Ahilik Müessesesinin Sosyal Gelişmedeki Yeri ve Önemi

Prof. Dr. Enis Öksüz

Bilindiği üzere AHİLİK iie iigiii. bilgi kaynaklarımız son derece azdır. Çünkü, bugünkü, Türkçe ve batı dilleri ile yapılan neşriyat kıt denilecek kadar yetersizdir. Kay­nak eksikliğinin bir diğer önemli sebebi, lâtin harflerine geçişten sonra mevcut eserlerin süratle ve bütünüyle bugünkü alfabe harfleri ile basılmamış olmasıdır. Bu son eksiklik olmasaydı öyle sanıyorum ki, okuyucu ve araştırmacılara zengin kaynak eserler sunulu- cak ve çok mükemmel tahlillere, değerlendirmelere ve organizasyon geliştirmelerine vbs. düşündürücü, ilham kaynaklan verilmiş olacaktı. Gerekçeli ve ilmi sonuçlara var­mak için bu konudaki çalışmalara hız verilmesi samimi dileğimizdir.

Belirteceğim bir cümleyi espri sayacaksınız ama, düşündürücü olması bakımın­dan takdirlerinize arzediyorum. “Biz Türkler yazmadan ziyade, galiba, yaşamayı ve nak­letmeyi prensip addetmişiz, sanki yazmak yerine şifahi nakil ve nasihatlar, sırlar v.s. şe­killer karakterimizin bir parçası olmuş. Konuşuruz, fakat yazmayız. Az okuruz. 100 ha­neden kaçında kütüphane var, ve kaç tane eski eser var desem gurur duyacak bir cevap bulmakta güçlük çekeriz. Bu menfi tesbiti yenmek ve yok etmek zorundayız. Bu sonuca büyük milletimizin müstehak olmasını içimize sindiremeyiz. Geçmişten hız alarak gele­ceği güçlü ve güzel yapmanın en tesirli yollarından birisi, düşünce ve tesbitlerimizi, ge­lecek nesillere yazarak miras bırakmaktır. Kaynak kıtlığına rağmen sizlere bir şeyler ifa­de etmeye gayret edeceğiz. Bu hususdaki akademik çalışmaların ilerde daha bereketli so­nuçlar vermesi mutlaka beklenilmedir, onun için de teşvik edilmelidir. Odalar Birliği, Ahilik Araştırma ve Kültür vakfı ve diğer kuruluşların gayretleri ümit verici, takdire şa­yan gözükmektedir.

Sosyal gelişmenin çok çeşitli tarifleri yapılmakla beraber, bana göre, derli-toplu ve kolay bağlantılar kurulabilmesi bakımından üç başlıkta topladığımız bir tasnif dikkat çekicidir. Yani sosyal gelişmeden bahsedeıken

1- İktisadi büyüme,

2- Orta tabakalaşma,

3- Birlik şuuru, asgari ölçüler olarak ele alınabilir. Zaman içerisinde çok teferruatlı listeler yapmak gere­kirse, üzerinde durulacak konular bu ölçüler altında sıralanabilir.

İktisadi büyümenin sonucu, ölçülebilir kıymetlerin fert başına artmasıdır. Kısaca, fert başına milli gelirden alınan payın reel olarak artmasıdır. Bu açıdan meseleye baktığı­mızda, Ahi Teşkilâtlarının israftan kaçınmayı, kaliteli mal üretmeyi, kaliteli insan gücü yetiştirmeyi, her zaman ve her yerde vazgeçilmez prensipler haline getirdiklerini tesbit etmekteyiz. Rekabet kalite üzerine kurulmuş olduğundan aynı fiyatlan malların satışa ar- zedilmesi sonucu, fazla kazancın kaynağı kaliteli mal olmaktadır. Türk devlet geleneğin­de önce tebaanın ihtiyaçlarının karşılanması, sonra dışa dönük mal üretilmesi esas oldu­ğundan, iç tüketimin miktar ve kalitesi üzerinde Ahi Teşkilâtlan çok sıkı bir şekilde dur­muşlardır. İsrafla mücadele ve kaliteli üretim sayesinde hammadde ve yan mamül mal­larda meydana getirilen tasarruf ve Türk mallanna duyulan güven ihracatın esasını teşkil etmiştir.

Üretimde kalite, standardizasyon ve dürüstlük yanında, günü gününe eşit olan müslümanın zararda olduğuna dair yürütücü ve yönlendirici hadisi şerife esnafın verdiği yüksek değer ve benzeri İslâmi kaide ve inançlar manzumesi dikkatlere her zaman sunul­mak suretiyle, iktisadi büyümenin muharrik gücü yapılmak istenmiştir. Türkler özellikle, Anadolu’ya büyük kitleler halinde geldikten sonra, yerini terkederek kaçıp gitmeyen aha­linin esnaf teşkilâtlan ve sanatkârlarını tanımışlardır. Bunlara üstün olmak ile ancak tan- nya yakın olunacağına, bunlar karşısında iktisadi yönden bağımsız, kendi kendilerine ye­ten ve hatta devletin iktisadi iktidarca güçlü kılınmasının yaşamak ve varlıklarını devam ettirmek için yegane çare bulunacağına… inanmanın şart olması, bu inançların yaşama tarzının bir parçası haline getirilmesinin temelinde Ahi teşkilâtlarının büyük gayretleri olmuştur. Bir diğer ifadeyle söz konusu prensipler iktisadi hayata şevk ve heyecan veren unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gayri müslim ve yabancılarla rekabet edebilmek için inanç ve manevi kontrol müesseselerine ek olarak, Ahi Cemiyetleri ve devlet, denetleme organlarını gevşek tut­mamış, kural dışı hareketlere çeşitli cezalar uygulamak suretiyle insan tabiatının hem manevi, hem maddi açıdan kontrolüne önem vermiştir. Ahiler ve esnaf teşkilâtlan reka­bet şartlan, pazar meseleleri üzerinde çok önemli fonksiyonlar oynamış, halkın üreticiye güven duygusunun canlı tutulmasına gayret ederek, aldatılma kelimesinin akla getirilme­sini dahi yok etmeye çalışmışlardır. Böyle bir teşkilâtlanma ve çalışma düzeni, Türk es­nafının Anadolu’da iktisadi iktidan ele geçirmesinde ve güçlenmesinde önemli bir tayin edici faktör olmuştur.

Vakıf müesseseleri ile içiçe yürüyen Ahilik, iktisadi faaliyetlerin finansman ihti­yacını karşılamak maksadı ile, bugünkü bankacılık, sigortacılık kredi teşkilâtlarının oy­nadığı rolleri oynayan veya bunları hatırlatan kuruluşlara cevaz vermişlerdir. Esnaf san­dıkları enteresan bir vakıadır. Bu sandıkların imkânları zayıf olanlara düşük komisyon­larla (faiz) kredi verdiklerini biliyoruz. Bugün bile faiz kelimesinin tefsirinde mutabaka­tın sağlanamadığını hepimiz biliyoruz. Öyleyse, yasak ve harama esas teşkil edecek fai­zin şartlan yokmuduı? Verilen kredi veya borç ile zaruret, esaret, namus ve mukadderat, hastalık, devlet ve milletin istikbali…. gibi, kavramlar arasında münasebet kurmak sure­tiyle, düşünmek ve işleyen bir iktisadi organizasyon vücuda getirmek neden mümkün ol­masın? Müslümanı zengin ve güçlü yapmak için devletin kontrolünde işleyen kredi müesseseleri üzerindeki bugünkü tartışmanın, bir an evvel son bulması bakımından, ilgili kuruluş ve münevverlerimizin mutabakatını sağlamada, para sandıklan örneği iyi bir ha­reket noktası olamaz mı? Yani, iş yapan şahsın mal-para-mal şeklindeki dönüşümü sağ­layacak önemli bir kredi müessesesinin, Ahi Teşkilâtlarınca benimsenmesi ve desteklen­mesi, bununla ilgili fetvalar {faydalı olmalarına bağlı) bulunması dikkat çekici gerçekler­dir.

İktisadi bakımdan büyümenin ve güçlü olmanın en önemli unsuru, üretimle ilgili diğer unsurlara da hükmeden vasıflı insanın gücüdür. Düşünülebilen, çare bulabilen ha­reket ve akıl gücüne iradesiyle sahip olabilen insan alelade bir üretim unsuru (vasıtası) olmaması icap eder. Bilindiği üzere maddeci görüşlerin zayıflığı daha burada devreye girmektedir. Ahilik maddeyi, manaya üstün bulmamış, madde dünyasının arkasında mevcut bilgi, beceri, ilim ve felsefenin, inanç ve davranışların önemini (Manevi Kültür) maddeye şekil ve güç kazandıracak vazgeçilmez bir prensipler manzumesi olarak yo­rumlamıştır. Yüksek bir kültürün temel teşkil ettiği tasavvuf felsefesi ile meşgul olan Ahilerin, madde ve mana dengesini kurmaya çalıştıktan ve bunu büyük ölçüde başardık- Ian dönemleri hatırlayacak olursak, o dönemlerde insana ne kadar değer verildiğini de tesbitde güçlük çekmeyiz.

Bir mesleği olmayanlar Ahi teşkilâtlarına kabul edilmemektedir. Her iş yeri bir okul, her usta bir öğretmendir. Ahilik Teşkilâtı usta-kalfa-çırak münasebetleri içinde, mecburi öğretme, bilgi ve mesleki maharet, güzel ahlâk ve dini kültür konularına yarıştırma ve kazandırma hırsı ile vasıflı insangücü temin eden yol gösterici ve denetleyici, gerektiğinde cezalandırıcı özellikleri ile büyük hizmetler görmüşlerdir, isteksiz olanları, kabiliyetleri sınırlı olan lan bile, sanatkâr yapmaya azmetmiş öğretmenler (ustalar) ahilik ruhunun en iyi taşıyıcıları olarak, cemiyete karşı sorumluluk duygusunun timsali sayıl­mışlar ve takdir edilmişler, taltif edilmişlerdir.

Demek ki, vasıflı insan, iktisadi gelişmenin de, bizatihi malın kalitesinin de, satı­labilir olma özelliklerinin de ana motifini teşkil ediyor.

Buraya kadar söylediklerimiz ve buna paralel faktörler sayesindedir ki, Osmanlı Ülkesi kıt olan mallara ihracat geliri ile sahip olmuş, aynı zamanda kendi kendisine yetti­ği gibi, o günkü dünyada en fazla ihracat yapan ve mallan en fazla aranılan ülke olmuş­tur. Yabancıların en çok öğrenmek istedikleri dil de Türkçe olmuştur. Özellikle ipek yo­lunun devrede olduğu dönemlerde Osmanlı ülkesinde fakirlik sözkonusu değildi. Mer­hum Profesör Mehmet Eröz beyin bir kitabında, Orhan Gazi zamanında sadaka verile­cek, fitre verilecek müslüman bulmakta güçlük çekildiğine ve kitabi dinlerden birisine mensup gayri müslimlere de söz konusu yardımların yapılmasının uygun olduğuna dair karardan bahsedilmektedir.

Bir diğer husus, mesleki teşkilâtlanma konusundaki ilgi çekici yapıdır. Sayın Mehmet Genç’in bir makalesinde bahsettiği teşkilâtlanma şeması, hatırlanacak olursa;

Esnaf (Ahilik) Teşkilâtı, bir ağacın gövdesine bağlı dallar ve yapraklar bütününe benze­mektedir. Merkezi otorite ağacın gövdesine, çeşitli meslekler dallarına, mesleklerin fark­lılaşmış alt birimleri de yapraklara benzetilebilr. Meselâ ayakkabı imalât sanayiini ele alalım. Bununla ilgili dericiler var. Deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren, belli ölçülere göre kesip pazarlayanlar var. Nihayet ayakkabıya son şeklini verenler var. ilgi çekici olan taraf, bunların hepsinin ayrı ayrı ve kendi aralarında teşkilâtlandığı, ayrı birlikler meydana getirdiği ve sonuçta bir araya gelerek daha büyük birliklere doğru organize ol­malarıdır.

Hatta büyük şehirlerde bölgelere göre ayrı esnaf birlikleri kurduklarına, kendi aralarında organize olarak bir “Baş Kethüda” veya baş amir veya liderlik şeklinde temsil edildiklerine rastlayabilmekteyiz. O çağda müthiş bir teşkilâtlanma gücü. Bana öyle geli­yor ki, bu güç Türk insanının, Türk milletinin kendi iç dünyasında, yani kültüründe mev­cut. Böyle bir mevcudiyet olmasaydı, Türkler her devirde devletli yaşayamazlardı. Yapı­dan gelen bu özelliğin ahiliğe de yansımış olduğunu söyleyebiliriz.

Bir diğer husus da, ahilik, basitleştirilerek takdim edilecek olursa, bir “Üreticiler Birliği Konfederasyonu” şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu haliyle ahilik üreticilerin müşte­rek meselelerini bir araya getirmek, cemiyetten kendilerini tecrit etmeden problemlere çare aramak ve bulmak, otokontrol ile devrede bulunmak, yol gösterici ve eğitici faali­yetleri ile iktisadi hayata yön vermek gibi, görevler üstlenmiş bir teşkilât özelliği göster­mektedir.

– Müdahaleci, tânzim edici, emredici ve yaptırım gücü ile geliri yeniden dağıttıran Ahi Teşkilâtlan önemli bir rol daha ifa edebilmişlerdir. Şatış yapmayan esnafa, satış ya­panların müşteri göndermeleri, karşılıksız yardımlar, işyerleri açacaklara sermaye teşkili, vakıf kurma ve kurulan vakıflara destek sağlama gibi, hususlardaki ferdi ve teşkilâtlı har­camalar, gelirin sosyal adalet kavramından müstakil harcanmadığını göstermektedir. Çünkü söylediğimiz harcama kanatlan sembolik değil, ciddi işleyen ve önemli sonuçlar elde edilecek seviyede neticeler hasıl etmektedir. Çünkü Ahi geleneğine ve inancına gö­re, kulun kula, kulluk etmesi, buna imkân verenin ayıbıdır. Yani iktisadi iktidarı çok za­yıf olanların sosyal itibarı ve siyasi itibarları da genellikle zayıftır, Bunlar arasında ge­nellikle bir doğru orantı mevcuttur. Bir çok ata sözlerimiz, şiirlerimiz, hikâye ve masallarımız, kültür hayatımızdan örnekler teşkil etmektedir. Devletler de bundan aynı şekilde nasib alırlar. Yani iktisadi, sosyal ve siyasi güçten birisi zayıf ise, diğerini de aşağıya doğru çekme istidadı öne geçebilir. Bu güçler arasında denge fikri mevcut ise, zayıf olan gücün yukarıya doğru çekilmesi kuvvet kazanabilir. İslâm inancı, Türk vecizeleri ve Ahi­lik prensipleri bu konuda tam bir ahenk teşkil etmektedir. Yarın ölecekmiş gibi âhiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışmalısın, direktifi yeterli örnek olabilir sa­nının. Ahilik müessesesinin iktisadi güç, sosyal adalet, ferdi ve devleti yaşatma, güçlen­dirme konusundaki oynadığı roller açıkça görülmektedir. Bununla ilgili fütüvvetnamelerde ve fermanlarda geçen kararlı ve azimli ifadeler herhalde durup dururken yazılmamış­tır.

Bugünkü ifadeyle, bir diğer husus da sosyalleştirme meselesidir. Yani ferdi, geli­şen ve yükselen sosyal grubun üyesi yapmak veya böyle bir değişmeye hazır hale getir­mek suretiyle fert-grup uyumunda ferdi önceden hazırlamak için gayretler sarfedildiğini görmekteyiz. Cemiyette ferdi yalnızlaşma ve tecrit olma sonucu doğabilecek tehlikelere karşı, devlet, vakıflar ve ahilik müesseseleri yarış halinde, fakat işbirliği içinde müceh­hez kılınmışlardır. Hiç bir kimseyi sahipsiz ve korumasız hissettirmemek, fert ve cemi­yeti bundan sorumlu tutmak esas gaye olarak benimsenmiştir. Bu gaye ve faaliyet esasla­rı çerçevesinde fertler ve aileler arası iktisadi güç dengelerinin kurulması hususunda ahi­lik önemli roller üstlenmiştir. Kendi teşkilâtlarına mensup olanlar arasında fakir bırak­mama ve varsa onları da diğerlerine yaklaştırma konusunda dengeleyici çalışmalar, bir bakıma, cemiyette husumetin, fenalıkların ortadan kaldırılmasına yönelik olmuştur. Bu konuda ne kadar ciddi davranıldığına dair pek çok örnekten birisi de, merhum Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan hocamızın bir tesbitidir. Bu tesbite göre, bir meslek teşekkülüne mensup en fakir ile en zengin kimseler arasındaki maddi farkın azami iki misli kadar ola­bildiğine işaret edilmesidir. Dolay isiyle bundan maksat, tekrar edilecek olursa, gelir ve servet farklılıklarının fert ve aileler üzerinde baskı veya prestij unsuru olarak kullanılma­sını önlemek, cemiyetin sağlam yapışma zarar verdirilmeden hayatın devam ettirilmesini sağlamaktır.

Sanayi ihtilâlinden önceki dönemlerde mükemmel neticeler veren gelir ve servet politikasındaki aşın hassasiyet, yeni şartlarda yeni esaslara bağlanamamıştır. Zaten geri­lemenin başlaması ile birlikte Osmanlı devleti ve ülkesi sürekli dış saldırılar ile bundan doğan iç kargaşa ve çok milliyetli hassas yapıdan kaynaklanan gevşemeler v.s. sebepler­le kendisini yeni durumlara uyduracak rahat ortamı da bulamamıştır.

Ahilik ruhu ve teşkilâtlanma çalışmaları yalnız şehir cemiyetlerine mahsus kal­mamıştır. Köylerimize kadar uzanmış ve yer yüzünde yalnız Türklerde görülen İMECE Müessesesinin doğup gelişmesinde de müessir olmuştur. Birlikte iş görme ve dayanışma ruhunun tezahürü olan bu ve benzeri organizasyonlar, birlik şuurunun güçlenmesi bakı­mından çok yararlı sonuçlar vermiştir.

Özellikle, insanlar arasında insana değer verme, yaradaınn emaneti olma, onlara sahip çıkma, korumanın, dini ve mesleki bir vecibe olduğu; tekke (zaviye), okul, cami, kışla, oda gibi, topluluk bulunan her yerde yazılı ve sözlü olarak hassasiyetle hatırlatılmaya çalışılmıştır. Bilhassa, bayramlarda ve hususiyet arzeden günlerde meslek teşek­külleri, çeşitli şekillerde hizmet arzederek, hem kendisini hem de milli varlık ve milli kimlik belirtecek, bunun önemini idraklerden ve hafızalardan sildirmeyecek görünümlere dikkat çekmeye çalışmışlardır. Anadolu’yu vatan yaparken, çeşitli ırklar dan, değişik gruplar dan meydana gelen ahalinin bulunduğu gözden ırak tutulmaya, bunlardan gele­cek tehlikelere karşı, fevkalâde güçlü, şuurlu bir birlik kavramı olmadıkça, burasının va­tan yapılmasının mümkün olmayacağı bilindiği için, birlik şuuruna ahi tekke ve tarikatlerinin çok büyük katkıları olmuştur. Hatta Devlet zayıf düştüğü, beyliklere bölündüğü za­manlarda bile, ahilik birlik ve beraberliğin devamında çok büyük roller oynamıştır. Güç­lü ve itibarlı ahi babaları, ahi şeyhleri halkın birbiriyîe ayrılıp, birbirlerine düşman ola­rak, dönüşmelerini önlemiştir. Edebali, Ahi Evran, Hacı Bektaşi Veli, Hacı Bayram,… gibi zatların destanlaşan gayretlerim kim inkâr edebilir?

Selçuklu ve Osmanlıdaki birlik şuuru, teşkilâtçılık, güç ve kudreti koruma, ahile­rin düşman üzerindeki propaganda ve ikna kabiliyetleri, adalet anlayışı …gibi, sebeple­rin gayri Türk unsurlarda Türklere hayranlık duyarak bağlılık göstermelerine, çözülüp dağılmalarına ve büyük çapta Anadolu’yu boşaltmalarına sebep olduklarım artık bilme­yen münevver olduğunu görmek herhalde önemli bir üzüntü kaynağıdır.

Ahilik prensip ve hedefleri çerçevesinde, teşkilâtlanmanın oturduğu, artık Anadolu’nun vatan olduğu fikriyatının tam olarak kuvvet kazandığı anlaşıldıktan sonra, gayri müslim sanatkârların da, esnaf teşkilâtlarına üye olabildiklerini görebilmekteyiz. Bu da­ha geniş çapta bir birlik şuuruna duyulan ihtiyacın da neticesi kabul edilebilinir. Aynı ha­disenin Osmanlı Devletinin son dönemlerinde birlik ve beraberlik duygusunun korunma­sı için Lonca veya Gedik şeklinde isimler altında karma teşekkülere gidildiği de görülebilmektedir.

Kısaca toparlamak gerekirse, yeni değişen iktisadi nizam, sosyal nizam ve kültü­rel değişmelere ahilik tabiatı icabı uyamamıştır, ve bu müesseseden yararlanma imkânı yoktur diyenlere iştirak etmem mümkün değildir. Konu ilmi olarak ortaya konulmadıkça ve ikna edici deliller verilmedikçe, ahilik müessesesinin işe yaramaz hükmüne iştirak et­menin anlamı da yoktur. Ancak yararlanılacak pek çok hususları vardır. Bunların bir kıs­mına işaret etmiş bulunmaktayım.

Sürekli harp içerisinde bırakılan, sürekli iktisadi kaynaklarını tüketmeye ve yok etmeye adeta mahkum edilen, her taraftan kuşatılmış ve yeniden Orta Asya’ya sürülmek istenen bir devlette, nasıl ki, diğer kurum ve kuruluşlar rollerini tam yapamamışlarsa, ahilik teşkilatlarımızın da çöküşü durduramamasını normal karşılamak gerekir.

Lütfen, şöyle bir düşünün. Allah Korusun, Türkiye Dört bir taraftan saldırıya uğ­rasa, sürekli harp içerisinde bırakılsa, hangi kuruluş, hangi müessese tehlikeyi bertaraf etmek için sınırsız güce sahip olabilir ve zayıflamaz? Birlik şuurunu iktisadi ve sosyal yapıyı güçlendirmek için kaynak tahsisinde güçlük çekilmez mi?

Böyle sorulan ve oluşmuş gerçekleri göz önüne getirdiğimizde, çok yönlü ve çok faktörlü düşünmemiz gerektiğini akıldan çıkarmak, hem ilme hem de realiteye aykın dü­şer. Artık ahilik tarih olmuştur, Bunu bilmesek de olur, gibi sözler hiç bir ilmi gerçeği ifade etmez. O zaman benzer her müessese için aynı şeyi söylersiniz. Hepsi tarih olmuş­tur der geçersiniz. Yok öyle şey. Her cemiyet kendi kültür düzeni, kendi geçmişi ve yeni şartların ahenkli bir sentezi ve bunu benimsemesi, sayesinde daha az buhranlı ve daha çalkantısız değişme ortamını yaşar. Aksi halde taklit peşinde koşarken, aşağılık duygusu ve kimlik krizine düşmesi beklenilmelidir. Bu şekilde değişme daha çok şey kaybettirir. Ne tam batılı, ne de milli cemiyet modeline sahip olabilirsiniz. Bunların, bugün bizde konuşulur ve yazılır olmasını aslında yararlı ve faydalı olabilecek işaretler saymak gere­kir.

Demek ki, ölçü olarak ele aldığımız sosyal gelişme unsurları arasında ahenk ve paralellik olmalıdır. Bunlardan birisi veya ikisi eksik olursa, arzulanan hedefe varmak son derece güç, zaman israfı, kaynak israfı ve emek israfı olarak karşımıza çıkacaktır.

Bana göre ahiliğin iş ahlâkı, iş disiplini, kalite kontrolü, standardizasyon, pazarla­ma, eğitim ve vasıflı insangücü yetiştirme, cemiyete karşı sorumluluk duygusu, insan sevgisi mesleki teşkilâtlanma,… gibi, pek çok prensip ve uygulamalarından yararlan­mak, daha doğrusu yararlanabilmek için çalışmalar yapmamız faydalı olacaktır. Böyle şeylerden kaçmak tembellik ve ilimsizliktir, sorumsuzluktur. Öğrenmekten korkmaktır. Yabancılar bizim sosyal ve kültürel yapımızın hususiyetlerini, bu arada ahilik teşkilâtını ve eski yaşanan müesses nizamlarımızı v.s. araştırıp öğrenirken, bizim bize ait olanları daha doğru ve daha ciddi bir şekilde ortaya çıkarmamız icap eder. Mamafih son zaman­larda Kırşehir’de olduğu gibi, birçok yerde ve üniversitelerimizde ahilik konusunda ya­pılan çalışmalar ve araştırma kuruluşlarının devreye girmelerinin Türkiye için de, insan­lık için de yararlı sonuçlar vereceğine ümitle bakılması gerektiği kanaatindeyim.

—————————————————–
Kaynak:

Öksüz, Enis. “Ahilik Müessesinin Sosyal Gelişmedeki Yeri ve Önemi.” Sosyoloji Konferansları 24 (1993): 27.

Yazar
Enis ÖKSÜZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen