Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri (1700-1839)

 

Prof. Dr. Mehmet KARAGÖZ[i]

Osmanlı Devleti’nde batılılaşma hareketlerinde en önemli safha Tanzimat Fermanı’nın ilanı kabul edilirse de bu mevzu halâ Türki­ye’de tartışma konusudur. Bu tartışmalara girmeden Osmanlı Devleti’ndeki ıslahat hareketlerinin belli bir fikri hazırlıktan sonra ya­pıldığı düşüncesiyle, Tanzimat’tan evvel yapılan ıslahatları ve ıslahat düşüncesini ortaya koymağa çalışacağız.

Osmanlılar temsil ettikleri medeniyet içerisinde devlet hayatın­da meydana gelen eksiklikleri yine kendi kendilerine yeterli olacak­ları düsturlarıyla çözmeye çalışmışlardır. Ancak XVIII. asrın başla­rından itibaren meydana gelen “zihniyet değiştirme”den sonra eksiklere hal çarelerini kendi medeniyetlerinin dışında da aramaya başlamışlardır. Fakat bu pek kolay olmamıştır.

Osmanlı Devleti’nde umumiyetle III. Ahmet’le başlayan dönem batıya açılmanın başlangıcı olarak kabul edilir. Kısaca ıslahat keli­mesini açıklamakta fayda vardır. Islahat Arapça, sulh kelimesinin çoğuludur. “Sulh” ıslah, iyileştirme, düzeltme, eksiklikleri tamam­lama, fenalığı giderip iyileştirme demektir. Islahat ıslah kelimesinin çoğulu olarak, düzeltmeler, iyileştirmeler, yoluna koymalar manâ­larına gelir.

Osmanlı Devleti, 1683-1699 seneleri arasında Avrupalı Hıristi­yan devletlerin meydana getirdiği “Mukaddes ittifakla” yaptığı sa­vaşı kaybetmiştir. Bu harplerin neticeleri Osmanlı devlet ve millet hayatında derin tesirler meydana getirmiştir. Hattızatında XVIII. asra gelindiğinde ilerlemeler ve fetihler durmuş ve siyasi, medeni ve teknik alandaki üstünlükler Avrupa’ya kaptırılmıştır. Ticaret yol­larının değişmesi, yeni icatlar, teknik alanlardaki atılımlar, fikir ve eğitim sahalarındaki gelişmelerin neticeleri olarak Avrupalılar iler­lemişler ve gelişmişlerdir. Avrupa’da yeni bir medeniyet doğarken Osmanlı’nın temsil ettiği medeniyet ve Osmanlı Devleti dinamikli­ğini kaybetmiştir. Osmanlı münevverleri ve devlet adamları Avru­pa’daki bu gelişmeleri yeteri kadar tahlil edip anlayamadığından veya “medeni üstünlük” zihniyetiyle, bu durumu kolay kabul ede­mediklerinden, Avrupa’da Reform ve Rönesans’tan sonra doğan “hür düşünce” zemini üzerindeki gelişmeleri takip edememişlerdir.

Aslında, Osmanlı Devleti, XIV. asırdan bu yana Avrupa dev­letleriyle çeşitli siyasi münasebetler içerisindedir. XVI. asırda özel­likle Fransa ile dostluklar kurularak Avrupa’ya pencere açılmıştır. Ayrıca diğer Avrupa devletlerine de elçiler gönderilmiştir. Fakat bu elçiler Avrupa’da arada sırada görülmekte ve etrafında olup biten­lerden de haberdar değillerdir. Halbuki XVII. asrın başlangıcın­dan itibaren Fransa, Avusturya ve Lehistan elçileri Osmanlı Devleti’ne yerleşmeye başlamışlardır. Osmanlılar bütün bunlara kayıtsız kaldıkları gibi Avrupa’ya gönderdikleri ticari ve diplomatik temsil­cilerini de ya gayrimüslimlerden göndermişler veya temsilcilerine gayrimüslim tercüman vermişlerdir[1]. Bu durum Osmanlı batı müna­sebetlerinde Osmanlı Devleti’nin aleyhine olmuştur.

Fransa, Osmanlı Devleti’nde XVIII. asırdan itibaren başlayan buhranlı devrede ona yardım etmek gibi bir siyasi tercih içerisine girmiştir. Ancak bu siyaset, başlangıçta Osmanlı Devletini Rus­ya’ya karşı askeri manâda güçlendirmek ama, aynı zamanda da Ka­radeniz ve Akdeniz kıyılarında ticari üstünlüğü sağlamlaştırmaya yöneliktir[2]. Bu arada Avusturya ve Rusya’nın faaliyetleri de Osmanlı Devleti’nin aleyhinedir. XVII. asırda Avrupa’da başlatılan merkantilist hareketlerde Amerika, Afrika ve ön Asya’ya doğru Osmanlı Devleti aleyhine genişlemiştir. Dış politikada bu gibi geliş­meler olurken devletin iç bünyesinde de bir takım yönetim bozuk­lukları başlamıştır. Yöneticiler halka zulüm ederken şehirlerdeki Türk halkı iktisadi gücünü yitirmiş azınlıklar birinci plana geçmeye başlamışlardır. Müslümanların vergi yükleri arttığı için hayat sevi­yeleri düşerken gayrimüslimlerinki yükselmeye devam etmektedir. XVIII. asrın başlarında Avrupalı tüccarlar devletin iç kısımlarına kadar; Konya, Aydın, Manisa, Balıkesir, Kütahya gibi vilayetlerde gayrimüslimlerle ortaklık kurarak ticari yapılanmalarını genişlet­mişlerdir. Aynı dönemde merkezde başlayan yönetim ve sosyal alanlardaki bozukluklar köylere kadar ulaşmıştır. Üzerlerinde vergi yükleri artan köylüler ya topraklarını terk ederek şehirlere göçmüş­ler ya da eşkiyalık yapan; aşiretler vd. topluluklara katılmışlardır. Mahalli yönetimlerde yerli Ayanların ağırlığı artmış ve başına buy­ruk olmuşlardır. Ayanların beslediği kuvvetler savaşlara gitmedik­leri gibi halkın huzurlarını da bozmuşlardır. Bütün bu hadiselerin neticesinde Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemindeki hayat seviyesi düşmüştür. Halkın, büyük şehirlere göçleri önlene­mediğinden şehirlerin yönetimi aksamış ve özellikle İstanbul un yö­netimi mesele olmuştur. Yalnız Müslüman ahali ile gayrimüslim ahalinin beraber yaşamalarında görülen uyum bozulmamıştır[3].

Türk mütefekkirleri bu inhitatı görüyorlar ancak imparatorlu­ğun kudretinden emin bulunuyorlardı. Devletin yıkılışının İslam medeniyetinin düşüşüne, Avrupa medeniyetinin inkişafına göre ola­cağını düşünemiyorlardı. Belki bu durum tabii karşılanabilir. Nite­kim tarihinde üstün medeniyetlere sahip milletlerin mütefekkirleri de kendi medeniyetinin içinde kalmış ve çoğu zaman onu aşama­mışlardır[4]. Şunu bir tarihi gerçek kabul edersek herhalde yanılma­mış oluruz: Türk medeniyeti ile Avrupa medeniyeti birbiriyle ters orantılıdır. Başka bir ifade ile Türk-İslam medeniyeti yükselirken Avrupa medeniyeti düşmekte, Avrupa medeniyeti yükselirken de Türk-İslam medeniyeti düşmektedir.

Milletlerin büyük başarısızlıklar arifesindeki durumu manevi­yat bozukluğu ile açıklanabilir. Böyle halleri her toplumda görmek mecburi olmadığından bunun mesuliyeti mütefekkirlerin omuzundadır denebilir. Muhakkak ki başarı insanları tembelleştiriyor ve kibirlendiriyor denilebilir[5]. Nitekim, Osmanlı Devleti XVII. asra kadar medeniyetinin zirvesindedir, dolayısıyla Avrupa’daki geliş­melere de bu zaviyeden bakmaktadır. Bu vaziyet belki normal de kabul edilebilir. Türkler ve Avrupalılar aslında uzun süreden ben yan yana ve birbirlerine tesirsiz ve uzlaşmaya çalışarak, fakat ço­ğunlukla hiç bir gerçek kaynaşmaya ulaşmadan yaşamışlardır. Türkler Müslümanlığa girerken gösterdikleri kesin karan batılılaşmayı kabul ederken göstermemiş olmaları şaşılacak bir şey değil­dir[6]. Çünkü Osmanlı Devleti bir medeniyetin temsilcisidir. Diğer bir ifadeyle kendisinin temsil ettiği medeniyetin dışındaki medeni­yetlere bakışı “zihniyet esası”na dayandığından millet hayatında kı­sa zamanda köklü değişikliklerin olmamasını makul karşılamak ge­rekir.

Osmanlı münevverleri, Avrupa’yı evvelâ askeri alanlarda de­ğerlendirmeye başlamışlardır. Daha 1596 yılında yazılan Usulü’l- Hikem fi Nizamü’l-Âlem adlı eserde Eğri seferinde ateşli silahların kullanılmasıyla cephede askerlerin firar ettikleri anlatılmıştır. Bu tespitler Osmanlılardaki askeri alanda eksikliklerin ilki kabul edilir. Bu görüşü bir İngiliz tarihçisi olan Parri’de belirtmiştir. Bu eserden sonra yazılan hemen bütün eserlerde ordunun durumu çeşitli yönle­riyle ele alınmış ve eksiklikler dile getirilmiştir. Bütün bunlar bize Osmanlı Devleti’nde niçin askeri ıslahatların öncelikle yapıldığı hakkında bilgi verebilir[7]. Eğer şu değerlendirmeye katılırsak, “im­paratorluk sosyal bünye ve teşkilat itibarıyla tamamen askeri ma­hiyetteydi yani hayatının muhafaza ve idaresini, hikmeti vücudunu silahların kuvvetine istinat ettirdiği için, bütün teşkilat ve müesseselerini, daimi harp halinde bir ordu gibi harp hal ve maksatlarına göre olmuştu” denilmektedir ki[8] mevzu daha iyi anlaşılmış olur ka­naatindeyiz. Bu sebeple ıslahatların ilk defa askeri alanda düşünül­müş olması normal kabul edilmelidir.

Diğer taraftan Osmanlı Devleti, bir medeniyetin temsilcisi ola­rak kendi medeniyeti dışındaki bir medeniyetin doğduğu Avrupa’ya o vakte kadar olan bakış açısını değiştirmesi “kültür değişmesi” mahiyetinde ele alınmalıdır. Böyle bir halin objektif tahlilinin ya­pılması da kolay olmamaktadır. Kültür değişmesinin hangi içtimai, ruhi zeminler ve zaruretlerde olabileceğini tarihi vesikalar ve o ül­kenin hürriyet imkânları dahilinde düşünmek gerekir[9]. Osmanlı Devleti XVIII. yüzyılın başlarında ağır sıkıntıların içersinde hürri­yet ortamının verdiği zenginliği Hıristiyanlara açmış olduğundan ıslahat hareketlerinde de bu azınlıkların mühim rolü olmuştur. Fe­nerli Rumlarla birlikte Fransa’dan kovulan Ortodoksların (Huegenot) Osmanlı Devleti’ndeki fikri değişme ve ıslahatlarda önemli hizmetleri olmuştur. Özellikle İstanbul’daki Rumlar 1700’lü yılların başlarında Avrupa ile Osmanlılar arasında irtibatı sağlarlarken res­mi sıfatlarla çalışmışlardır[10]. Fransa’dan gelenler ise, gittikleri her ülkede yap tıklan gibi Osmanlı Devleti’nde de gerçekten esaslı ve tesirli çalışmalar yapacaklardır[11]. Zira Osmanlıya gelen bu toplulu­ğun önemli vasıfları askerlik ve ticarettir. Bütün bunlardan sonra Osmanlı Devleti’ndeki ıslahat hareketlerinin safhalarını yazabiliriz. Bu çalışma bir zaman sınırlaması ile yapıldığından III. Ahmet dö­nemi ile başlatılmış ve Tanzimat’ın ilanına kadar olan zaman esas alınmıştır# Fakat ağırlık olarak 1703-1789 seneleri üzerinde durul­muştur.

ISLAHAT HAREKETLERİNİN SAFHALARI

III. Ahmet Devri (1703-1730):

Sultan IH. Ahmet devrinin ıslahat hareketlerini iki dönem ha­linde ele almak gerekir. Birinci dönem 1703’den 1718’e Pasarofça antlaşmasına kadar olan zamandır. İkinci dönem 1718’den 1730’a Patrona Halil isyanına kadar olan devirdir. Birinci dönemdeki ısla­hat hareketlerini sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa’nın ıslahatları meydana getirir. Hudutların tahkimi, askeri, idari, mali ve içtimai alanlarda bir çok düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerin ga­yesi, Osmanlı Devleti’ni eski gücüne kavuşturmaktır. Uyulan düs­turlar klasik Osmanlı usulü olarak kanun-i kadimdir. Islahatların odak noktası da askeri alanlarda ıslahatlardır. Devlette diğer alan­larda yapılan ıslahatlarda askeri ıslahattan takviye mahiyetindedir[12]. Yalnız şurası unutulmamalıdır ki XVIII. asrın bütün dünya tarihin­de en önemli vasfı ıslahat asrı olmasıdır. Bu asırda Avrupa’nın çe­şitli yerlerinde ve Amerika’da karakter itibarıyla farklı, fakat netice itibarıyla garp cemiyetinin tekâmülünde müştereken müessir olan ıslahat ve inkılâpların yapıldığına şahit olmaktayız[13]. Bütün dünya­da olduğu gibi Osmanlıda da yapılmak istenilenler garp esaslı ısla­hatlardır. Bir manâda Osmanlının garba yönelişi diyebiliriz. Gerçi Hüseyin Paşa’dan sonra sadrazam olan Defterî Sarı Mehmet Paşa yazmış olduğu “Nesayihü’l-Vüzera ve’l-ümera” adındaki eserinde[14] şiddetli bir mali-siyasi tenkit yapılmış fakat tedbir olarak yeni tek­lifler getirilmemiştir[15]. Bu arada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus vardır ki, o da Osmanlı Devleti’ndeki garplılaşma hareketleri­nin hemen hiçbirisi tabandan gelen halk hareketleri olmadığından ıslahat hareketlerinin “çekici gücünü” ıslahat taraftarı padişahlar ve onların korumaları altındaki sadrazamlar meydana getirirler[16]. Osmanlı Devleti’ndeki ıslahat hareketleri tahlil edilirken göz ardı edil­memesi gereken en önemli hususlardan birisi budur.

Osmanlı Devleti’ndeki ıslahatlar hakkında görüş belirten bir Avrupalı ilim adamına göre: Osmanlı Devleti Karlofça Antlaşma­sından sonra eski satvet ve ehemmiyetini kaybederek Avrupa siya­setine yönelmiştir ve artık yalnız başına hareketlerden vazgeçmiş­tir. Osmanlı devlet adanıları bu mağlubiyetten sonra Avrupa medeniyetinden bazı unsurların seçilmesi ile ve Rusya’da olduğu gibi dinamik bir batılılaşma ve modernleşme ile bütün zaafiyetlerinden sıyrılarak eski gücünü kazanacağını düşünüyorlardı[17]. Yukarıdaki görüşleri doğru kabul edersek, Osmanlı Devleti’nde Hıristiyan azınlıklara devlet hizmetinde aynı yıllarda görevler verilmesini ve yetkili kılınmasını daha iyi anlayabiliriz. Hıristiyan azınlıklar geçiş rolünü üstlenmişlerdir denilebilir. İşte bu rolü yürü­tenlerin temel görüş ve gayeleriyle Osmanlıların görüş ve gayeleri arasındaki mutabakat ve ayrılıklar ıslahatların neticelerine yansımış olduğu asla ihmal edilemez bir gerçektir.

Osmanlı Devletinin askeri alanda gerilemesi, önlerine batılılar ile savaşmak yerine yeni politik usuller bulmak mecburiyetini getir­miştir. Bu sahada kendilerine gereken tecrübe azınlıklarda (özellik­le Rumlarda) vardır. Çünkü Osmanlı tebası olan azınlıklar devletin onlara sağladığı engin hoşgörü içerisinde dini ve ekonomik bir ta­kım sebeplerden dolayı Avrupalı devletlerle sıkı münasebetler içe­risindedirler. Nihayet Devlet tarafından 1669 ile 1716 yılları arasın­da Fenerli Rumlara kilit mevkiler haline gelen dört devlet makamı tekeli verildiğini yukarıda yazmıştık ki biz bunları Lewis’ten öğre­niyoruz[18]. Ayrıca Rumlar Osmanlı Devletinin garplılaşma hareket­lerinde sadece vazifeli olarak bulunmuyorlar aynı zamanda batı dünyası ile yakın ticari münasebetleri ve getirdikleri batılı kıymet ve değerleriyle de katkılarda bulunmuşlardır. Tabii ki Osmanlı Dev­leti’nde meydana getirilen garplılaşma fikirlerinin oluşmasında yal­nız Rumların batılı transferleri kâfi görülemez. Bunlara Avrupa’dan gelen elçilerin getirdiği hediyeler, Avrupa’ya giden Türk elçilerinin yazdıkları sefaretnameler ve saraya girip çıkan yabancı doktorların fikirlerini de ilave etmek gerekir[19]. Bütün bunlara Osmanlıların Avrupalı devletlerle ticari münasebetlerini de eklemek doğru olsa ge­rektir. yukarıda belirttiğimiz gibi mesela, Fransa XVIII. asırda Osmanlı Devleti’ne yardım siyasetini iki esas üzerine kurmuştu; Osmanlıyı Rusya’ya karşı militer manada desteklemek, aynı zaman­da da Osmanlı Devletinin Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında ticari üstünlüğünü sağlamlaştırmak[20] düşünceleri ile Osmanlı Devleti ile kurulan sıkı münasebetlerde de garp ölçüleri devlet adamlarını ve hayatını etkiler. Askeri ıslahatların hepsinde Fransız subay ve yetkililerinin çekici güç olduğu da unutulmamalıdır. Bütün ıslahat ha­reketleri boyunca Fransızların yürüttüğü özel çabalar ise Fransızca konuşan aydın bir tabakayı meydana getirmiş ve bu aydın tabaka devlet hayatındaki bütün garplılaşma hareketlerinin “motoru” ol­muşlardır[21]. Bu açıklamalardan sonra III. Ahmet’in ikinci dönem ıs­lahatlarına geçebiliriz ki bu döneme “Lale devri” denilmektedir. Osmanlı tarihinde Lale Devri ile alâkalı bir çok tartışma bulunmak­tadır. Bu tartışmaya girmeden Lale Devrinin açılmasında mutlak gayretleri olan III. Ahmet’le ilgili bir hususu belirtmek gerekir ki, o da III. Ahmet hoşgörülü, batı ile doğunun medeniyetlerini birleşti­rebilen modern dünyayı anlayan ve gelişmiş bir kafa yapısına sahip olmasıdır ki[22], herhalde Avrupa ile Osmanlı Devleti arasındaki alış verişlerin kültür ve toplum hayatı üzerinde etkili olmasına bu padi­şahın şahsiyeti sebep olmuştur[23].

İlk defa 1716-1718 Avusturya-Osmanlı savaşları sırasında ya­zıldığı tahmin edilen bir risale, garplılaşma tarihimiz açısından çok mühim kabul edilir. Bu risaleyi büyük ihtimalle De Rochefort adında bir Fransız Huegenotun yazdığı kuvvetle muhtemeldir. Devrin Sadrazamı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya “Bab-ı Ali Hizmetinde Bir Fen Kıtası Kurulması Üzerine Tasarı” adıyla takdim edilmiştir[24]. Faik Reşit Unat tarafından yayınlanan[25] bu tak­ririn bir nüshası Fatih Millet kütüphanesinde (bir nüshası da Süleymaniye kütüphanesinde Esat Efendi kısmında 2083 ve 2084 numa­rada kayıtlıdır) “vekayiname” adıyla 50 numarada kayıtlıdır. Bu takririn mahiyeti; bir Hıristiyan ile bir Müslüman Osmanlı Devleti’nin askeri durumu hakkında konuşturulmuştur. Risalede, artık dünyada savaşların sadece güç, kuvvet ve moralle kazanılmayaca­ğı belirtilmiştir. Avrupa’da teknolojinin silah sanayiine uygulanma­sı ile savaşların akıbetlerinin teknik üstünlükle belirlenmekte oldu­ğu yazılmıştır. Bundan dolayı teknolojinin transfer edilmesi gerektiği anlatılmış ve askerin talim ve terbiyesinin de teknoloji ile paralel değiştiği Osmanlı Devleti’nin bunlara kısa zamanda ayak uy­durması gerektiği belirtilmiştir. Bunların uygulanabilmesi için Avrupalı mühendis ve subayların getirilmesi ve talim, terbiyenin bun­ların tarafından yaptırılması lüzumu dile getirilmiştir. Burada önemli olan bir ıslahat takririnin neden bir Hıristiyan ile bir Müslü­man’ın konuşturulması olarak hazırlandığıdır ki bu da o vakit Osmanlı Devleti’nin dünya görüşü ile alakalı olmalıdır. Bu risaledeki konuşma tarzı üstün medeniyet temsilcilerinin başka bir medeniye­te karşı yumuşatılmaları için seçilmiş çok mühim bir yoldur. Bu arada Osmanlı garplılaşma tarihinde en önemli safhayı açan hadise olarak Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından Avusturya’ya el­çi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin sunduğu sefaretnamedir. Hiç bir eserin Osmanlı garplılaşma tarihinde bu kü­çük eser kadar mühim bir yer tutmadığı kabul edilir[26]. Mehmet Çelebi’ye verilen vazife, “vesait-i ümran ve maarifine dahi layıkıyla kesbi ıttıla ederek kabili tatbik olanların takriri”dir[27]. Bütün bu ge­lişmelerden sonra Osmanlı Devleti’nde ilk defa askeri ıslahat teşeb­büsleri başlamıştır. Kurulan talimgâhlarda askerler, mevcut askeri ocaklardan farklı olarak eğitilmeğe başlanmış ve elde edilen yeni bilgiler uygulamaya konulmuştur. 1720 yılında “Gerçek Davut” adıyla anılan Davut Ağa adında Müslüman olmuş bir Fransız subay devletin daha önceden var olan tulumbacılarının yerine “itfaiye teş­kilatını” kurmuştur ki, bununla Osmanlı ıslahat tarihinde ilk defa batılı bir teşkilat kurulmuştur[28]. Şurası muhakkak ki Osmanlı Dev­let hayatının en mühim garplılaşma faaliyeti matbaanın getirilişidir. Esasında matbaanın devlet hayatına gelişi bir basım hadisesinden daha çok bir zihniyet değiştirme olarak değerlendirilmelidir. Bir garplılaşma sembolü olan bu mesele tarihçiler ve diğer sahalardaki alimlerce üzerinde en çok spekülasyon yapılan konulardan biridir. Matbaa meselesi iyi bir tenkit ve tahlile tabi tutulursa daha iyi neti­celer elde edilebilir. Çünkü matbaanın gelişi hem bir teknik yenilik hem de getirdiği sosyo-ekonomik neticeleri olan bir hadisedir. Bun­dan dolayı mesele devlet hayatında bir medeniyet meselesi olarak değil, iktisadi boyutları da bulunan bir iç bünye meselesi olarak de­ğerlendirilmelidir[29].

Batılılaşma veya garplılaşma tarihimizin en önemli dönemi olan III. Ahmet’in devri bir iç isyanla bitmiştir. Patrona Halil isyanı (1730) diye bilinen bu isyanın bir çok sebebi olduğu muhakkaktır. Biz bu sebeplerden önemli gördüğümüz şu görüşü almak istiyo­ruz. Tayyarzade Ata’nın “Bazı Vakayi-i Tarihiyye”sinden alındığı anlaşılan ifadeye göre: “Askeri ıslahat teşebbüsünün ulema ve vü­keladan bazı ricalin haberdar edilmemesi yüzünden muvaffak olunamadığı için 1730 isyanına sebebiyet verdiği öteden beri söylen­mekte idi” denmektedir[30].

III. Ahmet devrinin ıslahat hareketlerinin arka planında en önemli sima İbrahim Müteferrika’dır. Yazdığı eserlerin içinde “Risale-i İslamiyye”si ile “Usulü-l-Hikem Fi Nizamü’l-ümem”i en önemlileridir. Yazdığımız ikinci kitabı Osmanlı garplılaşma tarihi­nin beyannamesi addedilir[31]. Bu eser III. Ahmet için hazırlanmasına rağmen I. Mahmut’a sunulabilmiştir. İbrahim Müteferrika bu ese­rinde, Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin sebeplerini; Avrupa’nın güçlenmesi, coğrafi keşiflerin neticeleri, Osmanlı Devleti’nin jeo­politik mevkiinin önemi ve askeri nizamların değişmesinde gör­mektedir[32]. Türkiye’deki ilim adamları arasında İbrahim Müteferrika’nın kimliği tartışılır. Bir sosyolog olan Berkes’e göre kuvvetli ihtimalle Huegenot’tur[33]. Huegenotlar Protestan olup Fransa’da ya­şarlarken XVII. asrın sonlarına doğru koyu Katolik olan Fransız Sarayı tarafından ülke dışına kovulmuşlardır. Askerlik ve ticaret sa­halarında maharetli olan bu insanların bir kısmı Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gitmiş bir kısmı da İstanbul’a gelmişlerdir. Cevdet Paşa’da tarihinde Protestanların Fransa’dan kovulduğunu ve Prusya’ya gittiklerini yazmaktadır[34]. Yukarıda kaydettiğimiz 1716’daki ıslahat takririnin de bir Huegenot tarafından verildiğini düşünürsek bu top­luluğun garplılaşma hareketlerimizdeki rolü anlaşılabilir. Hatta III. Ahmet devrinde Fransız elçisi olan Marqis De Bonnac’ın (1716­-1724) Katolikliğin tesiri ve Fransız ticaret çıkarlarının aleyhine gördüğü için bu takririn değerlendirilmemesi için rüşvetler dağıttı­ğını ve Rum tercümanların da aracı olduklarına dair bilgiler bulun­maktadır[35].

I. Mahmut Devri (1730-1754):

Sultan I. Mahmut Osmanlı tahtına geçtikten sonra garplılaşma hareketlerine devam etmektedir. Yukarıda yazdığımız İbrahim Müteferrika’nın takririnin onun üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Mühendislerden bir subay kıtası kurmak fikri üzerinde hareket etti­ği söylenebilir. Sultana yardımcı olanların başında Sadrazam Topal Osman Paşa ve Fransız topçu subayı Comte De Boneval gelir. Müslüman olduktan sonra Ahmet adını alan Bonneval, Osmanlı ta­rihinde Humbaracı Ahmet Paşa adıyla bilinmektedir. Avusturya ve Prusya ordularında bulunmuş ve daha sonra Osmanlı devletine çağ­rılmış olan bu kişi I. Mahmut’a verdiği raporlarda devletin iç duru­munu bildiği için, ıslahatlar yapmadan önce ıslahatların usulü husu­sunda tavsiyelerde bulunmuştur. Bir büyük isyanın ardından ve tecrübesinden de istifade ettiği anlaşılan I. Mahmut devri ıslahatla­rındaki usûl, “Eski yapının biçimi içinde yeni teşkilatlar” şeklinde ifade edilmektedir. Bu usûl Osmanlı Devleti’nde Yeniçeriliğin kaldırılmasına kadar yapılan ıslahatların usulü olmuştur. Ahmet Paşa, “Artık cesaret ve kahramanlığın bu çağda yetmediği; çağdaş as­kerlik mesleğinde disiplin ve eğitimin, asker maaşlarının düzenli ödenmesinin önemli olduğu, bu esasların ise Osmanlı ordusunda olmadığı” fikrindedir[36]. Kendisine büyük imkânlar verilen Ahmet Paşa daha önceleri görev yaptığı Fransa ve Avusturya ordularında olduğu gibi reformlar için de planlar hazırlamıştır. Düzenli aylıkla­rın ve emeklilik maaşlarının verilmesi ile askerliği meslek haline getirmek istiyordu. Yeniçeri alaylarını daha küçük birimlere ayıra­rak kendi yetiştirdiği subayları bu birliklerin başına getirerek disip­linli bir ordu meydana getirmek için çalışmıştır. Fakat zamanla mu­halefetin çoğalması üzerine, vaktinin çoğunu topçu birliklerinin kurulmasına ayırmıştır[37]. Humbaracı Ahmet Paşaya bu çalışmala­rında üç Fransız subayı ile Fransız hükümetinin gönderdiği iki top­çu subayı da yardımcı olmuşlardır. Bu ıslahatçıların gayretleri ile Üsküdar’da Hendesehane açılmış, Top dökümhanesi, Baruthane ve Tüfek Fabrikası kurulmuştur. Medreselerin ıslah edilmesi ile alaka­lı olarak III. Ahmet’in devrinde başlayan ıslahat çalışmaları bütün gayretlere rağmen iyi neticeler vermemişti. I. Mahmut zamanında medreselerin ıslahı daha ciddi şekilde ele alınmış ve Hendesehanelerin kurulmasıyla da artık Osmanlı Devleti’nde Avrupa’dan yalnız neticelerin nakledilmesi yerine bilgilerin öğretilmesi devri başla­mıştır[38]. Ne yazık ki I. Mahmut’un zamanında başlayan güzel ham­leler de fazla uzun sürmemiştir. Sadrazam Topal Osman Paşa’nın görevden alınması ile Humbaracı da gözden düşmüş ve ıslahat ça­lışmaları durmuştur. Bu durum, Osmanlı Devletinde XVIII. asırda adeta normal olacaktır. Yukarıda da anlatmaya çalıştığımız gibi pa­dişahlar ve ıslahatçı sadrazamların gayretiyle devam eden garplılaş­ma çalışmaları bu kişilerin mevcut olmalarıyla var veya onların ol­mamalarıyla yoktur. Bu arada şu bilgileri de ilave etmekte fayda vardır. Humbaracı yalnız bir ıslahatçı olarak “Lale devri”ni devam ettiren bir şahıs değil, 1730-1754 senelerinde Osmanlı Devleti ile Avrupa devletlerinin dış politikalarını da perde arkasında idare eden şahıstır[39]. Osmanlı Devletinde 1754-1757 seneleri arasında pa­dişah olan III. Osman dönemi garplılaşmanın durduğu devir olarak kabul edilir.

III. Mustafa Devri (1754-1774):

Yeniliklere inanan bir şahıs olarak Osmanlı Devletinin tahtına geçen III. Mustafa, Avrupa’daki gelişmeleri yakından incelemiş olacak ki tahta geçtikten sonra Prusya Kralı II. Frederik’e bir elçi göndermiştir. Padişahın şahsiyetinden kaynaklanan yıldızların in­sanların hayatları üzerindeki yakın ilgilerine olan inancı onu, bu yola itmiş ve kraldan yıldız ilmiyle uğraşan insanlar istemiştir. Fakat, Prusya’dan gelen cevaplar onun daha sonraki ıslahat hareketlerinin temelleri olacaktır. Elçi Ahmet Resmi Efendi’nin pa­dişaha Prusya dönüşü takdim ettiği sefaretnamesinde; daimi ordu bulundurulması, mâliyenin dolu tutulması ve devlet adamlarının ta­rih okuması fikirleri Prusya kralının görüşleridir[40]. III. Mustafa dö­neminde, modern usulde topların dökülmesi ve topçu sınıfının mey­dana getirilmesi ile başlatılan ıslahatların yanında, ilmi çalışmaları da ihmal etmeden, Avrupa’dan getirilmiş olan tıp ve astronomiye ait eserlerin Türkçe’ye çevrilmesi faaliyetleri de sürmüştür. III. Musta­fa devrinin en önemli ıslahatçı sadrazamı Koca Ragıp Paşa’dır. Pa­şa için “en alim kişi” veya “adına layık en mühim insandır” denil­mekte ve bu özelliklerinden dolayı “Sultan-ı şuara-yı Rum ve sadrü’l-Vüzera” diye de tavsif olunmaktadır[41]. III. Mustafa’ya ıslahatla­rında yardım eden Ragıp Paşa’dan başka Baron De Tot adıyla bir başka Fransız bulunmaktadır. De Tot, III. Mustafa’nın son seneleri ile I. Abdulhamit’in ilk senelerinde Osmanlı Devleti hizmetinde bu­lunmuştur. Osmanlı Devleti’ni yakından tanıma imkânı bulduğun­dan ıslahat fikirlerini de bu ölçülere göre hazırlamıştır. Avrupai tarzda ilk mühendishanenin nüvesi onun gayretleriyle başlamıştır. Açmış olduğu Riyaziye okulunda, İngiliz Kampel Mustafa ile Fran­sız Kermorvan ders vermişlerdir. Tersane ve istihkâm mühendishaneleri bu dönemde açılmıştır. Ünlü matematikçimiz Gelenbevi İs­mail Efendi ile Kasapzade İsmail Efendiler bu okullarda ders vermişlerdir. O senelerde İstanbul’da bulunan bir Fransız mühendi­si Gelenbevi için: “Avrupa’da olsaydı ağırlığınca altın ederdi” de­miştir[42]. Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in Fransa’dan getirttiği ziyc’ler Kalfazade İsmail Çınari Efendi tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir[43]. Fransa’daki ilimler akademisinde astronomiye dair en son eserler ve mükemmel kitaplar istenmiş[44], Koca Ragıp Paşa’da Sütlüce ya­kınlarında gizlice aritmetik ve geometri dersleri okutmuştur[45]. Ba­ron De Tot daha sonra yayınlanan eserinde; ıslahatların zaman za­man engellenmeye çalışıldığını, Çeşme bozgunundan sonra do­nanmanın düzeltilmesi çalışmalarının yapıldığını, çok tutumlu kişi olarak tarif ettiği Mustafa III’ün ıslahatlara rahatlıkla para bulabildi­ğini yazmıştır[46]. Ayrıca III. Mustafa devrinde, donanma ile ilgili ya­pılan değişikliklerin müesseseleşmesi için kanunlar çıkarılmıştır[47]. III. Mustafa ömrünce ıslahatların devamından yana olmuştur. 1768­-1774 Osmanlı-Rus savaşlarının yenilgisi üzerine bir gün Halimi Efendi’ye; “yeni askeri tanzim etmedikçe düşmanlarla baş edemeye­ceğiz, ne yapalım” diye sorduğunda, “Yeniçerileri ıslah edelim” şek­linde aldığı cevaba karşılık, III. Mustafa, yeniçerilerin ıslahatı ka­bul etmeyeceği kanaatindedir[48]. Padişahın bu endişesi haklı olarak Yeniçeriliğin 1826 senesinde kaldırılmasına kadar devam etmiştir.

I. Abdülhamit Devri (1774-1789):

Sultan tahta geçtikten sonra daha önceleri yapılan ıslahatların devamından yana tavır koymuştur. Sadrazamları Seyyit Mehmet Paşa ve Halil Hamit Paşa’yı ıslahatlar için seçmiş ve onları hareket­lerinde serbest bırakmıştır[49]. Sultan’a: “Kardeşiniz III. Mustafa dü­zenli asker kurmaya karar vermiş ancak savaş başladığından bunu uygulamaya koymak fırsatı bulamamıştır” denildiğinde, “inşallah onları oğlu başarır” demiştir. Bu söz ilerisi için feraset kabul edile­bilirdi[50]. Fakat I. Abdulhamit’in bu fikirleri beyanını haklı kılacak sebepler de bulunmaktadır. Devrin ünlü Sadrazamı Halil Hamit Pa­şa “keskin zekâlı, yetenekli bir kişi” olarak önceki senelerde başla­tılan 300 kişilik sürat topçularını 2000 kişiye çıkarmıştır. Sadrazam, Ordunun tamamen çağdaşlaştırılmasından yanadır[51]. Evvela, Fransız teknisyenlerinin yardımıyla hendesehaneleri genişletilmiş ve sınır kalelerini Fransız modellerle tahkim etmiştir. Farklı şahsi­yet olduğu söylenen Hamit Paşa yalnız yenileştirmeyi devam ettiren bir kişi hüviyetinde değildir. O, Klasik müesseselerin de ıslah edilmesi fikrinden yanadır. Bu maksatla tımar sahiplerinin toprak­larında oturmalarını, talim ve eğitim yapmalarını, savaşa çağrıldıkla­rında gelmeleri için taşraya müfettişler çıkarılmasını istemiştir. Ay­rıca eğitim ve disiplini kabul etmeyen yeniçerileri ordudan atmıştır. Yeniçeri ve Sipahilerin Avrupai tipi taktiklerle ve silahlarla eğitil­mesine başlanmıştır[52]. Denizcilik sahasında daha önceleri başlatılan çalışmalar da bu devirde bir başka ıslahatçı Cezayirli Haşan Paşa tarafından devam ettirilmiştir. Le Roi ve Duret ismindeki iki Fran­sız subay ile bir kısım Fransız ustalar Osmanlı işçilerini eğitmişler­dir. Fransız-İngiliz donanmalarından misallerle gemiler yaptırılmış­tır. Donanma erleri Ege ve Doğu Karadeniz bölgelerinde toplanmış ve tersanelerde eğitilmişlerdir. I. Abdülhamit zamanında ıslahat ça­lışmaları devam ederken Osmanlı Devleti’nde bulunan Avrupalı elçiler yapılan ıslahatlar için kendi devletlerinin lehine telkinlerde bulunuyorlardı. Fransız elçisi Choiseul-Gouffer, Osmanlı Devleti yetkililerine bazı telkinlerde bulunmuş ve eğer, Türkiye büyük dev­letler arasında kalmak istiyorsa devletin yalnız idaresini değil Osmanlının karakterinin de tadil edilmesinin gerektiğini belirtmiştir. Ayrıca sultan ve ricalin dikkatlerinin celp edilmesi gerektiği düşün­cesiyle, Halil Hamit Paşa’ya şu telkinlerde bulunmuştur: “siz fela­ketlerinizden kendinizi itham etmelisiniz, betaetiniz, cehaletiniz ve donanmanızın tezebzübü, ordunuzun başıboşluğu felaketlerinizin sebebidir” demektedir[53]. I. Abdulhamit devrinde, Osmanlı Devleti’ne Avrupai fikirler daha geniş kadrolarla teklif edilmeye başlan­mıştır. Birçok asker, Osmanlı ordusunun ıslahı için projeler teklif etmiştir. Devlet ise dikkatli davranarak ancak Fransız devleti eliyle gelen teklifleri tercih etmiştir. Bu elçinin gayretleriyle gelen Osmanlı-Fransız yakınlaşması Osmanlı tarihinde ilk defa bir kişinin Hamit Paşa’nın, “masonlukla” itham edilmesine sebep olmuştur[54]. Fakat bu görüşün temelsiz ve ciddiyetten uzak bir iddia olduğu kabul edilmektedir[55]. Hamit Paşa’nın bütün bu gayret ve çalışmalarını bel­li bir disiplin ve programla yaptığını söylemek mümkündür[56]. Bu dönemde son olarak Donanma subayları için olan matematik okulu “mühendishane-i bahr-i hümayun” açılmış olduğunu da belirtmek gerekir[57].

Osmanlı Devleti’nde El. Selim devrine gelindiğinde siyasi şart­ların müsait olduğu zamanda reformlara hevesli, ıslahatların mana ve önemini kavramış olanların sayılan artmıştır. Tabii ki bütün bunların oluşmasında garplılaşma esasını kavrayan ve bilen kişile­rin yetişmiş olmaları önemlidir. Açılan okullar ve bu okullarda ilim okutmakta olan hocaların garplılaşma faaliyetleri içerisindeki yeri unutulmamalıdır. 1700’lerden bu tarafa geçen zaman içerisinde ya­pılan ıslahatların önemli bir yanı da III. Selim devrinin ıslahat hare­ketlerine zemin hazırlamasıdır[58].

III. Selim Devri (1789-1807):

Cihangir hülyalarıyla yetişmiş olmasına rağmen gelişen hadise­ler onun gerçekçi olmasına sebep olmuştur. Devletin başına geçtiği zaman olgun bir insan ve devleti için çalışmak isteyen bir padişah­tır[59]. Devlet yönetimini ele aldığında yaptığı işlerden en önemlisi şehzadeliğinden beri mektuplaştığı Fransa Kralı XVI. Louis’e elçi olarak İshak Bey adında birisini göndermesidir. III. Selim’e göre devlet için yapılacak ıslahatların başarılı olabilmesi Avrupa’nın iyi tanınması ile mümkündür. Nitekim, III. Selim yakın adamı İshak Bey’i Fransa Kralına göndermiş ve ondan, Avrupalı devletlerin bir­birlerine olan politikaları, kara ve deniz harplerine ait yeni usuller, atölyeler, hakkındaki bilgileri toplamasını istemiştir[60]. III. Selim’in Fransa’ya gönderdiği İshak Bey için, Seyyah Castellan, Kaptan Kü­çük Hüseyin Paşa’nın mutemet adamı olarak bahsederken; onun üç arkadaşı ile beraber III. Mustafa’nın zamanında Avrupa’ya tahsil için gönderilmiştir, demektedir[61]. Bu bilgi bize Osmanlı Devleti’nde tahsil münasebetiyle batıya öğrenci gönderme çalışmalarının daha III. Mustafa zamanında başladığını gösterir ki, devrin gelişmelerine uygun düşmektedir. Halbuki, diğer kaynaklarımız Avrupa’ya öğren­ci gönderme çalışmalarının III. Selim zamanında başladığını yaz­maktadırlar. Çalışmamızın bundan sonraki kısmında yapılan ısla­hatlarla ilgili daha az detaylı bilgiler verilecektir. Çünkü bu konularda daha teferruatlı bilgileri bulmak mümkündür. Zaten bi­zim bu çalışmadaki asıl maksadımız III. Selim’den önce yapılan ıs­lahatlardaki fikri değişmelerin ortaya konulmasıdır.

III. Selim’in ıslahatlarına “Nizam-ı Cedid” denir. Nizam-ı Cedid kelimesi ilk defa Fazıl Mustafa Paşa tarafından devlete verilen iç düzen için kullanılmıştır. Daha sonra Avusturya’ya elçi olarak gönderilen Ebubekir Ratıp Efendi Avusturya’daki mevcut idare sis­temini aynı isimle tavsif etmiştir. Berkes’e göre kelime Fransızca “Regiment” kelimesinden gelir, Latincedir[62]. III. Selim’in devrinde nizam-ı cedid dar ve geniş olmak üzere iki manada kullanılmıştır. Dar manada; III. Selim devrinde yetiştirilen askerlere denir. Geniş manada ise; yeniçerileri kaldırmak, ulemanın nüfuzunu kırmak, Osmanlı Devleti’ni; Avrupa’da ilim, sanat, ziraat, ticaret ve medeniyet­te yaptığı ilerlemelere ortak yapmak için giriştiği ıslahat hareketle­rinin bütünüdür[63].

III. Selim, devletin başına geçtiği zaman Osmanlı-Rus harpleri devam ediyordu. Cihan padişahı olmak üzere terbiye edilmiş oldu­ğundan, düşmana bir ders vermek istiyordu. Fakat ülkenin içinde bulunduğu şartları çok iyi tanıyan padişah bir an evvel barış yapıp ıslahatı gerçekleştirmek düşüncesindedir. Ordu daha savaş meydan­larından dönmeden İstanbul’da topladığı üç “meşveret meclisi”nde devrin alim ve münevver insanlarına devletin durumu hakkında la­yihalar vermelerini istemiştir. Padişaha takdim edilen layihalar 22 tanedir. Layihalar da aşağı yukarı ortak birçok konuların tespit edilmiş olduğunu görmek mümkündür: Ordunun nasıl düzene ko­nulacağı, ordunun yevmiye meselesinin nasıl halledileceği, askeri müesseselerin tanziminin nasıl olacağıdır.

III. Selim’in ıslahat hareketlerini hazırlarken, birçok devlet ada­mından layiha istemesinin sebeplerini tecrübelere bağlamak lazım­dır. Kendinden önceki padişahlardan bazıları, ıslahat düşünce ve hareketlerinde başarılı olamamışlardır ki bunun sebeplerinden biri, ıslahat fikrini ulema ve devlet ricalinden saklamasıdır. Diğer taraf­tan kendinden önceki padişahların hiçbirine nasip olmayan bir fark­lılık vardır. Artık devlet ricali ve ulemadan birçok kişi ıslahat fikri­ne ve garplılaşmaya sıcak bakmaktadır.

III. Selim’in ıslahatçılığı bazı kişilerce farklı değerlendirilmek­tedir. Padişahın XVII. ve XVIII. asır Avrupa’sında olduğu gibi hü­kümdara sadık ve muassır teknikle mücehhez bir ordu kurmak ve onun vasıtasıyla memlekete mutlak bir nüfuz temin ederek tasar­ladığı siyasi ve içtimai düzeni kurmak, tedbirlerini tatbik etmek is­tiyor, denilmektedir[64]. III. Selim, milletini Avrupalı düsturlara alış­tırmaya çalışıyorsa da, fikir ve kanaatlere topyekün bir inkılâp yapabilecek, bir cemiyeti yenileştirmek isteyen mutlak bir hüküm­darın muhtaç olduğu irade ve enerjiye sahip olduğu şüphelidir, di­yenler de vardır[65]. Ne var ki III. Selim’in içinde bulunduğu şartların XVIII. asırdaki padişahların hepsinden farklı olduğu unutulmamalı­dır. Osmanlı Devletinde çalışmış Fransız subaylarından olan Jouchereax De Saint Denys’e göre ise; “XIX. asrın başlangıcında III. Se­lim, cüretkâr bir ıslahat projesi hazırladı. Bu proje, yeniçerilerin kaldırılmasını, ulema nüfuzunun kırılmasını, fetvalar ile padişahın teşri salahiyetini taksim eden, ‘devleti Avrupa medeniyetine ortak etmek’ çalışmasındadır” demektedir[66].

Burada bir konu hakkındaki kanaatimizi belirtmek istiyoruz. III. Selim’in ıslahat fikrini devrin ilim adamlarıyla meşveret etmesi, iki temel düşünceden kaynaklanmış olabilir. Çünkü, III. Selim’e ka­dar Osmanlı Devleti’nde ıslahat fikirleri alenen hiç tartışılmamıştır. Birinci sebep, III. Selim’e gelindiğinde ıslahat fikrine taraftarların çoğalması; İkincisi ise, III. Selim’in çok ümitler beslediği Fran­sa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı ikili tutumudur. Bu ikinci sebebin III. Selim üzerinde daha etkili olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca, Fran­sa’nın 1801’de Mısır’ı işgâl etmesi herhalde III. Selim’i daha da de­rinden etkilemiş olmalıdır[67].

III. Selim, Ebubekir Ratıp Efendi vasıtasıyla tanımaya çalıştığı Avusturya müesseselerinin benzeri çalışmaları yapmak düşüncesin­dedir. Bu sefaretnameyi değerlendiren Kral, elçinin padişaha sun­duğu esasları şöyle sıralamıştır:

  • Askerin çok düzenli ve itaatli olması
  • Hazinenin bereketli, tertipli ve daima dolu olması,
  • Vezirler ve sair büyük devlet adamları ve memurların doğ­ru, işbilir ve sadık kimseler olması,
  • Halkın huzuru, refahı ve himayesinin temin edilmiş olması,
  • Bu cihetler sağlandıktan sonra bazı devletlerle ittifak ve yar­dım antlaşmalarının yapılması gibi.

Bunlardan anlaşılacağı üzere hadiselerin merkezini askerin ıs­lahatı oluşturmaktadır. Kanuni devrindeki ihtişamın kaynağı, kanun ve nizamlara uymaktır. Daha sonraları bu hassasiyet kaybolmuştur. Osmanlı Devleti ile Avrupa arasında bazı mukayeselerin de yapıl­mış olması ve Avrupa askerlik tarihi hakkında da bilgi verilmiştir[68].

III. Selim devrinin en mühim meselesi layihaların hazırlatılmasıdır. Layihalar tarih vesikalarında yayınlanmıştır. Layihalarda ya­zılan konuları şöyle kısaca özetlemek mümkündür: Islahat hareket­lerini askerlik alanı meydana getirir. Kara ve deniz askerlerinin ıslah edilmesi istenmiştir. Mevcut ordu ıslah edilirken askerin top­lanması dahil iyi bir disiplin verilmesine kadar hemen her şey tefer­ruatına kadar yazılmıştır. Askere alınan kişilerin kanunlara uygun alınması, uygun şartları olmayanların ordudan atılması teklif edil­miştir. Askerlerin eğitilmesinde subayların önemli rolü olduğu için, subayların iyi eğitilmiş ve kabiliyetli kişilerden meydana getirilme­si istenmiştir. XVIII. asrın başından bu yana kurulan bütün askeri sınıfların geliştirilmesi ve asker sayılarının artırılmasıdır. Ordunun Avrupai biçimde eğitilmesini ve Avrupai silahların kullanılmasını, öğretilmesini savunanlar tamamen yeni tanzim edilecek bir ordu­nun kurulmasını istemektedirler. Yeni ordu tanzimini isteyen kişiler eğitiminden silahlarına kadar hatta sayılarının ve toplatılmasının şartlarının bile yeniden tespit edilmesini isterler. Ordunun eğitimini Avrupalı subayların yaptırmasını tavsiye etmişlerdir. Devletin mali, idari, siyasi ve ilmiye hayatıyla ilgili teferruatlı bilgiler veren, III. Selim’in hazırlattığı layihalar hakkında çeşitli eserlerde değerlendir­meler yapılmıştır[69].

III. Selim’in yapmak istediği ıslahatların programını bütün te­ferruatıyla yazan Yayla imamı Risalesi layihalar arasında mahiyeti itibariyle en önemli olanıdır. Risalede, ıslahatın esaslarının 72 mad­de olduğu belirtilmektedir.

Bu risalede anlaşılacağı üzere ıslahatların temel hareket nokta­sını askeri ocaklar meydana getirmişlerdir:

  • Mevcut askeri ocakların ıslahı,
  • Avrupa usulünde asker yetiştirilmesi, nizam-ı cedidin kurul­ması,
  • Askeri teknik müesseselerinin ıslahı. Görüleceği gibi layiha­lar uygulama alanına konulmuştur.

Bu devirde, mevcut askeri ocakların ıslahıyla ilgili, Humbaracı, lağımcı, topçu sınıflarının birçok yeniliklerle ıslahına çalışılmış­tır. Bu ocaklarda askerlerin her aileden nasıl toplatılacağı belirtil­miştir. Askerlerin eğitilmeleri ve esasları belirlenmiştir. Eğitimi yürütmek üzere Avrupa’dan subaylar getirtilmiştir. Eğitimlerde teo­ri ve pratik beraber yapılmış, disiplin ön planda tutulmuştur. Asker­lere okutulan derslerin matematik ve hesaplama ağırlıklı olması önemlidir. Daha önceleri de tartışılmış olan askerin yevmiye mese­lesi halledilmeye çalışılmış, asker ve üstlerine verilecek maaşları tespit edilmiştir[70]. Bu arada mevcut askeri ocaklarda da ıslahatlara devam edilmiştir.

Şüphesiz, III. Selim devrinin en önemli hadisesi Nizam-ı Cedid ocağının kurulmasıdır. Padişah, önceleri gizli tuttuğu ocağı yeteri kadar müsait zemini kolladıktan sonra bu ocağı ortaya çıkarmıştır.

XIX. asrın başlarında, Osmanlı Devleti’nde yeniçerilik bir ordu ol­maktan çok bir esnaf topluluğuna dönüşmüştür. Yalnız, her şeye rağmen ıslahatlar sırasında Yeniçeri Ocağı göz ardı edilmemiştir. Bu ocağın da rahatsız edilmeden yapılan çalışmalarda orduyu mey­dana getirecek askerlerinden subayına kadar hassasiyetle seçilmiş­tir. Ordunun meydana getirilmesine lazım olan para “irad-ı Cedid” adı verilen bir hâzineden karşılanmıştır. Hazine gelirleri “eski ka­dastro düzenlemelerinden ve yeteneksiz tımar sahiplerinden alınan tımarların başkalarına verilmesiyle” sağlanmıştır[71]. Padişahın mev­cut askeri müesseselerin yenilenmesinde de çalışmalar yaptığını tespit edebiliyoruz. Bu yenileme faaliyetlerinde başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden ehliyetli kişiler getirtilmiştir ve müesseseler zamana uygun hale getirilmeye çalışılmıştır[72]. III. Selim, kendi zamanında yaptığı ıslahattan bilfiil takip etmiş, ilgi­lenmiştir. Tebdil-i kıyafetle gidip gezdiği ve eksiklikleri gördüğü noktalarda devletin yetkililerini uyarmış ve ikaz etmiştir. Hattı hü­mayunlarında rastladığımız ifadeler bunları göstermektedir.

III. Selim, kendine kadar gelen padişahlardan daha çaplı ısla­hatlar yapmıştır. Islahatlar, askerlik alanının dışına çıkmış; idari, si­yasi, mali ve özellikle diplomasi alanına yayılmıştır. Tarihimizde ilk defa kurulan daimi elçilikler vasıtasıyla hem ülke dışındaki gelişmeler yakından takip edilmiş, hem de devletin menfaatleri zamanında yapılan müdahalelerle daha iyi korunmuştur. Sömürge çağı da denilen XIX. asırda elçilerin ülkelerinin menfaatleri için neler yaptığını hatırlarsak, ne kadar geç kaldığımız anlaşılır. III. Se­lim devrinin ıslahat hareketlerinde Avrupa usullerinin ağırlıkla ken­dini hissettirdiği unutulmamalıdır. Garplılaşma daha da hızlanmış­tır[73].

Yapılan bütün ıslahatların istenilen maksada ulaşamamasında III. Selim’in yumuşak huylu oluşu, kan döktürmemek gayretleri ve yabancı oyunlar etkili olmuştur. Hele Kabakçı Mustafa isyanından az evvel Nizam-ı Cedid askerlerini dağıtmış olmasının büyük bir yan­lış olduğu kabul edilir. Bu geri adımlara rağmen isyanın önü alına­mamıştır. İsyan olayı sadece ıslahatlarda geriye dönüşe değil padi­şahın hayatına da mâl olmuştur. Ayaklanmanın sebepleri olarak bir kısım sebepler söylenmektedir. Bunlardan bazılarını şöyle sırala­mak mümkündür:

  • Miri toprak gelirlerinin devlet yerine orduya aktarılması,
  • Başkentte iltizamcılık işleri piyasasının doğurduğu yolsuz­luklar,
  • Umumi hazine ile İrad-ı Cedid Hâzinesi arasında karışıklık­lar[74].

Kabakçı ayaklanmasında yabancı oyunları da unutmamak la­zımdır. Fransa Osmanlı Devleti erkânına bir başka yabancı dev­letten yardım almadan yeniliklerin yapılamayacağı görüşünü her zaman işlemeye çalışmıştır. Nitekim isyanın perde arkasında Fran­sa’nın o yıllardaki İstanbul elçisi Verdinac gelir[75]. Osmanlı Devle­tinde Fransız ihtilalinden sonra Fransa’nın izlediği dış politika Osmanlılar aleyhindedir. Fransız ihtilalinin fikirleri kadar devletin politikası da bu yöndedir[76].

II. Mahmut Devri (1808-1839):

Osmanlı Devletinin tahtına geçirilen II. Mahmut’un ilk işi ken­disini tahta geçirirken de güç gösterisi yapan “Ayanlık” müessesesidir. Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa tarafından, III. Selim’in öldürülmesi üzerine yenilikçi bir şahsiyet olarak tanınan şehzade­lerden Mahmut tahta geçirilmiştir. Padişah olunca âyanlarla bir an­laşma yaparak merkezi bir devlet gayreti içinde görülen padişah bu­na mecbur da denilebilir. Tarihimize “sened-i ittifak” diye geçen uzlaşmadan sonra ıslahatlar başlatılabilir. İlk olarak nizam-ı cedide benzer sekbanı cedid ocağı kurulmuştur. Ocak Alemdarın öldürül­mesiyle son bulmuştur. Sonra Eşkinci ocağı kurulmuştur. Padişah yeniçeriliği ihmal etmemiş ve onları rahatsız etmeden “Kanuni dev­ri kanunnamelerini esas alarak” bazı ıslah teşebbüslerinde bulun­muştur. Devletin dış politik hadiseleri Osmanlı Devletine rahat ısla­hat yapma imkânı vermemiştir. Her yapılan ıslahatın arkasında ya bir isyan veya bir dış siyasi hadise zuhur etmiş veya ettirilmiştir. II. Mahmut’un bu ilk döneminde Balkanlarda başlayan milliyet ayak­lanmaları ve Osmanlı-Rus savaşları çıkarılmıştır. Devlet bir bela­dan bir başka belaya sürüklenerek, ıslahat için zaman ve zemin meydana getirilmesine fırsat verilmemiştir. II. Mahmut döneminin en mühim hadisesi hiç şüphe yoktur ki yeniçeriliğin kaldırılmasıdır. Devletin kuruluşunda önemli hizmetler yapmış olan ocak, devletin yıkılmasında da adeta diğer sebeplerle yarışmıştır. 15 Haziran 1826 yılında yine ayaklanan bu ocağın kaldırılmasında devlet erkânı ve ulemanın da taraflığı kazanılmış, halkın da gayretleri, ocağı söndür­müştür. Vaka-yı Hayriye diye bilinen hadise tarihimizdeki ıslahat hareketlerinin dönüm noktasıdır. Bu ordunun yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adıyla yeni bir ordu kurulmuştur. Gerçi za­man bu ordunun iyi yetişmesine fırsat bırakmadan yeni belaları devlete getirmiştir. 1829-1830 Osmanlı-Rus savaşı bu ordunun devlete neler yapabileceğine fırsat vermemiştir.

Bütün bunlara karşılık II. Mahmut’un ıslahat anlayışı ve neti­celeri daha önceki padişahlarınkinden farklıdır. 1830’a kadar yapı­lan ıslahatlar klasik anlayışın devamı iken bu tarihten sonra yapı­lanlar çok farklıdır. II. Mahmut’a kadar garplılaşma ıslahatların esası olmasına rağmen tam manasıyla bir garplı hareket yoktur. Garplı anlayış alınmış fakat müesseseler alınmamıştır. II. Mahmut tarafından ise müesseseler alınmış ve garplılaşma daha esaslı te­mellere dayandırılmıştır.

I. Mahmut’un ıslahatlarının bir diğer tarafı da İslam düşünce­siyle garp arasında diyaloglar kurmaktır. Medeniyetler terkibi deni­lebilecek bu faaliyetin ne derecede başarılı olduğu halâ tartışılır. Bazı tarihçilere göre, bu terkipler başarılı olmamıştır ve ıslahatlar şekilde kalmıştır[77].

Sultan Mahmut II’nin yeniçeriliğin kaldırılmasından sonraki ıs­lahatları önceki döneme nazaran daha farklıdır. Bu dönemde garplı­laşmaya taraftar yetişen devlet adamlarının da rolleri olduğu mu­hakkaktır. Bu ıslahatçılardan şunları saymak mümkündür: Pertev Paşa, Akif Paşa, Halil Rıfat Paşa, Sait Mehmet Paşa, Mustafa Reşit Paşa, Reşit Mehmet Paşa, Mehmet Emin Rauf Paşadır. Bu reform­cularla beraber padişahın ıslahat alanları ve ıslahatları da şunlardır.

Eğitim: Osmanlı Devleti’nde ulemanın etkisinde bulunan klasik eğitimin yanında laik esaslı kabul edilen eğitimin verilebilmesi devletin gayesidir. Buna dayanarak mevcut müesseselere dokunul­madan yeni okullar açılmıştır. Bu eğitimin esaslarından birincisi yabancı dil bilen insan yetiştirmek ve bu insanların gayretleriyle batı dillerinden eserleri dilimize aktarmaktır. Laik eğitim anlayışı Tanzimat’ta daha da gelişecektir[78]. Bu maksatlarla açılan okullar; Mekteb-i Ulum-ı Harbiye, Mekteb-i Şahane-i Tıbbiye, Mızıka-ı Hümayun, Mekteb-i Maarif-i Edebiye, Mekteb-i Maarifi Adliye ve bunlara ilaveten Mühendishanelerle teknik okullardır[79].

Merkez Yönetimi: Divan-ı Hümayun yerine vekiller heyeti meydana getirilmiştir; Mülkiye, Dahiliye, Hariciye, Adliye, Mali­ye, Ticaret nazırlıklarıdır. Bunlara Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adli­ye, Dar-ı Şura-yı Bab-ı Ali, Dar-ı Şura-yı Askeri-ye’yi eklemek la­zımdır[80].

Düzenli nüfus sayımı ve mülk yazımı sistemi düzenlenmiştir. Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri var olan tımar sistemi kaldı­rılmıştır[81].

İlk gazetecilik olarak kabul edilen Takvim-i Vekayi çıkarıl­mıştır. Böylece ulaşım ve haberleşmede yeni bir dönem başlamış­tır.

Saray: Avrupa’nın sosyal adetleri benimsenmiş Avrupa proto­kolü geçerli olmaya başlamıştır. Padişah kadınlara hürmet edecek kadar ileri gitmiştir. Padişahın resimleri duvarlara asılmıştır[82].

Tarihinde II. Mahmut’un ıslahatları yalnız batıya karşı yeni bir hayranlık ve şuurlanma değil, Batı’ya karşı ayakta durabilme gay­retleridir[83]. Gelecek devirlerin yenilik fikirlerinin taraftarlarını ye­tiştirecek okulların açılması en önemli ıslahat olarak kabul edile­bilir.

Osmanlı Devleti’nin Karlofça antlaşmasından sonra ortaya çı­kan durumunu düzeltmek ve tanzim etmek maksadıyla açılan ısla­hat dönemi neticede devleti içine düştüğü durumdan kurtaramamıştır. Devletin eski gücüne kavuşturulması gayesiyle başlatılan girişimler, Osmanlı Devletinin Tanzimatı ilanıyla doruk noktaya ulaşmıştır. Fakat neticede Osmanlı Devleti yıkılmıştır. Tarihi mu­hasebesi yapılan hadiselerde iyi yapılmayan tenkit veya tenkitler neticesiz kalmak mecburiyetindedirler. Bu gün Osmanlının varisi olarak Anadolu topraklarında bir Türkiye Cumhuriyeti devleti bu­lunmaktadır. Ancak intikal etmesi gereken miras veya intikal eden varisler ayrı ayrı tahlil edilmelidir kanaatini taşımaktayız.

———————————————————–

Kaynak:

KARAGÖZ, Mehmet. “OSMANLI DEVLETİNDE ISLAHAT HAREKETLERİ VE BATI MEDENİYETİNE GİRİŞ GAYRETLERİ (1700-1839).” Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM 6.06 (1995): 173-194.

———————————

Dipnotlar

[1]   A. Hadi Hairi, OsmanlI’nın Batılılaşma Çabalan ve Batı’mn iki yüzü, İstanbul 1993, s. 15-16.

[2]   Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 76.

[3] Yücel Özkaya, XVIII. yy. da Osmanlı Kurumlan ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara, 1985, Sf. 9 – 15

[4] Osman TURAN, Türk cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, I, II, İstanbul 1978, s. 543

[5]   Amold Toynbee, Tarih Bilinci, I, İstanbul 1985, s. 155.

[6]   Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979, s. 17.

[7]   Berkes, a.g.e., s. 73.

[8]   Ömer Lütfü Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul 1980, s. 726.

[9]   Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1972, s. 190.

[10] Toynbee, a.g.e., s. 129.

[11] Berkes, a.g.e., s. 47-50.

[12] E. Ziya Karal, “Tanzimattan Evvel Garplılaşma Hareketleri”, Tanzimat I, İstan­bul 1940, s. 16; (Burada Osmanlı Devletinin Karlofça Antlaşmasından sonraki esas gaye­sinin, kaybedilen toprakların tekrar alınması olduğu unutulmamalıdır).

[13] î. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi IV, Ankara 1982, s. 6-10.

[14] Defterdar San Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, (Yay. Hüseyin Ragıb Uğural), Kültür Bakanlığı Yayınlan, İzmir 1990 olarak yayınlanmıştır.

[15] Ülken, a.g.e., s. 23.

[16] Karal, a.g.m., s. 17.

[17] Bernard Lewis, Modem Türkiye’nin Doğuşu, (Çev. Metin Kıratlı), Ankara 1984, s. 46.

[18] Toynbee, a.g.e., s. 129.

[19] Karal, a.g.m., s. 18.

[20] Berkes, a.g.e., s. 76.                                                      

[21] Oral-Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, Ankara 1987, s. 110.

[22] Sander, a.g.e., s. 90.

[23] Lewis, a.g.e., s. 47.

[24] Lewis, a.g.e., s. 46; Berkes, a.g.e., s. 47.

[25] Faik Reşit Unat, Tarih Vesikaları, C. I, S. 2, Ankara 1942, s. 107-121.

[26] A. Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1976, s. 44.

[27] Karal, a.g.m., s. 19.

[28] Osman Nuri Paşa, Netayicü’l-Vukuat IÜ-IV, Ankara 1987, s. 148; Lewis a.g.e., s. 47.

[29] Stanford Shaw-E Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modem Türkiye n, İs­tanbul 1983, s. 312.

[30] Karal, m. Selim’in Hattı Hümayunları, Ankara 1988, s. 35.

[31] Tanpınar, a.g.e., s. 46; (Bu eser Türk Klasikleri arasında, Milletlerin Düzeninde İlmi Usûller (Sad. Ömer Okutan), İstanbul 1990’da yayınlanmıştır).

[32] İbrahim Müteferrika, Usüler, (Sad. Ömer Okutan), İstanbul 1930, s. 63-73; Ayrı­ca Berkes, a.g.e., s. 27.

[33] Berkes, a.g.e., s. 27.

[34] Cevdet Paşa, Tarihi Cevdet I, İstanbul 1984, s. 113; (Cevdet Paşa’nın eserinde Huegenotlardan İstanbul’a gelenler hakkında bilgi bulunmamaktadır).

[35] Berkes, a.g.e., s. 47-50.

[36] Berkes, a.g.e., s. 67.

[37] Shaw, a.g.e., s. 327-328.

[38] Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982, s. 254; Berkes, a.g.e., 46.

[39] Tanpınar, a.g.e., s. 46.

[40] Turan, a.g.e., s. 553.

[41] Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi 16, Ankara 1989, s. 65.

[42] Abdülkadir Bingöl, Gelenbevi İsmail, Ankara 1988, s. 3.

[43] Bingöl, a.g.e., s. 9; (Bu, Osmanlı Devleti’nde batı dillerini bilen ve hatta tercü­meler yapacak seviyede insanların yetişmesi demektir ki, Osmanlılardaki ıslahat düşünce­lerinin münevverlere maledilmesi bakımından mühim bir gelişmedir).

[44] Adıvar, a.g.e., s. 202.

[45] Adıvar, a.g.e., s. 203.

[46] Baron De Tot, 18. Yüzyılda Türkler, İstanbul 1978, s. 280-312.

[47] Shaw, a.g.e., s. 347-348.

[48] Osman Ergin, Osmanlı Eğitim Tarihi I, İstanbul 1977, s. 57.

[49] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 473.

[50] Nuri Paşa, a.g.e., s. 157.

[51] Cevdet Paşa, a.g.e. I, s. 503.

[52] Shaw, a.g.e., s. 347.

[53] Karal, a.g.m., s. 23; (XVm. asrın başından beri görülen elçilerin bu tavırlarında, Osmanlıyı yönlendirmede Avrupalı devletlerin menfaat çatışmaları su yüzüne çıkmakta­dır).

[54] Karal, a.g.m., s. 24.

[55] Osman Nuri, a.g.e., HI-IV, s. 157-158.

[56] Cevdet Paşa, a.g.e., I, s. 501.

[57] Shaw, a.g.e. I, s. 341-342.

[58] Shaw, a.g.e. I, s. 347.

[59] Karal, Osmanlı Tarihi V, Ankara 1988, s. 13.

[60] Karal, a.g.e., s. 61; (İÜ. Selim, Osmanlı Devleti üzerinde Avrupalı devletlerin gizli hesaplarını bilmesine karşılık, şehzadelik senelerinde Fransa hakkında iyi intibalar edinmesini de Fransa’nın saraydaki nüfuzuyla kendisini dost bir devlet tanıtmasına bağla- rılak gerekir).

[61] Tanpınar, a.g.e., s. 49.

[62] Berkes, a.g.e., s. 48.

[63] Karal, a.g.e. V, s. 61; Karal, Selim III Hattı Hümayunları, Ankara 1988, s. 29; Gökbilgin, Nizam-ı Cedid, lA X, s. 309.

[64] Tanpınar, a.g.e., s. 55.

[65] Tanpınar, a.g.e., s. 62.

[66] Karal, Selim III Hattı Hümayunları, s. 29.

[67] Hadi Hairi, a.g.e., s. 78-81.

[68] Karal, Selim İÜ Hattı Hümayunları, s. 32-33; Gökbilgin, a.g.m., İAIX, s. 310.

[69] Bakınız Cevdet Paşa, Tarihi Cevdet III, s. 1409-1412; Karal, Selim III Hattı Hü­mayunları, s. 35-41; Yusuf Akçura, Osmanlı Devletinin Dağılma Devri, s. 40-43.

[70] Karal, a.g.e., s. 43-49.

[71] Karal, a.g.e., s. 65; Shaw, a.g.e., s. 354.

[72] Karal, a.g.e., s. 59-71.

[73] Karal, a.g.e., s. 95-186.

[74] Berkes, a.g.e., s. 105.

[75] Berkes, a.g.e., s. 119-125.

[76] Akçura, a.g.e., s. 51-100.

[77] Karal, a.g.e. V, s. 143-144.

[78] Shaw, a.g.e., s. 79.

[79] Shaw, a.g.e., s. 78; Lewis, a.g.e., s. 85.

[80] Shaw, a.g.e., s. 66-68.

[81] Lewis, a.g.e., s. 91; Shaw, a.g.e., s. 70.

[82] Lewis, a.g.e., s. 103; Turhan, a.g.e., s. 231-232.

[83] Shaw, a.g.e., s. 79.

 

[i] İnönü Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Yazar
Mehmet KARAGÖZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen