Sokrates’de Erdem Düşüncesi

Sokrates’de Erdem Düşüncesi[i]

 

bedia akarsu3

Prof.Dr. Bedia AKARSU

İ. Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış olan Sokrates’iıı, hiçbir yazılı eser vermemiş olmasına rağmen, hayatı ve kişiliği hakkında çok şeyler biliyoruz. Ancak Sokrates’in düşünce ve kanılarından az şey bize kadar gelmiştir.

Sokrates üzerindeki bilgilerimiz birkaç kaynağa dayanıyor: Xenophon’un hatıraları (Memorabilien) ile Platon’un, özellikle, gençlik dialoglaıı ve Aristoteles’in Sokrates hakkında yapılmış bazı işaretleri; bir de Aristophanes’in “Bulutlar”, adlı bir kome­disi. Yalnız. Sokrates’in ölümünden 25 yıl önce yazılmış olan bu sonuncu eser Sokrates’i sadece karikatürleştirmektedir ve doğru bir kaynak olarak gösterilemez. Çünkü Aristophanes Sokrates’i sofistlerin ele başısı olarak sahneye çıkarır ki, bu gerçeğe büsbü­tün aykırı bir tutumdur. Sokrates’in ömrü boyunca sofistlerle sa­vaşmış bir bilge olduğu biliniyor. Bu komedi bir yana bırakılırsa, Sokrates hakkında asıl kaynak olarak elimizde Xenophon’un ha­tıraları ile Platon’un dialogları kalıyor. Bunlardan da hangisinin asıl Sokrates’i dile getirdiği, gerçek Sokrates’e uyduğu üzerinde yakın zamanlara kadar süren tartışmalar olmuştur. Bir kısım fel­sefe tarihçileri, Platon’un dialoglarında kendi düşüncelerini Sok­rates’e söylettiğini ileri sürerek asıl dayanılacak olan kaynağın Xenophon olduğunu söylerken, bir kısımları da Xenophon’un, Sokrates’i sadece bir ahlâk adamı olarak tasvir edişini ve bunun rationalist Sokrates’e uymadığını ileri sürerek bu tezi reddediyor­lar. Gerçi uzun zaman Xenophon’un hatıralarının gerçek Sokra­tes’i tasvir ettiğine, hattâ bu konuşmaların Sokrates’in kendisinin yaptığı konuşmalar olduğuna inanılmıştır. Oysa Xenophon da, Platon gibi, bu hatıraları sonradan yazmıştır, ayrıca, bu hatraı­ları yazarken Platon’un dialoglarından ela faydalandığı iddia edil­miştir. Zaten Xenophon’un hatıraları Sokrates üzerine sathî ha­berlerden ileri gidemez.

Xenophon Sokrates’inin gerçek Sokrates’i göstermediğini ile­ri sürenler şu tezi de savunurlar: Xenophon’un tasvir ettiği bir Sokrates nasıl olur da kendinden sonraki felsefe gelişmesinin bir çıkış noktası olabilir, ve Platon gibi bir filozof nasıl olur da ona bu kadar saygı besler ve kendi öğretilerini dialoglarında onun ağ­zından söyletir? Bu tartışmalar yüzyıllar boyunca sürmüş, bazan Aristoteles, bazan Xenophon, bazan da Platon Sokrates öğretisine temel olarak alınmıştır. Eserleri aynı zamanda yayımlanmış olan iki felsefe tarihçisinden Karl Joël Xenophon Sokrates’inin tarihî Sokrates’den büsbütün ayrı olduğunu söylerken, Aug. Döring Xenophon’u Sokrates öğretisi için tek kaynak olarak kabul eder.

Son zamanlarda Heinrich Maier (Sokrates, sein Werk und seine geschichtliche Stellung) kaynak meselesine yeni bir çözüm getirmiştir. Ona göre, Xenophon’un hatıraları, Sokrates’in savun­masına ait olan başlangıç kısmı bir yana bırakılırsa, Sokrates için pek bir tanıklık edemez; Maier için en önemli kaynak, en başta gelen kaynak Platon’un gençlik yazılarıdır. Ona göre, Platon’un gençlik yazılarındaki Sokrates (Xenophon’un yazılarındaki gerçek Sokrates’i bulmak için de bir norm’dur. Maier Aristoteles’in not­larında da ─burada Döring’le birleşir─ bir kaynak değeri gör­mez. Çünkü, ona göre, bu notlar kısmen Platon’un dialoglarından kısmen de Platon’un hatıralarından çıkarılmıştır.

Bugün genel olarak Sokrates kaynakları üzerinde Maier’in çözümü esas olarak alınıyor. Platon’un gençlik dialogları olan Apologia, Kriton, Küçük Hippias, loti, Lak lies, Euthyphron, Kharmides, Protagoras ve Devlet’in kitabı ya da Trasymakhos gibi Sokrates’in kişiliğini ve düşüncelerini gösteren dialoglara Sokratik dialoglar denir. Gorgias’ı da bu gençlik eserleri arasın­da sayanlar varsa da, Gorgias bu dialogların çerçevesinden sonu­cun kesin ve belli olması, fikirlerin sembolle anlatılması ile ayrı­lır. Ama Platon’un bu dialogu da henüz Sokrates’in etkisindedir ve Sokrates’e kaynak vazifesi görür.

Bu dialogların hepsinde başlıca konu erdemdir. Sokrates bü­tün hayatı boyunca öğrencileri ve dostları ile olan konuşmaların­da erdemin ne olduğu üzerinde durmuş, çeşitli açılardan bu kav­ramı araştırmış, erdem üzerindeki düşüncelerini kendi hayatına da uygulamıştır. Bu bakımdan Sokrates’in düşünceleri ile kişiliği o kadar içiçedir ki, bunları birbirinden ayırmak imkânsızdır. Za­ten Sokrates asıl kişiliği ile öğrencilerine ve kendinden sonra ge­len filozoflara etki yapmıştır. Sokrates kendinden sonraki devrin felsefe okullarının hepsinde, bilge idealine örnek sayılmıştır. Sok­rates’in kişiliğinin, hayatının ve ölümünün etkisi kendisinden sonraki kuşaklar, hattâ yüzyıllar boyunca süregelmiştir. Sokrates’den sonraki devirlerde çeşitli felsefe okullarında, Akademiciler, Stoalılar, Epikurosçular, Septiklerde temel problem, bilgenin, ya­ni gerçek mutluluğa erişmiş olan insanın kişiliği problemidir. Bunların hepsinde de gerçek bilge tipinin bu ideal kişiliğine hep Sokrates örnek olarak alınmıştır.

Sokrates hayatının her anında, hareketlerinin sebep ve so­nuçları hakkında tam bir açıklıkla bilinçli olarak hesap vermesini bilen bir insandır, amaçlarını koyarken, kullandığı araçları seçer­ken her zaman sadece aklına bağlı olan bir insandır. İnsanın ha­reketlerini akla uygun olarak ayarlaması onun başlıca kaygısıdır.

Cicero eserlerinin bir yerinde “Sokrates’in felsefeyi gökten yere indirdiğini’’ söyler. Bununla kastedilen Sokrates’in kendin­den öncekiler gibi, yıldızlar âlemi ile, dış tabiatla uğraşmayıp, doğrudan doğruya insanı araştırmalarına konu yapmasıdır. Gerçi düşüncesini insana çeviren ilk düşünür Sokrates değildir, ondan önce ve kendisile aynı çağda yaşamış olan sofistler de insanla ve insan toplulukları ile uğraşıyorlardı. Ama Sokrates bıı sofistler­den büsbütün ayrılır. Sofistler kendilerinin bir takım bilgiler öğ­reteceklerini iddia ediyorlar, para ile ders veriyorlardı. Sokrates ise sadece sorular sorarak karşısındakini düşünmeye, araştırmaya ve gerçeklerini bulmaya yönetir. Bu arada kendisinin hiçbir şey bilmediğini, sadece soruları birlikte araştırmak istediğini söyler, karşısındakilere herşeyden önce kendilerini bulmaya, kendileri üzerinde düşünmeye çalışmalarını, araştırmadan hiçbir şeye inan­mamaları gerektiğini telkin ederdi.

Sofistlerden ayrıldığı bir nokta da mutluluk anlayışı idi. Bir kısım sofistlere göre mutluluk, mümkün olduğu kadar fazla güçlü olmaktır. Yine bir kısım sofistlere göre ise mutluluk, ihtiyaçların tatmin edilmesidir. Sokrates bu gibi görüşleri reddeder. Ona gö­re mutluluğun ne olduğunu, sonra mutluluğa nasıl erişildiğini anlamak için, başkalarının hareketlerine bakmak, onları incele­mek doğru değildir. Yapılacak şey bu sorunun cevabını kendinde aramak, bu soruyu önce kendine sormaktır. Kendime baktığım, kendimi incelediğim zaman, ihtiyaçlarımın tatmin edilmesile ve­ya mümkün olduğu kadar fazla gücüm olmasile pek de mutlu ol­madığımı, bir çok hayal kırıklıkları ile karşılaştığımı, ancak ken­di kendimle uyum halinde olduğum zaman mutlu olduğumu gö­rürüm. Öyleyse, Sokrates’e göre, kendi kendisilc uyum kuramayan bir insan hiçbir zaman mutlu olamaz. Kendi kendisile uyum ku­rabilmek de, insanın hareketleri üzerinde her zaman aklı hakim kılabilmesi, yapılması gerekenle, kaçınılacak şeyler arasında doğ­ru bir bilgiye varabilmesi ile sağlanabilir. Sokratcs bu görüşlerini bir fikir halinde değil de, yaşama biçimi ile anlatmıştır. Zaten Sokrates bir sistem filozofu olmamış, kendisile sistemler kurulabi­lecek olan bir metod getirmiştir. Onun büyük etkisi de, herşeyden önce kişiliğinden doğmuştur. Sokrates’in asıl gücü, hayatını yaşama biçimindedir. Onun öğrencileri, ve sonraki çağlar üzerine yaptığı etkiye de bu yaşama biçimi temel olmuştur. İşte bundan dolayı öğrencileri hocalarının kişiliği üzerinde birleşirler, ama düşünceleri üzerinde birbirlerinden ayrılırlar.

Erdemi Sokrates’in kişiliğinde incelemeden önce Sokrates’in erdem anlayışı üzerinde biraz duralım.

Sokrates’in olduğu kesin olarak bilinen iki önerme var: bun­lardan biri, “erdem bilgidir”, öbürü de “hiç kimse bilerek-isteyerek kötülük etmez”. Bu iki önermenin birbirine bağlı olduğu açıktır. Erdeni bilgi olunca, erdemin karşıtı olan kötülük etmek de bir bilgisizlik olur.

Sokrates’e göre, bir insanı erdemli kılmak üzere gidilecek yo­lu belirtebilmek için erdemin ne olduğunun araştırılması gere­kir. Erdemin ne olduğunu araştırmak için de, Sokrates, erdemin parçaları olarak bilinen cesaret, ölçülülük, adalet, doğruluk v.b. gibi kavramların tanımlanması üzerinde duruyor. Erdemin par­çaları olan bu kavramlardan herbiri Platon’un Sokratik dialoglarına konu olmuşlardır. Örneğin Lakhes dialogunda erdemin bir parçası olarak cesaret incelenir. Hem Sokrates’in erdem anlayışı hakkında bir fikir vermesi, hem de Sokrates’in araştırma metodu­nu göstermesi bakımından bu dialogdaki cesaret kavramının in­cel i nişini yakından bir görelim :

Sokrates cesaretin ne olduğunu sorup da Lakhes’den “bir kimse savaş dizisindeki yerinde durarak, kaçmaksızın düşmana dayanmağı aklına koymuşsa, o adam cesaretlidir” cevabını alınca, sorusunu daha bir açık dile getirip, yalnız tek bir şeyde, sadece piyadede cesaretin ne olduğunu değil, genel olarak bütün asker­likte, hattâ yalnız askerlikte değil, her türlü arzularına, zevkleri­ne karşı koyanlarda görülen cesaretin, her nede olursa olsun gös­terilen cesaretin ne olduğunu, bütün bu çeşit insanlarda bir olan şeyin, şu cesaret denilen gücün özünün ne olduğunu soruyor.

Bunun üzerine Lakhes’in verdiği ikinci tanımlama cesaretin ‘bir çeşit ruh metinliği” olduğudur. Ancak bu cevap Sokrates’e göre eksiktir. Çünkü cesaret güzel bir şeydir, güzel olan iyi olan­dır ve akılla birlikte gidendir, cesaretin de akılla birlikte gitmesi gerekir, çünkü delilikle birlikte gideni kötüdür, kötü olan da iyi olamaz, o halde güzel de olamaz. Demek ki delilikle birlikte giden metinliğe cesaret denemez, çünkü cesaret güzeldir. Böylece bu tanımlama da “cesaret, akıllıca olan metinliktir” biçimine girer. Ama Sokrates’in soruları sonunda bazı durumlarda akıllıca gös­terilmiş metinliğin hiç de cesaret sayılamıyacağını kabul ediyor­lar. Cesaretin ne olduğu bulunamayınca Sokrates “metinlik gös­terelim de araştırmamızı bırakmıyalım” diyerek Nikias’ı da araş­tırmaya davet eder.

Nikias Sokrates’in her zaman doğru olduğunu söylediği bir düşüncesinden hareket edilerek bir tanımlamaya varılabileceğini ileri sürer; o düşünce de şu: herkesin bildiği şeylerde iyi, bilme­diği şeylerde kötü olması. Demek ki cesaretli adam iyi ise elbette bilgilidir; yani cesaret bir çeşit bilgidir. Bu bilgi de savaşta olsun, nerede olursa olsun, nelerden kaçıp neleri göze alabileceğimizin bilgisidir. Böylece cesaretin bilgi olarak tanımlanmasında bilgi­nin ahlâkî karakteri, cesaretin de bilgi karakteri ortaya çıkıyor. Nikias bilmediği için tehlikeyi hor gören herhangi bir insanda cesaretin bulunabileceğini kabul etmez. Ona göre, öylesine ya düşüncesizce atılgan ya da deli denir, korkusuz olmak başka, cesa­retli olmak başkadır. Cesaret, ihtiyarlılık pek az kimsede bulunan şeylerdir; düşüncesizce atılganlık, cüret, ihtiyatsızlıktan gelen kor­kusuzluk ise, herkeste, hattâ hayvanlarda da bulunabilir. Bunun içindir ki insanların çoğunun cesaret dedikleri şeylere Nikias dü­şüncesizce atılganlık diyor. Bu düşünceler Sokrates’in düşüncele­rine çok yakın düşüncelerdir, hattâ Sokrates’in düşünceleri de de­nebilir onlara. Nitekim Sokrates biraz ilerde göreceğimiz gibi, ce­saretin bilgelikle ilgisi olmadığını savunan Protagoras’a karşı ce­saretin bir çeşit bilgi olduğunu ileri sürmüştür. Ama Sokrates yine de bununla kanmaz, araştırmayı derinleştirmek ister. Son olarak cesaret bir çeşit bilgi olarak, nelerden korkulup nelerden korkulmayacağının bilgisi olarak tanımlanmıştı. Ancak, nelerden korkulup nelerden korkulmıyacağından ne anlaşıldığını da araş­tırmak ister Sokrates. Korkulacak şeyler korku verenler, korkulmıyacak şeyler de vermiyenlerdir. Ama korku veren şeyler ne geç­mişteki kötülüklerdir, ne de şimdikiler, ancak beklenilen kötülük­ler korku verir, çünkü korku, gelecek bir kötülüğü beklemedir. Korkulacak şeyler gelecekteki kötülüklerdir; korkulmıyacak olan da, gene gelecekte, ama birer kötülük sayılmıyacak, veya birer iyilik denecek şeylerdir. Bu şeylerin bilgisine de cesaret diyorduk. Oysa bilgi, türlü konulan iÎe ele alınınca, geçmişte, şimdide, ge­lecekteki şeyler için başka başka değildir, hepsinde de birdir. Bir şey ister geçmişte, ister şimdi, ister gelecekte olsun ,onu bilen bir tek bilgidir. Burada bilginin zaman dışı karakterine işaret edil­miş olunuyor; her zaman için geçerliği olan tanımlamalar isteni­yor. Oysa, cesaret nelerden korkulup nelerden korkulmayacağının bilgisidir derken, burada yalnız gelecekteki iyiliklerle gelecekteki kötülükler anlaşılmış olur. Şimdi ise, geçmişte olsun, gelecekte olsun, nerede olursa,olsun, bir şeyi kavrıyan hep bir bilgidir di­yoruz. Demek oluyor ki, cesaret yalnız nelerden korkulup neler­den korkıılmıyacağının bilgisi değildir; çünkü yalnız gelecekteki iyiliklerle kötülükleri değil, şimdikileri, geçmiştekileri de, kısaca, öteki bilgiler gibi, geniş anlamı ile bütün iyiliklerle bütün kötü­lükleri kavrar. Bundan da cesaretin yalnız nelerden korkulup ne­lerden korkulmıyacağının değil, ne zamanda, nerede olursa olsun bütün iyiliklerle bütün kötülüklerin bilgisi olduğu sonucu çıkar. Ama bütün iyilikleri de, bütün kötülükleri de, nasıl geldikleri, gelecekleri, yahut gelmiş oldukları ile birlikte iyice bilen bir in­sanda erdemin bütünü vardır denemez mi? Nelerden korkulup nelerden korkulmıyacağını her zaman ayırdedebilen, kendisinde böyle bir vergi bulunan insanda, iyilikleri nasıl kullanabileceğini bildiği için onlara erebilen insanda adalet mi yoktur, ölçülülük mü yoktur, din mi yoktur? Oysa söze başlarken cesaretin ne oldu­ğunu araştırmak istemiş ve cesareti erdemin bir parçası olarak ele almışlardı. Hepsinin biraraya gelmesi erdem denilen şeyi meyda­na getiren daha başka parçaların da bulunduğunu kabul etmiş­lerdi. Cesaret de erdemin bu parçalarından biri idi. Şimdi ise ya­pılan tanımlama erdemin bütün parçalarına uyuyor. Öyleyse, di­yor Sokrates, cesaretin ne olduğunu bulamadık.

Platon’un bütün Sokratik dialoglarında olduğu gibi, Lakhes’te de bir sonuca varılmadan dialog bitiyor. Ancak, dış görü­nüşü ile sonuca varılmıyor gibi görünüyorsa da, yine de bir sonuç gizlidir bu dialoglarda : erdemin bölünemiyeceği.

Sokratik dialoglarda bir sonuca varılmaması bir tesadüf de­ğildir. Bu bakımdan iki nokta önemli :

  1. Sokrates’deki araştırma gücünü göstermeleri bakımından önemli. Sokrates her defasında bir sonuca varmadıkları halde, bı­kıp usanmadan, hep bu konu üzerinde yeniden araştırma yapa­cağını ileri sürmüştür. Nitekim Lakhes dialogunda Nikias da bu­nu kavramış, olumsuz sonucun da bir kazanç olduğunu, insanı yeniden araştırmaya götüreceğini anlamıştır.
  2. Ama bizim konumuz bakımından asıl önemli olan, Sokrates’in temel düşüncesi denebilen erdem kavramının, bu dialogların başlıca konusu oluşudur. Sokratik dialoglarda hep erdemin parçaları olan cesaret, adalet, ölçülülük, dindarlık gibi kavramlar ele alınır. Bunların tek tek tanımları yapılamaz, çünkü Sokrates’e göre, tek bir erdem vardır, onların parçaları üzerinde tartışılınca bir tanımlamaya da varılamaz elbette. Böylece dialog da sonuçsuz kalmış gibi görünür. Örneğin cesareti tanımlarken ortaya çıkan cesaretli adam tipinde, erdemin bütün öteki parçalarını da ken­disinde taşıyan bir tip belirir, böylece de bütün erdemi içine alan bir tanımlama çıkar ortaya. Şu halde bir sonuca yarılamıyor gibi görünüyorsa da yine de bir sonuç gizli : erdemin bir olduğu ve bölünemiyeceği.

Sokrates’e göre erdemin bir olduğunu, bölünemez bir şey ol­duğunu daha açık gösteren dialog “Protagoras” tır. Bu dialogda konu erdemin öğretilebilip öğretilemiyeceği sorusudur. Ama bunu anlamak için yine erdemin ne olduğu üzerinde durulur. Prota­goras sözlerinin arasında doğruluk, ölçülülük, dinlilik gibi şeyle­rin bir bütün teşkil ettiklerini, bu bütüne de erdem dendiğini söylemiştir. Sokrates için önemli olan şu sorudur : “Bilgelik, öl­çülülük, cesurluk, doğruluk, dinlilik denen bu beş şey bir tek şe­ye verilen başka başka adlar mıdır, yoksa bu adlardan herbiri ken­dine göre özellikleri olan ve birbirinin aynı olmıyan başka başka şeylerin karşılığı mıdır?” Protagoras bunları erdemin başka başka bölümleri olarak ele alır; bunlardan dördünün birbirine çok ben­zese de cesaretin bunlardan büsbütün başka olduğunu ileri sürer. Ona göre, çok eğri, çok dinsiz, çok ölçüsüz, çok bilgisiz insanlar vardır, ama yine de cesurdurlar. İşte bu, Sokrates in kabul edemiyeceğı bir düşüncedir ve bu düşünceyi çürütmek için cesaretin bit bilgi olduğunu öne sürerek, “bilim insanı buyruğu altına alabi­len güzel bii’ şey midir, yani iyi ile kötüyü bilen bir kimseyi her­hangi bir kuvvet yenebilir mi, ona bilimin görüşüne aykırı işler yaptırabilir mi, akıl insanın her işine yarıyan bir güç değil mi­dir?” sorusunu ortaya atıp, bütün bunları Protagoras’a kabul et­tirdikten sonra,.Sokrates sözü “insan bir kötülüğü bilerek mi ya­llar” sorusuna getirir.

Sokrates’e göre, “insan çok defa bir şeyin kötülüğünü bilir, başka türlü davranmak da elindedir, ama yine de yapar, çünkü ya kendini zevke veya acıya kaptırmıştır, ya da iyiyi bilir, ama yine de yapmaz, çünkü kendini o andaki zevke kaptırmıştır gibi söz­ler gülünçtür. Bir insanın kendini zevke kaptırması, o andaki boşu, iyiyi daha sonra gelecek kötülüğe tercih etmesi oluyor; ken­dini kaptırmak sözü, küçük bir iyilik yerine büyük bir kötülüğü seçmek oluyor. Öyleyse bir şey yakından büyük, uzaktan küçük göründüğüne göre, mutluluğumuz büyük boyları seçmeye ve yap­maya, küçüklerinden de sakınmaya bağlı olsaydı, kurtuluşu, nere­de arardık: ölçü sanatında mı, yoksa görünüşlere bağlanmakta mı? Görünüşlere bağlanmak bizi yanıltır, bir şeyin yanlış anla­şılmasına sebep olur, büyüğü küçüğü seçmekte bizi pişmanlıklara sürükler. Oysa ölçü sanatı bütün bu yanılmaların önüne geçer. Bize gerçeği gösterdiği için de, gerçeği edinmekte ruhumuzu sağ­lam bir rahatlığa kavuşturmuş, hayatımızı da kurtarmış olur, öyleyse kurtuluşumuz büyük boyları seçmeye bağlı olsaydı, bizi kurtaracak olan, bir bilimden başkası olabilir miydi? Bu bilim de öl­çü bilimidir. Mademki kurtuluşumuz zevk ve acıları doğru seç­meğe bağlıdır, öyleyse eksi, artı, eşitliğe dayanan böyle bir ince­leme herşeyden önce bir ölçmedir. Ölçme ise elbette bir bilim ve sanatın. Şu halde bir insanın iyinin ne olduğunu bildiği halde ken­dini zevke kaptırması yüzünden bunu yapmadığı sözünün yanlış olduğu açıktır. “Peki, öyleyse bu, kendini zevke kaptırmak değil de nedir? dense, Sokrates’iri vereceği cevap : “bilgisizlik” tir. Günkü zevkler ve acılar, yani iyiler ve kötüler arasında kötü bir seçime sebep olan şey bilim eksikliğidir. Hattâ burada yalnız bilim değil, ölçme diye kabul ettiğimiz bilim de eksiktir. Ohalde yanlış hareketler, kötü davranışlar hep bilgisizlik yüzünden yapılmıştır kendini zevke kaptırmaksa bilgisizliklerin en berbatıdır.

Hoşun iyi, zahmetlinin kötü olduğunu herkes kabul eder. Hoş ve hayatı acısız kılan işler güzeldir de. Her güzel iş de iyi ve faydalıdır. Öyleyse, hiç kimse yoktur ki, yaptığı işten daha iyi­lerinin bulunduğunu bilsin, ya da buna inansın, üstelik bunları yapmak elinde olduğu halde yine de yapmasın, kendi yaptığı ile kalsın. Ohalde bir insanın kendini zevke kaptırması bilgisizlikten, kaptırmaması da bilgelikten gelir.

Bilgisizlik denilen şeyse, değerli şeyler hakkında yalan yanlış şeyler bilmek, iyiyi kötüden ayıramamaktır. Bundan da şu sonuç çıkar: kimse kötü olan, ya da kötü bildiği bir şeyi istiyerek yap­maz, zaten insanin kötü bildiklerini iyi bildiklerine üstün tutma­sı tabiatına aykırıdır. Aynı şekilde korkulan şeyleri alsak, korku bir tehlikenin beklenmesi demektir. Korkulan şey kötü bilinen bir şeydir, kötü bilinen bir şeyi de kimse istiyerek ne seçer 11e de yapar. Bir insanın kaçınmak dindeyken, korktuğu şeylere atılma­sı imkânsızdır. Öyleyse, cesaretin karşıtı olarak bilinen korkaklığı da belirten bilgi eksikliği, yâni nelerden korkulup nelerden kor­kulmaması gerektiğini seçememedir. Ohalde korkulacak ve kor- kulmıyacak şeyler hakkında bilgisi olan, cesaretlidir de. Böylece, Protagoras’m iddiasının tersine “çok bilgisiz, ama yine de cesur insanların ’ bulunabilmesi imkânsızdır Sokrates’e göre.

Görülüyor ki, Sokrates, sonunda, kimsenin bilerek bir kötü­lük işliyemiyeceği düşüncesine varıyor. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, korkulacak şeyleri korkulmıyacak şeylerden, yapılması gerekeni kaçınılması gerekenden ayırdedebilen bir insan kötülük işliyemiyecektir. Öyleyse erdem bilgidir. Erdem bilgi olduğuna göre, öğretilebilir bir şey de olması gerekir. Sokrates burada dik­kati şu nokta üzerine çeker: Başlangıçta üzerinde durdukları ko­nunun erdemin öğretilebilip öğretilemiyeceği sorusu olduğunu ve Protagoras’ın erdemin öğretilebileceğini iddia etmesine kar­şılık kendisinin bundan şüphe ettiğini, hayatında erdem öğren­miş bir kimseyi hiç görmediğini ileri sürerek erdemin öğretilemiyeceğini savunmuştu. Oysa şimdi ikisi de başlangıçtaki düşüncele­rine karşıt sonuçlara varmış bulunuyorlar. Protagoras erdemin bir bilim olmadığını ileri sürmekle onun öğretilebilir bir şey oldu­ğunu da inkâr etmiş oluyor. Sokrates ise başlangıçta erdemin öğretilemiyeceğini iddia ettiği halde, şimdi doğruluğun, ölçünün, cesaretin hep birer bilim olduğunu ispata çalışmakla ilk iddiası­nın karşıtına varmış, erdemin bilim olduğunu, bilim olunca da öğretilebilir bir şey olması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. İşte dü­şüncelerinin böyle altüst olması yüzünden Sokrates meseleyi ye­niden gözden geçirmenin gerekli olduğunu söyler. Dialog da yi­ne sonuçsuz kalır.

Burada biraz duralım. Sokrates’e göre erdem bir bilimdir ona şüphe yok. Ama acaba Sokrates, erdemin bir bilim olduğunu kabul etmesine rağmen, erdemin öğretilebileceğine inanır mu Böyle bir inancını gösteren hiçbir işarete rastlamıyoruz, tam tersine, erdem öğrettiklerini iddia eden sofistlerle hayatı bo­yunca savaşmıştır; onları ruhun beslenmesi için gerekli za­hireyi satan bir tüccara benzetmiştir. Sokrates’e göre, bede­nin beslenmesi için gerekli besleyicileri satan büyük küçük tüccarların mallarını övmelerine nasıl kapılmamak gerekiyorsa (çünkü bunların kendileri bile mallarının sağlığa faydalı mı, zararlı mı olduğunu bilmezler, alıcı da hekim değilse on­lardan fazlasını bilmez), bunun gibi, bilgilerini toptan ve­ya parça parça satmak için şehir şehir dolaşarak satanlara da ka­pılmamalı; çünkü sattıkları bu bilgilerin ruh için faydalı mı, za­rarlı mı olduğunu kendileri de bilmezler, ama yine de ileri sür­dükleri herşeyi müşterilerine överler. Yurttaşların en işbilirleri, en iyileri kendilerinde bulunan erdemi başkalarına öğretmiyor­lar; çocuklarına öğretilebilecek olan herşeyi öğreterek, onları çok iyi yetiştiriyorlar, ama kendilerinde bulunan bilgeliği ne kendi­leri öğretiyor, ne de bu işi başkalarına bırakıyorlar. Sokrates’in kendisi de hiçbir zaman ders vermemiş, çocuklarına ders verme­sini istiyen babalara hep iyi öğretmenler bulmuş, ama bunların hiçbiri erdem öğrettiğini iddia eden bilgiciler, yani sofistler ol­mamıştır. Kendisinin de dialogların hemen hepsinde söylediği : bu hususta bir şey öğrenemediği, böyle bir öğretmenle karşılaş­madığı, ders de almadığıdır. Şu halde Sokrates’in erdemi iyiyi kö­tüden, kaçınılacak şeyleri kaçınılmıyacak şeylerden ayırdedebilme bilgisi olarak gösterişini ele alarak şöyle bir sonuç çıkaramaz mı­yız : Erdem bir bilgidir, ama özel bir şekilde öğretilemez ve öğrenilemez; erdem öğreten bir bilgi olamaz. Ama o zaman da ruhu erdemli kılmak için onu ne ile beslemek gerekecek? İşte Sokra­tes’in verdiği cevap : “çeşitli bilimlerle”.

Peki, ruhu erdemli kılmanın faydası nedir? Bu erdem bizi neye ulaştırır, ruhumuza ne sağlar? Bu soruya da Sokrates’in ce­vabı: “mutluluk” (Oidaimonia) dur. Biz ancak erdemli olmakla, doğru olmakla mutluluğa erişebiliriz, mutlu oluruz. Ama Sokrates gibi düşünmiyen insanlar da var. Nitekim Platon Gorgias dialog’unda Kallikles’i, Devletin ı. kitabında da Trasymakhos’u Sokrates’in karşısına çıkarır. Onlara göre, mutlu olmak için doğru olmak şart değildir, bir çok insanlar kötülükler ettikleri halde, eğri, oldukları halde, yine de mutludurlar. Öyle kırallar vardır ki, bütün ömürleri kötülük etmekle geçmiştir, ama mutludurlar. Hattâ onlara göre, eğrilik etmek doğruluktan daha elverişlidir, birçok durumlarda doğruluk insana kötülük, eğrilik iyilik geti­rir; çünkü eğrilik doğruluktan daha güçlüdür. Oysa Sokıates’e göre, bütün insanlar, ister kıral olsun, ister kadın veya erkek ol­sun, kim olursa olsun, kim erdemli ve doğru ise o mutludur, eğri ve kötü ise değildir. Doğru olmıyan mutlu olamaz. Bir insanın doğru olmadığı halde mutlu olduğunu sanmak, eğrilik içinde yaşıyaıak mutlu olunabileceğine inanmak yanlıştır. Bu düşüncele­rini, Sokrates, çeşitli sorularla karşısındakileri çıkmazlara düşüre­rek ortaya çıkarır. Örneğin, “eğrilik doğruluktan daha elveriş­lidir” diyen Trasymakhos’un sözünü, problemi iyilik-kötülük açı­sından ele alarak, çürütür ve başlangıçta doğruluğun kötülük, eğ­riliğin iyilik olduğunu söyliyen Trasymakhos’u sonunda, doğru­nun iyi ve akıllılık, eğrinin de kötü ve bilgisizlik olduğu düşün­cesine getirdikten sonra Sokrates, besbellidir ki der, doğruluğun akıllılık, bilgililik ve iyilik olduğunu kabul edince, doğruluk, bil­gisizlik olduğunu söylediğimiz eğrilikten daha güçlü olur. Çünkü Sokrates’e göre, eğri kişilerin ellerinde bulunan bir şehir, bir or­du, haydutlar, hırsızlar ve doğru olmıyan bir amaca birlikte yü­rüyen başka ne topluluk varsa hepsinde, insanlar birbirlerine eğ­rilik edecek olurlarsa, bir iş göremezler, haksızlık etmezlerse da­ha iyi çalışırlar. Ohalde eğrilik aralarında geçimsizlik, kin ve kav­ga çıkarır, doğruluk ise iyi geçimi ve dostluğu sağlar. Eğriliğin öyle bir gücü vardır ki, nerede bulunursa bulunsun, bir şehirde, bir soyda, bir orduda ya da başka herhangi bir toplulukta, bu eğ­riliğin etkisi ile bu topluluk önce iş göremez hale gelir, sonra kendine de, kendine karşıt olan herşeye ve doğruya da düşman kesilir; eğriliğin etkisi altında kalan insan kendi kendisi ile de geçinemeyip, uyuşamadığından, iş göremez bir hale gelir, daha sonra, kendi kendine de, doğru insanlara da düşman olur. Doğru insanınsa bilgelikte hayli ilerlemiş olması gerekir. Bir insanın hangi şeyin iyi hangi şeyin kötü olduğunu doğru olarak ayırdedebilmesi, onun bilge ve erdemli olduğunu gösterir. Bilge olan in­san kendini de tanır, neyi bildiğini, neyi bilmediğini ayırır, başkalan üzerinde de bu ayırmayı yapar, öylece yanlışlığa da düşmez, yapamıyacağını bildiği şeyden sakınıp bu işi anlıyanlara bırakır. Böylece de bilgeliğin gücü altında her iş yolunda gider, çünkü yanlış işler ortadan kalkınca insanlar doğru yolu tutarlar, böyle olunca da ister istemez bütün işler yolunda gider, onları mutlulu­ğa kavuşturur. Bilge olmak, doğru ve erdemli olmak, bilgisizliğin işe karışmasına engel olur, bilimin gösterdiği yolda yürümekse insanı iyi ve mutlu kılar. Doğruların iyilerden mutlu olup olma­dıklarını, daha iyi ömür sürüp sürmediklerini de Sokrates yine soru metodu ile şu şekilde araştırır. Her şeyin gördüğü bir iş var­dır, bu işi en iyi gören de o şeydir. Örneğin göz görür, kulak işi­tir, bir üzüm kütüğü kendine özgü âletle en iyi kesilir. Ken­dine bir iş düşen herhangi bir şeyin de bir iyiliği vardır, gözle­rin, kulakların da bir iyiliği vardır; bunlarda, kendilerine özgü olan, iyilik yerine kötülük olsa, bu iyilikten yoksun bırakılsa, iş­lerini başaramazlar. İmdi, ruhun da dünyada başka bir şeyin yapamıyacağı bir işi vardır: ilgilenmek, idare etmek, karar vermek ve buna benzer şeyler. Yaşama da ruhun işidir. Öyleyse ruhun da bir iyiliği vardır. Ruh da kendine özgü olan gücünden yoksun olursa işlerini iyi göremez. Öyleyse kötü bir ruhun idaresi de, il­gisi de kötü olur; oysa iyi bir ruh bütün bu işleri iyi görür. Az önce doğruluğu ruhun iyiliği, eğriliği ruhun kötülüğü olarak gös­terdiğimize göre, doğru ruh ve doğru insan iyi, eğri insan kötü ya­şar. Ama elbette iyi yaşıyan mutlu, iyi yaşamıyan mutlu değildir. Ohalde doğru adam mutlu, eğri adam mutsuzdur. Ama mutsuz olmak elverişli değildir, mutlu olmak elverişlidir. Öyleyse eğrilik doğruluktan hiçbir zaman daha elverişli olamaz. Böyle olunca da insanın eğrilik etmektense eğriliğe uğraması daha iyidir. İnsan asıl, eğriliğe uğramaktan değil, eğrilik etmekten çekinmeli ve iyi görünmeğe değil, her zaman iyi olmağa çalışmalıdır. Herhangi bir insana kötülük etmek doğru adama yakışır bir şey değildir; doğru adam iyidir, kötülük etmekse, iyinin değil, kötünün işidir. Her hareketinde en büyük iyiliği gözeten erdemli adam gelişi gü­zel değil, ama bile bile hareket eder. Yapmak istediğini bilen, ese­ri için kullanılması gereken şeyleri şuradan buradan toplıyan de­ğil, verilmesi istenilen biçimi alabilecek olanları seçen sanatçı gibi hareket eder. Bunlardan herbirinin sonunda istenen biçim ve güzelliği elde edebilmesi için, herşeyi bir düzene göre yerleş­tirir ve her koyduğunu daha önce koyduklarına uydurur.

Bir şeyde düzen ve uygunluk varsa o şey iyidir, karışıklık varsa değildir. Ruhumuz için de bu böyledir, uygun ve düzenli ruh iyidir. Ruhtaki düzen ve uygunluğa da yasalara uygunluk ya da yasa denir, insanları doğru ve uslu kılan da budur. Herşeyin erdemini yapan düzendir. Bir şeyi iyi yapan, onda kendine yaraşan bir düzen bulunmasıdır. Bundan dolayı kendisinde ken­dine uygun bir düzenin bulunduğu ruh da, düzeni olmıyan ruh­tan daha iyidir.

Sokrates’in hayatına baktığımız zaman, ömrü boyunca ileri sürdüğü tartıştığı bu düşüncelerin onun asıl kişiliğini de nasıl dile getirdiğini görürüz. Ancak kendi kendisile uyum halinde bu­lunan kimsenin mutlu olabileceğini söyliyen Sokrates, bu uyumu, bu düzeni kendi hayatında da göstermiştir.

Sokrates her zaman tek bir yol tanımıştır; düşündüklerinden hangisini en doğru buluyorsa, ona uymak. Ölüm karşısında bile o zamana kadar ileri sürdüğü düşünceleri bir kenara atmamış, ölümü göze alarak her zaman söylediklerini yargıçlar karşısında da tekrarlamaktan çekinmemiştir. Sokrates’e göre, ölüm karşısın­da olmak o düşüncelerin değerini değiştirmez.

Sokrates’in hayatında nasıl cesur bir adam olduğunu Laklıes dialogunda Lakhes’in ağzından öğreniyoruz. Sokrates sağlığında üç savaşa katılmış (Poteidaia, Delion, Amphipolis’te), Poteidaia’da yaralanmış olan Alkibiades’in hayatını ve silâhlarını kurtar­mıştır. Bu savaştaki başarısını Platon Symposion (Şölen) dialogun­da Alkibiades’e parlak bir şekilde övdürür. Bu savaşlar dışında Sokrates Atina’dan hiç ayrılmamış, ama politika hayatından da uzak kalmıştır; politika hayatına doğrudan doğruya hiç karışma­mış, üzerine aldığı tek devlet memurluğu da Halk Kurulu üyeliği olmuştur. Ama zaman zaman Atina demokrasisi onun da bir tavır takınmasını gerektirmiştir. Nitekim parlak bir deniz savaşından sonra dönüşte fırtınaya tutulan gemilerinde ölülerin cesetlerini toplamıyan on komutanın duruşmasında yalnız Sokrates onların lehinde konuşmuş, bunları toptan mahkûm etmenin kanuna ay­kırı olduğunu söylemek cesaretini göstermiştir. Bu olayda Sokra­tes’in cesareti açıkça görülür. Sokrates’in bir başka cesareti de oto­ritelerin haksız bir buyruğuna boyun eğmemekte kendini göster­miştir. İsparta ile hemen hemen 30 yıl süren bir savaştan sonra Atina yenilince, iktidara aristokrat bir hükümet geçer. Bu hükü­met hiç bir hak ve kanın gözetmiyen keyfî bir idare kurmuştur. Bu despot idarede Sokrates günün birinde bazı başka vatandaşlar­la birlikte haksız bir tevkifte bulunmak emrini alır, ama Sokrates hayatını tehlikeye koyarak bu tevkif emrini reddetmiş, verilen emri yerine getirmemiştir. Hemen arkasından “otuzların” despot idaresi yıkılmamış olsaydı, bu itaatsizliğinden dolayı büyük bir tehlikeye maruz kalacaktı. Ama Sokrates bu despot idarenin yeri­ne geçen demokrasiyi de aynı pervasızlıkla tenkit etmiştir.

Kendisini suçladıkları zaman da Sokrates ne hapsolmaktan ne de öldürülmekten korkmuş, öldürülmekten korkarak haksızlıkla­ra ortak olmaktansa, kanun ve doğruluğun tarafında tehlikeye atılmayı tercih etmiştir. Sokrates mahkeme huzurunda o zaman­lar âdet olduğu üzere gözyaşları dökerek, yalvarıp yakararak, yar­gıçları yumuşatmak ve cezasını hafifletmek yoluna gidebilir, böy- lece de ölümden kurtulurdu, ama o bunların hiçbirini yapma­mıştır. Bunların hiçbirini yapmamasının küstahlıktan ya da say­gısızlıktan ileri geldiğinin sanılmamasını istiyor Sokrates. Onca, böyle bir hareket, kendisinin, yargıçların ve bütün devletin şe­refine aykırıdır, insanın böyle bir alçalmaya düşmemesi gerekir. Bundan başka, yargıcı aydınlatmak, kendi suçsuzluğuna onu inan­dırmak yerine, onun lûtfunu rica ederek beraet kazanmak doğru bir şey değildir Sokrates’e göre. “Çünkü yargıcın ödevi, doğrulu­ğu bağışlamak değil, herkesin hakkını ölçerek hüküm vermek, kendi keyfine göre değil, kanunlara göre yargılamaktır.” Görülü­yor ki Sokrates yargıçlar karşısında yalvarmak şöyle dursun, on­lara hep meydan okumuştur. Sokrates kendisini ölüme mahkûm edenlerin gerçekte kendilerini mahkûm etmiş olduklarını söyler. “Asıl mesele, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden hızlı koşar”. “Şimdi ben tarafınızdan ölüm cezasına, onlar da hakikat tarafından kötülüğün ve haksız­lığın cezasına mahkûm edilerek ayrılıyoruz. Ben cezama boyun eğerim, onlar da cezalarına boyun eğsinler”. (Zaman Sokrates’i haklı çıkarmıştır.)

Sokrates ölüme mahkûm edildikten sonra da, yine o zaman­lar âdet olduğu üzere, para karşılığı kaçabilirdi, Kriton gibi dost­ları da bu işe hazırdı, ama Sokrates bütün bunları da reddetmiş­tir. Kriton dialogunda niçin kaçmaması gerektiğini çok güzel bir dille anlatır. Bir kere kaçmakla gerçek bir mutluluğa erişebilecek mi, sonra bu kaçış arzu edilir bir şey midir, önce onun incelen­mesi gerekeceğini söyler Sokrates. Kendisi 70 yıl boyunca Atina’da yaşamış, şehrin kanunlarından ve iyiliklerinden faydalanmış­tır. Bu kanunlar hoşuna gitmemiş olsaydı başka bir yere de gidip yerleşebilirdi. Ama kendisi bunu yapmamış, kendi isteği ile bu şehirde kalmıştır. Bu kalışı ile kanunlara karşı bir yüküm altına girmiş, bir söz vermiş oluyordu. Yani kanunlara itaat etmeyi ka­bul etmiş oluyordu. Şimdi bu kanunlar kendisine uygulanınca bu sözünden ayrılacak mıdır? Şimdi gözönünde bulundurulması gereken bir şey var, kalkıp kaçmakla doğru bir iş mi görmüş olu­ruz, eğri bir iş mi? Böyle bir işi eğri bulursak, ölümü de, başka kötülükleri de düşünmeden, burada kalmalıyız; Başımıza gelecek her kötülük eğrilik etmekten iyidir. İnsan hiçbir zaman kötülük etmemelidir. Bu söz her zaman için doğrudur : ölüm karşısında bile. Peki, biz buradan devleti razı etmeksizin çıkar gidersek, bu­nunla bir kimseye, hem de kötülüğümüz dokunmaması gereken kimseye kötülük etmiş olmuyor muyuz? Bizim buradan kaçma­mız, kanunları da devleti de yıkmak değil midir? Verilen hüküm­lerin hiçbir gücü kalmaz, kişiler onları etkisiz bırakır, siler atarsa, bu devlet sürüp gidebilir mi, yıkılmaz mı?

Sokrates’in kanunlar karşısında saygısı çok büyük. Bir insan devletin kanunlarını beğenmiyebilir, ama yine de onlara karşı du­ramaz. Devletin buyruğuna her zaman uymalıdır, ya da kanunun kabul ettiği yollardan gidip, o kanunları değiştirmeğe çalışmalı, insanları uyandırmak, kandırmalıdır. Her Atinalı yurddaşlar sı­rasına girip de devlette neler olduğunu, kanunları, öğrendikten sonra, işine gelmiyorsa, varını yoğunu alıp istediği yere göç ede­bilir, yabancı bir yere yerleşebilir, kanunlar bunu yasak etmiyor, buna engel olmuyor. Ama bu kanunları, devletin işlerini anladık­tan sonra, burada kalanın bu kanunların buyruklarını da tutması gerekir, bu ödevi üzerine almış sayılır.

Denebilir ki, Sokrates daha önce bir tevkif emrine karşı gel­miş, orada devlete itaat etmemişti. Bunu kanun saygısı ile nasıl bağdaştıracağız? Oradaki tevkif emri nasıl haksız idiyse, kendisi­nin suçlanması da aynı şekilde haksızdır, şimdi niçin kanunlara saygı gösterip o emre uyuyor? Burada ilkin şu nokta var : Sokra­tes o zaman da mahkeme karşısına çıkarılsaydı da mahkûm edil­seydi yine kaçmazdı. Bu defa da kendisi ölüme mahkûm edilme­yip de gençlerle konuşması kendisine yasak edilseydi yine bu emre uymayacaktı. Çünkü böyle bir emre itaat etmek, onun için, daha yüksek bir emre, yani içindeki daimonion’un emrine itaat etrnemek olacaktı. Daimonion elediği içindeki bu ses, ona göre, Tanrının sesidir. Sokrates hayatta bir mission’u olduğuna inanır. İçin­deki ses ona ölümü ile bu mission’u daha iyi gerçekleştireceğini işaret etmiştir. Şimdiye kadar pek çok şeylerde onu alakoyan bu ses, şimdi ölüme gidişi karşısında susuyor, bundan da ölümün kendisi için daha iyi olacağını anlıyor. Sokrates ölüm karşısında bile ölmesi mi yoksa yaşaması mı daha doğru diye düşünmüş ve doğru bulduğu ölümü seçmiştir. Ona göre, değeri olan bir kimse, yaşıyacak mıyım, yoksa ölecek miyim diye düşünmemelidir; bir işi görürken yalnız doğru mu, eğri mi diye hareket ettiğini, ce­saretli bir adam gibi mi, yoksa tabansızca mı hareket ettiğini dü­şünmelidir. Savaş anlarında, her türlü ölüm tehlikesi karşısında bütün cesaretile duran bir insan, Tanrı tarafından, kendini ve başkalarını denemek için filozofluk ödevi ile gönderildiği zaman, ölüm ya da başka bir şey korkusu ile ödevini bırakıp kaçmama­lıdır. O, mission’una o kadar inanmıştır ki, mahkemede Atinalılara, meydan okurcasına şöyle seslenir: “Bilmelisiniz ki benim gi­bi bir adamı öldürmekle, beni değil, kendinizi cezalandırmış olur­sunuz; başka bir kimsenin hayatını haksız yere yok etmek daha büyük bir kötülüktür. Ohalde Atinalılar, size Tanrının bir vergisi olan beni mahkûm etmekle ona karşı bir günah işlemeyiniz dediğim zaman, sizin sandığınız gibi, kendimi değil, sizi düşünüyo­rum’’. Burada Sokrates bir benzetme yaparak, devleti büyük bir cins ata, ama büyüklüğünden dolayı ağır olan ve dürtülmek iste­yen bir ata benzetir, kendini de bu devleti yerinden oynatmak için Tanrının bu devlete musallat ettiği bir at sineğine. “Ben Tanrının, devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, kızdırıyor, azarlıyor, peşinizi bırakmıyo­rum. Kendinizi benden yoksundurmamanızı tavsiye ederim”. O kadar ki Sokrates kendisine ceza değil, mükâfat verilmesini ister. Bu meydan okuyuşları ile yargıçları büsbütün kızdırmış, âdeta onları idam kararına dürtüklemiştir denebilir. Ama o bunları bi­lerek istiyerek yapmıştır. Çünkü bunu da kendine ödev bilmiş­tir. Sokrates mahkeme sırasında bir ara şöyle der: “Belki bana denecek ki, “Sokrates ağzını tutamaz mısın, sana kimse karışmadan yabancı bir şehre giderek yaşıyamaz mısın?” Hayır, Sokrates ağ­zını tutamaz, çünkü böyle yapmakla Tanrıya karşı itaatsizlik ede­ceğine inanır. Çünkü Sokrates, erdem gibi, üzerinde hem kendini hem başkalarını imtihana çektiği daha bir çok problemler üze­rinde hergün tartışmanın, felsefe yapmanın, insan için en büyük iyilik olduğuna, imtihansız bir hayatın yaşanmaya değer bir yanı olmadığına inanır. İnandığı yoldan da hiçbir zaman dönmiyecektir.

Mahkeme karşısındaki savunmasında, artık bir daha herkesi sorguya çekmiyeceğine ve filozofluk etmiyeceğine söz vermek şartile kendisini serbest bırakacakları söylenecek olursa vereceği cevabı önceden söyler: “Atinalılar, size saygı ve sevgim vardır; an­cak, ben size değil, yalnız Tanrıya başeğerim, ömrüm ve gücüm oldukça da, iyi biliniz ki, felsefe ile uğraşmaktan, karşıma çıkan herkesi buna yeltmekten, felsefeyi öğretmekten vazgeçmiyeceğim”. “Bu noktada, Atinalılar, hakkımda ister beraet hükmü ve­rin, ister vermeyin, herhalde, iyice bilin ki, bir değil bin kere öl­mem gerekse bile, yolumu asla değiştirmiyeceğim”.

Sokrates ölümü de kötü bir şey olarak karşılamaz. Hattâ böylece mission’unıı öteki dünyada da sürdüreceğine inanır. “Bura­da olduğu gibi, öbür dünyada da öz ve yanlış bilgeliği araştırma­mı ilerleteceğim, kimin bilgiç, kimin bilgisiz olduğunu anlıyabileceğim. Orada sormak araştırmak yüzünden ölüme mahkûm edil­mek tehlikesi de yok”.

Sokrates’de ne büyük bir araştırma gücü ve inancı olduğunu bu sözler, öteki dünyada bile bundan vazgeçmiyeceği sözleri, açık­ça ortaya koyuyor.

————————————————–

[i] AKARSU, Bedia. “SOKRATES’DE ERDEM DÜŞÜNCESİ” İstanbul Üniversitesi Felsefe Arkivi Dergisi 13 (1962): 57-73.

Yazar
Bedia AKARSU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen