Farabi Siyasi Düşüncesinde Toplum, Devlet Yönetimi ve Siyasal Rejim Sorunu

 

Doç.Dr. İsmail AKBAL[i]

Özet

Fârâbî, Türk İslam düşüncesinde ilk defa siyaset felsefesi yapan filozoftur. Siyaset bilimi, onunla birlikte İslam dünyasında bağımsız bir ilim olarak ele alınmıştır. Onun geleneği daha sonra Türk İslam düşüncesi üzerine çalışan bilim adamları tarafından takip edilmiştir ve kökleşmiştir.

Eski Yunan siyasi düşüncesinin özellikle de Sokrates’in takipçisi olan Platon ve Aristotales’i inceleyen Fârâbî, bu bağlamda eşitsizlikçi toplum modelini savunmuş ve bu toplumun üzerinde yükselen bir ideal devlet modeli ortaya koymuştur. Erdemli Şehir/Devlet olarak bilinen modelini yazdığı Medinetü’l Fazıla isimli eseri Fârâbî kadar ünlenmiş ve tanınmış bir eser olmuştur. Fârâbî’nin erdemli şehri Platon’un Eski Yunan kent devletinden daha geniş bir anlama sahiptir; evrensel bir modeldir. Kendi içinde birçok milleti barındırmaktadır.

Türk İslam siyasi düşüncesinde önemli bir yeri olan Fârâbî, bu ütopik modelini Platon’un “İdeal Devlet” modelinden değil yaşlılık dönemi eseri olan Yasalarda ortaya koyduğu “İkinci Kurulabilir En iyi Yönetiminden almıştır. Ayrıca Fârâbî, bir siyasal rejim önerisinde bulunmuştur. Ahlak-din- siyaset birlikteliği ile siyaset kuramını ortaya koyan Fârâbî, ilahi yasa ile yani şeriatle felsefenin ilkelerini birleştirmeye çalışmıştır. Başka bir ifadeyle filozof ile peygamberi uzlaştırmaya çalışmış, filozofu kanun koyucu yapmıştır. Böylece felsefe ile din birlikte hareket ederek toplumu yönetmiş ve düzenlemiştir.

Sonuç olarak her konuda bir çok eser vermiş olan Fârâbî, daha çok Platon ve Aristotales’in eserleri üzerinde çalışmış, onları bazen şerh etmiş, bazen özetlemiştir. Platon Aristotales siyasi düşüncesinin İslam aleminde yeterince anlaşılmasında büyük hizmetleri olmuştur.

Anahtar Kelimeler: Fârâbî, Siyasal Rejim, Devlet, Toplum, Eski Yunan.

Giriş

Türk-İslam düşüncesinde önemli bir yeri olan Fârâbî gerek sosyal bilimler alanında gerekse teknik bilimlerde bir çok eser vermiş önemli bir düşünürdür. Eski Yunan felsefi düşüncesinin, özellikle de Sokrates, Aristotales ve Plato’nun felsefi görüşlerini Türk­İslam düşüncesine entegre eden Fârâbî, kendisinden sonra gelen düşünürlerin de ilk hareket noktası olmuştur(Bolay, 1990: 5-6). Onun düşünce sisteminde toplum, devlet yönetimi ve siyasal önderlik meselesi önemli bir yer tutmaktadır. Siyasi düşüncesinde devlet yöneticisinin kim olması sorusuna peygamberlik meselesi üzerinden cevap vermiştir. Bu konuda peygamberle filozofu uzlaştırmaya çalışan Fârâbî, kaderci ve eşitsizlikçi bir tutum takınmış, herkese yönetici olma hakkı tanımamıştır. Fârâbî’nin Sokratesçi felsefe anlayışını, kendi düşünce yapısı içerisinde farklı bir boyutta ele alması İslam dünyasında siyaset ve ahlak alanında uzun yıllar devam edecek bir geleneğin de doğmasına sebep olmuştur. Fârâbî’den sonra bir çok Türk-İslam düşünürü Fârâbî’nin erdemli şehir ve erdemsiz şehirler hakkındaki kuramını geliştirerek, hem ahlakî hem de siyasî alanda söz konusu geleneğe katkı yapmışlardır.

Bu gelenek tarafından biçimlendirilen Türk siyaset ve ahlak felsefesinin kökenleri, birçok bakımdan Fârâbî’nin siyaset felsefesine dayanmaktadır.

Fârâbî İslam düşüncesinde ilk defa siyaset felsefesi yapan filozoftur. Siyaset, onunla birlikte İslam dünyasında bağımsız bir ilim olarak ele alınmıştır. Bu özgün durumun farkında olan Türk İslam düşüncesi üzerine çalışan bilim adamları, onu araştırma kapsamına almış ve büyük çoğunluğu son kırk yılda olmak üzere Fârâbî’nin siyaset felsefesi üzerine önemli çalışmalar yapmışlardır. Fârâbî üzerine yapılan çalışmalar Mehmet Ali Aynî ile başlamış ve Hilmi Ziya Ülken gibi birçok bilim adamının araştırmaları ile günümüze kadar devam etmiştir.

Bu çalışmada Sokratesçi felsefenin açıkca izlerini taşıyan Fârâbî düşüncesinde öncelikli olarak ideal toplumun nasıl olması gerektiği sorusuna cevap verildikten sonra, “Kimler yönetici olmalı? Yönetici olmanın koşulları nelerdir? soruları cevaplanacaktır. Ardından Fârâbî’nin siyasi rejime yönelik diğer görüşleri ele alınacaktır. Ayrıca Fârâbî’nin adalet konusundaki görüşlerinin yanı sıra ahlak-siyaset ilişkisi üzerine düşünceleri ele alınacaktır. Nihayetinde Fârâbî düşüncesi bağlamında bir siyasal rejim sentezi ortaya koyulacaktır. Bu çalışmada Fârâbi’nin “Medînetü’l Fâzıla” ve bağlantılı olarak “Fusulü’l- Medeni” isimli iki önemli eseri öncelikli olarak irdelenmiştir. Her iki eserde de Fârâbi’nin siyaset felsefesine dair görüşleri, ontolojik ve epistemolojik açılardan açıklanmıştır.

Fârâbî’nin Toplum Felsefesi: Eşitsizlikçi Toplum Kuramı

İnsanı hayvandan ayırt eden özellik, ayırt edebilme yetisine sahip olması yani faydalı olanla zararlı olanı, iyi olanla kötü olanı ayırt edebilmesi, sevk ve idare edebilme yeteneğine sahip olmasıdır. Böylece insan kendisi için faydalı ve zararlı olanı belirleyebilir. Üstelik fıtratı gereği insan tek başına kendi kendine yetebilen bir varlık değildir. İnsanlar neslini devam ettirebilmek, yetkinliğini elde edebilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için toplum halinde yaşaması gerektiğini de belirleyebilir. Başka bir ifadeyle, rasyonel bir varlık olan insan yaradılış gereği ihtiyaçlarını karşılamak ve mükemmelliğe ulaşmak için toplum halinde, dayanışma ile amaçlarına ulaşabileceğinin farkındadır. Ayrıca, insan ancak toplumsal yaşam içerisinde mutluluğa erişebilir. O halde insanların toplum halinde yaşamalarını nedeni ihtiyaç, yardımlaşma ve iş bölümüdür.

Fârâbî, toplumun oluşmasında işbölümüne ayrı bir vurgu yapmaktadır. İnsanlar toplumsal yaşam içerisinde sürekli bir bilgi birikimine, iş bölümüne ve çevresinde belirli alanlarda uzmanlaşmış bireylere ihtiyaç duyarlar. İş bölümünün önemini vurgulamak için çiftçiyi örnek vermektedir. Çiftçinin diğer zanaat sahipleriyle ilişkisi ihtiyaç ve dayanışmanın en güzel örneğidir. Buna göre çiftliğin sahibi, çiftliğini işletmek için marangoza, nalbura, sığır tüccarına ihtiyaç duyar (Fârâbî, 1991: 53). Bu ihtiyaçlar silsilesi bir düzen içerisinde işler. Herkesin, her eylemin bir amacı vardır.

Fârâbî, toplum halinde yaşamanın bir başka nedeni olarak da insanın mutluluğa tek başına ulaşamamasını göstermektedir. Fârâbî’ye göre tek başına yaşayan insan mutlu olamaz. İnsan toplum halinde mutluluğa erişebilir; sosyalleşerek mutlu olur. Böylece  insanlar mükemmel, eksik, kusurlu insan toplulukları kurarak toplum halinde yaşarlar (Fârâbî, 1997: 100). Ancak insanların bir arada yaşamalarının asıl gayesi mükemmel toplumlar oluşturmaktır. Bir toplumda mükemmelliğe nasıl ulaşılabilir?

İlk olarak mükemmelliğe şehirde ulaşılır. Yani bir köyde, mahallede ulaşılamaz. Ancak şehir kurulurken bütün bireyler yardımlaşma esası üzerinde oydaşmaya varmış olmalıdırlar. Böylece bireyler varlıklarını devam ettirebilmek ve mükemmelliğe erişebilmek için ihtiyaçlarını gidermiş olurlar:

“O halde insanları hakiki anlamda kendileriyle mutluluğun elde edildiği şeyler için birbirlerine yardım etmeyi amaçlayan şehir mükemmel bir şehirdir. İnsanları mutluluğu elde etmek için birbirlerine yardım eden toplum erdemli mükemmel bir toplumdur” (Fârâbî, 1997: 100-101).

Şehir, mahalle, sokak ve ailenin oluşturduğu sosyal kurumlardan oluşur. Aile erdemli şehrin en küçük birimidir ve toplum için küçük bir modeldir (Fârâbî, 1987: 41). Aile reisinin ailedeki yeri şehri yöneten başkanın yeri gibidir:

“Aile bir takım unsurlardan meydana gelir. Bunların sayısı dörttür. Karı – koca, efendi -köle, anne-baba-çocuklar, mal-mülk sahibi. Aile bireylerinin karşılıklı yardımlaşmalarını sağlayan evin efendisi ve yöneticisi babadır.

Buna aile reisi denir ve evdeki bu kişi şehrin yöneticisine benzer” (Fârâbî, 1987: 36).

Fârâbî, buradan hareketle toplumları şehirde oluşup oluşmamasına göre ikiye ayırır:

  1. Olgunlaşmış Toplumlar: Bunlar sadece şehirde oluşurlar ve mükemmel toplumlardır. Olgunlaşmış toplumları da kendi içerisinde orta, büyük ve küçük toplumlar olarak üçe ayırır:
  2. Büyük Toplumlar: Bütün milletlerin birlikte yaşadığı toplumlardır.
  3. Orta Toplumlar: Tek bir milletin bir arada yaşadığı toplumdur.
  4. Küçük Toplumlar: Herhangi bir milletin oturduğu tek bir şehir halkının bir araya geldiği toplumdur. Bu eksik bir toplumu meydana getirir.
  5. Olgunlaşmamış Toplumlar: Şehirde oluşmayan toplumlardır (Fârâbî, 1997: 32).

İdeal Toplum ya da Erdemli Şehir

Fârâbî, ideal toplum modeline, ki bunlar olgunlaşmış büyük toplumlardır, erdemli şehir adını vermiştir:

“Sakinleri insanın gerçek varlığı, varlığının devamı, geçinmesi ve hayatının korunması için gereken şeylerin en mükemmelinin elde edilmesi hususunda birbirine yardım eden şehridir” (Fârâbî, 1997: 38).

Onun erdemli şehri Platon’un Eski Yunan’daki kent devletinden daha geniş bir anlama sahiptir. Evrenseldir; evrensel bir modeldir. Platon kent devletindeki toplumu sadece tek bir milletten ibaret görürken Fârâbî’nin erdemli toplumu kendi içinde birçok milleti içine almaktadır. Yeryüzünde yaşayan birçok milleti içine alması erdemli bir evrensel dünya devleti demektir. Ayrıca bu devletin başkanı da bütün dünyanın hükümdarıdır:

“O imamdır, erdemli şehrin birinci başkanıdır, erdemli milletin hükümdarıdır, oturulan dünyanın tümünün hükümdarıdır” (Fârâbî, 1997: 107).

İskenderiye Kütüphaneleri’nden birçok Eski Yunan siyasal düşünürünün Fârâbî’yi etkilediğini bilmekteyiz. O halde Fârâbî’nin bu görüşünü Platon’dan değil de Eski yunan düşünüşünü Roma’ya bağlayan Stoacıların etkisiyle ileri sürdüğünü iddia edebiliriz. Burada Stoacıların “Her şey Logostan gelmiştir ve Logosa dönecektir… Tanrısal akıl (Logos) evreni akıllıca düzenlemiştir ve evreni bir hiyerarşi ve düzen içerisinde yönetmektedir. Bu yüzden evrensel bir eşitlik vardır. Evrensel yasa, Tanrısal akıl tarafından evrensel bir devletin tüm insanlara aynı biçimde aynı yasayla yöneteceği” (Şenel, 1999: 181-182) düşüncesinin (ki bu “kozmopolis” düşüncesidir) Fârâbî’yi etkilediğini görmekteyiz. Fârâbî’deki bu düşünce biçiminin oluşumunda aynı zamanda İslam düşünüşünün evrenselliğini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bundan dolayıdır ki Fârâbî, aynı zamanda yaşayan büyük toplumlar için tek tip bir yönetim tarzı öngörmektedir. Ona göre erdemli şehirlerde bütün hükümdarlar, tanrısal yasa tarafından aynı özelliklere sahip olacaklardır(Fârâbî, 1987: 74) ve onların temel görevi toplumu aynı ruh ve mutluluk düzeyine getirmektir:

“Farklı zamanlarda birbirlerini takip ederek erdemli şehirlere hükümdar olan kişiler sanki tek bir ruh, her zaman aynı kalan tekbir hükümdar gibidirler. Başka başka da olsa erdemli şehirlerde onların hepsi sanki tek bir hükümdar ruhları da tek bir ruh gibidir… Bir şehrin her sınıfına mensup olan ve farklı zamanlarda birbirlerini takip eden insanlar da sanki her zaman aynı kalan tek bir ruh gibidirler. Aynı zamanda ister bir şehirde ister bir çok şehirde olsunlar aynı sınıfa mensup insanların ruhları ister amir bir sınıf olsun, ister hizmetkar bir sınıf olsun sanki tek bir ruh gibidir” (Fârâbî, 1997: 113).

Fârâbî, toplumu canlı bir organizmaya, insan bedenine benzeterek anlatmaktadır. Yani organizmacı toplum yaklaşımı vardır:

“Mükemmel şehir bütün organları canlı varlığın hayatını tam kılmak ve onu bu durumda tutabilmek için birbirleriyle yardımlaşan tam ve sağlıklı bir bedene benzer” (Fârâbî, 1997: 101; 1987: 36).

Platon ve Aristotales tarafından da başvurulan organizmacı toplum yaklaşımı ya da biyolojik benzetmeler hem Fârâbî hem de Gazalî tarafından kullanılan bir yöntemdir. Bu anlayış Fârâbî’den sonra İslam felsefesinde ve toplumlarında sık sık başvurulan bir yöntem olmuştur. Burada toplum insan bedenine benzetilerek anlatılmak istenmekte; aslında bütün kainatın işleyişi anlatılmak istenmektedir. Fakat bu yaklaşımın bazı sakıncaları vardır. Siyasi olayları izah etmede basit bir yöntem olsa da siyasi kurumları insan vücudunun organları kadar mekanik olarak göstermek çok faydalı bir yaklaşım değildir. Üstelik siyasi kurumlar insan vücudunun organları gibi statik değil dinamik bir yapı arz etmektedir.

Organizmacı toplum yaklaşımında vücuttaki organlar arasında, görevlerini önemi dolayısı ile hiyerarşik bir ilişki vardır. Buradan hareketle amir organ kalp ve ondan sonra sıralanan organlar vardır. Onlar vücudun amacı ya da bedenin amacı için amir organın emirleri doğrultusunda verilen emirleri yerine getirirler. Bir organ bir diğer organın amiri durumundadır. Amir organdan sonraki organlar ikinci sıra organlardır. Yine vücutta bazı organlar vardır ki fıtratları itibariyle amir organla aralarında hiçbir bağ yoktur ve vücudun amaçları doğrultusunda üzerlerine düşen görevi ifa ederler ve hiçbir organın amiri durumunda değillerdir. Vücudun pis işlerini onlar yaparlar.

Vücuttaki hiyerarşik yapı şu şekildedir:

  1. Amir organlar: Kalp ve yakınındaki organlar. Kalp reistir. Vücudu meydana getiren çeşitli organların haklarını o belirler.
  2. İkincil ve üçüncül organlar: Kalbe yardımcı organlar.
  3. Hizmetkar organlar: Kimseye yardımı olmayan ve sadece verilen görevleri yerine getiren organlar (Fârâbî, 1997: 103).

İşte mükemmel şehir de bu durumdadır. Vücuttaki organlar gibi mükemmel şehrin organları arasında da hiyerarşik bir ilişki vardır. Şehirde amir olan bir insan ve dereceleri bu insana yakın olan başka insanlar vardır. Bu insanlardan her biri amirin verdiği emirleri toplumun amacına yönelik olarak yerine getirirler. Bunlar amir yönetici ile birlikte birinci sıradadırlar. Bunların altında onların verdikleri emirleri yerine getiren ve toplumun amaçları doğrultusunda görev yapan diğer insanlar vardır. Bunlar ikinci sıradadırlar. Son sırada da başkaları tarafından hizmet edilmeksizin sadece görevleri başkalarına hizmet etmek olan kesim vardır. Bunlar en altta bulunur ve değersiz şeylerdir. Fârâbî, bu benzetmede Aristo’nun nedensellik ilkesini benimsediği için “her bir organ bir üsttekini taklit eder ve ona benzemeye çalışır” demektedir (Fârâbî, 1997: 103). Nihayetinde vücudumuzu ele alırsak bütün organların amacı kalbe benzemektir. Bu durumu insanlar açısından ele alırsak, hiyerarşik yapının en üstünde Allah vardır ve insanlar da Allah’a veya onun temsilcisine benzemek istemektedirler. Bu benzemede belirli kanun ve ilkelere ihtiyaç vardır. Erdemli şehir/devlet için bunları düzenleyen yani yasaları belirleyen peygamber/filozoftur. İlk başkandır. Yöneticiye yönetme hakkını veren, yani üstünlüğü, egemenliği veren onun Allah’a olan yakınlığıdır:

“İlk nedenin diğer varlıklarla olan nisbeti erdemli şehrin hükümdarının onun diğer kısımlara olan nisbeti gibidir. Çünkü yeryüzünde ilk nedene nispeti oranında bir hiyerarşi vardır. En üste göksel cisimler bulunur.

Sonra sıralanırlar… Bütün hepsi ilk nedenin gayesini takip ederler. Erdemli şehrinde böyle olması gereklidir. Çünkü onun bütün kısımlarının fiilleri ve mevkilerine göre ilk yöneticinin gayesini taklit etmesi gereklidir” (Fârâbî, 1997: 103).

Bireylerin aldıkları görevler yaradılıştan getirdikleri özelliklere ve aldıkları eğitime göre değişir. Melekelerine ve yeteneklerine göre şehirde uygun görevlere yerleştirilirler. Burada kaderci bir anlayışın hakim olduğunu görmekteyiz. Şehirdeki bireylerin durumu insan bedenindeki organların durumu gibidir. Nasıl bedendeki organlar arasında bir hiyerarşi varsa ve yardımlaşmaları gerekiyorsa şehirdeki toplumda da aynı durum söz konusudur. Onların arasındaki hiyerarşiyi organların görevlerinin önemleri tayin etmektedir. O yüzden bazıları üstün bazıları alçaktadır. Ancak görevleri ne olursa olsun hepsinin nihai bir hedefi, amacı vardır. Onların nihai amacı şehrin üstün amacıdır(Fârâbî, 1997: 130). Bu amaç birliğinden dolayı bir organ hastalanırsa doktor yalnızca o organı değil bütün vücuda komple bir tedavi uygular. Aynen doktor gibi şehrin ilk başkanı da bütün şehri gözeten ve düzenleyen bir yönetim uygular.

“Doktor, organların birbiriyle münasebetine göre bütün vücudu kapsayan bir tedavi uyguladığı gibi, aynı şekilde şehrin yöneticisinin de şehrin parçalarından her birine zarar veren, bilakis genel olarak şehre ve şehre yararlılık derecesine göre bu parçalardan her birine yararlı olan bir iyilik haline getirmeyi araştırmak suretiyle, ister bir insan gibi küçük, ister bir aile gibi büyük bir parça olsun şehrin parçalarında her birinin işini idare etmesi onu tedavi etmesi bütün şehrin tamamını iyiliğe kavuşturması gereklidir” (Fârâbî, 1987: 37).

Şehrin üstün amacı uğruna karşılıklı yardımlaşmanın olduğu erdemli şehirde, herkes kaderine razı olmalıdır. Bundan dolayı toplumda itilaf ve adalet olmalıdır. Buradaki adalet gerçek anlamda bir adalet değil, kaderine razı olmak, sınıfını ve tayin edilen görevi kabullenmektir:

“İtilaf ve adalet meydana gelir. Burada adalet gerçek adalet olmayıp, ancak adalet olmadığı halde adalete benzeyen bir şeydir” (Fârâbî, 1987: 39).

Vücudun organları arasındaki hiyerarşiden hareketle Fârâbî, toplumda üçlü bir toplumsal sınıflama yöntemi kullanmıştır:

  1. Yönetici Sınıf: Ya peygamber ya filozof ya da onların özelliklerini taşıyan bireylerin oluşturduğu toplumsal sınıftır. Bunlar savaş zamanında savaşırlar, barış zamanında yönetim işleriyle meşgul olurlar.
  2. Hem Yöneten hem Yönetilen Sınıf (İkinci Derece Yönetici Sınıf): Bu sınıf yönetici sınıfın toplumun amacı doğrultusunda verdiği emirleri yerine getirirken altındaki sınıfı da toplumun amacı doğrultusunda eğitir ve yönetir. Bunlar kendi aralarında dörde ayrılırlar:
  3. Din temsilcileri ve Mütercimler (Lisan Sahipleri): Bunlar toplumun yönetici sınıftan sonra en erdemli olan kesimidir; büyük toplumsal meseleler hakkında görüş sahibi olanlardır. Mütercimler ki bunlar şair, hatip, müzisyen, edipler, katipler ve diğer sanatçılardan ibarettir. Bunların görevi, erdemli ilk başkanın görüşlerini akıl sahiplerine anlatmak ve ikna etmektir.
  4. Ölçüm ve Teknik İşlerle Uğraşanlar: Bunlar muhasebeci, doktor, mühendis, müneccimler ve meslek sahipleridir.
  5. Mücahitler: Asker, bekçi ve diğer kolluk güçleridir. Savaşan sınıftır.
  6. Zenginler: Çiftçiler, çobanlar, tüccarlar ve servet kazanan diğer kişilerdir (Fârâbî, 1987: 49-50).
  7. Yönetilen ya da Hizmetçi Sınıf: Sadece kendisinden önceki sınıfın verdiği emirleri yerine getiren kesimdir. Bunlar yaradılışları itibariyle yönetilmeye ve verilen emirleri yerine getirmeye yönelik yaratılmışlardır. Toplumdaki en pis ve zor işleri bunlar yerine getirirler.

Bu sınıflar arasındaki ilişki hiyerarşik bir ilişkidir. En mükemmel olan en başta toplumu yönetirken mükemmellik derecesi bir altta olan onun bir altındadır ve bu süreç en aşağıya kadar böyle devam eder. Bu vücutta organlar arasındaki ilişkiye benzer:

“Nasıl ki bedenin amir organı olan kalp özel nitelikleri bakımından bütün organların en mükemmeli ve en tamı ise daha aşağıda bulunan organlara emreder ve onlarda diğer organlara emrediyorsa o halde bütün organlar derece bakımından bir aşağıdakinin amiridir…” (Fârâbî, 1997: 102).

Herkes mertebesine göre şan, şeref sahibi olur ve önemli işleri yerine getirir:

“Şehirde emredicilik bakımında şehrin yöneticisine yakın olan insanlar en şerefli iradi fiilleri, onların altında bulunanlar daha az iradi fiilleri gerçekleştirirler ve böylece en aşağı cinsten iradi fiilleri yapan kişilere kadar ulaşılır. Bu tür fiillerin aşağılığı bazen son derece faydalı olmalarına karşılık, örneğin mesane ve kalın bağırsağın fiilinde olduğu gibi, onların konularından ileri gelir” (Fârâbî, 1997: 103).

Toplumdaki sınıfların sınıf içi derecelendirilmelerinde onların erdemleri üstünlük derecelerini belirlemektedir. Bu durum dünyadaki mevcut sanatların, eşit olmayıp her bir sanatın diğerinden üstün olmasına benzetilmektedir. Bundan dolayı sınıf içindeki üstünlük derecelerini de uzmanlıklar ve bilgi birikimleri tayin etmektedir. Erdemlerin üstünlük kriterleri 3 adettir:

  1. Tür bakımından: Tür bakımından farklı sanatların olması bunların bazısının diğerlerinden daha mükemmel olmasıdır. Tür bakımından farklı olan sanatlar birbirlerinden üstün olabilirler; felsefe ile hitabet; dansla fıkıh; dokumayla bezzazlık gibi. O halde bu sanatlara haiz olanlar diğerlerinden daima üstündür. Mesela filozof, her zaman hatipten üstündür.
  2. Nicelik bakımından: Aynı türe mensup sanat mensupları kendi aralarında bilgilerinin niceliği bakımından da birbirlerinden üstündür. Mesela iki tane güzel yazı yazma sanatçısı vardır. Bunlardan birinin bilgisinin niceliği onu üstün kılar.
  3. Nitelik Bakımından: Aynı sanata mensup iki kişi ve bilgilerinin niceliği de aynı fakat birisi diğerinden daha güçlü, tecrübeli ve uzmandır. Nitelik bakımından üstünlük budur. Mutluluklarda işte bu bakımlardan birbirlerinden üstündürler (Fârâbî, 1997: 115).

İster hizmetçi sınıfından olsun ister yönetici sınıfından olsun herkes sınıfına uygun tek bir iş tek bir sanatla meşgul olmalıdır ve yöneten de buna uygun bir iş tahsisatı yapmalıdır. Bunun sebepleri şunlardır:

  1. Her insanın bir iş veya sanata eğilimi ve yeteneği vardır. Birden fazla iş ve sanatla uğraşırsa verimli olamaz ve o sanatta mükemmelliğe ulaşamaz.
  2. Eğer bir insan bir iş veya sanata çocukluğundan beri çalışır ve sadece ona kendini verirse daha mükemmel iş çıkarır ve o alanda ehliyetli, uzman olur.
  3. İşlerin zamanında yapılması gerekmektedir. Eğer insanlar birden fazla iş yaparlarsa o zamanında yapılacak işi ihmal edebilirler (Fârâbî, 1987: 55).

Fârâbî, Tahsil adlı eserinde şehrin oluşumu ve yönetimin devamı için erdemli şehrin yönetiminde kalınabilmesi için gerekli olan eğitim ve öğretim sürecini açıklar. Burada eğitim sürecinin daha çok bireylerin filozof olarak yetişmesine yardımcı olmak içindir (Fârâbî, 1999).

Erdemli şehrin kurulması ve sürdürülebilirliği düzenli bir eğitim ve öğretim sürecine bağlıdır. Eğitim ve öğretimin yani bilginin aktarılması sayesinde hem yönetimin devamlılığı sağlanacak hem de sürekli bir hegemonya oluşturulacaktır. Burada hegemonya oluşumunda ve bilginin aktarılması görevinde en önemli görev ikinci sınıfın yani mütercimlerindir. Başka bir ifadeyle bu süreçte mütercimler sınıfı hem hegemonik görevliler olmakta hem de eğitim-öğretim görevini yerine getirmektedirler. Ancak bunların öğreteceği bilgiler halk tarafından benimsenmiş ve ikna edici meşru bilgiler olmalıdır. Burada retorik yani hitabet önemli olmaktadır. Sosyal hayatta retorik sayesinde toplumda bir ikna oluşturulursa halk nezdinde günlük olay ve tartışmalarda oluşturulan hakim bir bilgi daha olumlu karşılanır. Eğitim ve öğretim halkın alıştığı yöntem ve metotlarla verilmelidir. Bu arada Fârâbî’nin hitabet konusunda oldukça tedbirli ve dikkatli yaklaşmaktadır. Ona göre hitabet hem tercih edinilmesi hem de kaçınılması gereken şeylerden birisidir. Hitabet, başkalarını en mükemmel bir şekilde ikna edebilecek konuşma gücüdür. Fakat bu güce sahip olan kişi erdemliyse onu iyi işler için kullanırken kurnaz kişilerin elinde kötü işler için tehlikeli bir silahtır (Fârâbî, 1987: 48).

Erdemsiz Toplumlar

Fârâbî, zamanın toplumlarının cahil şehirlerde yaşadığını, bireyi gerçek mutluluğa götürecek erdemli şehirlerden çok uzakta olduklarını söylemektedir. Aynen Platon’un da söylediği gibi “Nasıl ki nesneler dünyasındaki toplumlar ve devletler idealar dünyasındakinin kötü birer kopyası” ise Fârâbî’de de bu dünyadaki devletler erdemli/ideal devletten oldukça uzaktadırlar. O halde günümüzde ideal ya da mükemmel devletin/şehrin bozulmuş halleri ya da karşıtları mevcuttur. Bu şehirlerin halkları da erdemli şehrin halklarının tam karşıtıdırlar (Fârâbî, 1997: 110). Bunlar;

1. Cahil şehir: Halkı mutlu olmayan, gerçek mutluluktan habersiz olan şehirdir. Onlar için önemli olan erdem değil beden sağlığı, zenginlik, şehevi zevkler, çıkarları peşinde koşmak, saygı ve itibardır. Onlar için gerçek mutluluk, erdem bunların toplamından ibarettir. Hastalık, yoksulluk, zevklerden mahrumiyet, baskı, arzuların engellenmesi, saygısızlık ve itibarsızlık kötülükler olarak görülmektedir. Bunların hükümdarları da filozof ya da peygamber değil, cahil kişilerden ibarettir. Cahil şehrin kendi arasında kısımları ve türevleri mevcuttur:

  • Zaruret şehri: Zaruri ihtiyaçların yani yiyecek, içecek, giyecek, ev ve cinsel ilişki için insanların zaruri olarak yardımlaştığı şehirlerdir.
  • Servet şehri: Halkın zenginlik ve servet için dayanıştığı şehirdir.
  • Hassa (bayağılık) ve sükût (düşüklük) şehri: Halkının amacı yiyecek, içecek, cinsel ilişki, duyular ve tahayyül ile ilgili şeylerden zevk almak, eğlence ve oyun peşinde koşmak olan şehirdir.
  • Karâma (şeref) şehri: Halkının milletler arasında ün kazanmak, övülmek, söz ve yazıyla saygıyla karşılanmak, itibar görmek, şeref ve saygınlık kazanmak için birbirleriyle yardımlaştığı şehirdir.
  • Tagallub (güç, kuvvet) şehri: Halkının gayesi başkalarına hükmetmek, başkalarının kendilerine de hükmetmesine engel olmak için yardımlaştığı şehirdir. Bunların tek amacı hakimiyet ve hakimiyetten alacakları zevktir.
  • Cima’iyya (demokratik) şehir: Halkının amacı, her biri hiçbir şeyde arzularına gem vurmaksızın kendi istediğini serbestçe yapan insanlar olmaktır(Fârâbî, 1987: 38-40).

2. Fasık (bozuk) şehir: Fikirleri erdemli şehrin fikirleri ile aynıdır; fakat yaptıkları, fiilleri yani halkın fiilleri erdemli şehirle değil de cahil şehrin insanlarının fiilleri ile aynıdır.

3. Mubaddala (karakteri bozulmuş) şehir: Fikirleri ve fiilleri eskiden erdemli şehir ile aynı ancak zamanla değişmiş ve yerini farklı fikirlere ve farklı fiillere bırakmış olan şehirdir.

4. Dâlla (Doğru yolu bulamamış, yanlışlık içinde olan) şehir: Bu dünyadaki hayattan sonraki mutluluğu amaçlayan; ancak Allah’a yakınlıkları bakımından ikinci derece varlıkların yaşadığı şehirdir. Yanlış ve yararsız görüşlere sahip olan şehirlerdir. Onların başında kendisine vahiy geldiğini iddia eden bir sahte peygamber vardır (Fârâbî, 1997: 110-112).

Erdemli insan, erdemli toplum olmadan düşünülemez. Bu yüzden Fârâbî, erdemli bireylerin bozuk yönetimlerde kalmalarını sakıncalı bulmaktadır ve onları erdemli yönetimlere tabi olmaya çağırmaktadır:

“Faziletli bir kişinin bozuk idarelerde kalması haramdır ve eğer kendi zamanında faziletli mevcutsa faziletli yönetimlere hicret etmesi gerekir.

Eğer faziletli şehirler yoksa, o zaman faziletli kişi bu dünyada yabancıdır ve yaşantısı sefildir. Bu kişi için ölüm hayattan daha iyidir” (Fârâbî, 1987: 71).

Ahlak Felsefesi: Erdemli Şehirde Yaşayan Sınıflar için Mutluluğun Yolu

Fârâbî’nin temel hareket noktası insanın asıl temel amacının ne olduğunun tespitidir. Fârâbî’ye göre, insanın var oluşunun amacı mutluluktur. İnsanın mutlu olabilmesi kendisini tanıması, yetkilerini bilmesi, yetilerini aklın rehberliğinde yönetebilmesi ve yetilerini en üst noktaya taşıyabilmesidir(Fârâbî, 1999: 49). Ayrıca insanlar iki şeyle mutlu olurlar: kendisi ve başkası için müşterek olan şey ve bir ferdi olduğu sınıfına özel olarak ait olan şeyle mutluluk merhalesine ulaşır; böylece mükemmelliğe/yetkinliğe de ulaşırlar” (Fârâbî, 1997: 113). Fârâbî, burada mutluluğa ulaşmada yardımlaşmanın önemine dikkat çekmek istemiştir. Buradan hareketle erdemli şehri de “son yetkinliğe yani mutluluğa erişmek için sakinleri arasında karşılıklı yardımlaşmanın olduğu şehirdir’ şeklinde tanımlamıştır(Fârâbî, 1987: 39).

Yetkinliğe erişen birey için gerçek mutluluk bu dünyadaki yaşamda değildir; ahrettedir. Bu dünyadaki mutluluklar gerçek mutluluk değildir; asıl mutlu yaşam ahret hayatıdır:

“İnsanlar için son yetkinlik, bu hayatta değil ancak bu hayatta ilk yetkinliği yaşadıktan sonra ahret hayatında meydana gelir” (Fârâbî, 1987: 39).

Erdemli insan sadece ölümden sonraki mutluluğu artırmaya yönelik olarak bu dünyadaki fiillerini artırır. Ayrıca erdemli insan ölümde acele etmemelidir. Çünkü bu dünyada yaptığı fiiller onun ahrette mutluluk derecesini tayin edecektir. O halde bu dünyada ne kadar çok iyi fiil işlerse ahrette o kadar mutlu olacaktır (Fârâbî, 1987: 62­65). Mutluluğa giden yolda erdemli toplum insanlarının müşterek bilmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunlar:

  1. İlk neden ve onun sıfatları,
  2. Maddeden bağımsız olan şeyler ve onların her birinin dereceleri ve özellikleri,
  3. Göksel tözler ve özellikleri,
  4. Göksel tözlerin altındaki cisimler ve onların özellikleri,
  5. İnsanın oluşumu ve ruhun kuvvetleri,
  6. İlk yönetici (peygamber) ve vahyin nasıl geldiği,
  7. Peygamber yoksa onun yerini kimlerin alacağı yani yöneticinin kim olacağı,
  8. Erdemli şehirde mutluluğun yolu ve erdemsiz şehirlerdeki bedbahtlık (Fârâbî, 1997: 120-121).

Peki bunların bilgisine insanlar nasıl ulaşacaktır? Bunlar insanlar tarafından iki şekilde bilinebilir. Ya irtisam yoluyla yani düşünerek ya da münasebet yoluyla yani temsille. Bu da peygamberi taklit eden kişiler aracılığıyla yani filozoflar yoluyla gerçekleşebilir. Şehirdeki filozoflar, bunları ispat ederler ve kendi görüşleri yoluyla bilebilirler. İşte bu gerçek bilgidir. Fârâbî, “filozofların bilgisi şüphesiz ki mükemmeldir” demektedir (Fârâbî, 1997: 121).

Mutluluk insanın ulaşabileceği en son yetkinlik ve en yüksek iyiliktir. Allah’ın sıfatlarına, yarattığı evrenin ve tüm yarattıkları hakkındaki bilgiye ulaşma onu mutlu edecektir. Bu bilgi gereklidir; çünkü ölümden sonraki yaşamı da bu dünya belirleyeceği için bu bilgiye ulaşılmalıdır. Mutluluk insansın her bakımdan yetkinleşmesiyle ve olgunlaşmasıyla mümkün olup, insan ölümden sonra elde edilecek olan mutluluğa böyle ulaşılabilecektir. Başka bir ifadeyle Fârâbîye göre, insanlar Allah’a yaklaştıkça, onun bilgisine ulaştıkça mutluluğa erişeceklerdir (Fârâbî, 1990: 42).

Bu bağlamda bireyin kendisini mutluluğa götürebilecek erdemlere ve yönetim tarzına ulaşabilmesi ve kendisini mutluluktan uzaklaştıran kötülüklerden uzaklaşması, elbette bunu da aklın önderliğinde yapması gereklidir. Erdemli şehir insanlarının dünya mutluluğu yanında ahrette de mutluluğu elde ettikleri insani şeyler ya da erdemler 4 adettir:

  1. Nazari (teorik) erdemler: Varlıkların ve onların alt kategorilerinin, özelliklerinin akıl tarafından idrak edilmesidir. Nazari erdemler akıl, ilim ve hikmettir. Hikmet insana gerçek mutluluğu bildiren şeydir. Hikmet sahibi Allah’tan aldığı bilgi ile gerçek mutluluğun nasıl elde edileceğini de bilir. Bireylerin mutluluk yolunda bilmesi gereken nazari ilimler de metafizik, fiziki ilimler ve matematiktir. Bir varlık olarak insanın incelenmesi fiziki ilimlerin konusudur(Fârâbî, 1990: 48).
  2. Fikri erdemler: Teorik erdemlerin aksine mekana, zamana olayın içinde yer alan gruplara, bireylere ve şartlara göre değişiklik gösteren dinamik kavrama ve anlayıştır. Fârâbî fikri erdemi şu şekilde tanımlamaktadır: “Kendisi için gerçekten iyi olanı isteyen kimsenin fikri bakımdan değil, ahlaki karakter ve fiilleri bakımından iyi ve erdemli olması gerekir ki buna fikri erdem denir” (Fârâbî, 1999: 69-70). Fikri erdemler olarak pratik akıl, pratik hikmet, zihin, fikir mükemmelliği ve görüş doğruluğunu sayabiliriz(Fârâbî, 1999: 41; 1987: 74).
  3. Ahlaki erdemler: İffet, şecaat, cömertlik, adalet gibi özelliklerdir.
  4. Ameli erdemler/sanatlar: Faydayı hedefleyen marangozluk, dericilik gibi zanaat ve sanatlarda oluşan yetkinliktir (Fârâbî, 1999: 49).

Fârâbî’ye göre, şehirdeki insanlar eğer gerçek mutluluğa ulaşmak istiyorlarsa nazari, fikri, ahlaki ve ameli erdemleri ile ilimleri öğrenmek zorundadırlar. Ona göre, bu dört erdemi öğrenen kişi artık filozof, imam ve ilk başkandır. Mutluluğa ulaşan insan iyi yazı yazma sanatında da üstünlük kazanır. Bunu devam ettirdikçe mükemmellik de o kadar artar. Bu durum onun diğer fiillerinde de mükemmelleşmesine yol açar. Nihayetinde ruhu maddeden bağımsızlaşır ve maddeye ihtiyaç duymaz. Bu maddeden ayrılmış ruhlar ne kadar çoğalır ve bir akılsalın başka bir akılsalla birleştiği bir tarzda birbirleriyle birleşirlerse onların her birinin duyduğu zevk de o kadar çoğalır ve artar (Fârâbî, 1997: 113; 1987: 74).

Nihayetinde Fârâbî, Aristotales’in çizdiği yoldan ilerleyerek mutluluk formülünü ya da ahlak felsefesini “doğru orta” üzerine kurmuştur. Ona göre, faziletli olmanın yolu mutedil ve orta fiillerdir. Fiillerde “ölçülülük”tür. Fârâbî’ye göre mutedil ya da nefsini frenleyen kişi mutlu kişidir. Mutedil kişi, kanun sınırları dışına çıkmayan, kanunun sınırladıklarına istek duymayan, yeme, içme ve seks konusunda sadece kanunun emrettiğini yapan kişidir. Böylece mutedil ya da nefsini frenleyen kişi erdemli kişi olur (Fârâbî, 1987: 33-34).

Diğer şehirlerin halklarına ve mutluluk anlayışına gelince, onların fiileri onlara kötü özellikler kazandırmıştır. Sanatları da aynı şekilde bozulmuştur ki, bu da onların ruhlarının bozulmasına, iyi şeylerden değil de kötülüklerden zevk almaya başlamalarına neden olmuştur. Örneğin humma hastalığına yakalanmış birinin normal olarak hoşa gitmesi gereken tatlar yerine bunlardan rahatsız olmaları ve kötü pis nahoş şeylerden zevk almaya başlamaları gibi. Bunların tahayyül kuvvetleri bozulmuş olduğundan ötürü, iyi istidatlardan ve erdemli fiillerden hoşlanmazlar veya onları tasavvur dahi edemezler. Doğru kişinin veya öğretmenin veya terbiye edicinin sözlerine kulak asmazlar (Fârâbî, 1997: 117).

Bu şehirlerde halk maddeye muhtaç bir şekilde yaşar. Bunların ruhları büyük ızdırap duyar. Çünkü kötü fiillerle iyi fiiller karışmıştır ki bu durum ruhun ızdırabının nedenidir. Kısa vadeli, maddeye dayalı mutluluklar duyduğunu zannederler; fakat bunun etkisi kalktığında tekrar mutsuz olurlar. İşte bu şehirler için var olan şey mutluğun zıddı olan bedbahtlıktır. İlerleyen dönemde bu şehirlerin halkları çözülecek ve ortadan kalkacaktır.

Siyaset alanının görevi insanın hem bu dünyada hem de ahrette nasıl mutlu olacağını, toplumsal ilişkiler bağlamında ele alıp incelemektir. Buradan hareketle mutluluk yöneten-yönetilen ilişkisi içerisinde ele alınmalıdır.

Devlet ve Devlet Yönetimi

Fârâbî’ye göre birey sosyal politik bir varlıktır. İnsanın toplumsal bir varlık olması yaşamını, toplumsal yaşamın siyasal boyutlarının olması hem bireyin varlığı hem yetkinleşmesi ve mutluluğa ulaşması için zorunludur. Başka bir ifadeyle, insan maddi varlığını gerçekleştirebilmek için hem aile hem de toplum içindedir ve sürekli olarak yöneten yönetilen ilişkisi içerisindedir. O halde insan için mutluluğu toplumsal yaşam içerisinde yetkin bir siyasal rejim ve yönetim sağlayabilir.

Erdemli, mükemmel evrensel devlet de ancak içinde bulundurduğu bütün milletlerin mutluluğa erişmek için birbirlerine yardım ettikleri zaman ortaya çıkar(Fârâbî, 1997: 101). Mükemmel ya da erdemli devlet modelini Fârâbî Platon’dan esinlenerek oluşturmuştur(Fârâbî, 1990: 43). Platon “Devlet” isimli eserinde “İdeal Devlet ve Toplum ” modeli çizmiş, ayrıca ideal devlet/toplumun karşıtları olan devletleri ve toplumları ele almıştır(Platon, 1995: 47). Platon’dan etkilenen Fârâbî de buna karşılık “erdemli şehir/ devlet” ve karşıtlarını ele almıştır. Ancak çerçeveyi “Devlet”ten almasına karşılık içerik tamamen “Kurulabilir İkinci En İyi Yönetimden”dir.

İdeal Devlet, sözleşme ile ortaya çıkmıştır. Fârâbî, doğa hukukçuları ya da sözleşmeci düşünürler olarak bilinen Hobbes, Locke ve Rousseau gibi düşünürlere öncülük etmiştir ve toplumsal sözleşme kavramını ortaya atmıştır:

“Bir kısım insanlar zalim, tahakküm kurucu ve zeki, bir kısım insanlar da zihnen veya bedenen zayıf oldukları için adalet üzerinde ısrar ederler. Nihayetinde bu durumun devamı üzerinde ısrar edilemeyeceğini anladıkları an bir araya toplanırlar ve ilerin durumunu beraberce değerlendirirler ve her biri diğerine kendini ona üstün kılan şeyden feragat eder ve bir parçayı devreder. Her biri bunun içinde yaşayacağını taahhüt eder. Böylece karşılıklı feragat ile devleti kurarlar. Barış şartlarında ve devlet yönetimiyle son bulan bu sözleşmeye rağmen sözleşme şartlarını birileri çiğnerse karşılıklı yardımlaşma ile durum bertaraf edilir” (Yurtaydın, 1951: 449).

İnsanlar, amaç olarak gerçek mutluluğu hedeflemişlerse bu şehir erdemli şehirdir. Aynı şekilde gerçek mutluluğu hedefleyen, amaçlayan ve bu amaç uğrunda yardımlaşan bir millet erdemli bir millettir. Böylece içindeki milletlerin gerçek mutluluğa erişmek için yardımlaştıkları toplumda da erdemli devlettir. Bu durumda erdemli ilk başkan bütün yeryüzünü kapsayan erdemli evrensel devletin tek yöneticisidir ve onun yönetimi erdemli yönetimdir:

“Faziletli yönetim, onunla hükümdarın ondan başkasıyla elde edilebilmesi mümkün olmayan bir fazileti, yani insan tarafından elde edilebilecek en yüksek fazileti, elde edeceği yönetimdir” (Fârâbî, 1987: 69).

Sultanın yönetme hakkı, yönetme sanatından ve sultanlık sanatını kullanma yeteneğinden kaynaklanır. Başka bir ifadeyle, yönetim sanatını kullanma mahareti ve gücünden kaynaklanmaktadır:

“Sultan, sanatıyla meşhur olsa da olmasa da, kullanılacak aletler bulsa da bulmasa da kendisini kabul edecek toplum bulunsa da bulunmasa da itaat edilse de edilmese de her hangi bir zamanda bir şehre reis olması vaki olduğunda sultanlık mahareti, şehirleri yönetme sanatı ve sultanlık sanatını kullanma gücüyle sultandır” (Fârâbî, 1987: 41).

Fârâbî’ye göre yaratılıştan insan tabiatının özelliği gereği olarak insanlar iki kısma ayrılmıştır. Birincisi yönetici sanatı olanlar diğeri de hizmetçilerin sanatı olanlar ki bunlar yönetici olamazlar. İşte hükümdarlık bir sanattır; siyaset ise bu sanatın yaptığı iştir (Fârâbî, 1990: 104). Onun asli görevi idare ettiği toplumu erdemli kılmak ve gerçek mutluluğa eriştirmektir:

“Gerçek sultan kendisiyle şehirleri idare ettiği sanatındaki amacı ve maksadı, bizzat kendisine ve diğer şehir halkına gerçek mutluluğu vermek olan sultandır” (Fârâbî, 1987: 40).

Fârâbî Peygamberlik felsefesi üzerinde ciddi bir şekilde duran ilk İslam filozofudur. Onun yönetim üzerine görüşlerinde peygamberlik felsefesi önemli bir yer tutar. O peygamberle filozofu uzlaştırmaya ve ikisinden bir sentez oluşturmaya çalışır. Ona göre, yöneticilik sanatına sahip olan, erdemli ilk başkan sıradan birisi olamaz. İki temel kriteri karşılaması gerekir. Birincisi, yaradılış ve tabiatı bakımından yöneticiliğe doğuştan uygun olması gerekir. Bu kişi peygamberdir. İkincisi, söz konusu özellikleri sonradan kazanmış olmalıdır. Bu kendiliğinden ya da sonradan ortaya çıkar ki bu da filozoftur. Buradan çıkan sonuç, bir şehirde herkes yönetici olamaz. Önderlik yapacak kimsenin her şeyden önce yaradılıştan buna yetenekli olması gereklidir. İkinci olarak görünüş ve irade itibariyle hazırlıklı olmalıdır. Başka bir ifadeyle bilfiil akıl ve makul olma derecesine yükselmelidir. Bu şüphesiz üstün insanlara özgü bir özelliktir. Böyle bir kişinin faal akılla bağlantısı olur. Faziletli bir şehrin önderi bilgileri doğrudan doğruya faal akıldan alır. Bu bilgiler vahiy yoluyla gelir. Bu uyku ya da uyanıkken gelir. Bu bilgiler faal akıldan akıp gelince o insan hakim, filozof ve ya erdemli önder olur:

“O mükemmelliğe ulaşmış ve bilfiil akıl ve bilfiil akılsal olmuş bir insandır. Onun muhayyile kuvveti mükemmelliğin son haddine varmış ve tabiatı gereği gerek uyanık halde gerekse uykudayken faal akıldan tikelleri almaya hazır hale gelmiştir”

Böylece bu insan kendisine vahiy gelen insan olur … ve bu insan faal akıldan edilgin akla taşan, feyz eden şeyle bilge bir insan, bir filozof, tanrısal nitelikli bir akıl kullanan mükemmel bir düşünür, faal akıldan muhayyile kuvvetine taşan, feyz eden şeyle de bir peygamber, geleceği bildiren bir uyarıcı, halihazırda var olan tikeller hakkında bilgi veren bir haber verici olur” (Fârâbî, 1997: 105-107).

Erdemli lider yönetim maharetini iki kuvvetle tamamlayıp yetkinliğe ulaşabilir:

  1. Külli kanunları öğrenerek kazandığı kuvvet: Ayrıca kitaplardan elde ettiği bilgilerle uzmanlaşır ve olgunlaşır. Bir doktor gibi. Bu yönetimin ilmi vasfıdır. Tüm kanunları öğrenir. Medeni felsefe, Aristotales’in Politikasını ve Plato’nun Siyaset /Devlet kitabını öğrenir; fıkıh ve kelam hakkında uzmanlaşır(Fârâbî, 1990: 128-135). Fârâbî’ye göre erdemli şehri kurulmasında siyasi lidere fıkıhçılar ve kelamcılar yardım edecektir. Çünkü bu iki bilim siyasetin yardımcı bilim dallarıdır. Başka bir ifadeyle Fârâbî, kelam, fıkıh gibi ilimleri siyaset bilimine yardımcı bilimler olarak görmüştür.
  2. Tecrübeye dayalı olarak kazandığı kuvvet: Yöneticinin şehir, toplum işlerinde uzun süre çalışması ve uğraşması ile şehirlerdeki ahlakın durumu ve şahıslar hakkındaki tecrübe işleriyle uğraşması sonucu ve bunlar sayesinde olgunlaşarak kazandığı kuvvettir(Fârâbî, 1990: 135).

Fârâbî, filozof ile siyasi liderin aynı özelliklere sahip olması gerektiğini ispat etmeye çalışmıştır. Bir farkla peygamberde mucize sorunu kabul etmekle beraber liderde bunları aramaz. O halde erdemli bir şehrin veya ülkenin yöneticisi yani siyasi lideri ya peygamber ya filozof ya da özel erdemlere sahip birisi olmalıdır. Peygamberlik felsefesi üzerinde ciddi bir şekilde duran ilk İslam filozof olan Fârâbî’nin “İlk Reis” olarak adlandırdığı siyasal lider, peygamberle filozofun bütün iyi vasıflarını kendinde toplamıştır(Fârâbî, 1990: 43).

Fârâbî, siyasal liderin üstün durumunu ve toplum içindeki ayrıcalıklı konumunu korumakta kararlıdır. Onun her işi yapmasına karşı çıkmaktadır. Her sanat yönetici için uygun değildir. Çünkü sadece bazı sanatlar yönetim için uygundur. Onun sanatı hizmete yönelik olamaz. Onun sanatı bütün diğer sanatların amacını gerçekleştirme yönünde hareket ettikleri ve erdemli şehrin bütün fiillerinde kendisine yöneldikleri sanat olmak zorundadır(Fârâbî, 1997: 104-105). Kısacası bu sanat yönetim ve savaş sanatıdır. Bu Fârâbî’nin Platon’dan hareketle takındığı bir tutumdur. Platon, yöneticiler sınıfı için barış zamanında yönetim savaş zamanında savaş sanatıyla uğraşmaları dışında başka işlerle uğraşmalarını yasaklamıştır.

Siyasi lider ya da devlet adamı, toplumdaki bireylerin nefsini kontrol eden bir doktor gibidir. Bu yüzden öncelikli olarak nefsin parçalarını ve melekelerini bilmelidir:

“Bedenleri tedavi eden kişi doktor, nefisleri tedavi eden kişi ise aynı zamanda sultan adı verilen devlet adamıdır. Nefsin sağlığını tetkik etmek doktorun işi değil devlet adamı ve sultanın işidir… Nefisleri tedavi eden devlet adamı ve sultan, bütün olarak nefsi, nefsin parçalarını, neftse ve onun parçalarının her birinde meydana gelen noksanlık ve aşağılıkları bunların nereden ve birinden ne miktarda meydana geldiğini, insanın kendileriyle iyi işler yaptığı nesin durumlarının neler olduğunu ve sayılarını, şehir halkından aşağılıkların nasıl uzaklaştırılması gerektiğini, şehir halkının nefsinde onları yerleştirecek ustalığı, onların şehir halkı arasında yok olmayacak şekilde korunmasını sağlayacak muamele metodunu bilmesi gerekir” (Fârâbî, 1990: 26-27).

Devlet başkanının herkese layık olduğu mevkii vermesiyle devlet iç teşkilatı gerçekleşir. Devletin teşkilatlanmasında hiyerarşik bir yapı vardır. Bazıları sadece amir iken bazıları hem amir hem de hizmetçidir, bazıları da yalnızca hizmetçidir. Görevlerin dağıtımında, vücuttaki organların görevleri ve görevlerinin önceliğindeki hiyerarşik yapıya benzer bir yapı sunmaktadır:

“İyi teşkilatlanmış bir devlette reis, muhtelif memurlukları toplar, tertip eder, teşkilatlandırır ve memurların görevlerinin önceliğine göre reisle aralarında olan mesafeye göre kuvvetli ya da zayıf olur” (Yurtaydın, 1951: 453).

Fârâbî, siyasi liderin ve siyasal iktidarın yasa yapma gücüne de önem verir. Yasa yapma işi Fârâbî’ye göre filozofların, bilgelerin işidir. O yasa yapacak olan öyle bir bilgedir ki, bilgi alanında otorite olmuş, felsefenin tüm ayrıntılarını öğrenmiştir. O tüm evrenin gerçekliğinin bilgisine ulaşmıştır. Bu anlamda filozof olan yönetici metafizik bilgisine sahip olmalıdır (Fârâbî, 1991: 24-27). En üstün fikri erdem olarak ifade ettiği siyasi fikri erdemi metafizik arka planla açıklamaktadır (Fârâbî, 1999: 148-152).

Yönetimin temel ilkesi felsefedir. Şehre ve yönetime erdem kazandırmanın yolu felsefedir. Eğer felsefe yoksa şehir hükümdarsız kalacak ve nihayetinde helak olacaktır (Fârâbî, 1997: 110). Hükümdarlık vasıfları olan kendisini felsefeyle yetiştirir. Eğitim ve öğretim sayesinde kötülüklerden kurtulur; kötü görünenler artık iyi görünmeye başlar(Fârâbî, 1990: 135). Din ise felsefenin bir görüntüsü ve onun bir temsilidir. Erdemli şehrin dini erdemli dindir. Erdemli şehrin ilk başkanı olan filozof veya peygamberin asıl görevi erdemli dini halka öğretmektir. Cahil şehirlerin ilk başkanları ise filozof veya peygamber değillerdir. O yüzden buralarda erdemli bir din oluşturamazlar. Ayrıca yönetici için bir diğer ilke de dürüstlük ve doğru sözlülüktür. Yönetici yalan söylemez. Fârâbî, bu konuda peygamberlere bakılması gerektiğini ve onların hiç birinin yalan söylemediğini ifade etmektedir (Fârâbî, 1990: 136).

Fârâbîye göre erdemli başkanın özelliklerinden birisi de savaş sanatını bilmesidir. Ona göre siyasi lider savaşa ancak şu şartlarda karar verebilir:

  1. Dışarıdan gelecek tehlikeyi savuşturmak,
  2. Devletin menfaatleri doğrultusunda dışarıdan gelirler elde etmek,
  3. Bir kavmi itaate ve iyiliğe sevk etmek,
  4. Devletin içinde hizmetçi grubunda olanların görevlerini yaptırmak,
  5. Kamunun mallarını gasp edenlerden onları almak ve kamuya geri vermek (Fârâbî, 1987: 56).

Savaşın hep bir hikmeti vardır. Amacı, devletin iyiliği, bekası olmalı, aynı zamanda adaleti temin etmek olmalıdır. Bunların dışında bir savaş nedeni mübah ve meşru değildir; zulümdür (Fârâbî, 1987: 56-57).

Erdemli şehir, filozof, şair, hatip ve her türlü meslek grubunun bulunduğu hareketli bir şehirdir. Şehre bu hareketliliği veren bir başka unsur da şehirde ortaya çıkan muhaliflerdir. Muhalifler için ayrık otu anlamında “nebavit” kavramını kullanır(Fârâbî, 1987: 104). Bu kavram daha çok erdemsiz insanlar anlamındadır. Yani muhalif demek erdemsiz insan demektir. Muhalifler, ilk başkanın görüş ve fiilleri ile ilgili görüşlerini anlamayan, kanun koyucunun amacını sağlam bir şekilde idrak edemeyen insanlardır. Fârâbî, erdemli şehirde muhalif grupların ortaya çıkabileceğini fakat bunların bir ayrılık oluşturmadan zamanla eriyip kaybolabileceğini söylemektedir. Bunlara karşı eğer tedbir alınmazsa şehri yıkabileceklerini, bunun için de ilk yöneticinin tedbir alması gerektiğini söyler. Bunlara karşı tedbir olarak da ceza ve güç kullanımını meşru görür. Fârâbî’nin muhalif olarak gördüğü kesimler şunlardır:

  1. Mutakannisun (fırsatçılar): Bunların amaçları gerçek mutluluğa ulaşmak değil şan, şeref, zenginlik gibi şeylerdir.
  2. Muharrife (Bilge geçinenler): Onlar cahil şehirlerin amaçlarını kendilerine amaç edinirler. Onlar ilk başkanın sözlerini anladıkları halde kendilerine göre yorumlarlar. Kendi özel çıkarlarını kamunun çıkarları gibi göstermeye çalışırlar.
  3. Marika (Dinden çıkanlar): Yanlış görüşte olanlardır. İlk başkanın tebliğlerini anlamazlar ve yanlış yöne saparlar.
  4. Mustarşidun: Kötü niyetli değillerdir. Hakikati isterler ama verilen eğitim onları gerçek mutluluğa götürmede yeterli değildir; daha fazlasını isterler. Bunların hepsi gerçek mutluluğun değil sahte mutluluğun peşindedirler.

Erdemli toplumda toplumsal adalet önemli bir kavramdır. Çünkü erdemli şehrin bireylerini birbirine bağlayan bağ sevgi ve adalettir. Fârâbî bir çok konuda adalet kavramını kullanmaktadır. Mesela erdemli fiiller için, herkesin kaderine razı olması ve ait olduğu sınıfı kabullenmesine de adalet denmiştir. Fakat, Fârâbî’de genel anlamı ile adalet kamusal mal ve hizmetlerin dağıtılması ve mülkiyetin korunması üzerinden tanımlanmıştır. Açık bir ifadeyle adalet kamusal malların ve hizmetlerin eşit bir şekilde dağıtılmasıdır:

“Adalet, her şeyden önce toplumun ortak olduğu iyi şeylerin (güven, servet, şeref, rütbe ve şehri halkının ortak olması mümkün olan diğer şeyler), onların hepsinin arasında paylaştırılmasında ve sonra da onlar arasında bölüştürülen şeylerin korunmasında olur…. Bölüştürmedeki ve bölüştürülmüş olanı korumadaki adalet daha genel bir adalet türüdür” (Fârâbî, 1987: 53-54).

Adaletsizlik ise bir insanın iyi şeylerdeki payının ya bizzat o kişiye ya da şehir halkına onun bir bedeli iade edilmeksizin elden çıkarılmasıdır. Adalete uyulmadığı zaman adaleti engelleyenlere kötülük etmek ve ceza vermek gerekir. Yaptığı adaletsizliğe karşı uygun bir kötülük ya da ceza verilmelidir. Uygun cezadan kasıt verdiği zararın aynısının, daha doğrusu kısasa kısas formülüyle verilmesidir:

“Adaletsizlik yapan kişiye yaptığı adaletsizliğe eşit bir kötülükle karşılık verildiğinde adalet uygulanmış olur. Eğer ölçü kaçarsa, yani fazla bir kötülükle karşılık verilirse bir ferd olarak onun aleyhinde, az bir şeyle karşılık verilirse bu sefer toplum aleyhinde adaletsizlik olur” (Fârâbî, 1987: 54).

Adaletsizlik iki kategoriye ayrılır.

  1. Bireyleri ilgilendiren adaletsizlik: Bir başka bireyi ilgilendiren fertler arası adaletsizliktir.
  2. Ferdi ilgilendiren fakat şehir halkına geçemeyen adaletsizlik: Bu kamu suçu doğuran adaletsizliktir. Yöneticiler bu kişiyi affetseler bile suçlunun suçu sona ermez. Kamu onu yargılamaya devam eder (Fârâbî, 1987: 54).

Yöneticinin görevi yalnızca siyasi liderlik değildir; aynı zamanda o hem ahlaki önder hem de ahlaki değerleri öğreten bir öğretmendir. İnsanlar arasında en mutlu insan devlet başkanıdır; çünkü o gerçek mutluluğa erişmiştir. Aynı zamanda o kendisiyle mutluluğun elde edilebileceği tek vakıf insandır (Fârâbî, 1997: 107) . Yani siyasi lider toplumun mutluluğa ulaşması ve erdemli, mükemmel bir toplum için baş öğreticidir. İnsana mutluluğu toplumsal yaşam içerisinde yetkin bir siyasal rejim ve yönetim sağlayabileceği için yetkin bir siyasal rejimin oluşturulabilmesi de siyasi liderin yetkin ve güzel ahlaki özelliklere sahip olması gerekmektedir. Fârâbî burada bireyin ve toplum mutluluğunda siyasi liderin belirleyici rolüne dikkat çekmektedir. Onun yetkin lider olarak gördüğü, şehrin ve devletin kurucusu olarak kabul ettiği “İlk Reis”tir.

Devlet Başkanı (İlk Reis) Olmanın Şartları

Bir şehirde herkes yönetici olamaz. Hele erdemli şehrin yöneticisi asla sıradan herhangi birisi olamaz. Önderlik yapacak kimsenin her şeyden önce yaradılıştan buna yetenekli olması gereklidir. İkinci olarak görünüş ve irade itibariyle hazırlıklı olmalıdır. Başka bir ifadeyle bilfiil akıl ve makul olma derecesine yükselmelidir. Bu şüphesiz üstün insanlara özgü bir özelliktir. Böyle bir kişinin faal akılla bağlantısı olur. Kısaca yöneticilik iki şeyle olur:

  1. Yaradılışı ve tabiatı bakımından yöneticiliğe istidatlı olmalıdır
  2. Yöneticilikle ilgili iradi meleke ve tutumları kazanmış olmalıdır (Fârâbî, 1997: 104).

Liderin doğuştan getirdiği özellikler şunlardır:

  1. Organları tam ve eksiksiz olmalıdır. Bu organları sayesinde yapacağı işleri tam ve mükemmel yapmalıdır.
  2. Kendisine söylenilen her şeyi anlama ve idrak etme yeteneğine sahip olmalıdır. Konuşan kişinin amacını ve mantığını hemen anlamalıdır. Başka bir ifadeyle iyi bir izan yeteneğine sahip olmalıdır.
  3. Anladığı, gördüğü, duyduğu, idrak ettiği hemen her şeyi unutmamalıdır; yani hafızası güçlü olmalıdır.
  4. Uyanık ve zeki olmalı, gördüğü delillerle olayın bağlantılarını kurabilmelidir.
  5. Güzel ifade yeteneğine sahip olmalı, zihninde bulunan bir şeyi tam bir açıklıkla ifade edebilmesini sağlayabilecek güzel konuşma yeteneğine sahip olmalıdır.
  6. Bilgi edinmeyi, öğrenmeyi sevmeli, öğrenmenin zahmetlerini yenmeli, zahmetine katlanmalı, zahmetinden yılmamalıdır.
  7. Doğruluğu ve doğru insanları sevmeli, yalandan ve yalancıdan nefret etmelidir.
  8. Yemek, içmek ve cinsel zevklerin peşinden koşmamalı, kumardan kaçınmalı, ölçülü olmalı, şehvete düşkün olmamalıdır.
  9. Yüksek ruhlu olmalı, şerefli ululuğu sevmeli, ruhu tabii olarak çirkin ve aşağılık şeylerin üstünde olmalı, şeyler içerisinde en yüce olanlarına yönelmelidir.
  10. Gümüş, altın ve benzeri şeyler onun nazarında değersiz şeyler olmalıdır.
  11. Adaletli olmalı ve adil kişileri sevmeli, baskı ve zulümle uğraşanlardan nefret etmeli, insaf sahibi olmalı, insanları insafa davet etmeli, baskıya maruz kalan insanlara acımalı, güzel, asil ve doğru gördüğü her şeyi desteklemeli, adalette ve adil olmada tereddüt göstermemeli, bu konuda kararlı ve istikrarlı olmalıdır.
  12. Sonra yapılmasını gerekli gördüğü şey konusunda azimli, kararlı olmalı, korku ve zaaf göstermeksizin cesur bir şekilde bunları yapmalıdır (Fârâbî, 1997: 107-108).

Bu on iki özelliğin bir araya gelmesi sonrasında da büyüdükten sonra şu altı özelliğe sahip olması gereklidir:

  1. Filozof, bilge olmalıdır.
  2. İlk yöneticilerin şehir için vazettikleri, şehri kendileriyle yönettikleri kanunları, kuralları, usulleri bilmeli, muhafaza etmeli, bütün fiillerinde bu yöneticilerin izinden gitmelidir.
  3. Eskilerin kanunlarının kaydedilmemiş olduğu bir konuda, onların yollarını izleyerek yeni kanunlar çıkarma konusunda üstün olmalıdır.
  4. İlk yöneticilerin kendileriyle ilgili olarak herhangi bir kanun koymalarının mümkün olmadığı onlardan sonra herhangi bir zamanda ortaya çıkan olaylar ve şeyler hakkında doğru hüküm vermek üzere akıl yürütme gücüne ve üstün bir pratik akla sahip olmalıdır.
  5. İlk yöneticilerin kanunlarıyla kendisinin onların yolunu izleyerek çıkarmış olduğu yeni kanunlar konusunda halkı sözle aydınlatma, onlara kılavuzluk etme üstünlüğüne sahip olmalıdır.
  6. İster hizmet edici, ister yönetici savaş sanatları söz konusu olsunlar her ikisinde de usta olarak savaş fiillerini gerçekleştirmek için bedeni sağlam olmalıdır (Fârâbî, 1997: 107).

Peki bu özelliklerin hepsine yani doğuştan gelenler ve sonradan kazanılanlara da sahip birisi yoksa ne olacak? Fârâbî ilk başlardaki 12 özelliğin gerçekleşme şansının imkansız olduğunu görmektedir. Bu duruma karşı tedbirler öngörmüştür. Öncelikli olarak erdemli ikinci ilk başkanı ya da ehliyetli kişilerden oluşan bir kurul önermiştir:

“Bütün bu özelliklerin bir insanda bir araya gelmesi zordur. Her çağda ancak bir defa tesadüf edilir. Eğer erdemli şehirde böyle bir insan bulunur ve o insan büyüdükten sonra bu şartlardan altısını yerine getirirse -veya muhayyile kuvveti aracılığıyla insanları uyarma kabiliyeti dışındaki beş tanesini yerine getirirse yönetici bu insan olacaktır… Bütün bu özellikleri tek başına yerine getiren tek bir kişi bulunamaz da birisi sadece filozof diğeri de geri kalan şartları yerine getiren birisiyse onların ikisi de şehrin yöneticisi olacaklardır. Eğer bu son altı özelliğin her biri bir başka kişide bulunursa ve bu insanlar birbirleriyle anlaşmış olurlarsa, onların hepsi birlikte en üstün yöneticiler olacaklardır” (Fârâbî, 1997: 109).

Yönetimlerin Sınıflandırılması

Yetkin bir siyasal rejimin oluşturulabilmesi için de siyasi liderin yetkin ve güzel ahlaki özelliklere sahip olması gereklidir. Fârâbî burada birey ve toplum mutluluğunda siyasi liderin belirleyici rolüne dikkat çekmektedir. Devletin yetkinliği ve devlet tiplemesinde belirleyici kriter liderdir. Yöneticiler filozof ve erdemli ise erdemli devlet değilse kötü, cahil devlettir(Fârâbî, 1990: 43). Onun yetkin lider olarak gördüğü, şehrin ve devletin kurucusu olarak kabul ettiği “ilk reis”tir ve yönetimi de erdemli yönetimdir; mutlak anlamda onun yönetimi tektir; başka türevi yoktur. Bozuk yönetimlerle ya da erdemsiz şehir yönetimleriyle ortak hiç bir yanı yoktur (Fârâbî, 1987: 69). Buradan hareketle devlet başkanlığı iki şekilde sınıflandırılır:

  1. Erdemli Başkanlık: Gerçek mutluluk olanı elde etmeye yarayan ve iradesi ile yapılan işleri, hareketleri ve melekeleri düzen altına alıp sağlamlaştıran başkanlıktır. Erdemli şehirleri ve onların halklarını o yönetir.
  2. Cahil Başkanlık: Amaçları gerçekten mutluluk olmadıkları halde mutluluk sayılan şeyleri elde etmeye yönelik iş ve huyları düzen altına alan başkanlıktır. Elde etmek istediği şeye göre isim verilir: “Zenginlik istiyorsa “Harislik başbuğu”, Cömertlik istiyorsa “Cömertlik başbuğu” gibi…” (Fârâbî, 1990: 126-127).

Buradan hareketle Fârâbî, ideal yönetim biçimleri olarak 4 tür yönetim biçiminden bahsetmektedir:

a)  Gerçek Sultan’ın Yönetimi: Bu yönetim biçimi bir nevi mutlak monarşidir. Platon’un “Gerçek Monarşi”sine karşılık gelmektedir. Bu yönetim biçiminde mutlak bir yönetici vardır ki bu ilk başkandır. İlk başkan olabilmenin bazı şartları vardır. Bunlar;

  • Hikmet sahibi,
  • Tam pratik hikmet,
  • Hitabet,
  • İyi hayal ettirme gücü,
  • Savaşçılık yeteneği,
  • Bedeninin tam olması, engelli olmaması,
  • Örnek insan olması.

b) Erdemlilerin Yönetimi: Gerçek sultanın ya da ilk başkanın özelliklerinin hepsini kendinde toplayan bir kişi bulunamaz ve bu özelliklerin her biri başkalarında var ise bu özelliklere haiz kişiler toplanır ve erdemlilerin idaresini kurarlar; yani topluluk yönetici olur. Bu da Platon’un “Gerçek Aristokrasisidir.

c) Kanuni Sultanlık: Söz konusu özelliklerin olduğu bir kurul da bulunmadığı durumda aşağıdaki şartları taşıyanlardan bir yönetim oluşturulur. Ancak söz konusu yönetici yasalarla sınırlandırılmış bir yöneticidir; yetkisi mutlak değildir. Günümüzün meşruti monarşilerine benzeyen bir yönetim oluşturulur. Kanuni sultanlık için yöneticinin taşıması gereken özellikler şunlardır:

  • İlk imamların şehri yönetirken uyguladıkları eski kanun ve adetleri bilmek,
  • Eskilerin yönetiminde hataları ve doğruları tespit edebilmek,
  • Eski kanun ve adetleri günümüze kıyaslayabilmek ve revize etmek,
  • Şehrin imarında pratik hikmet sahibi olmak,
  • Hitabet,
  • Savaşçı yetenekleri olmak

Kanuna Göre Resilik: Kanuni reislik için öngörülen şartlar da sağlanamadığı taktirde, bu şartların bir topluluğu oluşturan fertlerde ayrı ayrı bulunduğu ve topluluğun hep beraber yasaya göre yönetimi üstlendiği yönetim tarzıdır. Günümüz parlementer rejimlerine benzer bir yönetim biçimidir (Fârâbî, 1987: 50-51).

Bunlar ideal yönetim biçimleri idi. Bir de bunlardan başka Fârâbî, bozuk yönetim biçimlerinden bahsetmektedir:

  1. Zaruret Devleti: Devlet başkanının tek bir amacı vardır o da vatandaşların zorunlu ihtiyaçlarını gidermektir. Zorunlu ihtiyaçları gidermekten kasıt yeme, içme gibi ihtiyaçlardır.
  2. Rahatlık Devleti: Devlet başkanının burada yegane amacı vatandaşlara rahat bir yaşam temin etmektir.
  3. Arzu Devleti: Devlet başkanının amacı vatandaşların arzularını gerçekleştirmektir.

Bunların dışında Fârâbî, devletlerin oluşum ve devamlılığı sürecinde “Kuvvet Kuramı”nı kabul etmektedir. Kuvvetli devletlerin zayıf devletleri kontrol etmesini doğal karşılamaktadır. “Bir devletin boyun eğdirdiği milletlere hizmet ettirmesi gereklidir”

demektedir. Buna örnek olarak ta imparatorluk devletini başka bir devlet türü olarak ortaya koymuştur. İmparatorluk devleti (Medinetül Tegallub), “Halkı başka halklara bedenen ve ruhen üstün olan, bu üstünlüğünden dolayı diğer halklardan hizmet alan devletlerdir’ demektedir. Fârâbî’ye göre imparatorluk kurma sebepleri daima zayıfa hakim olmak için çalışan insan tabiatına uygundur. Görülüyor ki Fârâbî, modern siyasi düşünceye oldukça yakın bir düşünürdür. Onun siyasal düşünceler tarihi için önemi “kuvvet kuramı ve “emperyalist kuramı” saymış olmasından kaynaklanmaktadır.

Sonuç Yerine: Ahlakla Bütünleşmiş Bir Siyaset Teorisi

Fârâbî siyasi düşüncesinin günümüz açısından önem taşıyan önemli bir özelliği, siyasete yapılan ahlaki vurgu yani siyasetin ahlaki boyutlarıdır. Görüldüğü gibi liderin doğuştan gelen özelliklerden birincisi fizyolojik diğerleri ise doğrudan ahlaka ve ahlaki özelliklere yöneliktir. Erdemli şehir ve onun zıtları olan şehirleri sınıflandırırken tamamen ahlaki kriterlere başvurmuştur. Bu da bize Fârâbî’nin ahlakla bütünleşmiş bir siyaset teorisi kurduğunu göstermektedir. Ahlaktan arındırılmamış, bilakis ahlakla bütünleşmiş bir siyaset teorisi. Ahlak siyaset birlikteliği siyasal lider betimlemesinde olduğu gibi siyasi yönetimleri sınıflandırmasında da kendisini göstermektedir. Siyasi fikri erdemlerin ahlaki erdemlerle doğru orantılı olduğunu söyleyen Fârâbî‘ye göre siyasi lider/yönetici kadronun yönetim tarzları ve öncelikleri bireylerin ahlaki değerleriyle belirlenmektedir.

Fârâbî’de ahlak, Aristotelesçi anlamda siyasete giriş mahiyetindedir. Ahlak siyaset biliminin bir alt koludur hem de siyaset ilmine hizmet eden bir alt bilim dalıdır. Fârâbîye göre, siyaset ve ahlak insanın fiilleri, eylemlerini konu alan, inceleyen iki disiplindir ve farklı açılardan ahlak, siyasetin bir giriş bölümüdür. İhsa’ül Ulum’de ilimleri sayarken ahlakı siyasetin bir kolu olarak görmüştür. Siyasi fikri erdemler ile ahlaki erdemler arasında karşılıklı bir etkileşim olduğunu söylemiştir.

Fârâbî’nin siyasi boyutu ön planda tutan ahlak anlayışı ve hitabeti etkili bir şekilde kullanan metodu, şehirlerde hakikati ve erdemi yetkin kılabilecektir. Erdemli ilk başkan, siyasetçidir ve sanat olan siyaset sanatına haizdir. Bu sanatın bilgisi kendisine vahiyle gelmiştir. Fârâbî’ye göre siyaset ilmi, şehirler ve milletleri konu edinir. Yerlerini imar eden ve halkını bu dünyada mutluluğa ulaştıran özellikleri ahlaki ve ahlaki olmayan davranışları inceleyen bilimdir. Ayrıca siyaset ilmi toplum halinde yaşamanın nedenlerini, erdemli ve erdemsiz yönetim tarzlarını, erdemli şehrin ilk sultanının nasıl olması gerektiğini araştırır.

Fârâbî’nin ahlak siyaset ekseninde kurmuş olduğu siyaset kuramının amacı insanları mutluluğa ulaştırmaktır. O halde ilk başkanın görevi, toplumu mutluluğa eriştirmek için, ahlaklı bir toplum oluşturmak ve şehrin düzenini ahlaki kriterlere göre tertip etmektir:

“İnsana gerçekte saadet olan şeyi kazandıran iyilik, güzellik ve faziletler olduğunu, onlardan başka şeylerin kötülük, çirkinlik ve noksanlıklar bulunduğunu, bunların insanda bulunmasındaki sebebin faziletli işler ile hareketlerin şehirler ile halklar arasında bir tertibe göre dağılması ve müşterek olarak kullanılması olduğunu meydana koyar…

Bunlar ancak bir reislik sayesinde kabul olunur.. ,” (Fârâbî, 1990: 104).

O mutluluğa ulaşmanın yollarını araştırmış, mutluluğun ancak iyi bir siyasal rejimle, dolayısıyla yetkin bir siyasal lider ile gerçekleşeceğini söyleyerek ideal bir siyasal lider tiplemesi yapmıştır. Platoncu bir yaklaşımla, Platon’un “ideal devlet” modeli yerine o da “Erdemli Şehir” adındaki kendi kent devleti modelini çizmiştir. Fakat burada genç Platon dönemine bağlı kalmamış yaşlı Platon’a yönelmiş, Platon’un Yasalar’da ortaya koyduğu “Kurulabilir İkinci En İyi Yönetim”i ele almış ve onun üzerinden kuramını geliştirmiştir. Kuramda siyaset-ahlak birlikteliği olduğu için mutluluğun yolunu bedenin isteklerini engellemekte görmüş, mutluluğu dünyevi yaşamda değil ahiret yaşamında görmüştür.

Ahlak-din-siyaset birlikteliği ile siyaset kuramını ortaya koyan Fârâbî, ilahi yasa ile yani şeraitle felsefenin ilkelerini birleştirmeye çalışmıştır. Filozof ile peygamberi uzlaştırmaya çalışmış, filozofu kanun koyucu yapmıştır. Böylece felsefe ile din birlikte hareket ederek toplumu yönetmiş ve düzenlemiştir. Aslında Ortaçağ’da siyasal ilahiyat olarak bilinen bir siyasal doktrin vardır. Thomas Augustin ve Salisburyli John gibi birçok düşünürün oluşturduğu bu kutsal doktrin (siyasal ilahiyat) ki bu doktrinde toplumu yönetme işi artık hukukçuların değil teologlarındır. Toplumu ilahi vahiyler çerçevesinde yeniden düzenlenmektedir. Onlar yeryüzü ve gökyüzü devletleri ayrımı yapmışlar, gökyüzü devletlerinin yönetimi dini otoriteye ki bunu yeryüzü yönetiminin üzerinde görmüşlerdir. Fakat İslam dünyasında bir ruhban sınıfı olmadığı için böyle bir siyasi ilahiyat ya da siyasi teologlar sınıfı görememekteyiz. İslam siyasi düşünürleri daha çok birey odaklı olarak siyaset bilimini ele almışlar, Kur’an ve sünnetten hareketle bireye mutluluk yolunda rehberlik etmeye çalışmışlardır. Buradan hareketle de Fârâbî, tamamen dönemin moda rejim doktrinlerinden farklı olan bir siyasal rejim önerisinde bulunmuştur ki bu din eksenli ahlak anlayışıyla bütünleşmiş bir siyaset teorisidir. Fakat bu bir ütopyadır. Teori ile pratiğin birlikte işlendiği bir Fârâbî ütopyasıdır.

Kaynakça

Alaaddin, Şenel, (1999), Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim Sanat Yay, Ankara.

Fârâbî (1999), Tahsîlu’s-Saadet, Mutluluğun Kazanılması, Ç: Ahmet Arslan, Ankara: Vadi Yay.

Fârâbî, (1987), Füsulu’l Medeni,(Ç:Hanifi Özcan), Dokuz Eylül Üniversitesi Yay, İzmir.

Fârâbî, (1990), İhsa’ül Ulum, (Ç:Ahmet Ateş), MEB Yay, İstanbul.

Fârâbî, (1991), Kitâbü’l-Mille, Ç: Fatih Toktaş, Beyrut.

Fârâbî, (1997), Medinetü’l Fazıla, Ç: Ahmet Arslan, Vadi Yay, Konya.

Fârâbî, (1993), İhya-i Ulumiddin, Ç: Ali Arslan, İstanbul.

Hüseyin, Yurtaydın, (1951), “Fârâbî’nin Siyasi Nazariyeleri”, AÜDTCF Dergisi, F:26. C:VIII, s.441-458.

Naci Bolay, (1990), Fârâbî ve İbni Sina’da Kavram Anlayışı, MEB Yay, İstanbul.

Platon, (1995), Devlet, Ç:Sebahattin Eyüpoğlu, İstanbul.

——————————————————–

Kaynak:

Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı 8-10 Ekim Aksaray, Sf. 307 – 331, www.turkdusuncesi.com

————————————————

[i] Doç. Dr; Aksaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü; [email protected]

Yazar
İsmail AKBAL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen