok sebepten dolayı, kültüründe ve inancında güncelleme yapamamıştır. Özellikle Humeyni ve sonrasında İran’da ortaya çıkan şiddetli Batı ve İsrail aleyhtarlığı Batı’nın korkularını körüklemiştir.

Varolabilme kavgasıyla İran bir kültürel ve dini güncelleme çabası gösteriyor. İçeride Ali Şeriati, dışarıdan da Seyyid Hüseyin Nasr gibi düşünürler, İslami ve tarihi birikimle yüzleşip hesaplaşma cesareti gösteriyorlar. Sanıyoruz Irak – İran savaşları ve ABD’nin bitmez tazyikleri karşısında nisbi bir güven ortamı elde edebilse, doğal kaynakların da desteğiyle ekonomik varlığını sürdürebilen Şii toplumu daha yeni ve ilginç açılımlar getirmeye adaydır. Japon bilgin Toshihiko Izutsu’nun Tahran yıllarından aktardıkları, bizim genel değerlendirmemizi onaylıyor. Yani bu konuda Yahudi sermayesinin hakimiyetiyle iyice şerbetlenen Batı medyası yaklaşımlarına derhal teslim olmamak basireti gösterilmelidir.

* * *

Tekrar Türkiye’ye bakmak gerekirse, temel ilkelerimizi tekrar hatırlatalım:

1- Gerçekçilik

2- Anlama modellerinin ancak İnanç sistemlerine bağlı çalıştığı ilkesini anlayıp gereğini yapmak

3- Bilim ve sanat etkinliklerinin en üst düzeye çıkarılması

4- Ekonomide üretim ve serbest piyasa gereği üzerinde birleşmek

5- Bunlara dayalı askeri ve siyasi güç teşkil etmek

 

Türkiye bu maddeler etrafında nasıl bir duruşa sahiptir?

1- Gerçekçiliğin felsefi, sosyal, siyasi, iç yapı ve dengeler, dünyadaki genel dengeler gibi yüzleri var.

Dış dünyanın doğru okunduğunu veya bu konuda mutabakat sağlamanın kolay olduğunu farzedelim. Gerçekten diğer konular üzerinde gerçekliğin ne olduğuna dair bir anlayış birliği sağlansa, dış dengeler konusunda bir ortak kanaat ve duruş belirlemek kolaylaşacaktır.

Bize göre önemli madde başlığı, içerideki sosyal gerçekliklerimizi yanlış tanımlıyor oluşumuzdur. Mesela;

a) Tarih okumamız yanlıştır.

I- Çağ taksimatı üzerinden Türk tarihini anlamlı bir okumayla değerlendiremeyiz. Bu yöntem X. yüzyıl İslamlaşma gerçekliğini, XIII. yüzyıl güncellemesini, Gazzali ve Fatih fenomenlerini, Tanzimatı, hatta Cumhuriyeti doğru zeminlerde düşünmemize imkan vermez. Oysa güncellemeleri, anılan başlıkların yarattığı çözümlerden göçürülecek örnekler bağlamında yapabilirsiniz.

II- Bizde XVI. yüzyıldaki zihniyet dönüşümüne mukabil aynı yıllarda bizim terkettiğimiz paradigmanın Luther ve takipçileri tarafından Batı kültür tarihi bağlamında yapılan güncellemeye ışık tuttuğunu belirlemeliyiz.

III- Osmanlı tarihini kah atlayan kah sığ suçlamalara muhatap kılan tavır yerine, onunla yüzleşme cesareti göstermeliyiz.

IV- Halihazır toplumsal değerler sisteminin Osmanlı mirası olduğunu teslim etmeliyiz. Dolayısıyla dil, din, sanatlar, düşünce yapısını red ve saklamaktan vaz geçmeliyiz. Bilakis onları çözümleyici yaklaşımlarla güncelleyerek toplumsal küskünlüğe yol açan çeşitli toplumsal katılım konularını çözebilmeliyiz.

Böylece vatandaşın devletle karşı karşıya geldiği her noktada, laiklik ve kimlik problemlerinden, trafiğe, vergi ödeme konusuna kadar gah devletin toplumu, gah toplumun devleti rakip görmesine yol açan psikolojiyi kırmalıyız.

Güncelleme ihtiyacı gerek kültürel planda, gerek hukuki ve siyasi planda Türkiye’nin en önemli ihtiyacıdır. Maddeleri sayısız hale getirmek mümkündür.

Doğru ve toplumsal mutabakatla gerçekleştirilecek bir güncelleme hem Türkiye hem bölge hem Avrupa veya Batı, hem de bütün İslam dünyası adına son derece mesut sonuçlar verecektir. Ama bunun için toplumdaki tarafların ortak bir gelecek adına birbirlerine ve değerlere dönük korkularını yenmeleri, toplumsal bir mutabakata ulaşmaları gerekiyor.

—————————————————————————–

 

[1]“…. Kişiler gerçek gücün herkesin birbiri ile derin bir bağı olduğunu görebilmek ve bulunduğu yere iz bırakmak olduğunu keşfedebilir. Bu durumda güç bir kişi üzerindeki güç değil artık yeni bir toplum yaratmada toplu yaratıcılığın serbestleştirilmesindedir.” Vikipedi, özgür ansiklopedi

[2] Sait Başer, Toplumsal Aklı Anlamak, İstanbul, 2006, s.33.

[3]Sait Başer, “Medeniyetin Ordusu veya Ordunun Medeniyeti”, Uluslararası Askeri Tarih Komisyonu, Uluslararası Askeri Tarih Dergisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları No 87, Ankara 2007, s. 31-62.

[4]Orhun Abideleri, Muharrem Ergin neşri, İstanbul,1984.

[5] Sait Başer, Kutadgu Bilig’de Kut ve Töreden Sevgi Toplumuna,İstanbul,1995.

[6] Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Maturidi” md.

[7] M. Arabi, Fususü’l- Hikem ve bu eserin belirlediği gelenek.

[8] Sait Başer, “Türk Anlama ve İnanma Modeline Dair”, Türk Kimliği Ayvaz Gökdemir’e Armağan, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, 25-56.

[9] Sait Başer, “Sadrettin Konevî Üzerinden Türk Entelektüel Stratejisini Okuma Denemesi”, I. Uluslararası Sadreddin Konevi Sempozyumu, Meram Belediyesi Konevi Araştırma Merkezi (MEBKAM).20–21 Mayıs 2008.

[10] W. Collinson, R. Wilkinson, Otuzbeş Doğu filozofu, Çev. Heyet Ankara, 2000

————————————————————–

Sait BAŞER, “Kültürün Güncellenmesi”, Mehmet Eröz Armağanı, Hazırlayan: Mustafa Aksoy- Osman Yorulmaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2011, s. 141-153.

Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen