Platon’dan Farabi’ye İdeal Düzen Arayışları

atina okulu
Dr. Seda ÖZSOY[i]

Dr. Ümit ÖZTÜRK[ii]

Özet

Düşünürlerin ideal düzen arayışları ekseninde karşımıza çıkan önemli felsefi uğraklar olan ütopyaların ilki, Platon tarafından kaleme alınan Devlet adlı eserdir. Platon, eserini birbiriyle bağlantılı üç öge üzerinden kurgulamıştır: Baş, göğüs ve karın. Bu bölümlerin her biri, bir erdeme karşılık gelir: Baş akla, göğüs iradeye, karın da haz ya da arzuya. Akıl, bilgeliğe ulaşmaya çalışır; irade, cesaret gösterir; arzu da insanın ölçülü olması için denetlenir. Bu bölümler uyumlu olarak hareket ettiklerinde bütünlüklü bir insan ortaya çıkar. Buna koşut olarak eserde de baş kısmı, devleti yönetmesi gereken bilgeler tarafından; göğüs, cesur bekçiler tarafından ve karın da tüccarlar tarafından oluşturulur. Nasıl bölümlerin uyumuyla bütünlüklü, sağlıklı, ılımlı bir insan ortaya çıkıyorsa; herkesin yerini bilmesi ile de ideal ve adil bir devlet düzeni meydana gelir.

Farabi’nin el-Medinetü’l Fazıla adlı eseri ise Platon’un Devlet’ine benzer bir yapıya sahiptir. Farabi’nin eseri, İslam teolojisiyle uyumlu olarak tanrının sıfatlarının açıklanmasıyla başlar. Çünkü eser, birincisi ontoloji, ikincisi siyaset felsefesi olmak üzere iki bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde, tanrı ve insan hakkında fikirler açıklandıktan sonra; ikinci bölümde, ideal devletin niteliği anlatılmaya başlanır. Farabi’ye göre, erdemli toplumun ya da devletin, sadece bir şekli vardır; bu da ahlaki erdemlerin ilke edinilmiş olduğu, işbölümü ve sosyal dayanışmanın en mükemmel düzeyde gerçekleştiği, hukukun ve sosyal adaletin tam olarak uygulandığı ve bilgelerin başta bulunduğu bir örgütlenme biçimidir.

Bu çalışmada, ideal düzenin nasıl olması gerektiği konusunda görüşler ortaya koyan iki önemli düşünürün eserlerinin karşılaştırmalı bir analizi yapılarak aradaki benzer ve farklı yanlar incelemeye tabi tutulacaktır. Çalışmanın merkezinde yer alan Farabi’nin ve eserinin irdelenmesi hem Türk İslam düşün hayatına katkı sağlayan önemli şahsiyetlerin yeniden hatırlanması, hem de yapılacak karşılaştırma aracılığıyla Farabi’nin özgün yanlarının vurgulanması açısından önem arz etmektedir.

Anahtar Sözcükler: Platon, Farabi, İdeal Düzen, Toplum Tasarımı.

Ütopya ─Yunancada hiçbir yer anlamına gelir─ eşitlik, adalet ve özgürlük gibi ilkeler temele alınarak tasarlanmış, gerçekleşmesi mümkün olmayan, mükemmel bir toplum biçimini ve siyasi yönetim tarzını ifade eden bir kurgu şeklinde tanımlanabilir. Bunlar, toplumsal düzenin yozlaştığı ve bireylerin gereksinimlerinin karşılanmasının mümkün olmadığı zamanlarda, toplumsal bozuklukları ve haksızlıkları gidermenin yollarını ve insanlara başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermek adına kurgulanmışlardır. Bunun nedeni, insanların karmaşa ya da düzensizlik içinde yaşamalarının imkansız olduğunun fark edilmesidir. Düşünürlerin ideal düzen arayışları ekseninde karşımıza çıkan önemli felsefî uğraklar olan ütopyaların bilinen ilk örneği, Platon (M.Ö. 427-MÖ 347) tarafından kaleme alınan Devlet (Politeia)[1] adlı eserdir. Batı düşünce tarihi açısından ilk ve en önemli eser olarak da sayabileceğimiz Devlet, hem bu türün en iyi örneklerinden biri, hem de daha sonra benzer yapıtlar ortaya koyacak olanlar için yol gösterici bir timsal olma özelliklerini taşımaktadır. Doğu’ya yöneldiğimizde ise aynı özelliklere Farabi’nin eserinde karşılaşırız. Thomas More’un Utopia’sı (1516), Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi (1602), Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i (1624), İbn Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan’ı (12. yy.), Sadi Şirazi’nin Bostan’ı (1257) ve çoğaltabileceğimiz diğer örnekleriyle bu tür açısından başlangıç noktası Batı için Platon’un, Doğu için ise Farabi’nin eserleridir. Bu bağlamda çalışmanın ana eksenini, bu iki düşünürün eserlerinin analizi ve buradaki benzer ya da farklı yanların ortaya konması oluşturmaktadır.

Düşünce tarihi açısından önemli bir ilki gerçekleştiren Platon, ideal düzen anlayışını birbiriyle bağlantılı üç öge üzerinden, başka bir deyişle üç katlı sembolik bir örgü vasıtasıyla kurgulamıştır: Baş, göğüs ve karın. Bu bölümlerin her biri, bir erdeme karşılık gelir: Baş akla, göğüs iradeye, karın da haz ya da arzuya. Akıl, bilgeliğe ulaşmaya çalışır; irade, cesaret gösterir; arzu da insanın ölçülü olması için denetlenir. Bu bölümler uyumlu olarak hareket ettiklerinde bütünlüklü bir insan ortaya çıkar. Buna koşut olarak eserde de baş kısmı, devleti yönetmesi gereken bilgeler tarafından; göğüs, cesur bekçiler tarafından ve karın da tüccarlar tarafından oluşturulur. Nasıl bölümlerin uyumuyla bütünlüklü, sağlıklı, ılımlı bir insan ortaya çıkıyorsa herkesin yerini bilmesi ile de ideal ve adil bir devlet düzeni meydana gelir.[2]

Farabi
Farâbî

Farabi’nin (M.S. 872-M.S. 950) el-Medinetü’l Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı eseri ise Platon’un Devletine benzer bir yapıya sahiptir. Farabi’nin eseri, İslam teolojisiyle uyumlu olarak Tanrı’nın sıfatlarının açıklanmasıyla başlar. Çünkü eser, birincisi ontoloji, İkincisi siyaset felsefesi olmak üzere iki bölümden oluşmuştur. Birinci bölümde, Tanrı ve insan hakkında fikirler açıklandıktan sonra; ikinci bölümde, ideal devletin niteliği anlatılmaya başlanır. Farabi’ye göre, erdemli toplumun ya da devletin, sadece bir şekli vardır; bu da ahlaki erdemlerin ilke edinilmiş olduğu, işbölümü ve sosyal dayanışmanın en mükemmel düzeyde gerçekleştiği, hukukun ve sosyal adaletin tam olarak uygulandığı ve bilgelerin başta bulunduğu bir örgütlenme biçimidir. Çalışmanın merkezinde yer alan Farabi’nin ve eserinin irdelenmesi hem Türk İslam düşün hayatına katkı sağlayan önemli şahsiyetlerin yeniden hatırlanması, hem de yapılacak karşılaştırma aracılığıyla Farabi’nin özgün yanlarının vurgulanması açısından önem arz etmektedir. Bu doğrultuda ideal düzen arayışlarına koşut olarak ortaya konan ilk ütopyanın, yani Platon’un Devlet adlı eserinin serimlenmesi ile konuya devam etmek faydalı olacaktır.

Eserine doğruluğu irdelemekle başlayan Platon, “doğruluğun, güçlünün işine gelen şey” (Platon, 1995: 29) olduğunu söyleyenlere, doğruluğun adaletin ve ahlakın temelinde yer alan bir unsur olduğu savıyla karşı çıkar. On kitaptan oluşan eserinin birinci kitabında, doğruluğun kötülük mü, bilgisizlik mi ya da bilgi ve iyilik mi olduğunu araştıran düşünür, ikinci kitabında da görüşlerini açıklamayı sürdürür. Doğruluk kavramlaştırmasından hareketle düşüncelerini paylaşan Platon, “Doğruluk varsa bir tek insanda olduğu kadar bütün bir insan topluluğunda da vardır.” (Platon, 1995: 59) şeklindeki söyleriyle düzenli bir toplumun doğuşunu anlatmaya başlar. “Bence toplumu yapan, insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksemesidir. Öyleyse bir insan, bir eksiği için bir başkasına başvurur, başka bir eksiği için de bir başkasına. Böylece birçok eksik, birçok insanın bir araya toplanmasına yol açar. Hepsi yardımlaşarak bir ortaklık içinde yaşarlar. İşte bu türlü yaşamaya, toplum düzeni deriz.” (Platon, 1995: 59) diyerek hem topluma ilişkin kendi tanımını ortaya koyar, hem de insanların, birbirlerine olan gereksinimleri üzerinden gerçekleştirecekleri işbölümü aracılığıyla oluşturulan iktisadi ilişkilerin, o dönemde gözlemlenen yeni biçimlerini belirler. Platon, bunun devamında yer alan “Öyleyse toplum, yalnız kendine yetecek kadar değil, başka şehirlerle (devlet) alışverişi sağlayacak çoklukta ve çeşitlilikte mal yetiştirecek.” (Platon, 1995: 61) ifadesiyle toplumsal düzenin aslında, iktisadi yapılanmayla yakından ilintili ve ilişkili olduğunu gündeme getirir. Bununla birlikte Platon, öngördüğü ideal düzen içinde bir araya gelen insanların, karşılıklı alışverişlerinde kendi karlarını gözeteceklerine, alışverişin yalnızca şehrin içindeki insanlarla sınırlı kalmayacağına ve her bir işin, başka bir kişi tarafından ifa edileceğine vurgu yaparak bireysel çıkara, işbölümüne, dönemin koşullarına bağlı olarak yapılan ticari faaliyetlere işaret eder.

Üreticiler, koruyucular ve yöneticilerden oluşan sınıflı bir toplum yapısı kurgulayan düşünür, üçüncü kitabında koruyucular ve onların eğitimi hakkında bilgiler verir. Platon açısından “Yapılması gereken şey, devlet için en yararlı şeydir.” (Platon, 1995: 102) ve bunu gerçekleştirecek olanlar da bekçilerdir. Bunlar “devleti dışardan düşmanlara karşı, içerden dostlara karşı koruyan, yani dostlarımızın kötülük isteklerini, düşmanların da kötülük imkanlarını önleyen kimseler” (Platon, 1995: 104) olmalıdır.

Müzik ve jimnastiğin ─klasik anlamı açısından ruhun ve bedenin eğitilmesinin başlangıcı olan dersler─ önemli bir eğitim aracı olduğunu kabul eden ve koruyucuların küçük yaştan itibaren gözetlenmesi gerektiğini vurgulayan düşünür, koruyucular içindeki en iyi olanların yönetici olabileceğini, diğerlerinin ise savaşçı olarak onları destekleyebileceğini söyler. Burada Platon, kimin hangi görevi yerine getireceği konusunda yurttaşlar arasında karışıklık çıkmaması için onları bir masala inandırmanın gerekli olduğunu ileri sürer ve şu masalı anlatır:

“Bu toplumun birer parçası olan sizler diyeceğim birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı ─biçimlendirici, mimar─ aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Aramızda bir hamur birliği olduğuna göre sizden doğan çocuklar da herhalde size benzeyeceklerdir. Ama arada bir altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. Bunun için Tanrı her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangisinin katılmış olduğunu dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. Kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık doğmuşlarsa hiç acımayıp hamurlarına uygun işlere koyacak onları, çiftçi ya da işçi yapacak. Çiftçi ya da işçi çocukları arasından mayaları altın ve gümüşle katışık olarak doğanlar olursa onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yükseltecek; çünkü mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur” (Platon, 1995: 105).

Bu masalın ardından dördüncü kitaba geçen Platon, bu kitapta mutluluk, zenginlik, yoksulluk ve bilgelik gibi kavramlar ile devlette bulunması gereken üç değerden veya erdemden bahseder. Bu değerler; ölçü, yiğitlik ve bilgeliktir. “Bunların dışında kalan değer, onları doğuran ve yaşatan değerdir. Baştan da üç değeri bulursak geriye kalan dördüncüsü doğruluk olacak” (Platon, 1995: 122). Beşinci kitapta ise toplumda kadının yeri, evlenmeler ve çocukların durumu gibi konuları anlatan düşünür, kadın ve erkeğin yaradılışta ayrı olduğunu ve bu nedenle de ayrı işler yapmaları gerektiğini ortaya koyar (Platon, 1995: 141). Ayrıca iyi bir nesil yetiştirmekten yana olan Platon, bekçilerin neslini korumak için savaşta ve başka işlerde yararlık gösterenlere ödüller verilmesini ve bunlara kadınlarla herkesten çok birlikte olma hakkı tanınmasını söyler. Böylece bunlardan doğacak çocuklarla seçkin bir nesil oluşturmanın mümkün olduğunu vurgular ve çocuk doğurma konusunda da bazı kurallar belirler. Buna göre kadın, yirmisinden kırkına kadar, erkek ise elli beş yaşına kadar devlete çocuk verecek, bunun dışındaki durumlarda kadın da erkek de dine ve devlete karşı suç işlemiş sayılacaktır (Platon, 1995: 149). Bu kitapta aktarılan dikkat çekici unsurlardan biri de bekçiler arasında gerçekleşecek olan kadın ve çocuk ortaklığına ilişkindir. İdeal bir devletin, sağlam bir beden gibi işlemesi gerektiğine yönelik analojisiyle bağlantılı olarak Platon, duygu birliğinin oluşturulması için ayrı ayrı kadın ve çocuklarla ayrı ayrı sevinç ve üzüntüleri olan bir toplum yerine, çıkarları bir, amaçları bir olan yapıyı koyar ve böylece devletin parçalanmayacağını öngörür (Platon, 1995: 153).

Altıncı kitaba filozofun kim olduğunu anlatarak başlayan düşünür, devletin yönetiminin teslim edilebileceği kişinin, eğitim ve görenekle bu iş için yetişmiş ve bilgi sahibi olan kişiler arasından seçilmesi gerektiğini savunur. İdeal devletin yöneticisi olacak kişi, her şeyden önce ve diğer yeteneklerinin yanında bilgiye sahip olmalıdır ve Platon için bu bilgi, “iyi”nin bilgisidir. Bu bilgiyi anlatmak için Güneş benzetmesine başvuran düşünür, gözle görünen dünya ile akılla kavranan dünya arasındaki ayrımı ortaya koyar ve nesnelere gerçekliğini, zihne de bilme gücünü veren şeyin “iyi ideası” olduğunu dile getirir (Platon, 1995: 195-196). Söylediklerini kanıtlamak için de kitabın sonunda yer alan bölünmüş çizgi analojisini kullanır. İki ayrı uzunlukta ortasından kesilmiş bir çizgi ile gözle görülen dünya ve akılla kavranan dünyanın konumunu epistemolojik ve ontolojik açılardan belirlemeye çalışır. Çizginin üzerinde yapılan bölünmeler bilişsel süreçlerin aydınlık ve karanlık derecelerini belirler. Bunlardan en yüksek bölüm “kavrayış”, ikincisi “çıkarış”, üçüncüsü “inanç” ve dördüncüsü de “sanı”dır (Platon, 1995: 198). Bu analoji aracılığıyla iyinin bilgisine ulaşma yolları ve yönetici olacak filozofların nasıl belirleneceği/nasıl tayin edileceği konusu açıklığa kavuşturulmaya çalışılır.

Yedinci kitapta felsefe tarihinde önemli bir yer edinmiş olan “mağara benzetmesi”ni aktaran Platon, eğitimin basamaklarını ve özellikle hangi bilim dallarının öğretilmesi gerektiğini anlatır. Buradan sekizinci kitaba geçen düşünür; zenginlik, yoksulluk veya düşünsel etmenlere dayalı olarak bozulan dört devlet düzeninden -timokrasi veya timarşi, oligarşi, demokrasi ve zorbalık- ve bu düzenlerin insan profilinden söz eder. Platon’a göre “Bir toplumun düzenindeki her çeşit değişiklik baştakilerden gelir. Baştakiler arasına ayrılık girmesinden doğar” (Platon, 1995: 229). Bu bozuk devlet düzenleri, para ve mevki hırsının artmasından dolayı gündeme gelir ve aşama aşama kötüye gidişin basamaklarını oluşturur. Ahlaki değerlerin göz ardı edilmesi, ölçüsüzlük, israf ve zenginlik tutkusu, sınıflar arasındaki uçurumu artırır ve böylece savaş başlar. Savaşı yoksulların kazanmasıyla demokrasi kurulur. “Zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurtdışına sürülür. Geri kalan yurttaşlar devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar. Çok defa da iş başına gelecekler kurayla seçilir. Demokrasi ya böyle silah gücüyle olur ya da zenginlerin korkup kaçmasıyla” (Platon, 1995: 241).

“Bir düzen panayırıdır demokrasi” (Platon, 1995: 242). Ancak demokrasinin temel özelliği olan özgürlük, zamanla yıkıcı bir unsura dönüşebilir. “Özgürlüğe susamış devletin başındakiler içki sunmasını bilmeyen sakilere döndüler mi demokrasi alabildiğine hürriyet için sarhoş olur. Halkı yönetenler her yola girmesini beceremez, her istenen özgürlüğü veremez olunca halk onları suçlar; hain diye, oligark diye cezalandırır” (Platon, 1995: 247). Bu doğrultuda zorbalığa geçiş gerçekleşir. “Aşırı özgürlüğün tepkisi, insanda da toplumda da aşırı kölelikten başka bir şey olmaz. Zorbalığın ancak halk devletinden doğması tabi bir şeydir o halde! En taşkın özgürlük orada olduğuna göre en yaman en dayanılmaz kölelik de orada olacak” (Platon, 1995: 248). Oysa Platon için insanın para kazanma, şöhret sahibi olma gibi olumsuz yanlarını dizginlemesi ve aklın değerini anlaması ile şekillenecek olan düzen; siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel açılardan en ideal düzendir.

Platon, dokuzuncu kitapta zorbanın özelliklerini anlatmaya devam eder. Ayrıca düşünür burada; bilgisever (filozof), ünsever ve parasaver şeklinde üç çeşit insanı ve insan ruhundaki çok başlı canavarın nasıl dizginleneceğini aktarır. “Öyleyse aklı başında olan var gücüyle bu duruma -ölçülülüğe, doğruluğa ve bilgeliğe- varmaya çalışır. Önce ruhun bilim yoluyla yükseleceğine inanır, ondan ötesini küçümser. Sonra bedenini iyi tutmak ve beslemek için kendini ölçüsüz, hayvanca zevklere kaptırmaz, aklını fikrini buna vermez. Daha da ileri giderek ruh sağlığına yaramadığı sürece beden sağlığına, güçlü, kuvvetli, yakışıklı olmaya önem vermez, beden düzenini her zaman ruh düzenine göre ayarlar” (Platon, 1995: 280). Son olarak onuncu kitapta sanattan ve ruhun özünden söz eden Platon, en iyi yanımızın akla uyan yanımız olduğunu ileri sürerek eserini tamamlar.

Çalışmanın kapsamına bağlı olarak inceleyeceğimiz ve Batı’da Alfarabius adıyla tanınan Ebu Nasr el-Farabi el-Türki, Türk İslam siyasi düşüncesinin şekillenmesinde önemli katkıları olan bir düşünürdür. Klasik kaynaklarda, Türkistan’ın Farab şehrinde doğduğu aktarılan Farabi, birbirinden farklı alanlarda bilgi sahibidir ve bunda yaşadığı dönemin koşullarının etkili olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Farab şehri, o zamanlar İslam aleminin bilim ve kültür merkezi olarak kabul edilen Bağdat’tan uzak olmakla birlikte fikir hareketleri açısından canlı yerdir. İlk öğrenimini burada gören Farabi’nin ilerleyen yıllarda kadılık yaptığı, daha sonra resmi vazifesinden istifa ederek 40 yaşlarına doğru Bağdat’a geldiği bilinmektedir. Farabi, önce Harranlı Yuhanna İbn Haylan’dan felsefe dersleri alarak Batı Ortaçağ’ının eğitim anlayışını temsil eden Trivium (gramer, belagat, mantık) ve Quadrivium (aritmetik, geometri, astronomi, müzik) üzerinde bilgi sahibi olmuş, özellikle musiki alanında önemli eserler vermiştir. Ayrıca Bağdat’ta Muhammed İbn Cellad ve Ebu Bişr Metta İbn Yunus’tan tıp, matematik ve mantık öğrenmiştir. Aristoteles’ten (muallim-i evvel-ilk öğretmen) sonra mantığa yaptığı katkılarından dolayı muallim-i sani (ikinci öğretmen) olarak anılan Farabi’nin eserleri ise risaleler şeklindedir.[3]

Farabi’nin eserleri içinde ─çalışmanın bağlamı açısından─ en dikkate değer olanı Türk İslam siyasi düşüncesinin kilometre taşlarından biri olarak kabul edebileceğimiz el-Medinetü’l Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı eserdir. Dönemin koşulları ekseninde Antik Yunan düşüncesinin İslam medeniyetine olan etkisini de yansıtan bu eser, Farabi’nin felsefi yaklaşımını ve ideal düzen anlayışını ortaya koymaktadır. Düşünürün bu eserdeki analizleri, temel felsefi problemlerden hareketle devletin ve toplumun nasıl olması gerektiği üzerine kurgulanmıştır. Farabi, konuya açıklık getirebilmek için öncelikli olarak ilk var olan ya da ilk nedeni anlatma yoluna gitmiştir. Diğer varlıkların nedeni, en üstünü, mükemmeliyetin en yüksek seviyesinde ve eksiksiz olanı hakkında görüşlerini serimleyen düşünür, bu varlığın yani Tanrı’nın ortağı olmadığı, mukaddes varlığının tarif edilemezliği, onun hayatın ta kendisi olduğu, azameti, ululuğu ve diğevarlıkların ondan nasıl türediği, yani onun sayesinde nasıl mümkün olduğu ile ilgili düşüncelerini aktarmaya devam eder.

“O, madde olmadığı ve hiç maddesi olmadığı için cevheri itibariyle bilfi’il akıldır. Zira suretin akıl olmasına ve bilfi’il düşünmesine -o suretin muhtevasını teşkil eden- madde manidir. Dolayısıyla her şey varlığı için maddeye muhtaç olmadıkça cevheri itibariyle bilfi’il akıl olur. İşte bu hal onun halidir. O, bilfi’il akıldır. Cevheri itibariyle makuldür. Zira bir şeyin makul olmasına yine madde mani bulunmaktadır. Binaenaleyh o, akıl olması bakımından da makuldür. Hüviyeti akıl olanın makul olması için kendi dışında bulunan bir zat tarafından tanınmasına muhtaç değildir. Kendini kendiliğinden aklettiği için o, hem akildir hem bilfi’il makuldür. Bundan başka onun bilfi’il akıl ve bilfi’il akil olması için kendi dışındaki bir zatı akletmesine ihtiyacı yoktur. O, kendi zatını akletmekle akıl ve akil olur. Akleden zat, akledilenin aynı olduğu için de o, makul bir akıldır. Binaenaleyh o, hem akıl hem makul hem akil olan bir tek zattır ve bölünmez bir tek cevherdir” (Farabi, 1990: 21).

Burada bilfi’il akıl olarak nitelediği ilk var olandan söz ederken Farabi, tasarladığı ideal düzende yönetici olarak görev yapacak kişilerin de benzer özelliklere sahip olması gerektiğini ortaya koyar. Bu bağlamda eserin başlangıcını teşkil eden ilk var olanın anlatımı, diğer varlıkların ondan hasıl olduğu ilk nedenin bir açıklamasını sunduğu kadar, ilerleyen sayfalarda karşımıza çıkan erdemli şehrin ve onun yöneticisinin de nasıl olacağı konusuyla doğrudan ilintilidir. “İlk mevcud ondan var olunandır. İlk mevcudun kendine has varlığından diğer mevcudların ister istemez hasıl olmaları lazım gelir. Bu mevcudların kısmen duygu ile müşahede edilen, kısmen burhanla bilinen varlığı, insanın irade ve ihtiyarı ile hasıl olmuş değildir. İlk mevcuddan başkasının hasıl olması, varlığının başka varlığa taşması ve başkasının onun varlığından taşmış olması kabilindendir. Böylece onun varlığı, kendisinin hiçbir suretle ne sebebi ne de gayesi olabilir” (Farabi, 1990: 28). Bu açıklamaların ardından diğer varlıklar, bunların çokluğu ve mertebeleri, madde ve suret, göksel cisimlerin hareketleri ve insan bedeninin ve ruhunun özellikleri gibi konulara değinen düşünür; irade, mutluluk ve rüyalar hakkındaki görüşlerini dile getirir.

Burada düşünürün mutluluk ile ilgili görüşleri, erdemli bir şehirde birlikte yaşayacak olan insanların nasıl davranmaları gerektiği konusunda dikkate değerdir. “Saadet, insan ruhunun vücutta maddeye ihtiyaç arz etmeyecek bir tekemmül mertebesine ulaşmasıdır. Bu da cisim olmayan şeylerin ve madde olmayan cevherlerin sırasına girmesiyle ve bu durumda daima müebbeden kalmasıyla mümkün olur. Şu kadar ki saadet, mertebece fa’al aklın aşağısındadır. Nefsin saadete ulaşması için iradi fi’illere ihtiyacı vardır. Bu fi’illerin bir kısmı fikridir, bir kısmı bedenidir. Şu kadar ki bu fi’iller, gelişi güzel fi’illerden olmayıp mahdut ve muayyen bazı davranış ve melekelerle elde edilen mahdut ve muayyen fi’illerdir. Zira iradi fi’iller arasında saadete engel olacak fi’iller de vardır. Saadet, hayır için yapılan hayırdır. O, hiçbir zaman hayırdan başka şeyler için istenmez. Gerçi insanın saadet ötesinde ulaşacağı daha büyük bir şey yoktur. Saadete ulaşmaya yardım eden fi’iller, güzel fi’illerdir. Bu fi’illerin sadır oldukları davranışlar ve melekeler, faziletleridir” (Farabi, 1990: 69-70).

Mutluluğa ulaşmayı arzu eden insanların, bütün insanlara yararlı olabilecek davranış kalıplarını kendi hayatlarına dahil edip bunları uygulayabildikleri ölçüde üstün bir seviyeye yükselebileceklerini söylemek mümkündür. Bu amaç doğrultusunda bir araya gelen bireyler, iyi bir toplumu meydana getirebilir. Farabi’nin toplum ile ilgili düşünceleri de buna dayanmaktadır. “Her insan, yaşamak ve üstün mükemmeliyetlere ulaşmak için yaradılışta birçok şeylere muhtaç olup bunların hepsini tek başına sağlayamaz. Her insan bunun için çok kimselerin bir araya gelmelerine muhtaçtır. Her fert bu ihtiyaçlardan ancak üzerine düşeni yapar. Bütün insanların birbirleri karşısındaki durumları da bu merkezdedir. Böylece her fert, tabiatındaki mükemmelleşme ihtiyacını ancak muhtelif insanların yardımlaşma maksadıyla bir araya gelmeleriyle elde edebilir. Muhtelif insanların bir araya gelmelerinden topluluk peyda olur.” (Farabi, 1990: 79) Topluma ilişkin görüşleri bağlamında Farabi ile Platon arasında bir koşutluk olduğu göze çarpmaktadır. Daha önce irdelendiği üzere Platon’un “Bence toplumu yapan, insanın tek başına, kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksemesidir. Öyleyse bir insan, bir eksiği için bir başkasına başvurur, başka bir eksiği için de bir başkasına. Böylece birçok eksik, birçok insanın bir araya toplanmasına yol açar. Hepsi yardımlaşarak bir ortaklık içinde yaşarlar. İşte bu türlü yaşamaya, toplum düzeni deriz.” (Platon, 1995: 59) şeklindeki tanımıyla Farabi’nin görüşleri benzerlik göstermektedir. İki düşünür açısından da toplum, belirli amaçlar çerçevesinde bir araya gelen ve tek başlarına yeterli olamayacaklarından dolayı birbirleriyle yardımlaşarak bu amaçlara hizmet eden bireylerden oluşur.

Farabi, bu minvalde insanların meydana getirdikleri toplulukları ikiye ayırmaktadır: Kamil ve eksik topluluk. Kamil topluluk, belirli ihtiyaçlar çerçevesinde bir araya gelen ve ortak bir kültürü paylaşan, yetkin, eksiksiz bir toplumu ifade eder. Farabi, kamil toplulukları üçe ayırır. Bunlar büyük, orta ve küçük topluluklardır. “Büyük topluluk, yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası, yeryüzünün ayrı ayrı milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında oturan şehir halkından ibarettir.” (Farabi, 1990: 79) Bu anlamda Farabi’nin, Platon’dan farklı olarak toplumları belirli bir niceliğe göre kategorize ettiğini söylemek mümkün gözükmektedir. Çünkü Antik Yunan’da mevcut site devletlerinde, birleşip bir dünya devleti kurma tahayyülünün olduğu söylenemez, oysa Farabi’nin yaklaşım tarzı, evrensel bir tasavvuru kapsamaktadır. Eksik topluluk ise tam anlamıyla bir toplum haline gelememiş olmaktır. “Eksik topluluk köy, mahalle, sokak veya ev halkından teşekkül eder. Evden küçük olan kulübe de bu cümledendir. Mahallenin ve köyün her ikisi de şehre tabidir; şu farkla ki köy, şehre hadım olması itibariyle şehre bir cüz’ü olması itibariyle ona tabidir. Bu kabilden ev, sokağın bir cüz’ü, şehir millet topraklarının bir cüz’ü, millet de dünya nüfusunun bir cüz’ü sayılır” (Farabi, 1990: 79). Eserin başından itibaren birbirleriyle koşutluk içinde olduğunu gördüğümüz düşüncelerinin ardından buradaki topluluk tanımlarına dayalı olarak Farabi, artık erdemli şehrin nasıl oluştuğuna ilişkin bir sonuca varır.

“Sakinlerinin ancak saadete erişmek maksadıyla yardımlaştıkları bir şehir, fazıl bir şehir olur. Zaten saadete erişmek maksadıyla kurulan her topluluk da fazıl bir topluluk sayılır. Onun içindir ki bütün şehirleri saadete erişmek maksadıyla el ele vererek çalışan bir millet de fazıl bir millettir. Bütün milletleri saadete ulaşmak maksadıyla elbirliğiyle çalışan bir dünya da fazıl bir dünya olur” (Farabi, 1990: 80). Farabi’nin ideal düzen arayışları ekseninde kurguladığı erdemli şehir, aynı zamanda canlı bir organizma gibidir. “Fazıl şehir tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar. Bir vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler yaradılış ve kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalp adında bir uzuv varsa ve hakim uzva mertebece yakın olan uzuvlar ve bunların her biriyle sıkı münasebette bulunan diğer uzuvlar varsa ve bu son uzuvlarla ilgili olan ve emirleriyle hareket eden aşağı derecede uzuvlar varsa ve tabi uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri güçleri yalnız başkalarına hizmet olan daha aşağı uzuvlar varsa şehir de böyledir, yani şehri teşkil eden unsurlar, yaradılışta ve birbirinden üstün yapıdadırlar. Bunların arasında riyaset vazifesini gören bir insanla mertebece ona yakın başka kimseler bulunur. Bunların her biri, kendi kabiliyet ve melekelerini reisin gayelerine uygun bir surette kullanır. Bu yüksek rütbe sahiplerinin emrinde başka kimseler bulunduğu gibi, bunların da emrinde başkaları bulunur. Meratib silsilesiyle böylece alçala alçala nihayet en aşağı tabakalara varılır ki bu sonuncular, artık başkalarına emretmeyip yalnız aldıkları emirleri yerine getirirler” (Farabi, 1990: 80-81).

Farabi’nin organizmacı toplum görüşünün, Platon’un yukarıda aktarmış olduğumuz yaklaşım tarzıyla benzer yanları bulunmaktadır. Platon da baş, göğüs ve karın gibi organlarla kurduğu analoji üzerinden ideal toplum anlayışını ortaya koymuştur. Bilgeliğe ulaşmaya çalışan akıl tarafından yönetilen baş, cesaret gösteren bir iradeye tekabül eden göğüs ve insanın ölçülü olması için denetlenmesi gereken arzudan oluşan karın uyum gösterdikleri oranda insanın sağlıklı olmasını mümkün kılarlar. İdeal devlet düzeni de benzer şekilde bu uyumun gerçekleşmesiyle hayata geçer. Farabi için yönetici olan organ ise kalptir ve kalp ile erdemli bir şehrin yöneticisi arasında benzerlik vardır. “Kalp dahi ilk önce teşekkül ederse ve ondan sonra gelen uzuvların teşekkülüne, kuvvetlenmelerine ve mertebelerine göre yer almalarına sebep olursa ve bunlardan birisine bozukluk arız olunca kalp bu bozukluğu giderecek vasıtayı ona nasıl yollarsa şehir reisinin de ilk önce vücut bulması lazım gelir ki bizzat şehrin ve şehir cüz’ülerinin teşekkülüne sebep olsun ve bunların mertebelerine göre yer almaları için gerekli olan iradi melekeler teşekkül etmiş bulunmakla bu cü’zülerden biri aksayınca üzerinden aksaklığını giderecek vasıtayı ona yollasın (Farabi, 1990: 82).

Bulundukları konumlara göre uyumlu hareket eden organlar arasındaki birlik, erdemli şehrin oluşmasını sağlayan ve iyi amaçlara hizmet eden insanlar arasında da bulunmalı ve bu insanları yönetecek makul bir yönetici tıpkı kalp gibi yetkin olmalıdır. Bu yönetici, herhangi biri değil, aksine yaradılış itibariyle yetenekli olmak ve iradi melekeleriyle yöneticilik vasfını bulundurmak gibi iki özelliği taşıyan kişidir. Filozoflar, yazarlar, şairler, din adamları, mühendisler, doktorlar ve askerlerden oluşan erdemli bir şehrin yöneticisi şu özelliklere sahip olmalıdır:

1.  Evvela vücudunun tam ve her uzvunun kıvamında olması lazımdır ki vazifesini kolayca yapsın.

2.  Kendisine söylenen her şeyi tabiatıyla iyi kavrayıp anlaması lazımdır ki hem söyleyenin maksadını hem konu mevzu’u olan şeyi olduğu gibi anlasın.

3.  Hafızası kuvvetli olmalı ki anladığı, gördüğü, işittiği ve sezdiği her şeyi iyi bellesin ve unutmasın.

4.  Uyanık ve zeki olması lazımdır ki gördüğü en ufak delili anında fark edip yerinde kullanmasını bilsin.

5.   Güzel konuşmasını bilmeli ki zamirindeki her şeyi açıkça izah etsin.

6.  Öğretmeyi ve öğrenmeyi sevmesi, buna kendini kaptırmış olması ve her şeyi kolayca öğretmesi lazımdır ki öğretme ve öğrenme yorgunlukları ona ne ıstırap versin ne de vücudunu hırpalasın.

7.   Yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olmaması ve tabiatıyla oyundan sakınması lazımdır.

8.   Doğruluğu ve doğruları sevmesi, yalandan ve yalancılardan nefret etmesi lazımdır.

9.   Ulu olması ve ululuğu sevmesi lazımdır ki utandırıcı şeylere düşmesin ve tabiatıyla hep yüksek şeyleri arasın ve gümüşle altın gibi şeylere ve diğer dünyalıklara göz koymasın.

10.   Adaleti ve adalet ehlini sevmesi, istibdattan, zulümden ve zalimlerden nefret etmesi lazımdır ki hem kendi akrabasından hem başkalarından hak arasın, onları hakka davet etsin, istibdat kurbanlarının imdadına yetişsin, iyi ve güzel bildiği her şeyi desteklesin.

11.  Mutedil mizaçta olmalı ki kendisinden adalet istendiği zaman şiddet göstermesin, titizlik ve aksilik etmesin, fakat istibdada ve kötülüğe davet edildiği zaman şiddet ve aksilik göstersin.

12.  Büyük bir azim ve irade sahibi olmalı ki zaruri bulduğu şeyleri gerçekleştirmek hususunda cesaret göstersin, korkak veyahut yumuşak olmasın (Farabi, 1990: 87-89).

Bu nitelikleri taşıyan bir insana rastlamanın zor olduğunu kabul eden Farabi, erdemli şehir içinde bunlardan ilk altısını veya beşini şahsında toplayan bir bireyin de yönetici (reis) olabileceğini, ancak bu da mümkün değilse bu niteliklere sahip olan ve birbirinin ardı sıra gelen yöneticilerin koyduğu kuralların takip edilmesi gerektiğini vurgular. Bu yolla yönetici olan bir bireyin de bazı özelliklerinin olması gerekir. Bu tür bir yönetici bilgi sahibi olmalı, kendisinden öncekilerin kanunlarını iyi bir şekilde uygulamalı, onların yollarını izleyerek yeni kanunlar yapmalı, hüküm vermesi gereken olaylar hakkında çıkarımlarda bulunmalı, belagat yeteneğini taşımalı ve iyi bir savaşçı olmalıdır. Farabi açısından “Eğer bu şartları kendinde toplayacak tek kişi bulunmayıp iki kişi bulunursa ve bunlardan biri hâkim olur, diğeri de öteki şartlara haizse her ikisi de reis olurlar. Eğer bu şartlar muhtelif kimseler arasında dağılmış bulunursa ve bunların birincisinde hikmet, ikincisinde ikinci şart, üçüncüsünde üçüncü şart, dördüncüsünde dördüncü şart, beşincisinde beşinci şart, altıncısında altıncı şart bulunursa ve bunlar birbirleriyle anlaşmış ve uzlaşmış olursa hepsi de üstün reis olurlar. Fakat hikmet riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün, diğer şartlar bulunmuş olsa da fazıl şehir kralsız kalır. Şehri idare eden reis kral olmayınca şehir tehlikeye maruz olur. Kendisine, teslim olacak bir hakim bulmayan şehir, gecikmez yıkılır” (Farabi, 1990: 90).

Farabi’nin yöneticiler için söylediklerinin Platon’un görüşleriyle ortak yanlarının olduğu aşikârdır. Özellikle filozofların yönetici, yöneticilerin ise filozof olması noktasında düşünürler arasında bir yakınlık bulunmakla birlikte, Farabi için İslami hayat tarzının gerektirdiklerinin yapılması ile ilgili yöneticide bulunması zorunlu olan nitelikler, aynı zamanda peygamberlerin sahip olduklarıyla da örtüşür. Farabi, yöneticilerin vasıflarını sıraladıktan sonra erdemli şehre aykırı olan ve cahil şehir, fasık şehir, değişmiş şehir ve şaşkın şehir olarak adlandırdığı diğer şehir türlerini tanımlar. Sadece kendilerine öğretileni bilen ve ona inanan cahil şehirler; servet avcısı, şehvet düşkünü ve serazad olmak gibi gündelik şeylere önem verirler ve bu şehirlerin de farklı çeşitleri vardır. Cahil şehirlerden zaruri şehir, halkının yeme içme dışında başka şeyleri önemsemediği şehirlerdir. Değiştirici-sarraf şehir, servet için çalışan insanlardan müteşekkildir. Bayağılık ve bedbahtlık şehri, şehvet ve eğlencenin peşindeki halktan ibarettir. Haysiyet şehri, şan ve şöhrete düşkün insanlardan oluşmuştur. Tagallüp şehri, güce önem veren ve başka halkları ezen bir yapıya sahiptir. Cimai şehir ise diledikleri gibi yaşayan bireylerin meydana getirdiği şehirdir. Bir diğer tür olan fasık şehir ise erdemli şehirlere benzer ancak gündelik yaşam pratikleri cahil şehirlerin aynıdır. Değişmiş şehir, erdemli şehir olma yolundan dönen insanların şehridir. Şaşkın şehrin insanları ise öte dünyadaki mutluluk için çalışan, fakat aynı zamanda yararsız düşüncelere de kapılan insanlardır. Bu kategorilerin serimlenmesinin ardından bu şehirlerde yaşayan insanların özelliklerinden bahseden Farabi, eserini cahil şehirler hakkındaki sözleriyle sonlandırır. Burada belirtilmesi gereken yön, Farabi’nin şehirler konusunda aktardıklarının Platon’da bulunmayışıdır. Platon bozulmuş devlet düzenlerinden ve bunların insanlarından söz eder, ancak yaşanan şehirleri bu şekilde derinlemesine analiz etmez. Bu aktarım, Farabi’nin özgün katkısıdır.

Sonuç olarak felsefe tarihinde önemli bir yer edinen Antik Yunan düşünürlerinden Platon’un tasarladığı ütopya ile Türk İslam siyasi düşüncesinin öncülerinden olan Farabi’nin ideal düzen anlayışı arasında belirgin koşutluklar bulunmaktadır. İki düşünür açısından da en bilgili olan kişilerin devletin başına geçmesi önceliklidir ve adaletin toplumda tesis edilmesi konusu temel problemlerden biridir. Akıl ve bilgelik yoluyla mutluluğa ulaşma noktasında uzlaşan iki düşünür, iyi bir yurttaş olmanın ideal bir düzenin oluşmasındaki önemini vurgular. Farabi’nin Platon ile arasındaki en temel ayrım ise Farabi’nin görüşlerini artık tek tanrılı bir dinin ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı dönemde serimlemiş olmasıdır. Farabi’nin ideal düzenin nasıl olacağı hakkındaki düşünceleri, İslam dininin gerektirdikleriyle uyumlaştırılmıştır.

Kaynakça

Farabi, el-Medinetü’l Fâzıla, Çeviren: Nafiz Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1990.

Platon, Devlet, Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul 1995.

—————————————————–

Kaynak:

1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı 8-10 Ekim Aksaray, www.turkdusuncesi.com


[1] Platon, siyaset bilimi ve siyaset felsefesi için önemli bir konu olan devlet ve onun kökenleriyle ilgili görüşlerini Devlet Adamı ve Yasalar adlı eserlerinde de aktarmıştır. Ancak çalışmanın bağlamı açısından düşünürün sadece Devlet adlı yapıtına bağlı kalınacaktır.

[2] Platon, Antik Grek düşüncesinin ulaştığı yüksek düzeyin ideal yansımasının anlatımları olarak karşımıza çıkan bu düşüncelerini, Ortaçağ Hıristiyan ve İslam felsefe geleneğini derinden etkilemiş ve yönlendirmiş olan ünlü Timaios adlı diyalogunda, insan bedeninden yola çıkarak geliştirdiği ve tüm zamanların en dikkat çekici insan betimlemesi olarak kabul edilebilecek bir analojiyle bir kez daha açıklar. Buradaki temel düşünce, yine ideal devletin ve dolayısıyla da toplumsal düzenin iktisadi yapısının işleyişinin serimlenmesine dayanmaktadır. Bu eserde dile getirdiği görüşler ekseninde Platon, başlangıçta her şeyin düzenden yoksun olduğu savından hareket etmekte ve ardından her şeyi düzene sokan bir Tanrı’dan -biçimlendirici/mimar- söz etmektedir. Buna göre Tanrı -biçimlendirici/mimar-, önce evreni yaratmış -buradaki yaratma işlemini, evrende bulunan unsurların bir orana bağlı olarak bir araya getirilmesi, birbiriyle karıştırılması şeklinde değerlendirebiliriz-, bu yaratma işleminden sonra dinlenmeye çekilmiş ve bu dinlenme esnasında, evrenin bir parçası olarak yaratılan insan, evrenden ateş, hava, su ve toprak gibi unsurları almıştır. Ardından Tanrı, kendisine en yakın parçamız olan ve ötekilere hükmeden başı yaratmıştır. Platon, baş bölgesindeki organları ve bunların işlevlerini anlatmış, her şeye hükmeden baş ile hükmedilen bedenin de birbirinden ayrılması için baş ile göğüs arasına boyunun yerleştirildiğini ileri sürmüştür. “Aklı dinlesin, isteklerin oymağı aklın kalesinden gönderdiği emirleri canla başla yerine getirmediği zaman akılla beraber onu zorla yola getirsin diye ruhun cesareti, savaş isteğini paylaşan, zaferi arzulayan kısmını başa daha yakın bir yere yerleştirdiler.” İnsan bedeninin bölümlerinden yola çıkarak, ideal devlet tipinin de sağlıklı bir bedenle benzer özellikleri ihtiva edeceğine yönelik görüşlerini aktarmayı sürdüren Platon; ruhun yemeye, içmeye ve bedenin doğal olarak gereksinim gösterdiği şeylere iştah duyan kısmını da Tanrı’nın karın ile orada bulunan bir deri arasında uzanan yere koyduğunu, bu yerde bedenin beslenmesi için bir yemlik kurduğunu belirtmiştir. Ona göre bunun nedeni, her zaman başın, yani karar veren kısmın, besleyenden mümkün olduğu kadar uzakta bulunmasının ve bedenin her kısmının iyiliği için kararlar verirken rahat bırakılmasının gerekliliğidir. Bu doğrultuda, Platon’un insan bedenini, üçe ayırdığı anlaşılmaktadır: Baş, göğüs ve karın. Bu bölümlerin her biri, bir erdeme karşılık gelir: Baş akla, göğüs istence, karın ise haz veya arzuya. Akıl, her şey ve herkes için iyiyi istemektedir. Çünkü bu evrenin doğmasında, akıl veya zeka zorunluluk ile birleşmiştir. Bundan dolayı akıl, doğan şeyleri, iyiliğe doğru götürür. Bu yüzden başlangıcından bu yana evren, bilgelik üzerine kurulmuştur. Böylece akıl, bilgeliğe ulaşmaya çalışır; istenç, cesaret gösterir; arzu da insanın ölçülü bir varlık olması için denetlenir. Bu bölümler, uyumlu olarak hareket ettiklerinde, bütünlüklü ve sağlıklı bir insan ortaya çıkar. Bu bilgilerden de anlaşıldığı üzere Platon, ilk ütopyalardan biri olma özelliğini taşıyan ideal devletini, insan bedeninin işleyişine yönelik bir analojiye başvurarak temellendirmiş olur. Bu doğrultuda baş, devleti yönetmesi gereken bilgeleri; göğüs, cesur bekçileri veya koruyucuları ve karın da tüccarları simgeler. Nasıl ki bölümlerin uyumu ile bütünlüklü, sağlıklı ve ılımlı bir insan meydana gelirse herkesin konumunun ve görevinin bilincinde olması ile ideal ve adil bir devlet tipi gündeme gelir. Burada dikkat çeken yön, Platon’un organik bir dayanışmaya bağlı olarak biçimlendirdiği ideal devletinin, gereksinimler ekseninde ortaya çıkan bağımlılık ilişkileri çerçevesinde, işbölümünün de idealleştirildiği sınıflı (katmanlı) bir yapıya sahip olmasıdır.

[3] Bu eserlerden bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür: el-Medinetü’l Fâzıla, İhsâ el-Ulûm Tahsîl el-Sa’âde, Fusûl el-Medenî, el-Cem beyne Re’yeyn el-Hakîmeyn, Fusûs el-Hikem, el-Mesâ’il el-Felsefiyye ve el-Ecvibe anhâ, Felsefe Eflâtûn, Felsefe Aristotâlîs, Kitâb el-Hurûf, Risâle fî el-Halâ, el-Elfâz el-Müsta’mele fî el-Mantık, Isâgucî, Kitâb el-Ma’kûlât, Kitâb el-Kıyâs, Kitâb el- Kıyâsi el-Sagîr, Kitâb el-Tahlîl, Kitâb el-Emkine el-Mugâlata, Kitâb el-Cedel, Kitâb el-Burhân, Kitâb Şerâ’it el-Yakîn ve Şerh li- Kitâb Aristotâlîs fî el-İbâre.



[i] Yrd. Doç. Dr., Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, [email protected]

[ii] Yrd. Doç. Dr., Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, [email protected]

Yazar
Seda ÖZSOY ve Ümit ÖZTÜRK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen