Orhun Âbideleri ve Türk Töresi Üzerine

Sait Başer ile Orhun Âbideleri ve Türk Töresi Üzerine Söyleşi

Ropörtaj: Ömer ALTUN, Petek 

-Orhun Kitabeleri hakkında genel bir değerlendirme yapar mısınız?

Orhun Kitabeleri dendiği vakit elimizde ilk derli toplu ve konu bütünlüğü olan uzun bir metin niteliği taşıyan, Türk kültürünün temel bir belgesi anlaşılmalıdır. Orhun Kitabeleri öncesinden haber veren çeşitli belgeler, bulgular elbette var. Orhun Kitabeleri Türk kültürü ve tarihi hakkında bilgi veren ilk metinler değiller. Öyle olsaydı biz Hun tarihi hakkında hiçbir şey bilmiyor olurduk. Öyle değil. Ama bir uzun metin özelliği taşıması, Türkçe olması şu bakımdan önemli; Türk kültürü ve tarihi ile alakalı Çince belgeler var ama Çincenin içinde biz Türkçe’de bulduğumuz anlamda bir derinliğe ulaşamıyoruz. O bakımdan Türkçe olması önemli. Türkçe olmasının birkaç noktadan anlaşılması, yorumlanması gerekir. Bir tanesi Orhun Kitabeleri’nde çok ciddî ve çok sağlam bir Türk inanma modeli var; üretilebilen, yorumlanabilen, eksiltilebilen, çoğaltılabilen, derinleştirilebilen bir inanma modeli. İnanç modeli ile karıştırılmasın. Çünkü inanç denildiğinde sınırları adamakıllı belirli olan, daha daraltılmış bir kavram var. Bu, inanma modelinin üzerine oturan ikinci bir husus. Gerek anlama gerek inanma modellerini Orhun Âbideleri’nde çok net bir biçimde bulmak mümkündür.

-Hocam, İslâmiyet öncesi Türk inanışları hakkında muhtelif görüşler var olduğundan, bu inanma modelini ve bahsettiğiniz döneme ait dinî inanç ve özellikleri izah eder misiniz? 

Şimdi, “Tengri yarlıgadık içün, babamın askeri kurt gibi düşmanın askeri koyun gibiymiş” diyor. “Tanrı yarlıgaduk içün” diyor. “Yarlıgamak” diye bir fiil var. Bugün yarlıgamak fiilinin anlamı nedir, diye sorsanız, binde bir kişi ya bilir ya bilmez. Yargılamak değil, Yarlıgamak; Yarlıgamak fiili İslâmiyet’teki mağfirete karşılık gelir. Gufran kavramına karşılık gelir. Yani Tanrı’nın herhangi bir kayda bağlı olmayan yardımı, demek. Ancak Gök Tanrı bu yardımı yapar. Burada Gök Tanrı ibaresini düzeltmemiz lazım. Orijinali Köktengri’dir ve Kök kelimesi sadece gökyüzü demek değildir. Asıl ve menşei manasına da gelir. Bildiğimiz ağacın kökü derken kullandığımız kelime. Köktengri, asıl tanrı, gerçek tanrı demek. Çünkü tanrının değişik tecellileri var. Mesela ormanlarda, Ötügen’de, vatanda, insanda, ağaçta tecelli eden bir tanrısal yapının varlığına da inanıyorlar. “Iduk Ötügen, Iduk yirsuk” diyor; Iduk; kutsal, mukaddes demek, tanrıya adanmış anlamına gelir. . Dolayısıyla Tanrı ile ilişkili bulunduğu çeşitli tecellileri de tanrısal nitelikle yorumlandığı için bunların her birine özel bir tanrılık atfetmiyor. Tanrısallık var ama tanrılık Köktengri dediği, yani zatî mahiyeti ile tanrıya Köktengri diyor. Dolayısıyla bu Tanrının yarlıgaması kavramını Orhun âbidelerinde birkaç yerde kuvvetle ifade edilmiş buluruz. Bir başka nokta “Tanrı kut verdiği için özüm kağan oldu” diyor. Bilge Kağan, kut ve Tanrı kavramları arasında kuvvetli bir ilişki kuruyor. Tanrı’nın insana kut veren yönüne işâret ediyor. Bunu bizim bazı tarihçilerimiz sadece siyâsî anlamı olan bir kavram olarak yorumladılar. Fakat ben bu görüşte değilim. Tanrı bütün insanlığa kut verme durumunda olan bir kudret. Bunu Kutadgu Bilig’de çok açık görüyoruz. Kut kesinlikle sadece hakanlara tahsis edilmiş, onlara bağışlanan bir değer değildir. Onlara da veriliyor ama bütün insanlara da veriliyor. Kut kavramı bu bakımdan Türk inanma kavramında çok merkezî bir kavramdır. Dolayısıyla bütün varlığı kuşatan ve zâtî niteliği ile de yarlıgayıcı bir Tanrı var. Ayrıca bu Tanrı bütün insanlığı iyi işleri dolayısıyla kutlayan bir Tanrı ve Türk dünya görüşü aynı zamanda siyâsî sistemi hattâ ben onun din olduğu kanaatindeyim, Töre; Tanrı kutunu Töre’ye uyana veriyor. Yani kut ulu orta dağıtılan bir değer değil. Töreye uyana verilen bir mağfiret-i ilâhî şimdiki tabirle.

-Eski Türk dini dediğiniz Töre üzerinde biraz durabilir miyiz, hocam? Son dönemde töre cinayeti, töre bağnazlığı gibi haberlerle çokça saldırılan ve sulandırılan bu kavramın aslında dinî bir hüviyetinin olması çok dikkat çekici.

Bu çok önemli; yalnız sulandırılmadı, bilerek bizim yüksek kavramlarımız kirletiliyor. Bir zamanlar, üç ay isimleri olan Recep, Şaban, Ramazan isimleriyle alay edilmesi gibi, Abdürrezzak, Abdülfettah, Abdülganî ismiyle alay edilmesi gibi şimdi de Töre kavramı kirletiliyor. Çünkü Türklüğe mahiyetini veren kaynak Töredir. Türk kimliği ile oynamak adına Töre kavramı kirletiliyor. Medyanın işlediği Töre kavramı ile gerçek anlamdaki Türk Töresi arasında hiçbir benzerlik yoktur.

-Hocam, medya bir “töre cinâyeti” işliyor, diyebilir miyiz? 

Medya büyük bir kültürel katliam yapıyor, kimlik katliamı yapıyor. Burada biraz Kutadgu Bilig’den yardım alacak olursak, Kutadgu Bilig’in 3192. beyti aynen şöyledir: “ogan ol köni çın törübirgüci törümüş kamuk halka yötri küçi” yani bugünkü Türkçe ile anlamı şöyledir: “Kadir-i mutlak ve mutlak adalete sahip olan Tanrı Törenin gerçek vericisidir ve onun gücü yaratılmış bütün mahlûkata yeter”. Buradaki “ogan” kelimesi Tanrı’nın kadir-i mutlak oluşuna, “köni” kelimesi Tanrı’nın adaletindeki mutlaklığa işaret eder. “Törü” kelimesi bizim şimdi Töre dediğimiz kelimedir. “Birgüci” kelimesindeki “birmek” fiili bugün bizim vermek dediğimiz fiildir. Dolayısıyla Törenin gerçek sahibi ve onu ihsan eden kadir-i mutlak ve adil olan Tanrı’dır, diyor bu mısrada. Dolayısıyla Tanrı’nın ihsan ettiği bir sistem niteliği ile karşımıza çıkıyor Töre. Bu tür sistemlere kültür tarihinde “din” denir. Dolayısıyla Orhun Kitabeleri ve Kutadgu Bilig’den aldığımız bu alıntı ışığında bakarsak, Töre; eski Türk dinidir. Ama denilebilir ki, hani Türkler şamandı, şamanistti. Şimdi sevgili Ömer Bey; Orhun Âbideleri ve Kutadgu Bilig ‘e rağmen orada anlatılan inanma modeline rağmen hiç kimse Türklere bir inanç modeli giydiremez. Giydirilmesi hatalı, yanlış daha ötesi kasıtlı olur.

-Peki Hocam Şamanlık iddiasının kökeni nedir? 

Bu konuuzun bir konu. Uzun bir konu ama hemen şunu belirtmek gerekir ki; Şaman kelimesi Türkçe değildir. Düşünün bir kere, bir millet ki binlerce yıllık bir tarihi olduğunu söylüyoruz ki öyledir, kendi inanç sistemine kendi dilinden bir ad koymamış olsun. Böyle bir şey mümkün değildir. Türk dininin Türkçe bir adı olması icap eder. Şaman kelimesi XIX. yüzyılda oryantalistlerin Türk kültürüne atfettikleri bir kavramlaştırma uğratıldı. Meşhur bir Türkolog olan Romen asıllı Fransız Mircea Eliade adındaki araştırmacı Türklüğü merkeze koymadan Şamanizm olgusunu araştırdığı bir çalışmasında, şamanizmin cincilik, büyücülük, sihirbazlık karışımı bir kült olduğunu gösterdi ve dünyanın her yerinde her toplulukta bir takım şamanik davranışlar bulunabileceğini anlattı. Bunun üzerine benim söyleyeceğim bir şey yok. Yani cincilik İslâm toplumunda da, Musevî toplumunda da, Hristiyan toplumunda da var. Eski Türklerde de bu tür halkın kolay yoldan kurtuluş elde etmesini sağlamaya dönük vaatlere kapılan insanlar olmuştur. Eski Türklerde de vardır. Ama sistem budur, demek Türk kültürüne bühtan etmek olur. Çünkü kendi metinlerimizde bir kere dahi Şaman kelimesi geçmez. Ama buna mukabil Tanrı; Köktengri şekliyle, kut, töre kavramları ana kavramlar olarak defalarca karşımıza çıkar. Hele Orhun Kitabeleri’nde bu son derece açıktır. Tanrı’nın yarlıgamasından söz ettik, Tanrı’nın kut vermesinden söz ettik. Tanrı’nın kısmet vermesinden bahsediyor. Kutu taşımanın şartlarına uyulmadığı takdirde yani Tanrı ihsanı olan kutu da taşımanın bir takım şartları var; erdemli olmak şart, yalan söylememek şart, temiz olmak şart. “Gönlünü avucunun içine koyup insan içinde gezebilmeli” diyor, kut kazanan kimse için Yusuf has Hâcip. Yani ikiyüzlü olmamak, hasbî olmak, arı ve duru olmak, kutu taşımanın şartlarıdır. Dolayısıyla kut da töreye uymak suretiyle elde edilen bir değer olduğu için kut kavramı ile karşılaştığınız her yerde mutlaka törenin işlemekte olduğunu bilmek zorundasınız. Türkçenin en eski iki kelimesi, bilinen en eski iki kelimesi Tanrı ve Kut kelimeleridir. Büyük hun imparatoru Motun zamanında dahi Çinlilere yazılan bir mektupta geçer, MÖ III. Yüzyılda. Kendisini tarif ederken “ Ben Tanrı kutu Tanhu Motun”diye söyler, kendini tarif eder. Yani Tanrı’dan kut aldığını ifade eder. Metin Çince fakat Tanrı kelimesinin Çincesi yok. Çinliler Tanrı kelimesini Türkçe olarak söylüyorlar. “Tien” diyorlar. Tanrı Dağları’na da “Tien Şan” derler halâ. Çince’de R harfi olmadığı için Tanrı kelimesini Tien diye yazıyorlar. Kut kelimesi de aynen korunmuş. Dolayısıyla biz o mektuptaki Tanrı ve kut kelimelerini Türkçesi ile yakalama şansına sahibiz. Türk kültürünün temel kavramları bunlar. Şimdi bunlara rağmen ne idüğü belirsiz ruhlar diyarından haber getirdiğini söyleyen yarı deli, yarı meczup, yarı mecnun şaman tipi etrafında birleşen bir topluluk ve bu şaman tipini kendine örnek edinen bir kültür teklifini kabul etmek Türk kültürünün sistematik yapısını bilen bir insan için mümkün değildir. Yani Türk kültürü bağlamında Şamanizm imkânsızdır. Neden böyle söylüyorum, çünkü gene aynı kaynaklarda, orijinal kendi kaynaklarımızda çok açık bir biçimde görmekteyiz ki, Türk toplumunun tamamı Töre mucibince teşkilatlanmıştır. Oğuz Kağan Destanı’nda toplum Üçoklar ve Bozoklar olmak üzere iki kolda teşkilatlanmıştır biliyorsunuz. Boy teşkilatı Türklüğün alamet-i farikalarından biridir. Türk kimliği taşıyan bütün topluluklar boy teşkilâtı kapsamına alınmıştır. Tabiî burada hemen şunu da ifade etmek lazım; Türklüğü boy teşkilâtı içinde mütalaa ederken bunu sadece soya indirgemek de doğru değildir. Soy gayreti Türk kültüründe yadırganan bir durumdur. Bilge Kağan’ın veziri Tonyukuk’un Çin asıllı olduğunu biliyoruz. Meşhur Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk ve oğullarının acem asıllı olduğunu biliyoruz. Benzer örnekleri Osmanlı’da bulmak çok daha rahattır. Özellikle Yeniçeri Ocağı dolayısıyla pekâlâ bir Tunuslu da, bir Sırp da, bir Hırvat da, bir Rum da vezir-i azam olabilmiştir. Yani Tunuslu hayrettin paşa diyorsunuz, saklamıyorlar. Bu gizli saklı bir durum değil. Sokullu Mehmet Paşa Hırvat asıllı olduğunu biliyor. Kardeşi de piskopos; haberleşiyorlar bizde vezir-i azamken. Ama burada bir ihanet aramak abes. Sokullu Mehmet Paşa Türk kültürüne tamamen sadık, onu hazmetmiş, Türk olmuş bir adamdır. Aynı şeyi Nizamü’l-Mülk için de, Tonyukuk için de söyleyebiliriz. Yani Türk kültüründe ehliyet esastır ve sınıflı olmadığı için; at yetiştiren bir kavim olmaları dolayısıyla, atlı göçebe toplumunun şartları sınıflaşmaya imkân vermediği için, insanın değerini aklına ve ahlâkına bağlamışlardır. “Asil insan gönlü temiz ve akıllı olandır” diyor. Kaşgarlı’da da bulabilirsiniz, Yusuf Has Hacib’de de bulabilirsiniz. Çok nettir, yani insanın kıymeti geldiği soydan ileri gelmez, ahlâkından ve aklından ileri gelir. Bu çok açıktır. Eskilerin tabiriyle “bedihi” bir gerçektir. Dolayısıyla boy sistemine alınır Töreyi benimseyenler ve Töreyi benimseyene Türk denir. Bugün yeryüzünde Türk sıfatıyla andığımız ne kadar toplu luk varsa hepsinin aynı kandan, aynı soydan olduğunu ispatlamaya kalkmak cinnet olur. Denediler bunu zaten, çıkmaz yol olduğu göründü. Adına Türk denilen topluluklarda soy birliği söz konusu değil. Bu demek değildir ki,bugün Türk dediğimiz toplumlar soyu belirsiz toplumlardır. Tabii ki değil, ben dedemi de biliyorum, dedemin dedesini de. Kanunî zamanında bulunan bir belgede dedelerimin isimlerini buldum. Yani bu hepimiz için geçerli, sadece benim için değil. Bir soy problemimiz elbette yok. Ama Türklüğü soya indirgeyerek anlamayı, başta Töre doğru bulmuyor.

-Türklüğü sadece soya indirgemek batı tarzı milliyetçiliklerin bize mirası galiba? 

Evet. Yahya Kemal çok doğru söylüyor; “batıdan gelen milletperverlik dahi bize zarar vermiştir” Çünkü o tür bir milliyetçilik toplumun hâl-i hazır durumundan nefret etme esasından türemiştir. Halbuki aslolan millî olmak, millî değerleri yaşamaktır. O zaman Hırvat da, Sırp da, Rus da, Acem de, Arap da Türk olabilir. Bu çok önemli bir nokta, bugün çok da tartışılıyor. Milliyetçilik bağlamında bu konular çokça tartışılıyor. Bir yığın yanlıştan bir yığın yeni yanlış üretiliyor. İdeolojiler için Cemil Meriç’in verdiği hüküm doğru “deli gömleği”, adı milliyetçilik de olsa böyle, deli gömleğidir. İdeolojileştirildiği anda bir deli gömleği oluyor. Milliyetçilikler kültürle oynarlar, tarihle oynarlar, dille oynarlar. İşlerine gelmeyen, beğenmedikleri, tasavvur ettikleri ideal topluma uymayacağını düşündükleri ne varsa hepsine müdahale hakkını kendinde bulurlar. Bir yığın örneği var, bizde de var, dışarıda da var. Türkiye’nin yaşadığı kimlik krizi genellikle milliyetçilik adına kültürle oynamaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Burada iyi niyet olsa bile her zaman iyi niyet doğru sonuç vermez. Meşhur sözdür, “cehenneme giden yollar iyi niyet taşları ile döşelidir”. Herneyse kendi konumuza dönecek olursak “Töre” kelimesinin türemek fiili ile ilgisi var. Türeyiş kanunu demek, Tanrı’nın türetiş kanunu.Türk de o kanuna uyan kimse demek. Töreye uyan kimse demek. Töreye uyan kişi demek, falan soyda gelen kişi demek değil, Töreye uyan demektir. Töreye uymanın sonucu nedir, derseniz; Kut kazanmaktır. Kut kazanmanın gerekçelerini teker teker ele aldığınız vakit ki; ben onu Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre adlı kitabımda açıkladım. Orada teferruatıyla birlikte görülebilir. Kut kazanmanın şartları da; bilgi, bilgelik yani hikmet, iyi ahlâk ve feragattir, feragat-i nefstir. Yani Türk olmak bir değerler sistemini kazanmak demektir. Bana göre insan, Türk ana ve babadan doğabilir ama o değerler sistemini kendi adına da kazanmak zorundadır. Onun için Dede Korkut kitabında yeni doğan çocuklar adsızdırlar. Töreyi hazmettikten ve Töre mucibince makbul bir iş yaptıktan sonra ad kazanır yani kimlik kazanır.

-Ad kazanma hadisesindeki mantık bize hiç böyle anlatılmadı, kafalarımıza mitoloji gibi yerleşti. Hocam daha önce işitmediğimiz çok önemli meselelere temas ettiniz. Bunları bir özet halinde vurgulayabilir misiniz?

Şimdi buraya kadar söylediklerimizi özetleyecek olursak, şunu demiş olduk; Orhun Âbideleri’nde bir inanma modeli mevcuttur. Bunun teferruatı ile ele alınması, açıklanması ve güncellenmesi gerekmektedir. Tarih güncellenmedikçe boş bir övünme ya da yerinmeden öteye gidemez. Güncellemek yeniden anlamak, anlamlandırmak demektir. Günün konjonktürü kültürel tabanı üzerine yeniden anlamak ve anlamlandırmak demektir. Dolayısıyla Orhun Âbideleri’nde hiç kimsenin leke süremeyeceği, çamur atamayacağı açıklıkta bir Türk inanma modeli zaptedilmiştir. Bu bizim için, toplumumuz için çok önemli bir şeydir.

-Anlama modeli dediniz, bu kavramı ilk kez duyuyoruz, biraz daha açabilir misiniz?

Şimdi anlama konusu XX. Yüzyıl felsefesibakımından çok öne çıkmış bir konu. İşte anlama, yorumlama, hermenotik gibi adlarla fikir dünyasında bahsi geçen bir konu bu. Anlama çok güzel, Türkçe bir kelime aynı zamanda. “An” sonundaki N sesi eski K3afinun dediğimiz sağır kef ‘tir. “An” şeklinde telaffuz edilir, sınır demek. “An” kelimesi halâ mahallî şivelerde tarla sınırı olarak da kullanılır. Tuzlama, şekerleme, bağlama gibi la-le ekinin fonksiyonu, bir şey ilave etme anlamına gelir. Dolayısıyla “anlama” dediğimiz vakit, varlık âlemine dönük herhangi bir unsuru veya soyut bir değeri belirgin hale getirme, sınırlarını gösterme demektir. Anlama, sınırlandırma ve bu sınırların komşuluk ilişkilerini görme ve komşunun komşuya bağlı olarak tarif edilmesi; çünkü her şey bir şeye, bir şeylere göre tarif bulur. İzafet esastır, nispet olmadan sınır olmaz. Sınırın öte tarafı olmazsa, beri tarafından söz edemezsiniz. Anlama bir tarafıyla dışa dönük fizîkî âleme dönük tarafıyla varlığı parçalar. Daha doğrusu algının, varlığı parçalı olarak kavraması imkânını verir. Ama içe dönük olarak o parçalar zihinde yeniden monte edilir. Yani anlamanın iki yüzü vardır; bir yüzü dışa dönük, bir yüzü içe dönük. Dışa dönük tarafı ile âlemi parçalar ve parçalar arası ilişkileri kurarak yeniden yekpâreleştirmeye çalışır. Anlama bir insânî eylemdir ve çok değerli bir eylemdir. İçe dönük olarak da o parçalayarak gördüğünüz genel yapıyı tekrar inşâ edersiniz, zihinleştirmiş olursunuz, soyutlamış, kavramlaştırmış olursunuz. Âlem hareket üzerine bina edilmiştir, hareket esastır. Hareketin esas olduğu bir kâinatta sabit bir değer, insânî hayatın olmazsa olmaz ihtiyacıdır. O sabit değer ancak dilde bulunabilir. Bu noktada denilebilir ki; dil hiç değişmez mi? Elbette dil de değişir ama dil varlık âlemine göre daha yavaş değişir. Kavramlar insanlara kavrama, anlama ve hareket noktası sağlama imkânı verirler. Dil, dolayısıyla o dili konuşan toplumun düşünce mekanizmasını, anlama mekanizmasını içinde barındırır. Humbolden adlı meşhur dil bilgininin ifadesi ile diller o topluların büyük akılları gibidirler. Türkçe de Türk toplumunun tarih boyunca ürettiği aklı içinde saklayan bir yapıdır. Bu bakımdan da çok değerlidir. Onun için uydurmaca vs. o aklı yozlaştırması itibariyle büyük kayıptır. Tekrar Orhun Kitabeleri’ne dönecek olursak, Orhun Kitabeleri’nde biz Türkçenin en temiz örneklerini buluyoruz. Kendi safiyeti içerisinde Türk düşüncesini orijinal niteliğini tespit edebiliyoruz. Kökler ile eklerin ilişkilerini oradan çıkarabiliyoruz. Kökler arası ilişkileri, köklerin muhtelif eklerle aldığı biçimler ve kavramların bu kök-ek ilişkileri etrafında münasebete girmesini Orhun Kitabeleri’nde görebiliyoruz. Yani Türkçenin semantik karakterini en özgün bir biçimde bu kitabeler sayesinde elimizin altında hazır bulabiliyoruz. Dolayısıyla bu tür bir metin aynı zamanda Türk anlama modelini de ihtiva ediyor demektir. Nasıl demin bir inanma modeli saklıdır dediysek, şimdi de o dilin karakteri icabı olarak orada bir Türk anlama modeli saklıdır diyebiliriz. Orhun Kitabeleri’nin çok değerli oluşunun bir sebebi de budur.

Bir başka nokta, demin değişmeden bahsettik. Hayat değişme demek, değişmenin durduğu noktada hayattan, tarihten, kültürden söz edemeyiz. Dolayısıyla her yeni değişim varlık âlemine dönük algımızı da tazelememizi gerektirir. Dil bir yönü ile bize hazır bir anlama kalıbı sunar fakat diğer yönüyle tarihsel niteliği sebebiyle sunduğu anlama modeli tarihsel bir model olduğu için, eğer o tarihselliği aşamazsanız sizi geçmişe hapseder. Yani sadece Orhun Kitabeleri için söylemiyorum, bütün tarih belgeleri için geçerli bu. Biz bir yandan tarihi diğer yandan anlama ve inanma modellerini güncellemeliyiz ki, onun esiri olmayalım. Çünkü Türkiye’de çok yanlış bir tarih algısı var. Tarih sanki bir varlık alanı zannediliyor.

-Evet Hocam, Türkiye’deki hemen hemen her fikrin mensupları kendilerine ait bir tarih tasavvuru yaratıyor ve bunun içinde yaşıyor. Türk tarihine nasıl bakmalıyız ve güncele nasıl taşımalıyız? 

Günümüzde yaşadığı halde ayakları yere değmeyen ve kendini geçmişin falan döneminde yaşıyor zanneden hasta bir milliyetçilik, kültürcülük tipi türüyor. Türk kültürünün karakterini incelediğiniz vakit çok ilginç bir şey görürsünüz. Bu kültürün temel değeri hikmettir. Ve bu hikmet birlik fikrinden türemiştir. Hikmet, evet tarihte bir yüz göstermiştir, her dönemde de yeni bir yüz göstere göstere de günümüze gelmiştir. İnsan hikmeti ancak yaşadığı anda bulabilir. Yaşadığı anı ıskalayan bir insanın tarihsel hikmetle bir yere varma şansı yoktur. Mevlânâ onun için “bugün yeni bir gündür, bugün yeni bir söz söylemek gerek” diyor.Ama biz yedi yüzyıl önceki bir sözü yeni bir şeymiş gibi hal tekrar ediyoruz. Demek istediğim şu, bütün tarih belgeleri gibi Orhun Kitabeleri ki çok özel bir değeri vardır, oradaki anlama ve inanma modellerini çıkarmalıyız. Çünkü o modelde büyük tarihî dinamizmimizin sırrı saklıdır. Doğru anlarsanız, fakat doğru anlamanın şartı tarihselliği aşmak, tarihi, varlık alanı zannetmekten vazgeçmektir. Türk toplumu sınıflı bir toplum değildir. Bunu biz söylemiyoruz, bütün dünya tarihçileri söylüyor. Sınıflı toplum ancak, tarımla meşgul olan toplumlarda ortaya çıkar. Çünkü tarımla meşgul olan adam silah kullanmayı unutur ve silah kullananlar onların üzerine gelir ve bir üst sınıf oluşturur. Zamanla yeni gelenler de eski yapıya intibak eder ve dıştan gelen bir ikinci dalga üçüncü sınıfı, bir üçüncü dalga dördüncü sınıfı oluşturur. Kast sistemi diyoruz ya, Hindistan’daki sınıf; kasd kelimesi millet demek. Hindistan’a her gelen işgalci topluluk bir üst sınıf oluşturmuş sonra da oranın yerleşik hayat düzenine intibak edip, dinamizmini yitirince, dışarıdan gelen yeni dalga onun da üstüne çıkmış. Sınıflı yapı böyle bir şey, tarımla meşgul olan tüm toplumlar sınıflıdır. Çin, Hindistan, Eski Mısır, Eski Yunan sınıflıdır. Anadolu medeniyetleri denen eski Anadolu toplulukları sınıflıdır, Avrupa sınıflıdır. Sınıfsız tek toplum örneği Orta Asya’da at yetiştiren topluluklardır. Çünkü hepsi asker, asker-sivil ayrımı yok. İkincisi; atın üzerindeki adamı esir almak mümkündür, esir tutmak mümkün değildir, deh, dedi mi gider adam. Dolayısıyla at yetiştirmekten kaynaklanan sınıfsız bir yapı var.

-Bilge Kağan Âbidesi’nin doğu yüzünde bizim dikkatimizi çeken ve merak uyandıran bir ifade var, Hocam. “…Türk bodun illediği ilini elden çıkarmış, kağanladığı kağanını yitirivermiş. Çin bodununa beğlik er oğlanı kul oldu, kadınlık kız oğlanı odalık(cariye) oldu…”Bu durumun tarihî gerçekliği sizce ne olabilir? Zira Türk kadınlarının cariye olması bize çok tuhaf gelen bir durum açıkçası.

Divanü Lugati’t-Türk başta olmak üzere eski Türkçeye dair sözlük çalışmalarının hepsinde ortak bir taraf var. O da bazı kavramların bu sözlüklerde bulunmayışıdır. Mesela “Köle” kelimesi yok Türkçede . Türkçe bir kelime değil. “Cariye” Türkçe bir kelime değil. Eski Türkçede de yeni Türkçede de köle cariye karşılığı bir takım kelime kullanıldıysa bunun karşılığını Çin kültüründe, Hint kültüründe, Acem kültüründe aramak lazım. Komşulardan alınmıştır. Mesela piç, âşüfte, fahişe, orospu, pezevenk, deyyus gibi kelimeler de yoktur. Bunların hepsi komşu kültürlerden devşirilmiş, sonra da yerleşik hayata geçildiği dönemlerde Türkçeye girmiş kelimelerdir. İlteriş Kağan’a atfettiğiniz o cümleyi bir kere yanlış hatırlıyorsunuz. Çünkü Bilge Kağan der ki, orada İlteriş Kağan ikinci Göktürk devletinin yıkılış hikâyesini anlatır. Kitabelerde ve orada der ki, “Ey Türk oğuz bodunu” yani milleti “hakanınıza tabi olmadınız ve Ötügen’i terk ettiniz, Türk beyleri Çin isimleri aldı. Çin’in sözü tatlı ipeği yumuşak imiş, bunlara aldandınız ve Çin’e gittiniz. Gidenlerin kârı ne oldu, kemiğiniz dağ gibi yığıldı, beylik erkek evladınız köle, hanımlık kızınız cariye oldu” kime ? Çinlilere. Cümle bu. Cümleyi ters çevirmek köle ve cariyelik kavramlarını İlteriş Kağan’a ve onun dönemindeki Göktürkler’e atfetmek büyük hata olur.

-Hocam, aslında bu son bahsettiğiniz, Çin’in ipeğinden, sözünden velhasıl bazı hususiyetlerinden etkilenme ve başkalaşma bunun bir neticesi olarak da Çin’e giden Türklerin akıbeti, aslında bir manada güncel bir konu. Çin’e giden ve yozlaşan Türkler için kültür emperyalizmine uğramışlar diyebilir miyiz? Ayrıca Orhun Kitabeleri’ndeki bu göndermelerden günümüze dersler çıkarabilir miyiz?

Elbette, onun için demin Orhun Kitabeleri’nde çok ciddi bir inanma ve anlama modeli var, dedim. Aslnda konu biraz dağılıyor ama genel ifadeleriyle biraz değinirsek; tarihin bin türlü cilvesi var ve Türkler hareketli bir topluluk. Temas halinde olmadıkları hiçbir medeniyet yok. Çinlilerle temas halindeler asırlardır malum. Hindistan ile temas halindeler, Hindistan’ın ilk siyâsî birliğini Babürlüler kurmuştur. Hindistan daha evvel bir siyâsî birlik yaşamamıştır. Babür’ün torunu Ekber Şah tarafından tesis edilmiştir, Hindistan’ın siyâsî birliği. Yani Hindistan kültürü ile iç içe bir temas var. S3ami toplulukları ile yani Arap toplulukları ile ilişkileri malum. İşte Fârâbî Bağdat Sarayı’ndadır, halifenin yanında. Arap kültürünü İslâmla ettikten sonra ok daha sıkı ilişkilerle tanıdılar. İran üzerinde asırlarca hakim oldular., ta 1930 lara kadar, İran Türklerin İslâmiyet’i kabul etmesinden itibaren ta Türgişler’den, Karahanlılar’dan itibaren İran coğrafyası bir Türk siyâsî coğrafyasıdır. 1930’a kadarElan da İran nüfusunun neredeyse yarıdan fazlası Türk’tür. Rus kürlüyle temas halindeler bugün Rusçaya Türkçe’den geçmiş 60000’den fazla kelime var. Kremlin Sarayı’nın mimarları Türk’tür. Siyâsî terminolojileri başta olmak üzere Rus kültürünün bir çok öğesi Türk kültüründen alınmadır. Kazaklar ve Ruslar arasındaki ilişki malum ta XV. XVI. Yüzyıldan itibaren Türk kazakları, Rus kazakları diye ayrılıyorlar, ama bu ayrım yanlıştır. Hristiyan olanlar ile olmayanlardan söz edilebilir. Kazak Türk asıllı olmakla beraber vaktiyle Töre kavmi olmakla beraber, Töre devletinin hükmüne riayet etmeyen topluluk demektir. Yani kaçaktır, kelimenin aslı bu; kaçak. Bunların Ruslar üzerinde ne kadar ciddi, ne kadar derin bir etki yarattığı bilinen bir gerçek. Atilla Paris’e kadar gitmiş ve dönmüştür. Alman millî destanı olan Nebelungen Destanı, Atilla kapısında nöbet bekleyen Germen Derebeylerinin hikâyesini anlatır. Avarların, Peçeneklerin, Bulgarların İstanbul kuşatmaları yaşanmıştır. Bunlar gibi pek çok örnek var. Paris bir Fransız Destanı ve bu ParisSen nehrinde bir köycükmüş. Atilla Roma kumandanı Ayikyus’un ordusunu kovalıyormuş, Ayikyus dönüp İtalya’ya doğru kaçınca Atilla da o Paris isimli köye tenezzül etmemiş. Fakat buradan bir destan çıkarmış Fransızlar. Orada Paris diye bir kız yaşıyormuş, çok karizmatik bir kızmış, Atilla’ya öyle bir görünmüş ki nasıl göründüyse Atilla’nın ödü kopmuş, atı şahlanmış, geri kaçmış. Atilla’nın Paris’in önünde korkup atının şahlanarak geri çekilmesinin tasviri Louvre Sarayı’nın giriş kapısındadır. Yani bütün dünya kültürleri ile temas halinde bir Türk kültüründen bahsediyoruz. Dolayısıyla Türk kültürü tabiri caizse dünya ölçeğinde bir medeniyet çevresinin oluşmasına yol açmıştır. Katılanlarla ve karşı çıkanlarla, karşı çıkma da bir tür etkileşimdir.

Meşhur kurt adam efsaneleri, işte bu batı Hun akıncıları özellikle yay kirişleri ıslanıp da baskının etkisi kaybolmasın diye mehtaplı gecelerde yaparlarmış baskınlarını, çünkü yağış olmayacak demektir, mehtaplı gecede. Dolayısıyla Kurt adam efsaneleri saldıran Türk akıncılarının seslerine gönderme yapar, mehtaplı gece de Türklerin baskın yapma ihtimalinin olduğu gecedir. Kurt adam efsanelerinin aslı oralara gider. Batının hasta muhayyilesinin ürettiği bir tiptir, kurt adam tipi. Şunu demek istiyorum, Türkler dünyanın bütün belli başlı kültürleri ile temas etmiş ve bunları hükmü altında asırlarca idare etmiştir. Bu büyük bir esnekliği gerektirir. Bu, liyakate ve ehliyete değer vermeği gerektirir. Bu, cihan çapında bir hukuk sistemini gerektirir. Kılıçla bir yeri alırsınız, ama elde tutamazsınız. Elde tutmanın şartı adaletli yönetimdir. Adalet Türk kültürünün özellikle Türk siyâsetinin temel kavramıdır. En ana kavramı adalettir. Burada çok önemli bir şey söyleyeceğim; dünya kültürleri arasında adalet kavramını siyâset felsefesinin kalbine yerleştiren başka bir kültür yoktur. Çin kültüründen bir örnek vereyim; malum Çinliler Taoizm’e inanırlar. Taoculuğun temel kitabı da Lao-Tzu’nun yazdığı Taoteking’i açın bakın, aynen şöyle bir cümleyle karşılaşırsınız: “Hak edeni kolla ama aynı derecede hak etmeyeni de kolla”. Yani zalimle mücadele et demiyor, pasif ol diyor. Neden? Çünkü adaleti tesis etmeye, hakkı yerine koymaya çalışırsanız sınıflı yapı altüst olur. Hak ve adalet kavramları adına kitleleri harekete geçirirseniz sınıflı yapı ayakta duramaz. Dolayısıyla sınıflı yapılı toplumlarda adalet kavramının siyâset felsefesinin kalbine yerleştirilmesi mümkün değildir. Aynı şeyi batı toplumları için söylemek de mümkün; hak ve adalet kavramını gerçekten inanarak sisteminin merkezine koysa batı bu sömürü düzeni olabilir mi? Adalet kavramı könilik, demin söyledim, Tanrı kadir-i mutlak ve adildir. Aynen şöyle bir ifade var Kutadgu Bilig’de, “Adalete dayanan Töre, gökyüzünün direğidir, eğer adalet bozulursa gökyüzü yerinde duramaz çöker”.

-Aslında bu ifâdeyi Meclisin kapısına yazmak lâzım.

Artık kapılara, pencerelere yazmakla olmuyor, kalplere yazmak lâzım. Kalplere yazılmadıkça, yani bir ilke inanılarak uygulanmadıkça isterseniz yere göğe yazın, hükmü yoktur. Bazı sıkışık zamanlarda , sıkıntılı zamanlarda, dünya konjonktürünün zorlamasıyla Türk tarihi dar boğazlardan geçmiştir. Bunlarda bir kısmı Türk-Çin ilişkilerinde görünür, bir kısmı Türk-İslâm dünyası ilişkilerinde görünür, bir kısmı Türk-batı ilişkilerinde. Türk-Çin ilişkilerine dair Bilge Kağan’ın verdiği bilgi bizi yeterince aydınlatıyor. Türk-İslâm dünyası ilişkilerinde de özellikle safevî-Osmanlı yani Şah İsmail-Yavuz mücadelesi dolayısıyla bizim İran ve Osmanlı coğrafyası dışındaki İslâm dünyası ile sağlıklı ilişkiler kurabilmemiz için ve İran’ı dışlayacak bir felsefî arka plan oluşturmak için, Arap itikadını benimseyişimiz söz konusu. O benimseyiş İran’ı soyutlamıştır ama Osmanlı’nın da Töre ve özellikle Töre üzerine oturan Mâturîdî itikattan remî anlamda, fiilen devam etmiştir ama resmî anlamda Eş’arî ulem3aya itibar edilişi dolayısıyla zamanla Osmanlı’da Kadızâde tipinde din adamları türemişve Hezarfen Ahmet Çelebi gibi, Lagârî Ahmet Çelebi gibi teknolojide, ilimde ilerlemeye yol açacak, rasathânenin topa tutulması gibi olumsuzluklar baş göstermiş ve zamanla da adına gerileme dediğimiz bir dönem ortaya çıkmış. Tek sebebe bağlamıyorum, elbette bir yığın başka sebebi de var, ama bu da çok önemli bir sebep. Bir zihniyet dönüşümü ki, insanın varlık âlemini anlamlandırması ile zihniyet dünyası arasında bire bir ilişki var. Zihniyetinizi değiştirdiniz mi, kimliğiniz değişmiş olur. Ve mesela XVI. Yüzyıldan sonraki Türkçe; Arap, Fars dilinin tahakkümündeki bir Türkçedir. Aynen Bilge Kağan’ın Çinceden şikâyet ettiği gibi XVI. Yüzyıl sonrası Türkçesinden de bu anlamda şikâyet edilebilir.Ama dünya konjonktürünün bir dayatmasıdır bu. Başka bir dar boğaz da batı dünyasının güçlenmesi dolayısıyla ve uğranılan çeşitli mağlubiyetlerin sonucunda geldiğimiz noktadır ki,batı kültürü karşısında Türk kültürü, büyük bir savunma içerisine girmiştir. Tanzimat’tan bu yana batıya taviz gibi görünen batı yanlısıymış gibi görünen hareketlerin birçoğunun altında batıya karşı bir savunma refleksi saklıdır.Yani şu 28 Şubat postmodern darbesinde bile, hatırlarsanız darbenin merkezi “Batı Çalışma Grubu” diye adlandırılmıştı. Yani bu batıya, sakin olun, size zarar vermeyeceğiz, mesajıdır. Dolayısıyla şimdi içinden geçtiğimiz tarihî dar boğazda da batı dillerinin, batı kültürünün Türk kültürü ve dili üzerindeki tahakkümünü görüyoruz.Yani olayı tarihî bütünlüğü içerisinde ve sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinde görüp değerlendirmek lazım. Elbette ki, Bilge Kağan’ın Çincenin tahakkümü adına dile getirdiği şikâyet, mahiyet itibari ile bugün İngilizce, Fransızca karşısında uğradığımız durumdan farklı değil. Veya bugün ona paralel bir trajedi yaşıyor Türkçe. Biz bile gayrı ihtiyârî bir yığın batı kelimelerini kullanır olduk. Bu bir tarafı ile kaçınılmazdır, bir tarafı ile gereklidir. Fakat kendi millî varlığını, birliğini ve bilincini kaybetmeden olursa sağlıklıdır. Yani biz pekâlâ Ermeniceden de kelime aldık, Rumcadan da, Arapçadan da, Farsçadan, Rusçadan da, İngilizceden de kelime aldık. Aldık, almalıydık, ama aynı zamanda verdik de. Sırpçada 9000 Türkçe kelime var. Ben o lugati elime alıp inceledim. 9000 kelime. Bugün Türkiye Türkçesinde 5000 kelime ile yazan yazar yok. Çok merak ediyorum Orhan Pamuk kaç kelime kullanmış, 2500’ü geçiyorsa önünde şapka çıkarmaya hazırım. Buna mukabil Sırpçaya 9000 kelime vermişiz.

-Peki Hocam, kaç kelime atmışızdır Sırpçadan?

Sırpçaya verdiğimizden mutlaka çok daha azdır. Alışveriş gereklidir, ama ipin ucunu kaçırmadığımız vakit, bilincimizi kaybetmediğimiz vakit. Savunma refleksiyle veya büyük bir tarihî strateji icabı olarak devletler bazen böyle tavır alırlar. Sırpçadan mutlaka kelime alınmıştır, tam olarak sayısını bilemiyorum ama mutlaka çok daha azdır. Çünkü Sırpça bir medeniyet dili değil. Osmanlı bir medeniyet diliyle gitmiş oraya. Gidin Sırpların bütün mutfak kavramları, alet edevat kavramları, askerî kavramları, şehircilik kavramları Türkçedir. Bir medeniyet dili ile gidiyorsunuz ve kuvvetli olandan zayıf olana doğru akar etki,zayıftan kuvvetliye doğru daha azdır geçiş. Dolayısıyla Bilge Kağan’daki refleksi güncel anlamda tekrar kazanmamız yani, güncellememiz lazımdır.

Hocam, son olarak, Orhun Kitabeleri için Türk milletine rehber olabilir diyebilir miyiz?

Rehberden ziyade kültürün teşekkül dinamiklerini bulabileceğimiz bir kaynak metindir, ana metinlerimizden biridir. Rehber demek doğru değildir. Tarihsellik günü ıskalamaya yol açar. Rehber edinmeyeceksin, kültürün dinamiklerini, elemanlarının teşekkül aşamalarını görmek bakımından bir ihtiyaç.

“İTÜ Öğrenci Kültür Dergisi”, Sayı: 9, Mart 2007, Sf. 20-29

Kaynak:

http://saitbaser.com/2013/12/18/sait-baser-ile-orhun-abideleri-ve-turk-toresi-uzerine-soylesi/

Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen