Türkiye’de Din Anlayışı

 hasan onat4

 

Prof.Dr. Hasan ONAT

Giriş:

İnsan,”oluş” halindeki bir varlıktır. İlk hücrelerin teşekkülüyle birlikte başlayan bu sürecin ilk aşaması, insanın son nefesini vermesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsanoğlu, değişmeyi farketmese bile, hem fizyolojik, hem de psikolojik yönden sürekli yenilenir, tazelenir. Her insan, her an yeni bir insandır. Bu durum, insanoğlunun “kendini gerçekleştirmesi”ne imkan sağlamaktadır. İnsanın yaratılış amacı, ömür denilen kısa zaman diliminde, toplum içinde, kendini gerçekleştirmedir. Bu bağlamda din, insan için, insanın kendini gerçekleştirebilmesi için bir “araç” niteliği taşımaktadır.

“Oluş” halindeki bireylerden oluşan toplum da, doğal olarak sürekli değişen bir toplum olacaktır. Tıpkı akıp giden nehirler gibi, toplum da sürekli değişmektedir. Buna bağlı olarak, insanî olan her şey de, bu değişimden hissesine düşen payı olmaktadır. İnsanın ürettiği kültür ve medeniyet değişmektedir; siyasal yapı değişmektedir; değerler alanı bile değişmektedir. Ancak, değişimin farkedilmesi, sürecin çok yavaş, ya da çok hızlı işlediği dönemlerde, bir hayli güçleşmektedir. Din olgusu, çift yönlü olarak bu değişim sürecinin içindedir. Hem değişim sürecini etkilemekte, hatta zaman zaman onun istikametini belirlemektedir; hem de, değişimden etkilenmektedir. İnsanlık, 21. asra, baş döndürücü hıza ulaşan bir sosyal değişme olgusunun oluşturduğu yoğun bir çekim alanının etkisinde girmektedir. Çözülmeler ve yeniden yapılanmalar, adeta takip edilemez hale gelmiştir. Öyle ki, eskiden üç yüz yılda, dört yüz yılda ortaya çıkan değişmeler, şimdi üç yılda, dört yılda gerçekleşmektedir.

“Günümüzde tarih sona ermemiş ama sıkıştırılmıştır. Geçmişte tarihî dönemler arasında bulunan belirli aralıklar insanlara tarihî gelişmeleri rahatça anlamalarına imkân veriyordu. Oysa günümüzde birbiri üzerine tamamlanmadan binen tarihî olaylar, perspektifimizi yoğunlaştırıyor ve tarihî olayları algılama duygularımızı şaşırtıyor. Başka bir deyişle söylemek gerekirse, şu anda algılamaya başladığımız dünyadan çok daha farklı bir dünyada yaşadığımızı söyleyebiliriz. Zihnimiz bu yeni gerçeği algıladığı zaman, dünya belki de bugünden düşünemeyeceğimiz kadar değişmiş olacak” (Z. Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, çev. Haluk Menemencioğlu, İst. 1996, VII-VIII). Bilim ve teknoloji alanındaki göz kamaştırıcı başarılar, iletişim imkanlarının artması, hızlı kültür değişimi,insanlığı yeni arayışların eşiğine getirmiştir. Ulaşılan bilgi birikimi, daha önceleri hayal bile edilemeyecek noktadadır. Eğer ne aradığımızı biliyorsak, istediğimiz bilgiye ulaşmak artık çok kolaydır. Bilgi, ayakta kalmak isteyen bütün toplumlar, yeniden yapılanmak durumundaki bütün kurum ve kuruluşlar için hayatî önem taşımaktadır. Süreklilik kazanan değişim rüzgarlarından zarar görmemek,hatta en iyi şekilde ondan yararlanmak,ancak doğru bilgi ile mümkün olabilir.

Artık, birey ve toplum planında “doğru bilgi”nin en önemli güç kaynağı olduğunu görmeden ve bunun gereklerini yerine getirmeden ayakta kalmak,doğrusu biraz zordur. Ancak, insanoğlunun bugün geldiği nokta, bir bütün olarak bilim ve teknolojinin, hatta uygarlığın yeniden sorgulanması gerektiğini düşündürmektedir. Değerler alanındaki erime, insanlığın geleceği hakkında kafa yoran düşünürleri ciddi bir biçimde kaygılandırmaktadır. Çünkü değerler alanını devre dışı bıraktığımız zaman, insan, hırsla bulduğu her şeyi tüketen, yokeden bir varlık haline gelmektedir. Değerlerden yoksun kalan insanoğlu, sadece birey olarak kendisini yok etmekle kalmaz, aynı zamanda insan neslini, hatta bütün hayat belirtilerini bile yok edebilir. Nükleer silahlar ve modern teknolojinin ürettiği çevre sorunları, insanlığın geleceğinin nasıl olabileceği hakkında bizlere bir fikir verebilir. Ünlü tarihçi Toynbee’nin uyarılarına kulak vermekte fayda vardır: “İnsan yapısı kötülüklerimiz öze dönüklükten (ben merkezcilikten) kaynaklanan hırsımızın ve saldırganlığımızın sonucu olmuştur. Bu nedenle kötülüklerin çaresi ben merkezciliğin giderilmesinde bulunur. Deneyimler bize bunun güç ve sancılı bir iş olduğunu gösteriyor; fakat yine deneyimler bize bazı insanların bu amacı gerçekleştirdiklerini söylüyor, kuşkusuz tamamen olmasa da onların verdiği örnekten esinlenen diğer insanların davranışlarında devrimsel değişikliler yapmaya yetecek kadar. Ben merkezciliğe hükmedebilmek bazı azizler tarafından bu şekilde devrimsel bir ölçüde olgunluğa yaklaştırılabilmişse, herhalde bütün insanlar tarafından da bir dereceye kadar gerçekleştirilebilir. Azizler de insandır ve onların yapabildikleri biz geriye kalanların yeteneklerinin tamamen üstünde olmasa gerektir.

“Günümüzde insanın geleceğine yönelik tehdidin insanoğlundan gelmesi utanç vericidir. Eğer ben merkezciliğimizi egemenlik altına almak için ruhsal bir çaba harcadığımız halde gücümüz olmasına karşın kendimizi kurtarabilmeyi başaramazsak bu daha da utanç verici olur. Durumun utanç vericiliği bizi çaba göstermeye özendirmeli ve başarı gösterme gücümüz olduğunu bilmemiz, gerekeni yapmak için umut, cesaret ve enerji vermelidir. “İnsanın kontrolü dışındaki güç veya kuvvetler tarafından bozulmak tehlikesi felç edicidir; çünkü bozulmanın insan eylemleriyle önlenebilmesi için hiç bir umut bırakmaz. Ancak bu nedenle, böyle bir olasılık karşısında pasif boyun eğme moral bozucu olmaz, çünkü bir insanın önleme gücüne sahip olmadığı bir şeye kendini bırakması utanç verici değildir. Buna karşın gücümüz yettiği ve harcama isteği gösterdiğimiz takdirde bizi kurtaracağı açık olan bir çabayı göstermeyi reddederek zarar görmemize izin vermemiz utandırıcı ve bu nedenle moral bozucudur. Böyle durumlarda hareketsiz kalmak intihar demek olur”.(A. Toynbee- D. Ikada, Yaşamı Seçin, çev. Umut Arık, Ankara 1992, 63-64). Toynbee’nin bu tespitleri üzerinde biraz durmakta yarar olduğunu düşünüyoruz. Her şeyden önce, insanın geleceğine yönelik en önemli tehdidin insanoğlundan kaynaklandığı, tartışılamayacak kadar açıktır. İnsanlar, birey ve toplum planında daha çok güç sahibi olabilmek için, ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Teknoloji, daha çok güç ve nüfuz sahibi olmak isteyenlerin işini büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Modern teknolojiye sahip olmak, güçlü olmakla eş anlama gelmektedir. Teknolojiye karşı çıkmak, önemini görmezlikten gelmek mümkün değildir. Ancak, üç önemli hususun altının çizilmesi gerekmektedir: Birincisi, insanın teknolojiye bu kadar bağımlı olması, insanın doğa ile irtibatının kaybolmasına, insanın varlık bütünlüğünü yitirmesine yol açmaktadır. Hayatın anlamını kavramak zorlaşmaktadır. Araç olan bilim ve teknoloji amaç haline dönüşmekte; insan, kendi yarattığı teknolojinin esiri haline gelmektedir. İkincisi, teknolojinin insan fıtratıyla ve tabiatın yasalarıyla uyum içinde olması gerektiği öncülünden hareketle, mevcut bilim ve teknoloji politikasının yeniden gözden geçirilmesi lazımdır. Aksi takdirde, teknolojiye dayalı olarak ortaya çıkan sorunlar, insanının, yaşaması için uygun olan ortamı yitirmesine sebep olacaktır. Daha sıcak, insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirmesine katkıda bulunacak, çevre dostu bir teknolojiye ihtiyaç vardır. Üçüncüsü, teknolojinin sağladığı güç, insanlığın geleceği açısından bir tehdit olmaktan bir şekilde çıkarılmalıdır. Bu ise, ancak, değerler alanında sağlıklı bir yapılanmasının gerçekleşmesiyle ve insanların bilinçli olarak değerleri içine sindirmesiyle mümkün olabilecek bir husustur.

Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, son bir asırdır insanların başını döndürmüştür. Özellikle teknolojinin sağladığı avantajlara dayalı olarak ortaya çıkan güç, insanın değerler alanını ihmal etmesi gibi bir sonucun ortaya çıkmasında etkin olmuştur. “Evet, insanoğlu teknolojik olarak ilerledikçe ahlak standartları da düşme eğilimi göstermiştir. Bu düşüşün nedeni teknolojik gelişme ile sağlanan gücün, yüksek ahlak standartlarının oynadığı rolü yüklenebileceği kuruntusudur. Bu kuruntuyu yıkmak, insanın bugün kendini içinde bulduğu ve kendisinin yaratmış olduğu ikilemi çözmek için harcanacak çabaların başlangıç noktası olmalıdır” (Toynbee-Ikeda, aynı eser, 352). Mevcut uygarlığın, bir bütün olarak, insanlığın geleceği açısından, yeniden sorgulanması gerekmektedir. Bu uygarlığın temelleri pek iyi atılmamıştır. Sömürme ve reaksiyon, uygarlığın temelinde yatan iki önemli faktör olarak karşımıza çıkmakta; biraz üzerine gidildiği zaman, insanın burnuna pek hoş olmayan kokular gelmektedir. Değerlerin ihmal edilmesinin önemli bir sebebi olmalıdır. Uygarlığın temelinde yatan, zihniyette, insana, tabiata bakışta birtakım ciddi eksiklikler olmalıdır. Bu uygarlık, insanoğlunun ontolojik anlamda bütünlüğünü yitirmesine, insanın kendisine yabancılaşmasına sebep olmuştur. “Uygarlık diye adlandırdığımız gelişme teknolojide, bilimde ve gücün kişisel olmayan bir biçimde kullanılışındaki gelişmedir; dürüstlükte yani ahlâkta bir gelişme değildir. Her teknolojik gelişme beraberinde bir güç artışı getirir ve güç de iyiye veya kötüye kullanılabilir. Günümüz toplumunun en ürkütücü yanı teknolojinin sağladığı gücün son zamanlarda şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde ve oranda artmasına karşın, çok büyümüş olan bu gücü kullananların ortalama ahlâk -veya ahlaksızlık- düzeylerinin ya sabit kalmış ya da daha aşağılara düşmüş olmasıdır”. (Toynbee- Ikada, Yaşamı Seçin, 353). Konuyu, her türlü çıkar hesabından ve önyargılardan uzak olarak, sağ duyu ile ele almak, bir zorunluluktur. Her geçen gün, insanlığın geleceği açısından telafisi mümkün olmayacak hasarlar meydana getirmektedir. Şu andaki bilgilerimize dayalı olarak söyleyecek olursak, insanoğlunun yaşayabileceği başka bir dünya yoktur. Öyleyse, bu dünyanın, insanın ve diğer canlıların uyum içinde yaşayabileceği bir yer olma özelliğini bozan her türlü faaliyet, mutlaka ciddiye alınmalı ve olumsuzluğun durdurulması için gerekli önlemler ihmal edilmemelidir. Bu hususta, insanoğlu en etkili yardımı dinden alabilir. Nitekim Toynbee de, bu gerçeği çok iyi yakalamıştır: “Doğanın insan için var olduğunu kabul edersek bilim yıkıcı amaçlarla kullanılacaktır. Bu bencil toplumsal varsayımla sadece kişisel ortamda baş edilebilir. Her insan kendi kişisel bencilliğinin efendisidir. İnsan doğasının, insanlara, bireysel veya toplu olarak, kendilerini kontrol altına almalarını ilham eden tek özelliğinin din olduğunu kabul ediyorum.

“İnsan yaşamı ve çevresine yönelik olarak sadece dinsel tavırlar, atalarımızın tanımladığı gibi bir kez daha insanın ayrıcalıklı büyük gücüne karşın, eğer kendisine gerekli doğal çevresi ile beraber yaşayacaksa, insanın doğanın bir parçası olduğunu ve onunla birlikte var olabileceğini fark etmemizi sağlar. “Din bana, bilince sahip ve sonuçta kaçınılmaz bir seçim yapma gücü ve buna bağlı olarak seçim yapma gerekliliği olan bir varlığın yaşamı için zorunluluk olarak görünüyor. İnsanın gücü ne kadar büyürse dine gereksinimi de o kadar artıyor. Eğer bilimin uygulaması din tarafından ilham ve idare edilmezse, bilim hırsa göre uygulanacak ve hırsa o kadar etkili hizmet edecektir ki yıkıcı olacaktır”.(Toynbee -Ikada, Yaşamı Seçin, 50). Din olgusu, unutuldu,unutulacak, bitti, bitecek denilirken,hiç beklenmedik bir anda, insanlığın gündeminde en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra insanlığın geleceğinde etkin olacak temel faktörlerin en önemlilerinden ikisi, doğru bilgi ve din olgusudur. İşin gerçeği,din,insanlık tarihi boyunca,insanlığın doğal akışında daima etkin olmuş;hatta bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur. Yapılan araştırmalar,tarihte, bütünüyle dinden uzak bir toplumun mevcut olmadığını;toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da kendiliğinden varolduğunu ortaya koymuştur. Bugün gelinen noktada, dinin yeniden ön plana çıkmış olması, din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek herhangi bir şey yapmanın pek mümkün olmayacağını göstermektedir. Din insanlara temel iletişim kodlarını verir. Bireylerin inanıp inanmaması, dindar olup olmaması bir yana, insanların birbirlerini doğru anlayabilmeleri, büyük ölçüde din hakkındaki doğru bilgiye bağlıdır.

Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. İhtiyar dünyamız gittikçe küçülmektedir. Eğer barış içinde yaşamak gibi bir kaygımız varsa, görüşümüz, ideolojimiz, din anlayışımız ve din konusundaki tavrımız nasıl olursa olsun, öncelikle, birbirimize katlanmayı öğrenmek zorundayız. Bu ise, insanların birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır. Din, bu konuda bize yardımcı olacaksa, kişisel hesapları bir kenara bırakıp, din konusunda doğru bilgi sahibi olmanın yollarını aramak durumundayız. * * Din olgusu, 20. asrın sonlarında, bütün dünyada yeniden yükselen değer olmuştur. Bu gelişmenin günden güne daha da güç kazanarak devam etmesi beklenmektedir. Değerler alanındaki erozyonun doğurduğu sonuçlar, arayış içindeki insanları dine ve dinî değerlere yöneltmektedir. İnsanlığın geleceğini tehdit eden ciddi sorunların çözüme kavuşturulmasında dinden yardım umulmaktadır. İşin gerçeği, Allah katından gelen vahyin ve onun etrafında şekillenen İlahî nitelikli “din”in esas amacı da, insanoğlunun sorunlarının çözümüne katkıda bulunmaktır. Türkiye’de, topluma yön vermek ve fikir üretmek durumunda olan aydınlar, özellikle son bir asırdır, “din” olgusunu pek fazla önemsememişler; hatta bir kısmı, “çağdaşlaşma”nın, “modernleşme”nin bir “bütün” olarak “batılılaşma” olduğunu, ancak “batılı olmakla” kurtulmanın mümkün olacağını iddia etmişlerdir.(M.S. Aydın, “Türkiye’de Din ve Modernleşme İlişkisi Üzerine Bazı Düşünceler”, Türk Yurdu, c. 17, sayı 116-117, Nisan Mayıs 1997, 17).

Bu durum, Cumhuriyet’le birlikte, din alanının büyük ölçüde kendi kaderine terk edilmesini -bir anlamda yeraltına çekilmesini- beraberinde getirmiştir. Bugün pek çok sorunun kaynağı olan din alanındaki bilgi boşluğu, bu durumun doğal sonucudur. Türkiye, din alanında topluma istikamet verecek, fikir üretecek “dindar aydın”ı yetiştirememiştir. Sonunda, gelenek dinle özdeş olarak algılanmış, din bizatihi problem olmaya başlamıştır. 1996 yılı ve 1997’nin ilk yarısı, Refah Partisi’nin Türkiye’nin en çok milletvekili çıkaran partisi sıfatıyla iktidarın büyük ortağı olmasının da etkisiyle, dinî tartışmaların çok yoğun yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Ancak, tartışmalar, tartışmayı yürütecek bilgi birikimi olmadığı için, duygusal çizgide, “kör dövüşü” halinde sürdürülmüştür. Bütün olup bitenler, İslâm’ın Türkiye’de ilgi odağı olduğunu göstermektedir. Ne var ki, mevcut tezahürler bu ilginin, bilgi temelinden yoksun olduğunu düşündürmektedir. Türkiye’de,kişisel eğilimleri nasıl olursa olsun,bireylerin dine ve özellikle İslâm dinine yaklaşımları körlerin fili tariflerini andırmaktadır. Görme özürlü bir grup insan, filin nasıl bir varlık olduğunu çok merak ederlermiş. Bir gün,onların bu merakını bilen bir kimse, fili onlara tanıtmak istemiş. Herkes filin bir parçasına dokunarak onu tanımaya çalışmış. Fil gittikten sonra,onun nasıl bir varlık olduğu,görme özürlülere sorulmuş. Filin hortumuna dokunan,onun boru gibi bir hayvan olduğunu;kulaklarını tutan yelpazeye benzediğini;sırt kısmını sıvazlayan da duvara benzediğini söylemiş. Evet,filin hortumunu boruya benzetebilirsiniz,kulaklarını yelpazeye benzetebilirisiniz;hatta sırt kısmını duvara bile benzetebilirsiniz. Fakat fil bunların hiç birisine benzemez. Türkiye’de, dindarların da,”dinin afyon” olduğuna inananların da, İslâm’ı bilerek dindar, ya da dine karşı insanlar olduklarını söyleyebilmek,doğrusu biraz zordur. Fanatizm, niteliği nasıl olursa olsun,cehaletin doğal sonucudur. Kaba kuvvet,ancak,bilginin bir güç olduğunu kavrayamayan az gelişmişlerin baş vurmayı düşünebilecekleri bir araçtır. Artık, insanların,devletlerin ve toplumların birbirlerini anlamaları bir zorunluluk haline gelmiştir. Doğru bilgilenme olmaksızın doğru anlamaktan söz etmek mümkün değildir. Dinler arası diyalog arayışlarının gündemde olduğu bir dönemde, Müslümanların da, mezhepler üstü düşünmeye başlamaları zamanının gelmiş hatta geçmekte olduğu kanaatındayız. Din anlayışı ile ilgili farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan bütün mezhepler, İslâm’ın anlaşılma biçimleridir; bunların her ne suretle olursa olsun, İslâm’la özdeşleştirilmesi mümkün değildir.

Öyleyse, asırlardır Müslümanları derinden yaralayan, Sünnî-Şiî ihtilafının zararlarının en aza indirilebilmesi için, öncelikle bu mezhepler hakkında doğru bilgilenmeden başka çıkar yol yoktur. İnsanların herhangi bir mezhebe mensubiyetleri, doğrudan kendilerini ilgilendiren bir meseledir. Ancak, hiç kimsenin İslâm’ı kendi tekeline almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Öte yandan, İslâm, ana kaynakları belli olan,gizlisi-saklısı olmayan bir dindir. Dünyânın, günden güne “Açık toplum”a doğru gittiği gözlenmektedir. İletişim imkânlarının iyice artması, Müslümanları, İslâm’ı, çağın verilerinden de yararlanarak yeniden anlama sorumluluğu ile yüz yüze getirmiştir. Önümüzde duran on dört asırlık İslâmî birikim, iyi anlaşıldığı takdirde, bize ciddi olarak ışık tutacak niteliktedir. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için, bir anlamda, Müslümanların, tarihi, eleştirel bir yaklaşımla yeniden okumaları gerekmektedir. Şimdiki halde İslâm Tarihi, doğru anlaşılmadığı için, Müslümanların gündemini geçmiş belirlemekte, geçmişin problemleri hâlâ bizleri meşgul etmektedir. Kerbelâ Olayını örnek olarak verebiliriz. Asırlar önce, o dönemin koşulları içinde gerçekleşen, hiç bir yönden tasvip edilmesi mümkün olmayan bir olay, bugün bile, Müslümanların muhtelif gruplara ayrılmalarında önemli rol oynamaktadır. Oysa yapılması gereken, önce o elim olayın doğru anlaşılması ve gerekli derslerin çıkarılmasıdır. Günümüz Müslümanlarını o olaylardan sorumlu tutmak, ya da o olayların anısını canlı tutarak Müslümanların farklı saflarda yer almalarına yol açmak tarihi doğru anlamamaktan başka bir şey değildir. İşin ilginç yanı, Kerbelâ olayı, Türklerin Müslüman olmasından neredeyse iki asır önce olmuştur. Bu olay, açık konuşmak gerekirse, Arapların bir iç sorunu olarak tarihteki yerini almıştır. Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlar Kûfeli Araplardır. Hz. Hüseyin’i hunharca öldürenler, ya da onun ve etrafındaki çoluk çocuğun gözlerinin önünde öldürülmesine seyirci kalanlar da Kûfeli Araplardır. Daha sonra, Hüseyin’in intikamını almak için Tevvâbûn Hareketi’ni gerçekleştirenler de yine Kûfeli Araplardır. Hüseyin öldürülürken, onu öldürenler arasında Ümeyyeoğullarından bir tek asker bile yoktur. (Bk. H. Onat, Emeviler Devri Şiî Hareketleri, Ankara 1993, 62 vd.) Kerbela olayı esnasında ne Şiîlik vardır, ne de Sünnilik.

Kerbela olayı, günümüz Türkiye’sinde bile, Müslümanlar arasında görüş ayrılıklarına sebep olabilmektedir. Bu durum, tarihi ve dini doğru anlayamamanın, toplumlar için ne kadar pahalı bir bedeli olduğunun açık bir kanıtı olarak gösterilebilir. Türkiye, insanlığın genel gidişinde belirleyici olmak durumunda olan bir ülkedir. Tarihin doğal akışı doğrultusunda ortaya çıkan yeni koşullar, Türkiye’ye ve Türklere yeni misyonlar kazandırmakta, yeni sorumluluklar yüklemektedir. Tarihimiz, biz görmezlikten gelsek de, bizi derinden derine “kendi varlığımızın farkında olmak” için zorlamaktadır. Dünyanın içine sürüklendiği baş döndürücü “sosyal değişme olgusu”, bilginin etkin bir güç kaynağı haline gelişi, bizim için yeni ve cazip fırsatlar hazırlamaktadır. Türkiye, insanlığın muhtaç olduğu “yeni uygarlık”ın beşiği olacak potansiyele her bakımdan sahiptir. Ancak, bizim, öncelikle sorunları çözmek için var olan İslam dinini sorun ve sorun kaynağı olmaktan çıkartmamız, ontolojik manada kendi aslî yerine oturtmamız gerekmektedir. Din alanında bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. İslâm dini, sağlıklı bir demokrasinin hazırlayacağı, kültürel zenginliklerimizle beslenen bir zeminde, bize yeni bir uygarlığın kapılarını açabilir. Türkiye, İslam’la birlikte çağdaşlaşmayı bir şekilde başarmak zorundadır. Türkiye’de din alanı, maalesef param parçadır; bunun ana sebebi de, İslâm hakkında ilmî nitelikli bilgi birikiminin olmayışıdır. İslâm’ı bilen, Kur’ân’ın ruhunu kavramış olan insanların uzlaşma noktalarını bulmamaları mümkün değildir. Bilen insanlar, -eğer art niyet yoksa- daha kolay anlaşır ve uzlaşırlar. Ancak, önce zihniyet sorunlarının aşmamız gerekmektedir. “..Tarih bizi çok önemli bir noktaya getirmiş bulunuyor: İstikrar içinde değişmenin ve modernleşmenin kollektif ipuçları, işaretleri, yönelişleri önümüzde durmaktadır. Bunları iyi değerlendirirsek, muasır herhangi bir yurttaşımızı, muasır Türk’ü, muasır Müslüman Türk’ü bir millet potası içinde yaşatamamamız için hiçbir sebep yoktur”. (M. S. Aydın, aynı makale, 19).

I. Türkiye’de Zihniyet Sorunu

Yeryüzünde bir milyardan fazla Müslüman yaşamaktadır. Birleşmiş Milletlerde temsil edilen, halkı Müslüman olan ülke sayısı 60’a yaklaşmıştır. Ne var ki, bu ülkelerin hiçbirisi “Gelişmiş Ülke” kategorisinde değildir. Dünyanın neresinde savaş varsa, insanlar eziliyor, horlanıyorsa, insan hakları ihlalleri hemen dikkat çekiyorsa, oranın Müslümanların yaşadığı bir yer olduğu hemen akla gelmektedir. Bu durumun tesadüfle izah edilmesi mümkün değildir. Son iki asır, Müslümanlar açısından, belki tarihin en acı zaman diliminin adı olmuştur. 19. asrın başlarından itibaren Müslümanların yaşadıkları bölgeler, yavaş yavaş, Batılıların “sömürge” alanları olmuştur. İslam ülkelerinin çoğu, 1945’lerden sonra bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Bugün, dünyanın en problemli ülkeleri, yine halkı Müslüman olan ülkelerdir. Öyle zannediyoruz ki, zihniyetle ilgili sorunların üstesinden gelmeden, bu gidişi tersine çevirmek biraz zor olacaktır. Eğer bütün bu olup bitenleri “kader”le izah edemeyeceksek -kaderle izah etmeye kalkışmak, sorumluluktan kaçmak ve olumsuzlukları rasyonalize etmek demektir-, sorunun kaynağının Müslüman insanın kendisi olduğunu açıkça itiraf etmemiz gerekecektir. Bütün Müslümanların, doğru düşünme, doğru anlama ve doğru değerlendirme konusunda ciddi sorunları vardır. İslam’ı doğru anlamadığımız için, sorunların kaynağını tespitte zorlanmaktayız. Sürekli dışarıdan bir suçlu arama eğilimimiz mevcuttur. Oysa, kendi geleceğini belirleme konusunda inisiyatif sahibi olmayan birey toplumların kaderini, ya dış güçlerin, ya da geçmişin belirlediği ortada olan bir gerçektir. Türkiye’de, hemen hemen her alanda, çok ciddi bir zihniyet sorunu vardır. Herkes, birey ve toplum planında, kendisinin veya grubunun var olduğunu gösterme yarışı içindedir. Türkiye’nin gündemi, sunî olarak üretilen sorunlarla meşgul edilmektedir. Öyle ki, sürekli konuşan, çok konuşan; aklına geleni, sözün gidebileceği menzili hesap etmeden, öncelik sıralaması yapmadan söyleyiveren; anlam konusunda duyarsızlaşmış bir toplum haline geldik. Konuşmaktan dinlemeye vakit bulamıyoruz. İşin en kötü yanı da, “konuşarak tatmin olmak”. Türkiye’de, ne sorunlar doğru tespit edilmektedir; ne de sorunlara sağlıklı çözüm yolları aranmaktadır.

Bu zihniyet sorunlarının arka planındaki bazı ana sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:

a.  Doğru Düşünememek

Bir konuyu iyi anlayabilmek için, öncelikle, zihnin, o konuyu doğru anlayacak şekilde donatılması, ya da, konuyu doğru anlamaya hazır hale gelmesi gerekmektedir. Bunun adı, doğru düşünmeyi bilmektir. İnsanların yanıldıkları noktalardan birisi, doğru düşünmeyi bilip-bilmedikleridir. Herkes, doğal olarak, -doğru düşünmenin ne olduğunu düşünmeden- doğru düşündüğünü düşünür. Oysa, insanoğlunun önyargıları vardır; zaman zaman, bazı olay ve olguları, işine geldiği şekilde anlama ve değerlendirme gibi kötü bir alışkanlığa sürüklenebilmektedir. Bazen, çıkarlar insanın doğru düşünmesini engellemektedir. Bazen de sosyal baskı insanı miyoplaştırabilmekte, hatta körleştirebilmektedir. Doğru düşünmek, insanı, olay ve olguları oldukları gibi görmek, fikirler ve olaylar arasındaki bağlantıları doğru tespit etmek, doğru açıklamak, doğru anlamak ve doğru yorumlamaktır. Normal sınırların ötesindeki korku, sevgi, bağımlılık, duyarsızlık, insanın doğru düşünmesini engelleyen hususların başında gelmektedir. Doğru düşünebilmek için, insan aklının çelişkileri kolayca fark edebilme özelliğinin körelmemiş olması lazımdır. “Bir çelişmeyle karşılaştığı zaman pasif durumda kalmamak insan aklının özel niteliklerinden biridir. Çelişmeyi çözebilmek için hareket geçecektir. İnsanlık tarihindeki her türlü ilerleme buradan kaynaklanır. İnsan, çelişmeleri bilinçli bir şekilde fark edip de buna karşı eylemle tepkide bulunmaktan alıkonacak olursa, bu çelişmelerin varlığı ister istemez inkar edilecektir. Çelişmeleri uyumlu bir hale getirme, böylece onları inkar etme, bireysel hayattaki rasyonalizasyonlarla toplum hayatındaki ideolojilerin (yani sosyal olarak kalıplaşmış rasyonalizasyonların) sayesinde gerçekleşmektedir. Bununla birlikte, eğer insan aklı yalnızca akla uygun cevaplarla ve gerçekle tatmin olabilseydi, bu ideolojiler etkisiz kalırdı. Şu var ki, kendi kültüründen olan insanların çoğunun paylaştığı ya da güçlü otoritelerin öne sürdüğü düşünceleri gerçekmiş gibi kabul etmek de insanın özelliklerinden biridir. Çelişmeleri uyumlu hale getirmeye çalışan ideolojiler kamuoyu ya da otoriteler tarafından desteklenecek olursa, insanın kendisi tam olarak huzura kavuşmasa bile, insan aklı yatışmış olacaktır”.(E. Fromm, Erdem ve Mutluluk,63) Akıl,çelişkileri fark edecek güçte yaratılmıştır. İnsanın akıl sayesinde doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü ayırdedebilmesi de, bunun sonucudur. Çocuklar, çelişkileri kendi düzeylerinde kolayca fark edebilirler. Ancak yaş ilerledikçe, çelişkilerin akıl tarafından fark edildiğini fark edebilmek için, özel çaba harcamak gerekmektedir.

Toplumsal baskı, şartlanma, çıkarlar, hırs, açgözlülük, arzuların ve zevklerin esiri olmak, insan aklının bu üstün özelliğini günden güne törpülemektedir. Sonunda, akıl, çelişkiler karşısında duyarlılığını yitirmektedir. Kur’ân’ın, “kalbin mühürlenmesi” dediği şey de bu olsa gerektir (Bk.Câsiye,23; Mü’min, 35). Kalbi mühürlenen insan, çelişkilerle kucak kucağa yaşamaktan haz duymaya başlar. Olay ve olguları olduğu gibi değil de, işine geldiği şekilde görür, anlar ve anlamlandırır. Hangi konuda olursa olsun, “bilmeden”, “delilleri olmadan” tartışır, konuşur. Sadece kendi söylediklerinin doğru olduğunu zanneder; zanna uyar. Bu durum, sonuçta, insanın kendisini kandırmasına ve bunun bir hayat tarzı haline gelmesine sebep olmaktadır. Kur’ân, insan aklının en ileri seviyede etkin olmasını; insanın insanı, eşyayı, olay ve olguları doğru anlamasını ve doğru değerlendirmesini sağlamak amacıyla gelmiştir. Kur’ân, insanoğlunun doğru düşünmesine yardımcı olmak için vardır. Müslüman insan, “bilmediği şeyin ardına düşmemek” (İsra, 36), “zanla hareket etmemek”, delillere dayalı olarak konuşmak zorundadır. Bu ise, öncelikle doğru düşünmeyi gerektirir. Neyi bilip bilmediğini bilmeyen bir insan, doğru düşünmenin ne olup olmadığını da bilmez. Aklın çelişkiler karşısında duyarsızlaşmasını önlemenin yolu, öncelikle otokritik denilen insanın kendisini eleştirmesi, kendisiyle dürüstçe hesaplaşmayı başarmasıyla mümkün olmaktadır. Ancak, bunun zannedildiği kadar kolay olmadığını da hemen hatırlatmalıyız.

b. Eleştiriye Açık olmamak

İnsan, yaratılışı gereği sınırlı bir varlıktır. Gözümüz belli ışınları görür; kulağımız, belli frekanstaki sesleri işitebilir. Beş duyumuzun sınırlı olduğunu bilmek için, başkalarının herhangi bir şey söylemesine gerek yoktur. Kendi varlığının farkında olan, doğru düşünmesini bilen her insan, kendi sınırlarını kolayca fark edebilir. İnsan aklı, ağırlıklı olarak beş duyudan gelen verilerle hareket eder. Beynimize ulaşan bütün verilerin doğru olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir; yanılma ihtimali her zaman mevcuttur. Bu sebepten, insanın olduğu her yerde, her hususta, bir hata payı hesaba katılmak durumundadır. Öte yandan, insanoğlu, kendisini kolayca kandırabilen, doğru düşünmeyi başaramadığı zaman, her şeyi akla uygun hale getirebilen bir varlıktır. Her şeyi akla uygun hale getirmeyi bir alışkanlık haline getirdiği zaman, duyarsızlaşır; Kur’ân’ın ifadesiyle “kalbi mühürlenmiş” olur. Bunu önlemenin yolu, eleştiriye açık olmaktan geçer. Eleştiriye açık olmak, gelişebilmenin, zenginleşebilmenin ilk şartıdır. Ne var ki, bizim geleneğimizde eleştiri, daha çok olumsuzlukların ön plana çıkartılması şeklinde gerçekleşmektedir. Bu da, insanların eleştiriden hoşlanmalarını zorlaştırmaktadır.

İslam dini, insanın kendisine karşı dürüst olmasını istemektedir. Bu ise, otokritik de denilen özeleştiri ile mümkün olabilir. Ancak, özeleştirinin muayyen bir seviye istediğini hemen belirtmeliyiz. İşte bu noktada, insanın “uyarılmaya muhtaç bir varlık” oluşu aklı gelmektedir. İnsan, yaratılışı gereği, uyarılmaya muhtaçtır. Bu ihtiyaç, aklın en iyi şekilde fonksiyonel kılınması ile ilgili olsa gerektir. Vicdan, ya da sağ duyu denilen şeyin de, aklın çelişkileri farketme özelliği ile yakın ilgisi olmalıdır. Kur’ân’da, ısrarla, Kur’ân’ın bir “öğüt” olduğu hususunun altının çizilmesi; Hz. Peygamber’in “insanları vahiyle uyaran bir uyarıcı” olduğunun vurgulanması, onun “Din nasihattir” anlamındaki hadisi, “din”in insanların uyarılma ihtiyacına bir cevap olduğunu düşündürmektedir. Doğru düşünmesini bilen her insan, doğru düşünebilmek için bile, zaman zaman eleştiriye, uyarıya ihtiyaç hasıl olduğunu iyi bilir. Eleştiri olmadan, ne bilimsellikten, ne de kalıcı başarılardan söz edilebilir. Eleştiriye açık olmak, doğrular karşısında duyarlı olmak demektir. Türkiye’de, fikir üretecek, ülke sorunlarına çözüm getirecek herkesin hem bizatihî eleştiriye açık olması; hem de, insan ürünü olan her şeyin sonuna dek her türlü tahlil ve tenkide açık olduğunu bilmesi gerekmektedir.

c. Akıl ve İmanın Alternatif Kavramlar

Olarak Algılanması. Geleneksel din anlayışımızda, genellikle iman ve akıl alternatif kavramlar gibi algılanmaktadır. İman, hiç düşünülmeksizin kabul edilmesi gereken bir ön kabuller yığını, bir dogma olarak takdim edilmektedir. Oysa dinimiz İslâm, ancak akıllı olanı sorumlu tutmuş; Hz. Muhammed, “aklı olmayanın dini de yoktur” buyurmuştur. Akıl insanoğlunun mümeyyiz vasfı olduğuna göre, insanın olduğu her yerde, en ileri seviyede etkin olmak durumundadır. Aklın olmadığı yerde insanlıktan söz etmek mümkün değildir. İnsanın doğru düşünebilmesi ile, inanç alanı arasında önemli bir bağlantı vardır. Doğru düşünebilmek, inanç alanının aydınlık olmasına bağlıdır.

Bu ise, imanın vahyî ve mantıkî temellerini iyi bilmek ve imân konuları hakkında doğru bilgi sahibi olmak demektir. İnsanoğlu, yaratılışı gereği akılla Allah’ın varlığına inanabilen bir varlıktır. Araştırmaya dayalı imân, insanın doğuştan gelen bu özelliğinin vahiyle bütünleşerek açığa çıkmasıdır. Bu doğrultuda, akıl ve vahiy birbirinin tamamlayıcısı olmak durumundadır. Akıl ve imân da birbirinin alternatifi değildir. İmân akıl temeli üzerinde, vahye dayalı doğru bilgi ile, insanın hür iradesi sayesinde gerçekleşir. Akıl olmadan imân akıl temeli üzerinde, vahye dayalı doğru bilgi ile, insanın hür iradesi sayesinde gerçekleşir. Akıl olmadan imân olmaz. İmânla ilgili yegane bilgi kaynağı vahiydir. Bir insanın İslâm dairesi içine girebilmesi için, neye, nasıl inanması gerektiğini Kur’ân belirlemiştir. Bir insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, Ahiret gününe ve öldükten sonra dirilmeye, Peygamberlik kurumuna ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine, Kur’ân’ın Allah katından Hz. Muhammed’e geldiğine inanıyorsa, mümindir, Müslümandır. Kur’ân, insanoğlunu bilerek inanmaya, bilerek yaşamaya çağırmaktadır. İman ve aklın alternatif kavramlar olarak düşünülmesi, Kur’ân’a aykırıdır. Kur’ân, açıkça, “bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” bildirmiş; “Allah’a saygı duymanın, Allah’tan sakınmanın bile ilimle olacağına dikkat çekmiştir. Her türlü bilimsel gelişme, Müslümanın imanını daha da güçlendirir. Ancak, iman ve akıl alternatif kavramalar olarak alındığı zaman, bilimsel faaliyetlerdi bile aklın yeterince etkin olmasını engelleyen bir durum ortaya çıkmaktadır. Bazı kimseler, din adına kendilerine sunulanları sorgulamak yerine, yanlışları bilimle ispatlama çabalarına girişebilmektedirler. Diğer taraftan, iman ve aklın alternatif kavramlar olarak düşünülmesi, araştırmaya dayalı imana geçişi engellemekte ve Müslümanların saf dinî duygularının kötü niyetli kimseler tarafından sömürülmesini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca, korkulan ve sevilen şeylerin putlaştırılmasına veya her şeyin dinleştirilmesine de kapı açmaktadır. İnsan, tanrılaştırdığı her şeyi, anlama menzilinin dışına çıkartmış olur. Tanrılaştırmakla yok etmek arasında bir bağlantı olduğunu farketmek pek de zor değildir.

d. İlmî Zihniyetin Önemsenmemesi

Bir kimyagerin, bir fizikçinin kendi alanında doğru düşünmesi, sosyal ilimlerle, beşerî ilimlerle uğraşanlara göre daha kolaydır. Çünkü, karşılarında, az çok bilinen, yeri ve ana nitelikleri belli olan nesneler vardır. Elde edilen bilgi, deney ve gözleme dayalıdır; doğruluğunun, ya da yanlışlığının tespit edilmesi her zaman mümkündür. Araştırıcının ön yargıları, bilgininin değerlendirilmesinde, teknolojik alana taşınmasında etkin olsa da, bilginin elde edilme sürecinde, birinci derecede yönlendirici değildir. Üstelik, aynı konuda araştırma yapan araştırıcıların ulaştıkları sonuçlar, diğer araştırıcıların geldikleri noktanın ne ölçüde isabetli olup olmadığını biraz olsun gösterebilir. Müspet ilimler, ya ada tabiî bilimler alanında araştırma yapan bir araştırıcının, istediği kadar deney ve gözlem yapma hakkı vardır. Sosyal, ya da diğer adıyla beşerî bilimlere gelince iş değişmektedir. Her şeyden önce, obje de, süje de insandır. İnsanoğlu, yine insanoğlunun, yapıp etmelerini, başarılarını, duygularını, düşüncelerini, tecrübelerini, kısaca insanı anlamaya çalışmaktadır. Bu alanda doğru bilgiye ulaşmak, başka alanlara göre çok daha zordur. Hele din gibi, insanı temelden kavrayan ve kuşatan bir alan söz konusu olduğunda, araştırıcının işi fevkalade zorlaşmaktadır. Her bilgi, hem araştırıcının dünyasında, hem de araştırma konusu olan insanların dünyasında birtakım çözülme ve yeniden yapılanmalara yol açmaktadır. Ön yargılar, araştırmanın istikametini ve sonuçlarını doğrudan etkileyebilmektedir. Dinden çıkma korkusu, dindar araştırının elini kolunu bağlayabilmektedir. İdealizasyon, gerçeklerin görülmesini engellemektedir. Rasyonalizasyon, çelişkilerin hem gizlenmesine, hem de kalıcı bir etkinlik kazanmasına yol açmaktadır. Beşerî bilimlerin kendine özgü mantığını kavrayamayan insanların, “insan”la ilgili, genel geçer nitelikli, sağlıklı tahliller yapmaları biraz zordur. Hele Türkiye gibi, beşerî bilimlerin, ne devlet, ne de “aydın” tarafından yeterince önemsendiği, toplumun nabzını tutacak, yöneticilere istikâmet verecek sosyologların, psikologların ve teologların olmadığı, ya da bunların seslerinin çıkmadığı ülkelerde, “her şeyi bilen” (!) insanların gürültüsü ortalığı doldurmakta, sorunlar gittikçe daha da karmaşık hale gelmektedir.

Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu bütün sorunların, dinle ve dinî değerlerle bir bağlantısı mutlaka vardır. Sorunların temelinde, din konusunda doğru bilgi sahibi olmamak yatmaktadır. Dinî tabulaştıran dindar insan da, dindar insanın her davranışını “irtica” olarak anlayan insan da dinin ne olduğunu bilmemektir. Din konusunda doğru bilgilenme sorunu aşmadan, sorunlarımız üstesinden gelebilmemiz ve kalıcı çözümler üretmemiz biraz zordur. Din, insanlara temel iletişim kodlarını verir. Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Din hakkında doğru bilgi sahibi olan bir ateistle, bilinçli ve bilgili bir dindarın diyalog kurması, birbirini anlaması her zaman imkan dahilindedir. Ne bilgisiz bir dindarla bir dinsiz, ne bilgisiz bir dinsizle bir dindar, sağlıklı iletişim kurabilir. Doğru bilgi, iletişim kanallarının açık tutulmasını sağlar. Bilen insanların birbirlerini anlamaları, ortak noktaları bulmaları her zaman mümkündür. Türkiye’de, dindar insanların, zihniyet planında ciddi sorunları vardır. İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan “dinden çıkma korkusu”, radikal eğilimlerin ve bazı davranış bozukluklarının ham maddesidir. Bu korkudan kurtulabilmek için, öncelikle İslâm hakkında ilmî nitelikli bilgiye ihtiyaç vardır. Aynı şekilde “dinden korkan” insanların da İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamalarından kaynaklanan, ilmî zihniyet eksikliği şeklinde kendini gösteren ciddi sorunları vardır. Çözüm, öncelikle İslâm hakkında ilmî nitelikli doğru bilgi sahibi olmaktan geçmektedir.

e. Din ve Geleneğin Özdeşleştirilmesi ya da Geleneğin Dinleştirilmesi

Din alanında, geçmişi görmezlikten geldiğimiz zaman, içinde bulunduğumuz zaman dilimindeki gerçekleri anlama imkanını yitiririz. Çünkü, din olgusu, kökü insanlığın başlangıcına kadar uzanan, insanın olduğu her yerde karşımıza çıkan bir olgudur. İslâm dinini, diğer dinlerden bağımsız olarak ele almak ve anlamak biraz zordur. Üstelik İslâm, kendisini, Hz. Adem’e kadar uzanan vahiy geleneğinin son halkasında şekillenmiş bir din olarak görür. Buna ek olarak, İslâm’ın, Hz. Muhammed’in ilk vahyi aldığı andan itibaren başlayan bir tarihî bir süreci vardır. İslâm, on dört asırdır, kendisini Müslüman olarak gören insanların din ihtiyaçlarını karşılamaktadır. On dört asırlık süreç içinde, İslâm’ın damgaladığı kültürler ve bir İslam medeniyeti ortaya çıkmıştır. Günümüz Müslümanının, inanç dünyasını şekillendiren temel ilkeler, teorik olarak Kur’ân’da mevcut olmasına rağmen, asırların imbiğinden süzülerek günümüze ulaşmıştır.

Çoğu zaman, Kur’ân, Müslümanın hayatını doğrudan etkileme alanının dışında kalmıştır. Bir başka ifadeyle, Kur’ân, İslâm’ın erken döneminde Müslümanları doğrudan etkilemiş; onların inanç dünyalarını şekillendirmiş; dünyaya bakış açılarını vahye uygun hale getirmiş olmasına rağmen, daha sonra, bu etki günden güne azalmış, Kur’ân’ın yerini önce “hadisler”, daha sonra da gelenek almıştır. Kanaatımıza göre, İslâm kültür ve medeniyetindeki Kur’ânî boyut, erken dönem Müslümanlarının doğrudan Kur’ân’dan etkilenmeleri sonucu, Kur’ânî düşüncenin geleneğe düşünsel planda belirgin bir biçimde damgasının vurmuş olmasının doğal bir sonucudur. Ne var ki, Kur’ânî zihniyetin izleri, günden güne azalmış; din gelenekle bütünleşmiştir. Geleneğin kutsallaştırılması, din haline getirilmesi, öncelikle onun doğru olarak anlaşılmasını engellemektedir. Gelenek, doğrudan, insanların neye, nasıl inanacaklarını, neye nasıl değer vereceklerini, kısaca, birey ve toplum olarak insanın geleceğini belirlemeye başlamaktadır. Kur’ân, geleneğin böyle bir nitelik kazanmasına “ataların dini zihniyeti” adını vermekte ve şiddetle eleştirmektedir. “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin!’ dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler! Ey inananlar! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduktan sonra, (yoldan) sapanın size bir zararı dokunmaz. Hepinizin dönüşü Allah’adır, O yapmakta olduklarınızı size bildirecektir” (Mâide, 104-5). “Onlara:’Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman: ‘Hayır,biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler!” (Bakara, 170). Türkiye’de geleneğin kutsallaştırılması, sadece dindar insanın sorunu değildir. Bu açıdan bakıldığında, dindar olan insanla, dindar olmayan insan arasında, zihniyet planında belirgin farkların olduğunu söyleyebilmek, işin gerçeği hiç mümkün değildir. Türkiye’de din, laiklik, demokrasi gibi konularda, ileri seviyede bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bu durum, zaman zaman, dindar insanı, devlet düşmanlığı gibi, düşünülmemesi gereken uç noktaya doğru sürüklemekte; laiklik konusunda özel hassasiyeti olan kimseleri de, din düşmanlığı çizgisine doğru çekmektedir. Türkiye’de, temeli olmayan suni gerilimler ortaya çıkmaktadır. Bizler -sağcı, solcu, dindar, dinsiz, laik, laikçi, kim olursak olalım-, Türk bayrağının dalgalandığı Türkiye’de, bir arada yaşamak zorundayız. Öyleyse, birbirimize katlanmayı, birbirimizi anlamayı bir an önce öğrenmeliyiz. Bizim, sorunumuz, doğrudan zihniyetle ilgilidir. Türkiye’de, Müslüman olmasına rağmen, dini, dindar insanlar gibi anlamayan, laikliği, demokrasiyi, insan haklarını söylemlerinin ana teması yapan insanlarımızın da, yine temelde din hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan korkuları ve zihniyet sorunları vardır. Türkiye’de zaman zaman yükselen, sun’î laikdindar gerilimi, bu bilgi boşluğundan kaynaklanmaktadır. Bu gerilimden çıkar sağlayan insanların “çanına ot tıkayabilmek” için, Türkiye’yi “sağırlar diyalogu cenneti”ne çeviren zihniyet sorunlarını aşmamız gerekmektedir. Ön yargılı olmak, eleştiriden korkmak ve kaçmak, değişimi algılayamamak, değişmemek için bilinçsizce direnmek, çelişkileri görememek bir zihniyet sorunudur. Bu çarpık zihniyete sahip olan insanın, Müslüman, Hıristiyan, dinli, dinsiz, laik, laiklik karşıtı olması fazla bir şey değiştirmez.

Türkiye’de, sorunların doğru tespit edilmesine, sağlıklı çözümler üretilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için de, ne İslâm dininden, ne de demokrasiden vazgeçmenin mümkün olmayacağını göz önüne alarak, Batı standartlarının üstünde bir demokrasi oluşturabileceğimizi düşünerek, bir an önce zihniyetle ilgili sorunlarımızı aşmamız gerekmektedir. Dinin -en azından- bir sosyal realite olduğunu göremeyenlerle, İslâm’ın Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasinin oluşmasına imkan sağlayacağını fark edemeyenler arasında, zihniyet olarak fazla bir fark olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Birisi din konusunda ön yargılıdır; diğeri, demokrasi ve laiklik konusunda ön yargılıdır. Ortak nokta,ön yargılı olmaktır. II. Türkiye’nin Konumu Türkiye, konumu itibariyle, İslâm ülkeleri ile Batı arasında bir köprü görevi görmektedir. Batının ve Modernitenin meydan okumalarını en derinden hisseden ve yaşayan Türk milleti olmuştur. Ancak, bu meydan okumanın cevabı, henüz verilmiş değildir. Türkiye, halkının yüzde 98’inin Müslüman olduğu resmî istatististiklerle ifade edilen bir ülkedir. Türklerin Müslümanlığının, yaklaşık 1200 yıllık bir geçmişi vardır.

Bu Müslümanlık, ağırlıklı olarak bir Türk olan İmam Maturidî çizgisinde, Sünnî anlayış doğrultusunda şekillenmiştir. Selçuklular’ın, Osmanlılar’ın insanlığa armağan ettikleri muazzam Türk – İslâm medeniyeti, Türk insanının zekasının ve kültürünün İslâm’ın getirdiği inanç sistemi ve dünya görüşü ile yoğrulmasının bir ürünüdür. Bu, oniki asırlık kültür ve medeniyeti doğru anlamadan, Türkiye’nin mevcut problemlerini doğru anlayabilmek ve sağlıklı çözümler üretmek, kanaatımızca biraz zordur. Alevîlik, Osmanlı siyasetinin, özellikle de, Yavuz Sultan Selim- Şah İsmail mücadelesinin sonucu olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Aleviliğin doğuş süreci iyi aydınlatılmadan, günümüzdeki sorunlarına kalıcı çözüm bulmak pek mümkün değildir. Türkiye’de, mevcut nüfusun yaklaşık yüzde onunu Alevîler oluşturur. Türkiye’de, din alanında, insanları yüksek amaçlar etrafında toplayabilecek, birlik- beraberliği pekiştirecek güçlü fikirler üretilemediği için, bilgi boşluğu, dinî duyguların istismarını kolaylaştırmıştır. Yüzlerce cemaat, tarikat grupları ortaya çıkmıştır. Bu, devletin geleceğini tehdit eden bir yapılanma biçimidir. Çünkü, bu, bilgiye dayalı, rasyonel temelleri olan bir örgütlenme biçimi değildir. Türkiye, dinî nitelik taşıyan bazı kendi iç sorunları aşabilmek için, din alanında, aklın ve vahyin ön planda olduğu bir yeniden yapılanmayı başarmak zorundadır.

Bu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceği açısından, hatta bütün Müslümanların ve insanlığın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Türkiye, halkı Müslüman olan tek “laik” bir devlettir. Bu durum, İslâm dini ile ilgili birtakım tezahürlerin, zaman zaman yanlış değerlendirilmesine sebep olmaktadır. Türkiye’deki Fransız tipi laiklik, zaman zaman din karşıtlığı olarak algılanmış; zaman zaman da, laiklik adına din düşmanlığı yapılmıştır. Laikliğin sürekli tehdit altında olduğu şeklindeki ön yargı, hem laikliğin sağlıklı bir zemine oturmasını engellemiş; hem de laiklik adına dine ve dinî değerlere saldırmak isteyenlere fırsat vermiştir. Türkiye’deki dinî hayatla ilgili bilimsel araştırmalar, maalesef yok denilecek kadar azdır. Her şeyden önce, Türkiye’nin dinî coğrafyası tespit edilebilmiş değildir. Diğer taraftan, Türkiye’deki dinî gruplarla ilgili sosyolojik araştırmalar henüz yapılmış değildir. Kendi araştırmalarımıza ve kişisel gözlemlerimize dayanarak yaptığımız tespitler ise şöyledir: Türkiye’de, İslâm dinini benimsemiş olan halkın çoğunluğu, şifahî kültürle beslenen, herhangi bir dinî gruba, ya da cemaate mensup olmayan, kendi halince namaz, oruç, gibi temel ibadetleri yerine getirmeye çalışan Müslümanlardan oluşmaktadır.

Türkiye’de din alanındaki bilgi boşluğu, tahmin edilebilecek olanın çok ötesindedir. Bu durum, bir kısım insanların bilmedikleri şeyin düşmanı olmalarına yol açtığı gibi, bazı insanların saf temiz dinî duygularının, başta siyasîler olmak üzere, bazı odaklar ve kişiler tarafından acımasızca sömürülmesine, hatta insanların yaşama sevinçlerini yitirmelerine bile sebep olabilmektedir. Türkiye’de dini savunur görünenler de, laiklik adına “dine değil, şeriata” karşı olduklarını söyleyenler de, din konusunda bilimsel nitelikli bilgiden yoksun görünmektedirler. Sorunlara kalıcı çözümler üretebilmek, öncelikle konu hakkında doğru bilgi sahibi olmayı gerektirir. Türkiye, çok ciddi bir kriz döneminden geçmektedir. Hızlı kültür değişiminin dalgaları oturmadan, tüm dünyanın içine sürüklendiği baş döndürücü sosyal değişme süreci, ister istemez Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Değerler alanı altüst olmuştur. Demokrasi, hâlâ oturmamıştır. Tarih, Türk insanını, insanlığın genel gidişinde etkin roller alma hususunda, bilinçaltından sürekli uyarmaktadır. Mevcut konjonktür, biz yeterince değerlendiremesek de, Türkiye’nin önüne, “yeni bir uygarlık yaratmayı” bile düşündürecek yeni fırsatlar koymaktadır. Bu bakımdan, kriz ortamını, hem bir mayalanmanın sancıları olarak, hem de, olumsuzlukların doygunluk noktasına yaklaşması olarak okumak mümkün görünmektedir. Türkiye’nin Müslüman ülkeler arasında kendine özgü bir yeri vardır.

Bu konuda, Pakistanlı büyük alim, merhum Prof. Dr. Fazlurrahman, 1977 yılında, İslam isimli eserinin Türkçe baskısı için yazmış olduğu önsözdeki tespitleri dikkat çekicidir: “Müslüman ülkelerinin çoğunda, iyi düzenlenmiş bir İslam eğitim örgütü bile mevcut değildir. Sadece Türkiye, 1949’dan beri insana gerçekten umut veren bir İslam eğitim çerçevesi veya örgütü meydana getirmeyi başarmıştır. Ayrıca Türklerin, Batı kültürü hakkında oldukça yakın, sistemli ve uzun tecrübesi bulunması ve bugün bir bakıma İslamı ‘yeniden keşfetmekte’ olması dolayısıyla bu ülkede İslam Rönesansının zengin ve anlamlı olacağını ümit etmek açısından önemli sebep bulunmaktadır. Çünkü geleceği ilgilendiren köklü meselelerle saklambaç oyunu oynamayıp, bu meseleleri hakkıyla karşılamak için lüzumlu cesarete sahip olmak, Türklerin ulusal karakterinde yerleşmiş bir unsurdur. Muhammed İkbal’in de ümit ettiği gibi, Türkiye’nin bir kez daha yeni ve semereli bir İslam Rönesansının öncüsü olduğunu ispatlaması pekâlâ mümkündür”. (Fazlurrahman, İslam, çev. M. Aydın-M. Dağ, İst. 1992, XXXXVI.) III. Din Alanındaki Sorunların Tarihsel Arkaplanı Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama dönemine girmesi, Batı’nın yavaş yavaş kendi “Orta Çağ”ının karanlıklarını yırtmaya başlaması anlamına gelmektedir. Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayî Devrimi, Fransa İhtilali, Batı Medeniyeti’nin teşekkül sürecindeki önemli köşe taşlarıdır. Batı, Sanayî Devrimi ile birlikte, teknolojik üstünlüğü yakalamıştır. Teknolojik üstünlüğü yitiren Osmanlı Devleti, din anlayışını yenileyememiş, eğitim alanında gayret göstermesine rağmen, köklü reformları gerçekleştirememiş, ekonomik açıdan Kapitülasyonların ağırlığı altında ezilmeye başlamıştır. Sonunda, Osmanlı Devleti, toprak kaybetmeye başlamıştır. İşin en kötü yanı, kaybedilen topraklar, Fransızların, İngilizlerin, İtalyanların ve Rusların sömürge alanı haline gelmeyi başlamıştır. Sevr anlaşmasından sonra, Anadolu bile Yunanlılar,İngilizler,Fransızlar, İtalyanlar ve Ruslar tarafından paylaşılmıştır. İstiklâl Savaşı, Anadolu’nun birkaç yıl içinde işgal kuvvetlerinden temizlenmesini sağlamıştır. İlk toparlanan Türk insanı olmuştur. Daha sonra, diğer İslam devletleri, yavaş yavaş bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Bu ortaya koyduğumuz tablo, 19. ve 20. asırların, Müslümanlar için, ilk defa Batı gerçeği ile karşı karşıya geldikleri dönemler olduğunu göstermektedir. Kelimenin tam anlamıyla bir kriz ortamı söz konusudur. Batının bilim ve teknoloji alanındaki üstünlüğü, göz kamaştırmaktadır. Batı kültürü, pek çok Müslümanın yüreğinin yağını eritmektedir. Fiilî sömürge durumu, bir yandan, Batı kültür ve değerlerinin etki gücünü arttırırken, diğer yandan da, bağımsızlık özlemlerini ateşlemektedir. Koşullar, doğal olarak bir kimlik bunalımını hazırlamıştır. Değerler alanı altüst olmuştur. Her şeyin meşruiyeti tartışılır hale gelmiştir. Müslümanlar, Osmanlı şemsiyesinden uzaklaşırken, hem kendi başlarının çaresine bakmak, hem de, tarihle hesaplaşmak zorundaydılar.

Tarihî,sosyal, ekonomik, kültürel, askerî ve siyasî açıdan bir kriz ortamı söz konusuydu. Güç durumda kalan birey ve toplumlar, doğal olarak tecrübelerine baş vururlar. İşte, 19. asırdan itibaren İslâm’ın Müslümanlar için yeniden ön plana çıkması, kriz ortamından kurtulma çabalarının bir sonucudur. Tarih, Weber, Durkheim, Berger gibi Batılı sosyologların “sosyal ve ekonomik yoksulluğun dinî bağlarda bir artışa yol açtığı” şeklindeki tespitlerini (bk.Dale W. Wimberley, “Socioekonomic Deprivation and Religious Salience: A Cognitive Behavioral Approach”, The Sociological Quarterly 25 Spring, 1984,223-4) doğrulamış ve dinin, güç durumda kalan insanlar için vazgeçilmez bir sığınak olduğunu göstermiştir. Ancak, “kriz dönemlerinde insanlar, özgürlükçü ve daha az tanıdık olan inanç biçimlerine veya köklü kültürel gelenekler ile değerler konusundaki denemelere kolay kolay yanaşmazlar. Tersine, değerler ile gelenekler konusunda iyi tanıyıp bildikleri esaslara tutunurlar. Çağdaş İslam toplumu da çeşitli başarısızlıklar içinde görüldüğü için, İslamcılar, sorunun temel nedeninin kesinlikle İslam’ın özünden uzaklaşılması olduğunu öne sürmektedirler.” (G.E.Fuller-Ian O.Lesser, Kuşatılanlar İslam ve Batının Jeopolitiği, çev. Özden Arıkan, İst.1996, s.96). Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, dünya haritası, yeniden, ama Batının istediği biçimde şekillenmiştir. Halkı Müslüman olan devletlerin çoğu, 1940’lardan sonra bağımsızlığına kavuşabilmiştir. Bu ülkelerde, İslâm, sömürgecilere karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin simgesi olduğu gibi, kimlik arayışının da odak noktasında yer almıştır. Doğal olarak halk yeterli derecede bilgi sahibi olmamasına karşın dindarlığı tercih etmiştir; aydınlar ve idareciler de, -Suudi Arabistan hariç- Batı’ya ve Batılı değerlere daha yakın olmuşlardır. Bütün İslâm ülkelerinde bir aydın-halk sürtüşmesi ortaya çıkmıştır. Doğrudan dine bakış açısıyla ilgili olan bu sorun, halen varlığını çeşitli şekillerde devam ettirmektedir. Sadece Türkiye, diğer İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, laik ve demokratik bir yapılanmaya geçilmiş, inkılaplar yapılmış, kısaca her şey tepeden tırnağa değiştirilmiştir. Bu bağlamda, 20. asır, Türkiye’nin, belki de insanlık tarihinde bir örneğinin daha bulunmadığı bir hızlı kültür değişimine maruz kalışına şahit olmuştur.

a. Osmanlı Devleti’nden Devraldığımız Mirasla İlgili Hesaplaşma Yapılmamış ve Defterler Henüz Kapanmamıştır.

aa. Siyasî Miras

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın mirası üzerinde kurulmuştur. İmparatorluktan Cumhuriyete geçilmiştir. Ancak, gerek halkımız, gerekse siyasîlerimiz, hâlâ Osmanlı İmparatorluğu devam ediyormuşçasına düşünmekte, olayları, imparatorluk gözlüğü ile görmekte ve değerlendirmektedirler. Hiç kuşkusuz, bazen böyle düşünmeye ve değerlendirmeye ihtiyaç vardır; ancak, bunun alışkanlık haline getirilmesi, üstelik de, “çöküş sürecindeki zihniyet” ile hareket edilmesi, bizi gerçeklerden uzaklaştırmaktadır. Siyasî parti liderleri, kendilerini imparator gibi görmekte, halkı da tebaaları olarak düşünmektedirler. Öyle zannediyoruz ki, siyasî liderlerin “ölünceye kadar lider” olma arzusu, toplumun da buna yatkın olması, söz konusu zihniyetin bir ürünü olarak görülebilir. Türkiye, hâlâ demokrasi kültürünü üretememiştir. Bunun sebebi, demokrasi kültürünü üretecek olan “demokrat” zihniyete geçemeyişimizdir. Kültürü üretecek olan, bakış açısıdır; zihniyettir. Türkiye’de, “ben demokrasiyi çok severim, benim partim iktidar olursa” zihniyetinin egemen olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Türk aydını, bir türlü demokrasiyi içine sindirememiştir; çünkü demokrat değildir. Batı’yı anlayamadığı için, Türk halkına üstten baktığı, onu küçümsediği için demokrat değildir. Eleştiriye kapalı olduğu için, demokrasiyi içine sindirememiştir. Dindar olan insanlarımız da, geleneğin esiri oldukları için, demokrasiden korkmuşlar; onun dine zarar vereceğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin üzerine oturacağı siyasî ve kültürel zemin, çok fazla önemsenmemiş; tarihimizden, bol miktarda mevcut olmasına rağmen, zemini sağlamlaştıracak bağlantı noktaları hiç aranmamıştır.

Cumhuriyet, laiklik ve demokrasinin, Türk toplumunun sahip olduğu değerlerle örtüşebileceği gerçeği, çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Türkiye’de, “demokrasi” kavramı sözlüğümüze girdiğinden beri, özellikle aydınlarımız, ─belki de halka tepeden baktıkları için─ demokrasiyi içlerine sindirememişler; sağlıklı demokrat olmayı pek başaramamışlardır. Hilâfet kaldırılmış olmasına rağmen, “hilâfet”in İslâm’ın özü ile ilgili olmadığı gerçeği, insanımıza, bugün bile lâyıkıyla anlatılabilmiş değildir. Oysa, hilâfet kaldırılırken Mecliste yapılan tartışmalar, kitap haline getirilerek insanlarımızın önüne konulmuş olsaydı, dinî saiklerle Cumhuriyete ve demokrasiye karşı çıkanlar, bu tutum ve davranışlarının İslâmî nitelikli olmadığını kolayca görebilirlerdi. O dönemde yapılan tartışmaların seviyesi, şu sıralar konu hakkında konuşanların sergiledikleri seviye ile mukayese bile edilemeyecek derecede yüksekti. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki olağan dışı durumu, bunun gereklerini anlayışla karşılamak mümkündür. Ancak, çeyrek asırdır, geçiş dönemindeki koşullar içindeymişçesine davranmak, toplumun sağlıklı düşünmesini, sağlıklı bir demokrasi kültürü oluşturmasını engellemiştir. Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapılanması sürecinde köşe taşlarını oluşturan ana ilkelerdir. Bugün, hâlâ demokrasinin oturmadığı söyleniyorsa, hâlâ laiklik tartışılıyorsa, bu ilkelerin, hiçbir önyargıya kapılmadan, açık yüreklilikle gözden geçirilmesi gerektiğini kabul etmeliyiz. Toplumun bir kesimi, bu köşe taşlarına, hâlâ “Batı’dan ithal” ilkeler olarak bakabiliyorsa, bunun sebeplerinin iyi tespit edilmesi, Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin geleceği açısından büyük önem arz eder.

Türk milleti, devleti uğruna canını feda etmekten hiçbir zaman çekinmemiştir, çekinmez de. Ancak, Devlet, millet için varolduğu gerçeğini unutursa, kendisini sevecek insan bulmakta zorlanabilir. Bir asra yaklaşan Cumhuriyet tecrübemizde, devlet-millet diyalogunda zaman zaman ciddi kopukluklar olduğunu görmezlikten gelmek mümkün değildir. Milletin, devlete olan güveninin, milletin ısrarla direnmesine rağmen, sarsılmak istendiğini düşünmeden edemiyoruz. Türk milleti, dünyanın en köklü devlet geleneğine sahip milletlerinden birisidir. Devlet, bu geleneğin üzerine oturmak zorundadır. Türk milletinin, cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin kendisine sağladığı imkanlardan daha aşağısına razı olabileceğini düşünmek, bu millete saygısızlık olur. Bu milletin siyasî tecrübesi, dünya standartlarının üstünde bir demokrasi, dünya standartlarının üstünde bir laiklik üretmeye müsaittir. Ancak, şimdiye kadar milletimizin önüne, böylesi hedeflerin hiç konulmadığını hemen belirtmeliyiz. Demokrasi ve laiklik, en küçük bir rüzgarda söneceğinden korkulan bir mum gibi, fânus içinde korunmak istenmiştir. Bu durum, hem demokrasi kültürünün oluşmasını engellemiş; hem de birtakım insanların, laikliği bir prestij ve çıkar aracı olarak kullanmalarına imkan sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan intikal eden siyasî mirasla, sağlıklı bir hesaplaşmayı, maalesef başaramamıştır. Demokrasi kültürü üretilememiştir. Bunun sebebi, “demokrat” olan insan tipini yetiştiremeyişimizdir. Din olgusu görmezlikten gelinerek, Müslüman insanı küçümseyerek demokrasi kültürü oluşturmak, kanaatimizce pek mümkün değildir.

ab. Kültürel Miras

Türkiye, Cumhuriyetle birlikte, çok hızlı bir kültür değişikliğine sahne olmuştur. Harf inkılabı, geçmişle köprüleri yıkıp atmıştır. Selçuklu ve Osmanlı’nın kültürel mirası, sadece şifahî olarak yeni nesillere aktarılmıştır. Cumhuriyetle birlikte gerçekleştirilen inkılaplar, daha çok kültür değişikliğini amaçlamıştır; böyle bir amaç olmasa bile, en azından otaya çıkan sonuç, böyle bir amacın hedeflendirdiğini düşündürmektedir. Kültür değişikliği, sosyal değişmenin kaçınılmaz bir sonucudur. Ancak, kültür değişikliğinin sağlıklı olabilmesi için, önce, hedeflenen istikamette bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç vardır. Tarih boyunca, doğrudan kültür değişikliğini hedef alan faaliyetlerin, uzun vadede kalıcı başarı elde edemedikleri gözlenmektedir. Sağlıklı bir zihniyet değişikliğini müteakip ortaya çıkan kültür değişmesi, daha kalıcı, daha tutarlı olmuştur. Bunalımlı dönemlerde, insanların gözleri maziden bir şeyler aramaya başlar; çıkış yolu, daha çok mazide aranır. Bu durum, hızlı kültür değişikliğinin yaşandığı dönemlerde, hem kimlik arayışı, hem de değişikliğe direnme arzusunun tezahürü olabilir.

Türkiye Cumhuriyeti, Türk insanında, sağlıklı bir zihniyet değişikliğini gerçekleştirememiştir. Bugün, sağ eğilimli aydın da, sol eğilimli aydın da, bir türlü “demokrat” olamamaktadır; çünkü kültürümüz, kültürümüze bakışımız tutarlı değildir. Geçmişi, eleştiriye tabi tutmadan geleceğe taşımak isteyen insan da, geçmişine düşman olan insan da, geçmişin ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdur. Bu durum, bir tür fanatizm doğurur. Fanatizmin, yobazlığın, sağ, ya da sol eğilimli kimselerdeki niteliği arasında çok ciddi farklar yoktur. Gerekli zihniyet değişikliği gerçekleştirilmeden girişilen hızlı kültür değişimi, her ikisi de sağlıksız olan iki uç eğilimi beraberinde getirmiştir: Birincisi, geçmişin idealize edilerek eleştiri dışı tutulması, bir anlamda, kutsallaştırılması ve tabulaştırılması. İkincisi, geçmişin, yok farz edilerek eleştiri dışı tutulması. Kutsallaştırmak da, yok farz etmek de, insan gerçeği ile bağdaşmamaktadır. Hiç kuşkusuz, kültürü üreten insandır; ancak, bireyi ve toplumu şekillendiren de kültürdür. Hızlı kültür değişimi, değerler alanında kargaşayı beraberinde getirir ve kişilik bunalımının bireysel ve toplumsal planda hız kazanmasına sebep olur. Sonuçta, kendi kültürünü kutsallaştırarak, ya da kendi kültürüne düşman olarak kendini yok etmeye çalışan, bir tür intihar psikolojisi ortaya çıkar. Türkiye’de, devlet ve toplum olarak tarihimize ve bir bütün olarak kültürel mirasımıza bakış konusunda, sağlıklı ve gerçekçi bir bakış açısının geliştirildiğini ve toplumun geleceği, birlik-beraberliği göz önüne alınarak bunun gereklerinin yerine getirilmeye çalışıldığını söyleyebilmek, maalesef pek mümkün değildir.

ac. Dinî Miras

Osmanlı İmparatorluğu, altı yüz sene, farklı dinlere mensup insanları bir arada, çoğu zaman da barış içinde yaşatmayı başarmıştır. Duraklama dönemi ile birlikte, topluma dinamizm kazandıran din anlayışının donuklaştığını, dinin toplumun değişik kesimleri tarafından çeşitli amaçlarla kullanılmaya başlandığını görmekteyiz. Din hayatın bütün alanlarında etkili bir kurum olduğu için, din alanındaki donuklaşma, dinamizm kaybı, toplumun her tarafından hemen etkisini hissettirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı’nın nüvesini oluşturan taban üzerinde kurulmuştur. Ancak, Osmanlı’dan intikal eden dinî miras, halk bazında kendi kaderine terkedilmiştir. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, halka alternatifi gösterilmediği için, meydanın din istismarcılarına açık hale gelmesine yol açmıştır. Din alanındaki bilgi boşluğu, tahribatı derinleştirmiştir. Bu boşluk, daha sonra, sırf Kur’ân’ın yüzünden okunması amaç olarak alan Süleymancılığın toplum katmanlarında yer tutmasına yol açmıştır. Tarikat grupları bu boşluktan yararlanarak palazlanmışlardır. Nurculuk, bu boşluğun ürünüdür. Aydınlar, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren, belki de Aydınlanmanın etkisiyle, dinle ve dinî değerlerle çok sıcak bakmamışlardır (Bk Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, 164). Osmanlı’nın son dönemlerinde, din alanında, ciddi bir tefekkür ortamı ve sağlık belirtisi olan arayışlar ortaya çıkmıştı. Geniş bir yelpazede ortaya çıkan bu arayışın bir ucunda, din alanında yeniden yapılanma çabaları bile vardı. (Ş.Mardin, aynı eser, 17-19). Cumhuriyet dönemi aydını, bu birikimi görmezlikten geldiği gibi, bunun yeni kuşaklara aktarılması için de hiç bir ciddi çaba sarfetmedi. Çok Partili döneme geçildikten sonra, halkın politikacılara baskıları sonuç vermiş (İsmet Parmaksızoğlu, Türkiye’de Din Eğitimi, Ank.1966, 28); 1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açılmıştır. Daha sonra İmam Hatip Okulları açılmıştır. Türkiye’de hemen hemen bütün İmam Hatip Okullarının binaları, halk tarafından yaptırtılmıştır. Bu okulları, normal dindar insanın, her şeye rağmen Devletle barışık olduğunun bir göstergesidir. Okul binalarını hazırlayanlar, bu binaları okulların açılmasına karşılık devlete devretmişlerdir.

İmam Hatip Liselerine yoğun bir ilgi olduğu ortadadır. Öyle ki, pek çok İmam Hatip Lisesi, öğrencilerini sınav yaparak seçmektedir. Halkımızın bu okullara yönelmesinin sebepleri doğru tespit etmekte fayda vardır. Her şeyden önce, Türk insanı, öldükten sonra arkasından bir Fatiha okuyacak bir nesil istemektedir. Ne çocuklarını İmam Hatip Liselerine gönderen ebeveynler, ne de o okullara giden çocuklar, İmamlık ya da Hatiplik’i bir meslek olarak düşünmektedirler. Zaten, bu okulları bitirenlerden çok azı, bu meslekleri seçmektedir. Türkiye’de, dindar ailelerin çoğu, Cumhuriyetin ilk yıllarında, muhtelif sebeplerle çocuklarını okullara göndermek istememişlerdir. İmam Hatip Liseleri, bu bakımdan toplumun bütünleşmesine önemli bir katkıda bulunmuştur. Bu okullar,Müslüman Türk insanının, “öldükten sonra, arkasından bir Fatiha okuyacak nesil” özlemine cevap olmuştur. Bugün, İmam Hatip Liselerinin de birtakım sorunları vardır. Bu okulların amacının ve programının yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Daha da ötesi, halkın ilgisinin “dini bilen nesil” arzusundan kaynaklandığı göz önüne alınarak, bu beklentinin bu okulların dışında da gerçekleşmesi sağlanmalıdır. İmam Hatip Liseleri, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların ürettiği okullardır. Bu konuda, doğru bilgiye dayanmadan yapılan tartışmalar ve spekülasyonlar, sorunun kökleşmesinden başka hiçbir işe yaramamaktadır. Öte yandan, Anayasal bir kuruluş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, günümüz Türkiye’sinde, hâlâ hararetli tartışmalara sebep olmaktadır.(Bk. İştar B. Tarhanlı, Müslüman Toplum, “Laik” Devlet Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, İst. 1993). Bu teşkilatın kaldırılması, cemaatlere bırakılması, burada Alevilere de bir masa verilmesi gibi, Türkiye’nin gerçekleri ile pek bağdaşmayan konuşmalar dikkat çekmektedir. Siyasîler Diyanet’ten ellerini çekmedikleri, Diyanet’in ilmî nitelikli bir din anlayışıyla görevini yapmadığı müddetçe bu tartışmaların sona ermesi pek mümkün değildir.

Diyanet, daha özerk, İlâhiyat Fakülteleri ile koordineli bir biçimde, dinî tefekkürün rafine edilerek halka ulaştırıldığı bir kurum olmalıdır. Bütün bunlar, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden dinî mirasın, sorunlarımızın ana kaynaklarından birisi olduğunu göstermektedir. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için, dinî tefekkürü üretecek aydınlara ihtiyaç vardır. Öyle zannediyoruz ki, başta Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi olmak üzere, İlahiyat Fakülteleri, önümüzdeki yıllarda, bu görevi üstlenmeye başlayacaktır. Ancak, Türkiye’de, din alanındaki bilgi boşluğu, halen, din alanında eğitim görmemiş, dindarlar tarafından doldurulmaktadır. Bu durum, bir asra yaklaşan dinî tefekkür kısırlığının doğal sonucudur. Dinî tefekkür birikimi, yeni projeksiyonlar yapabilecek kıvamı yeni yakalamıştır. Bundan sonra, dini bilen “aydın” insan tipinin yetişeceğini ümit ediyoruz.

ad. Hukukî Miras

Türkiye, Cumhuriyetle birlikte Batı çizgisinde bir hukuk anlayışına geçmiş, Batılı ülkelerinden kanunları esas alınarak hukuk alanında farklı bir yapılanma gerçekleştirilmiştir. Bu yapılırken, Osmanlı’dan devreden, toplumun dokularına işlemiş hukukî miras pek nazar-ı dikkate alınmamıştır. Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en iyi işleyen kurumlarının başında hukuk kurumlarının gelmesi üzerinde düşünülmesi gerekli olan bir husustur. Bugün gelinen noktada Türkiye’de çok hukukluluğun tartışılması (Bk. Taha Akyol, Medine’den Lozan’a, İst. 1996), Osmanlı’nın son dönemlerindeki tartışmaların sağladığı birikimin yeni nesillere aktarılamamasının bir sonucu olup, bu konuda fikir üretme iddiasında olan insanların ilmî derinlikten, Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu sosyal gerçeklerden ne kadar yoksun olduklarının bir göstergesidir. Hukuk alanında hâlâ birtakım ciddi sorunlarımızın olduğu bilinmektedir. Bu durumun, Türk insanının adalet mekanizmasına ve hukukun üstünlüğüne güveninin sarsmasına izin verilmemeli, konunun üzerine ciddiyetle gidilmelidir. Hukukunu olmadığı yerde, anarşi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar; insanlar, kendi sorunlarını kendileri çözme yoluna gider.

b. Türkiye’de Aydınlar Dinin en azından Bir Sosyal Realite Olduğunu Görememişlerdir. Türkiye’de, bugün bile bir aydın problemi vardır.

Cumhuriyet döneminde, toplumun dinî yönden sağlıklı bilgi ihtiyacını üretecek dindar aydın, maalesef yetişmemiştir. Bu durum, din alanın, dinî bilmeyen dindarlarla, ya da din tacirlerine terk edilmesi anlamına gelmektedir. Bugün gelinen noktada başımızı ağrıtan laik-dindar geriliminin temelinde, dindar aydını yetiştiremeyişimiz yatmaktadır. Türkiye’de, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren aydınların dine ve dinî değerlere yönelik ilgisi, 1960’lara kadar gittikçe azalan bir grafik çizmiştir. Öyle ki, uzun müddet, aydın olmak, dinsiz, din karşıtı, en azından din konusunda nötr olmakla eş anlamlı hale gelmiştir. Dindar insan, horlanmış, aşağılanmıştır. Bu durum, dinin en azından “sosyal bir realite” olduğunun anlaşılmasını engellemiştir. Oysa tarih boyunca, bütünüyle dinden uzak bir toplumun varolduğu bilinmemektedir. Nerede bir topluluk varsa, orada, niteliği farklı da olsa, mutlaka bir din olgusu vardır. Dinin birey ve toplum açısından arz ettiği önemi görmezlikten gelerek, dini yok farzederek herhangi bir konuda kalıcı başarılar elde etmek, toplumsal barışı sağlamak pek mümkün değildir. Türkiye, uzun yıllar, aydınlarının din konusundaki duyarsızlığı ile karşı karşıya kalmıştır. Öyle zannediyoruz ki, bugünkü sorunlarımızda, bu durumun ciddi bir ölçüde katkısı olmalıdır.

II. Din Alanındaki Bilgi Boşluğu

İslâm’ın Doğru Anlaşılmasını Engellemektedir Türkiye Cumhuriyeti Devleti, belki de tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşamaktadır. Bu zorluk, Türkiye üzerinde yoğunlaşan, birbirinden farklı birtakım zorunlulukların, aynı noktalarda kesişmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu zorunlulukları önem sırasına göre şöyle sıralamak mümkündür: Türkiye, tarihi ve kültürü ve Türk milletine asırlardır şekil veren öz değerleri ile barışmak zorundadır. Türkiye, demokrasi kültürünü oluşturmak ve demokrasiyi bütün kurum ve kuruluşları ile hakim kılmak zorundadır. Türkiye, daha çok Fransa’daki teori ve uygulamalar esas alınarak yürütülmeye çalışılan, din konusunda, başka ülkelerde pek rastlanılmayan katı bir tavır sergileyen laiklik anlayışını gözden geçirerek, kendi kültürü ve değerleri ile çatışmayan, toplumun kolayca benimseyebileceği bir yeni laiklik anlayışı geliştirmek zorundadır. Türkiye, Türk toplumunun önüne, “yeni bir uygarlık yaratma” gibi yüksek bir hedef koymak zorundadır. Türkiye, bütün dünyanın içine sürüklendiği, baş döndürücü “sosyal değişme” olgusunu doğru tespit etmek, bilgi toplumuna geçiş sürecinde daha fazla gecikmemek zorundadır.

Türkiye, insanlığın geleceğinde etkin bir konuma, en kısa zamanda gelmek zorundadır. Türkiye, tarihten, kültüründen, dünyanın içinde bulunduğu koşullardan, kendi özel sorunlarından kaynaklanan çok ciddi dayatmalarla karşı karşıya bulunmaktadır. Türkiye, “Yeni Dünya Düzeni” arayışlarının çığlık çığlığa yükseldiği 21. yüzyıla girerken, yılların, hatta asırların biriktirdiği sorunları, bir şekilde çözmek zorunda olduğu bir sürecin içine girmiştir. Üstelik bu sürece, biraz da dış ve iç şartların zorlamasıyla, hiç hazırlıksız girilmiştir. Türkiye açısından hayatî önem taşıyan sorunların hiçbirisi, çözüm aşamasına geçilebilecek düzeyde tespit edilmemiş, çözümü kolaylaştıracak biçimde tartışılmamıştır. Toplum olarak sorunlar üzerinde bir uzlaşma yoktur. Öyle ki, bazı kesimler sorunları hiç görmezken, bazı kesimler, sorunların çözümsüz olduğunu düşünebilmektedirler. Diğer taraftan, Türkiye’nin sorunlarından çıkar sağlayan, isteyerek ya da istemeyerek çözüm arayışlarının önünü tıkayan, içte ve dışta birtakım güç odakları vardır. Bu güç odakları, kendi amaçları ve çıkarları doğrultusunda, en çok “din olgusu”nu ve laikliği acımasızca kullanmaktadırlar. Bu odaklar, değişimden ve yeniden yapılanmaktan korkmaktadırlar. Din olgusu, öncelikle bütün siyasî partiler tarafından yıllardır siyasî amaçlar için kullanılmıştır; hâlâ da kullanılmaktadır. Din ticareti yaparak prestij ve maddi çıkar sağlayan bireyler ve kurumlar vardır. Bazı tarikat gurupları ve dinî cemaatler, din ticaretinin ve sömürüsünün gizlenemez hale geldiği yerlerdir. Alevilikle ilgili bütün tartışmalar, din istismarının farklı bir boyutu ile ilgili tezahürler olarak anlaşılabilir. Laiklik de, Türkiye’de, en çok istismar edilen hususların başında gelmektedir. Kendi yeteneksizlik ve yetersizliklerini kamufle etmek isteyen, ya da kötü amaçları için bir paravanın arkasına saklanmak isteyen bazı kimseler, laikliği kullanmaktan hiç çekinmemişlerdir. Türkiye’de, dinin ve Laikliğin, acımasızca kullanılmış olması, bu hususların doğru anlaşılabilmesi ve tartışılabilmesi için gerekli olan doğru bilgi birikiminin birey ve toplum düzeyinde sağlanması, insanların uzlaşabilecekleri ortak zeminlerin oluşmasını engellemiştir. Türkiye’de, açıkça “ben İslâm’a karşıyım” diyen insan sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.

Türkiye’nin yüzde 98’nin Müslüman olduğu resmî istatistiklerde yer almaktadır. Buna rağmen, bazı insanlar, bazı insanları “İslam düşmanlığı” ile, bazıları da normal bir Müslümanı, hemen “gericilikle,yobazlıkla” suçlayabilmektedir. “Şeriat gelecek, dertler bitecek” diyenler de, “kahrolsun şeriat” diye bağıranlar da, “şeriat”ın ne olduğunu bilmemektedirler. Din alanındaki, tahminlerin çok üstünde olan bilgi boşluğu, insanların birbirlerini anlamaları için gerekli olan temel iletişim kodlarının fonksiyonel olmasını engellemekte; insanlar birbirlerini anlamakta zorlanmaktadır. Öyle ki, bırakın dindar olanla olmayanın birbirlerini anlamakta zorlanmasını, farklı gruplara mensup olan dindarlar bile birbirlerini doğru dürüst anlayamamaktadırlar. Din alanındaki bilgi boşluğunun doğurmuş olduğu birtakım olumsuz sonuçları şöyle sıralamak mümkündür: Dinin, dindarlık ya da din karşıtlığı yönünde istismarı kolaylaşmıştır. Dindar bireylerin, dinden çıkma, ya da günah korkusu ile, belirli hedeflere kolayca yönlendirilmeleri mümkün hale gelmiştir. Dinin, birleştirici-bütünleştirici, kaynaştırıcı yönde etkin olması engellemektedir. Ülke sorunlarının menşeinde ve çözümünde dinin etkin olup olmayacağının düşünülmesini bile, neredeyse imkansız hale gelmiştir. Her sorunun, din sayesinde ve dindarlıkla çözümlenebileceği şeklinde bir yanılgı toplumda yer tutmaya başlamıştır. Dinin, “yeni bir uygarlık yaratılması” gibi bir hedefin gerçekleşebilmesi için motor görevi görebileceğinin düşünülmesi bile hoş karşılanmamıştır. “Başörtüsü” gibi tali konular, din gibi telakki edilir olmuştur. Başörtüsü, dindarlığın da, din düşmanlığının da “simgesi” gibi algılanabilmektedir. Dinin anlaşılma biçimleri, (mezhepler, tarikat vs.) din ile özdeş gibi algılanmıştır. İslâm’ın evrensel güzelliklerinin, dindarlar tarafından da, dindar olmayanlar tarafından da, sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve değerlendirilmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir. Dinin anlaşılması ve uygulanması planında ortaya çıkan bireysel ve toplumsal yanlışlardan dolayı, dinin bütününe yönelik olumsuz tavırlar ortaya çıkmıştır. Her türlü bilimsel gelişmenin ve ilerlemenin temelinde yatan “eleştirel yaklaşım biçimi”nin toplumda yer tutması engellenmiş; başta gelenek olmak üzere, her şeyin tabulaştırılması kolaylaşmıştır. Din alanındaki bilgi boşluğu, demokrasinin, Müslümanlar tarafından, Batı standartların da ilerisinde, gerçekleştirebileceği düşüncesinin gelişmesini engellemiştir. Oysa, İslâm’ın siyasi meseleleri insana bıraktığını ve adaletin hakim olduğu, ahlâklı bir toplum istediğini bilen her insan, bunun mümkün olabileceğini kolayca anlayabilir.

Din alanındaki bilgi boşluğu, “İslâmî düzen, İslâm Devleti, İslâm iktisadı, Şeriat vs.” gibi kavramların ideolojik amaçlı kullanılmasını, zihinlerin karışmasını kolaylaştırmaktadır. Oysa, devleti yönetenler Müslüman olması bile, insanlar özgürce, insanca yaşayamıyorlarsa, hiç bir anlam ifade etmez. “İslâm devleti”nden kastedilen, “İslâm’ın hedef aldığı adaletin hakim olduğu” bir devlet ise, bunun bir anlamı olabilir. Bunun dışında İslâm devleti ifadesi, İslâm açısından anlamı olmayan ideolojik bir ifade olmadan öteye gidemez.

a. İslâm, Siyasî Meseleleri İnsana Bırakmıştır

Teorik çerçevede bakıldığında,Türkiye’de, İslâm dininden kaynaklanan, devlete yönelik bir tehdit, söz konusu değildir. Çünkü: aa. Müslüman insan, insanların insanca yaşayabilmesi ve insanlıklarını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesini sağlayacak , adaletin hakim olduğu ahlâklı bir toplum oluşturabilmek için gerekli olan siyasî yapıyı kendisi üretmek zorundadır. Bu siyasî oluşum, Kur’ân’da dikkat çekilen sınırlı sayıdaki evrensel ilkeler -ki bunlar demokrasinin de temel ilkeleridir- doğrultusunda, sosyal değişme olgusunun doğurduğu yeni ihtiyaçları karşılayacak şekilde sürekli yenilenmek durumunda olan insanî bir sistemdir. Önemli olan adaletin sağlanmasıdır; insanların özgürlüğünün ve mutluluğunun temin edilmesidir. Hangi siyasî sistem bunu en iyi şekilde karşılarsa, İslâmî anlayışa en uygun sistem o olacaktır. İnsanın yaratılış itibariyle sosyal bir varlık oluşu, siyasetin de insanla birlikte varolmasını beraberinde getirmiştir. İnsanlık tarihi boyunca varolan bütün insan topluluklarının siyasal bir netilik taşıdığı değişmez bir olgu olmuştur. “İnsanlar arasında düşünce ve menfaat ayrılıkları var olduğu sürece bu ayrılıkların doğurduğu bir çatışma da var olacaktır ve dolayısıyla politika da var olacaktır. (M.Kapani, Politika Bilimine Giriş, 3) Politikanın özünde, değer dağıtımı ile ilgili bir görüş ve menfaat çatışması olduğu gizlenemez bir gerçektir. Ancak, politanın aynı zamanda bir uzlaşma olduğu da ortadadır. Siyasetin odak noktasında “iktidar kavramı” vardır.

“İktidar, genel ve geniş anlamda, başkalarının davranışlarını kontrol edebilme olanağı olarak tanımlanabilir”. (Kapani, aynı eser, 27). “Ülkenin ve toplumun bütünü üzerinde geçerli olan iktidara” siyasal iktidar denmektedir. (Kapani,aynı eser, 29). Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, İslâm dini,siyasî meseleleri insana bırakmıştır. Bu dinle siyaset arasında hiç bir ilgi yok anlamına gelmemektedir. İslâm, birey ve toplum olarak insanın olduğu her yerde etkin olan bir dindir. Bu etki, daha çok ana ilkeler çerçevesinde gerçekleşmektedir. Aksi takdirde, ontolojik anlamda hayatın bütününü din olarak algılamak gerekir ki, bu hem insan gerçeği ile, hem de İslâm’la bağdaşmaz. Sosyal değişme, inkar edilemeyecek kadar belirgin bir olgudur. Hayatın bütünün din gibi telakki edilmesi, sosyal değişme olgusu ile bağdaşmaz. İşte, İslâm’ın siyasî meseleleri insana bırakmış olması, Müslümanların, sosyal değişme olgusuna paralel olarak, insanların insanca yaşayabilecekleri ahlâkın ve adaletin hakim olduğu bir toplum meydana getirebilmek için, kendi siyasî yapılarını kendileri kurmaları anlamına gelmektedir. İslâm dini bu konuda, evrensel nitelik taşıyan ana ilkeleri belirlemiştir. Bu ilkelerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: Toplumda esas olan adaletin sağlanmasıdır (Nisâ,58; Nisâ, 105;Sad, 26). Siyasî iktidarın niteliği nasıl olursa olsun, adaletin olmadığı bir yerde İslâm’dan söz etmek mümkün değildir. İnsanlar arasında yegane üstünlük ölçüsü, ilim ve takvadır, Allah’a saygıdır (Hucurât, 13). Bu ise, doğrudan bireyi ilgilendirir; bireyle Allah arasındaki bir meseledir. Soy-sop, zenginlik-fakirlik, güzellik-çirkinlik gibi hususlar, hiç bir şekilde üstünlük ölçüsü olarak alınamaz. Toplumda işler, sıfatı ne olursa olsun, tek başına hiç bir kimsenin tekeline bırakılamaz. Kur’an, Hz. Muhammed’in bile işleri, diğer insanlara danışarak yürütmesini istemiştir (Şura prensibi) (Şura, 36-38; Al-i İmran, 159). Bütün işler, o işi en iyi bilen ehil ellere verilmelidir (Nisâ, 58). Hiç bir şey, körü körüne desteklenmemelidir (İsrâ,36). Bunlar ve benzeri ilkeler, insana mutluluk getirecek bütün siyasî iktidarların vazgeçemeyecekleri, evrensel nitelik taşıyan ilkelerdir. Sosyal değişme olgusuna bağlı olarak ortaya çıkan yeni gelişmeler, bu ilkeler çerçevesinde yerli yerine oturabilecektir.

Öte yandan, Müslümanların ortaya koyacakları her türlü uygulama, sonuçta insanî nitelik taşımaktadır. Bu uygulamaların dinle özdeşleştirilmesi de mümkün değildir. Beşerî olan her şey, zamanla önemini yitirebilir. Kalıcı olan prensiplerdir. Hz. Muhammed’in, kendinden sonra yerine kimin geçeği konusunda herhangi bir belirlemede bulunmadığı bilinen bir husustur. Nitekim,daha Hz. Peygamber’in naşı toprağa verilmeden, Müslümanların, kendilerine yeni bir lider seçmek için faaliyete giriştiklerini görmekteyiz. Herhangi bir tayin söz konusu olsa idi, herhalde tartışmaların seyri daha farklı olurdu. İslâm’ın siyasî-idarî meseleleri insana bırakması, Müslümanlar arasında baş gösteren ilk ihtilafların siyasî olması gibi bir sonuç doğurmuştur. Bu durum, Müslümanların siyasî idarî meselelerin insana bırakıldığı gerçeğini pek anlamak istememeleri ve sorumluluktan kaçmaları ile ilgili olsa gerektir. Çünkü, Müslüman’a yaraşır bir siyaset teorisi üretememişlerdir. Şia, problemi Allah’a hallettirmek istemiş; Ehl-i Sünnet, uzlaşmacı tavrına uygun olarak, siyasî meseleleri Dört Halife Dönemi tatbikatlarını evrenselleştirerek, hilâfeti odak noktasına yerleştirmiş ve işi Kureyş’e bırakmıştır. “Halifelerin Kureyş’ten olacağı”nı bildiren uydurma hadis, Müslümanların önünü tıkamıştır. Haricîler ise, bu konuda daha tutarlı bir çıkış yapmalarına rağmen, fanatik tutumlarıyla insan fıtratını zorlamışlar ve tarihin karanlıklarında gömülüp gitmişlerdir. ab. İslâm dini, “din ve vicdan özgürlüğünün bir teminatı olarak anlaşılabilir. “Dinde Zorlama Yoktur” (Bakara, 256) ilkesi, hem insanların Müslüman olmaları konusunda, hem de, İslâm’ı yaşamaları konusunda geçerlidir. Kur’ân, temel İslâmî ibadetlerle ilgili herhangi bir dünyevî müeyyideden söz etmez. Din temelde insanlar için bir tekliftir. İsteyen kabul eder, Tanrı’nın uyarılarına kulak verir; isteyen de tercihini başka yönde kullanabilir. ac. Kur’ân, bir hukuk kitabı değildir. Kur’ân’da hukukla ilgili âyetler vardır. Müslüman hukukçular, içinde yaşanılan ortamda hukukun üstünlüğünü temin etmek, adaleti hakim kılmak için, Kur’ân’dan da yararlanarak en sağlıklı hukuk anlayışını geliştirmek gibi bir sorumluluk taşımaktadırlar. Bu hukuk, ilke bazında vahiyden yararlanmasına rağmen, beşerî bir hukuktur.

Ortaya çıkan teorik kurallar ve uygulama biçimleri din gibi telakki edilemez. Nitekim, İslâm tarihi boyunca, yüzlerce hukuk ekolü ortaya çıkmıştır. Bunların önemli bir kısmı, çağın ihtiyaçlarına cevap veremedikleri için, yaşama imkanı bulamamışlardır.

b. Yobazlık ve bağnazlık, ruh sağlığı yerinde olmayan her insanda ortaya çıkan bir davranış biçimidir. Türkiye’de, İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan, demokrasiyi ve laikliği tehdit edecek boyutlarda olmamakla beraber, sağlıklı din anlayışının oluşmasını engelleyen, yaratıcı yetenekleri körelten, kişiliği törpüleyen bir bağnazlık vardır. Bu, dinî eğilimleri güçlü olanlarda da, olmayanlar da, görülebilmektedir.

ba. Dindarlık yobazlık, bağnazlık veya gericilik değildir. Türkiye, son iki asırdır, din konusunda sağlıklı bir politika, maalesef üretememiştir. Aydınlarımız, dindar olan halkımızı aşağılamış, onun değerlerini uzunca bir müddet hiç önemsememiştir. Dindarlık, geniş bir yelpazede kendisini göstermiş olmasına rağmen, hiçbir fark gözetilmeksizin, bütün dindarlar bir anlamda mahkum edilmiştir. Yanlış politikalar, Cumhuriyet Döneminde dinin yeraltına çekilmesine yol açmıştır. Daha önce dikkat çektiğimiz bilgi boşluğu, geleneğin gözden uzak bir biçimde dinle özdeşleştirilmesine, bâtıl inançların, hurafelerin din gibi telakki edilmesine sebep olmuştur. Buna dayalı olarak ortaya çıkan, dinî değerleri koruma içgüdüsü ile bütünleşen bir tür korku, zaman zaman yobazca davranışları hazırlayabilmektedir. Türkiye’nin, öncelikle İslam dini hakkında doğru bilgi sahibi olan insana ihtiyacı vardır. Dindar olup olmamak bireysel bir tercihtir. Yobazın, bağnazın, gericinin sağcısı, solcusu, dinlisi-dinsizi olmaz; bu bir zihniyet meselesidir. Önyargılarla hareket eden, düşünmeden konuşan, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma iddiasında olan”, eleştiriye kapalı olan, doğruları tekeline aldığını zanneden, “değişim”in değişmeyen tek gerçek olduğunu fark edemeyen her insan, sıfatı ne olursa olsun, gericidir, yobazdır, bağnazdır. Bilgiden, bilimden, eleştiriden korkan bir insan, hangi konumda olursa olsun, hangi sıfatı taşırsa taşısın, toplumun önünde bir engel olmaktan öteye gidemez.

bb. İslâm’ı bilen bir Müslüman, şiddet yanlısı olamaz.

Radikal eğilimler, yüzde 98’i Müslüman olan Türkiye’de çeşitli gurupların içine serpilmiş vaziyettedir ve grupların bütünü tarafından onaylanmamaktadır, bu eğilimlerin temsilcileri azınlıktadır. Radikal eğilimler, dindar ya da değil, hemen hemen her kesimin içinde vardır. Bu insanın yapısından kaynaklanmaktadır. Şiddete dönüşmediği müddetçe normal karşılanabilir. Ancak, söz konusu eğilimler din anlayışı ile birlikte ortaya çıkmaya başlayınca, şiddete dönüşme ihtimali biraz daha artmaktadır. Dini bilmeyen dindarın radikal eğilimlerinden, bağnazlığından korkmamak elde değildir. Çünkü, davranışlar rasyonel temelden kopmuş olmaktadır. Oysa İslâm dini, sevgiyi, barışı ve hoşgörüyü esas almış bir dindir. Bu sebepten, dindar insanlarda ortaya çıkan, radikal eğilimlerin, İslâm’dan değil, İslâm’ın yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını, hemen belirtmekte fayda vardır. Müslüman insan, eleştiriye açık insandır. Eleştiriye açık insanların şiddete, radikal eğilimlerin arkasına sığınmaya ihtiyacı olmaz. Türkiye, son iki asırdır,Batı Medeniyeti’nin ve Modernitenin yoğun baskısı altına girmiştir.

Zamanın Süper Gücü olan Osmanlı İmparatorluğunun varislerinin, bu durumu kolayca hazmetmelerini beklemek, doğrusu haksızlık olurdu. Bu ezikliği, en çok hissedenler, Türkiye’de dindar insanlar olmuştur. Buna aydınların tepeden bakması ve yanlış politikalar da eklenince, Radikal eğilimlerin büyük ölçüde “ezilmişlik” duygusunun tezahürleri olduğunu anlamak kolaylaşacaktır. Türkiye’de,radikal eğilimleri ile tanınan İBDA-C ve Hizbullah’ın dışında herhangi bir dinî örgüt yoktur. Bu örgütlerin çok ciddi taban bulabildiği de söylenemez. Ancak, hemen her dinî gurubun içinde, radikal eğilimli bireylerin mevcut olduğunu görmezlikten gelmek de mümkün değildir. Şiddet yanlısı olmak, normal sınırların ötesinde bir davranış biçimidir. Dindar insanlarda görülen bu normal dışı eğilimlerin benzeri, dindar insana karşı olan bazı kimselerde de görülmektedir. Yok ederek, yıkarak sorun çözmek isteyen, önyargılarla insanları mahkûm eden her insan, kim olursa olsun, tedaviye muhtaçtır. Radikal Eğilimlerin, tutuculuğun kaynağı İslam Dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktır.

c. Türkiye’deki Dinî Guruplar Türkiye Koşullarının Ürünüdür

Türkiye’de, din alanında sosyolojik araştırmalar, maalesef yok denilecek kadar azdır. Bu bakımdan, Türkiye’deki din anlayışı, dinî hareketler, dinî guruplar, dinî coğrafya gibi konularda konuşulanlar, yazılıp çizilenler, daha çok el yordamıyla ulaşılan birtakım sonuçlar çerçevesinde ortaya çıkmakta olup, ister istemez ihtiyatla karşılanmak durumundadır. Türkiye’de, her toplumda olduğu gibi, insanların bir kısmı, diğer insanlara göre daha dindardır. Bu tarihin her döneminde, hemen her toplumda kendisini gösteren bir durumdur. Ancak, Türkiye’nin, özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra, kendine özgü ilginç bir süreçten geçtiği dikkat çekmektedir. “Tanzimat’tan itibaren Osmanlı aydınları, yavaş yavaş iki kampa ayrılarak İslâm’ı tartışmaya başladılar. Birinci kesim, ‘Osmanlı toplumunun bir bütün olarak her şeyiyle geleneksel yapısını bırakıp Batı’yı aynen kopya etmesinin, gerilikten kurtulmanın tek çıkar yolu olduğunu savunanlardan (Batıcı aydınlar), diğeri ise, ‘suçun İslâm’da değil, Müslümanlarda, daha doğrusu onların İslâm’ı anlama ve yaşama biçimlerinde olduğunu ileri süren ve genellikle İslâm’ın özüne dönüşü savunmakta olan Selefiyeci perspektifi benimseyenlerden (İslamcı aydınlar) oluşuyordu. (Nitekim bu çizgi, birtakım konjonktürel farklılaşmalara rağmen temelde bugün de pek fazla değişmedi). Bu tartışmalar, çok iyi bilindiği üzere, özellikle Meşrutiyet döneminde -bugünküyle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksek bir fikir düzeyinde- sürdürülerek hızlandı ve Cumhuriyet dönemine kadar geldi. Batıcı aydınların ideolojik tercihleri üzerine kurulan Cumhuriyet, onu hazırlayan bağımsızlık savaşına birlikte girmiş ve birlikte kan dökmüş İslâmcıları büyük bir hayal kırıklığına uğratmış, bir kısmı memleketini terk edip gitmiş, bir kısmı köşesine çekilerek sessizliği tercih etmiş, diğer bir kısmı ise, deyim yerindeyse ‘bir gecede’ kimlik değiştirerek yeni rejimin en ateşli savunucularından olmuştur”. (A. Yaşar Ocak, “Türkiye’de Kemalizm-İslâm (Yahut Şeriat) Kavgası”, Türk Yurdu,c. 17, sayı 116-117, Nisan- Mayıs 1997, 24). Türkiye’de, diğer İslam ülkelerinde ortaya çıkan radikal örgütlerden hiç birinin -Hizbullah Hariç-, hiç bir şubesi yoktur.

Türkiye’deki, Osmanlı’dan miras kalan tarikat örgütlenmeleri dahil, bütün dinî guruplar, Türkiye’ye özgü koşulların ürettiği, Türkiye’de anlamı olan oluşum biçimleridir. Dünyaca tanınmış radikal eğilimli, İhvanu Müslimin (Müslüman Kardeşler Teşkilatı), Cemaati İslâmî gibi örgütlerin liderlerinin (Seyyit Kutup, Muhammed Kutup, Hasan el-Benna, Mevdudî vs. ) hemen hemen bütün eserleri, özellikle 1970’lerden itibaren Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu eserler, Türkiye’de din alanında mevcut olan boşluğu bir ölçüde doldurmuştur. Fakat, Türkiye’de din alanında radikal eğilimlerin tırmanmasına, Müslümanların din anlayışlarında ciddi bir kavram kargaşasının ve kaosun oluşmasına yol açmıştır. Bu eserlerin hemen tamamı, uzun yıllar Batı’nın ve Batılıların sömürgesi durumunda kalmış, halen de -en azından kültürel ve ekonomik alanda- tam bağımsızlığına kavuşamamış olan ülkelerde kaleme alınmıştır. Bu ülkelerde İslâm dini, doğal olarak hem anlam arayışının, hem siyasî bağımsızlığın, hem kimlik arayışının odağında yer almıştır. 1979’lardan sonra, “İran İslam Devrimi’nin ideologlarından” birisi olan Ali Şeriati’nin ve devremin lider kadrosunda yer alan Mutahharî, Beheştî gibi Şiî yazarların, hemen bütün eserleri, üstelik de Türk okuyucusunun gözüne hoş gelecek şekilde rötuslanarak Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu kitaplar, bir yandan Türkiye’de mevcut olan Sünnî anlayıştaki çözülmeyi hızlandırırken, diğer yandan da, daha radikal, siyasî içerikten de yoksun olmayan “Haricî karakterli” bir din anlayışının şekillenmesine katkıda bulunmuştur. (Bk.Onat, “İran İslam Devriminin Getirdikleri Üzerine”, Türk Yurdu, cilt 10, sayı 38, Ekim 1990). Türkiye’deki din alanında ortaya çıkan muazzam bilgi boşluğunun sömürge ortamında kaleme alınmış, reaksiyoner tavırların ürünü olan eserlerle doldurulmuş olması, din alanında ödünç kavramlarla düşünen, tepkisel tavırları doğal karşılayan, hatta biraz özenen -o ülkeler açısından bu bir varlık belirtisidir- , taklitten hoşlanan, dinin insana kazandıracağın iç zenginliğinden çok, şekli yönü ile ilgilenen bir Müslüman insan tipinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu insan tipi, geleneği kutsallaştırmıştır. Türkiye’deki bütün dinî guruplar, çok ciddi bir “kabuk değiştirme süreci”nin içine girmiştir. Bu, aynı zamanda, din anlayışının açılma ve berraklaşma sürecini de bünyesinde taşımaktadır. Müslüman, yavaş da olsa “din anlayışı”nı sorgulamaya başlamıştır. Ne var ki, bir sağlık belirtisi olan bu sorgulama, hâlâ bireysel çizgide devam etmektedir. Ocak 1997’de Türkiye’nin gündemine bir bomba gibi inen, bazılarının “Ocak Sendromu” dedikleri tarikat tartışmalarında, dindar insanların çok iyi bir sınav verdikleri söylenemez. Oysa, ortaya çıkan olumsuzlukların buzdağının görünen kısmından sadece birkaç parça olduğunu bilen, fark eden insanların sayısı az olmasa gerektir. Bu “kabuk değiştirme süreci”ndeki tarikat guruplarının kendilerini yenileyebilmeleri, kokuşmuş anlayış biçiminden, kangren olmuş uzuvlardan kurtulabilmeleri için iyi bir fırsattı. Maalesef, komplo teorileriyle, medya düşmanlığı ile olumsuzluklar kamufle edildi ve yine çelişkiler akla uygun hale getirildi. VI. Alevilik Olgusu’nun Tartışılabileceği Zemin Alevilik,Türkiye’nin bir gerçeğidir. Ancak, konu ile ilgili bilimsel araştırmalar, maalesef yok denilecek kadar azdır.

Oysa, Alevilik gibi,Türkiye’nin milli birlik-bütünlüğü açısından hayatî önem taşıyan,ülke gündeminde sürekli baş sıralarda yer bulan bir meselenin,bilimsel nitelikli doğru bilgi olmadan tartışılması, konuşulması,öyle zannediyoruz ki,faydadan çok zarar getirmektedir.Bir tartışmanın yararlı olabilmesi için,önce kullanılan kavramların ve tanımların belirgin hale getirilmesine;daha sonra da,en azından tartışmayı yürütmeye yetecek kadar ilmî içerikli bilgiye ihtiyaç vardır. Bilimsel nitelikli bilgi olmaksızın yapılan tartışmaların,problemlerin çözümüne yönelik ciddi katkı sağlayabileceğini söyleyebilmek, doğrusu pek mümkün değildir. Alevilik olgusu hakkında gerekli olan bilimsel bilgi,öncelikle Aleviliğin mevcut durumunun tespitine ve doğuş sürecinin aydınlatılmasına yönelik olmalıdır. Ayrıca, Alevilikle ilgili ana kavramların,Alevilik olgusunun tarihî seyrine paralel olarak kazandığı ve yitirdiği içerikler de dikkate alınarak, bilimsel yöntemlerle ve doğru olarak tespit edilmesine ihtiyaç vardır. Doğru bilgi,sağlıklı bir tartışma zemininde,yapıcı ve doğruyu arayan,iyi niyetli insanlar sayesinde,sorunların kalıcı bir biçimde çözümlenmesini sağlayabilir. Doğru,hoşumuza gitmese de,işimize gelmese de doğrudur. Doğruları gizleyerek,gerçeklerden kaçarak bir yere varmak imkansızdır. Biraz dikkat edecek olursak,başımızı ağrıtan sorunların önemli bir kısmının,doğru ve sağlam bilgi eksikliğinden kaynaklanmış olduğunu hemen fark edebiliriz. Alevilik olgusu hakkındaki bilgi boşluğu,-Alevi olsun olmasın-,gerçekleri görebilen,aklı başında olan her insanın açıkça dile getirdiği bir husustur. Alevilik hakkında yüzlerce kitap neşredilmiş olmasına rağmen,bunların büyük çoğunluğunun ilmî nitelikten yoksun olduğunu görebilmek için,kitapların sayfalarına şöyle bir göz atmak yeterlidir. Kitapların ve yazılıp çizilenlerin önemli bir kısmı,bilgi boşluğundan ve kaostan yararlanmak isteyen bazı kimselerin,kendi ideolojileri doğrultusunda,yeni yapılanmalar peşinde koştuklarını düşündürmektedir.

Bazı araştırıcılar, açıkça,”Aleviliğin başlı başına bir din” olduğunu şöyle ifade etmektedirler: “Karşılaştırmalardan görüleceği üzere Alevilik, Müslümanlık değildir. Olması da mümkün değildir. Müslümanlığın bir mezhebi ya da kolu olsaydı, çoktan Müslümanlığın içerisinde eriyip gitmiş olacaktı. Alevilik, kendine has özellikleriyle, kendi başına bir inanç sistemidir. Başlı başına bir dindir”.(Şelva Dersim, Alevilik, Pir Dergisi, Yıl 1, Sayı 1 Aralık 1994, s.8). Bazıları,Aleviliğin kökeninde, Mazda İnancının ve Zerdüşt Öğretisinin bulunduğunu (Bk.E.Xemgin, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi, İstanbul 1995), iddia edenler olduğu gibi, “Alevilik, T.C. gerçekliğinin karşıtıdır” diyerek meseleyi “Kürt Aleviler”le irtibatlandırıp şöyle devam edenler de vardır: “Kemalizm, Aleviliğe özgürlük getirmemiştir. Alevilerin inançlarını ve Kürt Alevilerin kimliğini yasaklamıştır. Sünni devlet egemenliği yanında, kayıtsız şartsız Türk şoven-ırkçı egemenliğini eklemiştir. Bu açıdan Kemalizmin ve devletin Alevilere saldırısı, Osmanlı’dan daha güçlü ve köklüdür. Aleviliği ve Kürt Aleviliğini temsil edenler Koçgiri ve Dersim’de direnmişlerdir. Kemalizme karşı ilk çıkışı yapan Koçgiri Alevileridir ve Kürdistan’da Kemalizme en son teslim olan Dersim Alevileridir” (Ali Dersimli, Zülfikar,Sayı 1,Haziran 1994,s.9).”Anadolu Aleviliği”nin bir “masal” olduğunu söyleyip, Aleviliğin aslının Ca’ferilik olduğunu iddia eden, Alevileri Ca’ferileştirmek isteyenler vardır (Bk.Teoman Şahin, Alevilere Söylenen Yalanlar-Bektaşilik Soruşturması 1, Ankara 1995). Bu arada, Doğu Bloku çöktükten sonra işsiz ve malzemesiz kalan bazı eski tüfek Marksistlerin de, kendi ideolojileri doğrultusunda,Alevilikte ateist bir yapılanma için savaş verdikleri gözden kaçmamaktadır. Diğer taraftan, gerek Sünnî anlayışı benimseyen Aleviler arasında,gerekse Sünniliği İslâm’la özdeşleştiren kimseler arasında,Alevilerin Sünniliği kabul edip Müslüman olmaları gerektiğini söyleyenler de yok değildir. Bu tespitler, “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak isteyenlerin” ne kadar da çok olduğunu düşündürmektedir. Henüz Alevilik olgusunun hangi zeminde tartışılacağı bile açıklık kazanmış değildir. Bilgi boşluğu, tahmin edildiğinden çok daha fazla,çok daha ileri seviyededir. Oysa doğru bilgi olmadan fikir üretmek, çözüm üretmek mümkün değildir. Alevilik olgusunun bugünkü durumu ile ilgili, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan tarafından gerçekleştirilen, “Alevi-Bektaşî Kimliği” isimli, “sosyo-antropolojik” bir araştırmanın değerlendirme kısmında şu tespitlere yer verilmektedir: “Alevi-sünni teolojisini temsil eden yetkililerin bir araya gelerek ilmî bir seminer veya toplantıda tartışmaları gerekmektedir. Çünkü, hemen her Alevi Ocakzadeleri; Allah, Kur’ân ve Peygamber üçlüsünde birleştiklerini bize kesinkes açıklamışlardır.

Bu nedenle İslâm’ın özünde,Alevî-Sünnî açısından bir sapma düşünülemez. Her Alevi Allah’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a bağlı oldukları hususunda kararlıdırlar…Bu üç unsur,Alevî-Sünnî bütünleşmesinde temel taşı teşkil edebilir”.(Prof. Dr. O. Türkdoğan, Alevi-Bektaşi Kimliği, Timaş Yayınları, İst.1995,s.535). Bu tespitlerin anlam ve önemini ortaya koyabilmek için,önce,bu araştırmanın nasıl yapıldığına bakmak gerekmektedir. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan,1993-1995 yılları arasında, Türkiye genelinde Alevî-Bektaşî nüfusun yoğun olduğu 15 il ve bu illere bağlı 45 ocak üzerinde, Antropolojinin en yeni yöntemlerini kullanarak bir saha araştırması yapmıştır. Esas olarak, kendilerini Alevî-Bektaşî diye tanıtan kimselerin Alevîliğe-Bektaşiliğe bakışları ortaya konulmak istenmiştir. İşte, ukarıdaki tespitler,bu araştırmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu tespitlerden yola çıkarak,kendilerinin Alevî-Bektaşî olduğunu söyleyen kimseler arasında, İslâm’ın özüyle bağdaşmayan birtakım görüşlerin,düşüncelerin olmadığını iddia etmek elbette mümkün değildir. Nitekim,araştırıcı da bunun farkındadır:”Bu gelenekli Aleviliğin iç yapısında;tarihî gerçeklere uymayan,İslâmî kültür kodlarıyla anlaşamayan bir takım bâtıl görüşler ve hurafeler de vardır”.(aynı eser,535).Bu tespitin,sadece Alevilik için değil,Sünnî anlayış biçimi için de geçerli olduğunu söylemek için fazla delile ihtiyaç yoktur. Din geleneklerle bütünleşip,gelenek din gibi algılanmaya başlanınca,hurafe ve batıl inançların yeşermesi için uygun bir zemin ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, Alevî, Sünnî, Şiî, Haricî olmak fazla bir şey değiştirmemektedir. İşin ilginç yanı, Kur’ân,”Ataların dini zihniyeti” adı altında, atadan,dededen kalma anlayış biçimlerinin,genel anlamda “geleneğin” dinleştirilmesini şiddetle eleştirmektedir. Müslümanlar, Kur’ân’ın açık uyarılarına rağmen,bugün Kur’ân’ın bu sert eleştirisinin muhatabı durumundadırlar. Alevî olduğunu söyleyen insanlarımız,açıkça Allah’a, Hz. Muhammed’in Peygamberliğine ve Kur’ân’a inandıklarını söylemektedirler. Bu,Alevilik olgusunun tartışılacağı zemin açısından oldukça önemlidir. Kendisini İslâm’ın dışında gören, açıkça Müslüman olmadığını söyleyen bireyler,elbette olacaktır. Hatta,bunların Alevî ya da Sünnî olmaları da gerekmez. Ancak, Aleviliği İslâm dışı görmek, ya da göstermeye çalışmak, hem mevcut realite ile bağdaşmaz; hem de, akla ve bilimsel anlayışa uygun değildir. Aleviliğin mevcut durumu ile ilgili tespitler, bu sonucu doğurmaktadır. Öte yandan, içinde bulunduğumuz koşullar, bizlere, İslâm’ı anlama ve iyi Müslüman olabilme hususunda, yeni fırsatlar hazırlamıştır. Her insanın, doğrudan Kur’ân’dan hareketle kendi din anlayışını kurma imkanı vardır. Müslümanların İslâm’ı anlayışı biçimlerinden ve tecrübelerinden ibaret olan mezhepler ve 14 asırlık birikim, bu konuda bize ışık tutabilir. Bizden önceki nesillerin bilgi birikiminden, tecrübesinden yararlanmanın yollarını bulabilirsek, onların düştükleri hatalara düşmeyiz; onların yanlışlarını tekrarlamaktan kurtulmuş oluruz. Bunun için de, adı ne olursa olsun, mezheplerin insan ürünü olduğunu unutmamak gerekmektedir. Mezheplerin, her ne şekilde olursa olsun, İslâm dini ile özdeşleştirilmesi, İslâm’ın insan fıtratına uygunluğunu zedeleyeceği gibi, İslâm’ın evrenselliği ilkesine de ters düşecektir.

Alevilik olgusu tartışılırken, mutlaka bilimsel nitelikli bilgilere dayalı olarak tartışmaların yürütülmesi lazımdır. Sağlıklı bilgi olmadan, yapıcı tartışmalardan söz edilemez. Aleviliğin mevcut durumu ile ilgili olarak yapılan, saha araştırması niteliğindeki araştırmalar, Aleviliği İslâm dışı görmenin, ya da göstermeye çalışmanın, Alevilik gerçeğiyle pek bağdaşmadığını gözler önüne sermiştir. Eğer, Alevilik olgusu dinî bir zeminde tartışılacaksa, öncelikle Aleviliğin kökeni, günümüze kadar ki tarihi seyri ve İslâm dini hakkında bilimsel nitelikli doğru bilgiye ihtiyaç vardır. İslâm, gizlisi,saklısı olmayan şeffaf bir dindir. Ana kaynağı Kur’ân, gözler önündedir. Vahyin dışındaki her türlü bilgi, her türlü dinî oluşum beşerî olup, her türlü tahlile ve tenkide sonuna kadar açık olmak durumundadır. Mezhepler, tarikat ve benzerleri de beşerî oluşumlardır; asla İslam dini ile özdeşleştirilemez. Öyleyse,bir kimsenin Müslüman olup olmaması, kendi özgür iradesi ile vereceği karara bağlıdır. İslâm’ın Tevhid, Nübüvvet ve Ahiret gibi temel inanç ilkelerine kendi özgür iradesi ile inanan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir kimseye,hiç kimsenin sen hangi mezheptensin, sen nasıl Müslümansın gibi sorular sorma hakkı yoktur. Kur’ân, insanların ne Müslüman olma konusunda, ne de İslâm’ı yaşama konusunda zorlanamayacağını çok açık bil dille şöyle belirtmektedir: “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. Putları inkar edip Allah’a inanan kimse,kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir” (Bakara, 256). VII. Yeni Bir Din Anlayışına Doğru 21. asır, insanlık açısından yepyeni bir asır olmaya aday görünmektedir. Din, bütün dünyada yeniden “yükselen değer” haline gelmiştir.

Bu durum, “din” kavramının yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Kurumlaşmış dinlerin bize sunmuş oldukları perspektif, artık yetmemektedir. İnsanlığın yeni bir bakış açısına ihtiyacı vardır. İslâm’ın son din olması, “kurumlaşmış dinlerin bize sunmuş oldukları perspektif”in yetmediği gerçeğini değiştirmemektedir. Müslümanların üretmiş oldukları kültürü koynunda saklayan on dört asırlık gelenek, bize, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayacak tecrübe yerine, İslâm’ı anlamayı güçleştirecek “düşünce kalıpları” sunmaktadır. Yeni bir “İslam” anlayışına ihtiyaç vardır. Bu anlayış biçiminde Kur’ân, merkezde olmak durumundadır. Kur’ân’la ilgili her türlü yorum beşerîdir. Kur’ân’ın dışında her türlü bilgi beşerî bilgi olarak görülecektir. İslâm’ın, Hz. Muhammed’in sağlığındaki anlaşılma biçimi dahil, daha sonraki bütün anlaşılma biçimleri ve bunlarla ilgili tezahürler, beşerî tezahürlerdir. Din alanında yeniden yapılanma, dinin ontolojik anlamda aslî yerine oturması anlamına gelmektedir. Din insanlara temelde doğru düşünme imkanı sağlamak, “doğru olma”yı öğretmek, insanca yaşayabilmenin evrensel ilkelerini ve değerleri göstermek ve gerçekleşme imkanı sağlamak için vardır. Hiç kuşkusuz din, insanın olduğu her noktada etkindir. Bu her şeyin dinleştirilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Din, ontolojik olarak sadece inanç, ibadet ve ahlakta vardır. Bunun dışındaki alanlarda dinin temel ilkeler kanalıyla etki gücünden söz edilebilir. Hukuk, siyaset, ekonomi ve benzeri alanları dinle özdeşleştirmek, din gibi algılamak, dinin fonksiyonelliğini yok etmek demektir. İslam dini “sosyal değişme” gerçeğinin farkındadır. Din ve anlayışı birbirinden farklıdır. Başta mezhepler olmak üzere, dinî nitelikli her türlü oluşum beşerî olup, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürlerden ibarettir. İnsan ürünü olan her şey, her türlü tahlil ve tenkide açık olmak durumundadır. Bu sebepten, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhebin, tarikatın, cemaatın dinle özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Mezhepler, dinin anlaşılma biçimindeki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşerî oluşumlardır. Hiçbir mezhebin İslâm dini ile özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Hiç bir mezhep, “hak” ya da “bâtıl” olarak damgalanamaz. Din alanında yeniden yapılanma, Kur’ân’ı merkeze alarak, Müslümanların on dört asırdır ürettiklerini eleştirel bir yaklaşımla yeniden okuyarak, insanlığın mevcut birikimini ve genel gidişini iyi değerlendirerek, mezhepler üstü bir çizgide gerçekleştirilmek durumundadır. Mezhepler üstü yaklaşım, Türkiye’nin birlik beraberliği açısından da elzemdir.

SONUÇ

Türkiye, tarihinden, Batı ile ve Batı Medeniyeti ile sıcak diyalogundan, “Yeni Dünya Düzeni” arayışına giren dünyanın içine sürüklendiği “değişim”den ve yeniden yapılanmadan, jeopolitik konumundan, kültüründen ve değerlerinden kaynaklanan çok ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinin içine girmiştir. Bu süreçte, bir yandan Osmanlı’dan kalan mirasın kapanmamış defterleri açılırken, diğer yandan da, modernite ve gelenekle şiddetli bir hesaplaşma yaşanmaktadır. Sancılar, bunalımlar, tahmin edilenden daha ileri seviyededir. Toplumun bütün kesimleri, bundan kendine düşen payı almaktadır. Türkiye, insanlığın geleceğinden, kendine yaraşan onurlu bir yer edinmek, insanlığın kaderinde etkin olmak istiyorsa, toplumun önüne “yeni bir uygarlık yaratmak” hedefini bilinçli olarak koymayı başarmalı ve en kısa zamanda, bütün sorunların doğru teşhisi ve onlara yönelik doğru çözüm arayışlarını ciddi olarak etkileyen “din” , demokrasi ve laiklik sorunlarını sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturmalıdır. Bu mümkün olan bir çözümdür.

Bunun için:

1. Türkiye’de, bütün insanımızın İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmasını sağlayacak çok yönlü bir bilgilendirme seferberliği başlatılmalıdır. Böylece dindar insanın, dinden çıkma korkusuyla, ya da bilinçsizce cenneti garantileme sevdasıyla fanatik eğilimlere, şiddete açık hale gelmesi, temiz dinî duyguların istismarı önlenmiş olur. Aynı şekilde, din karşıtı olmayı, modernlik, çağdaşlık, ilericilik olarak algılayanlar da, neye karşı olduklarını bilmiş olurlar. Doğru bilgiden korkmak, hiç kimseye, hiçbir yarar sağlamaz. Şiddetin kaynağını, ancak, sevgi ve bilgi kurutabilir.

2. Din ve dindar insan, hiçbir şekilde potansiyel suçlu olarak görülmemelidir.

3. Din alanında ortaya çıkan, bilgisizlikten, cehaletten kaynaklanan olumsuzluklar fırsat bilinerek “din düşmanlığına” meydan verilmemelidir.

4. Demokrasi, laiklik, din hiçbir şekilde tabulaştırılmadan tartışılmalı, doğru bilgiden korkmamalıdır. Toplumu derinden etkileyen değerlerin, istismarı, kesinlikle önlenmelidir.

5. Batı standartlarının daha ilerisinde bir demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilebileceği bir hedef olarak Türk insanın önüne konulmalıdır. İslâm’ın bu konuda bir engel değil, tam tersine, yapıcı bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.

6. Dinin en azından “sosyal bir realite” olduğu bilinmeli, dini dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek hiçbir şey yapmanın mümkün olmayacağı kabul edilmelidir.

7. Demokrasi ve laiklikle ilgili, Türk tarihinde mevcut olan birtakım temeller gözler önüne serilmelidir. Demokrasinin oturması, sağlıklı bir Demokrasi kültürü oluşturmaya bağlıdır. Bu ise, Demokrasinin üzerine oturacağı sosyo-kültürel zeminin sağlam olması ile mümkündür. Asırlara dayanan devlet geleneğinin kucağında saklı olan tecrübenin bize söyleyeceği çok şeyler olmalıdır.

8. Bizler, bireysel eğilimlerimiz ve tercihlerimiz nasıl olursa olsun, bir arada yaşamak zorundayız. Türkiye’de, nüfus cüzdanından “İslâm” ibaresini sildirecek derecede dürüst, saygın ateist sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Öyleyse, insanımızın yüzde 98’inin Müslüman olduğu hususu üzerinde yeniden düşünmek gerekecektir. Türkiye’de, açıkça İslâm’a karşı olduğunu söyleyen mevcut değilse, yapay şeriat tartışmaları, yapay dindar-laik gerilimi, “irtica”ın arttığı yönündeki kaygılar nereye oturtulacak, hangi zeminde tartışılacaktır? Ortada, gizlenmesi mümkün olmayan bir sorun vardır: Bir kısım Müslümanlarla, diğer bir kısım Müslümanlar arasında, dine, demokrasiye, laikliğe, Batı Medeniyetine bakış açısındaki farklılıklardan kaynaklanan, donanım eksikliğinden dolayı, doğru dürüst tartışılamayan, üstelik, bazı güç odaklarının acımasızca kullandıkları bir sorun. Bu sorunun kaynağında, din konusundaki bilgi boşluğu ve demokrasi kültürünün oluşturulamayışı yatmaktadır.

9. İnsanoğlunun ürettiği bütün medeniyetlerin ekseninde “din” olgusu vardır. Din, 21.asra girerken, yine yükselen değer olmuştur. Öyleyse, gönlü Türkiye sevgisi ile dolu olan -inanan,inanmayan- herkesin, birazcık “din” olgusu üzerinde düşünmesinde fayda vardır. Din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek bir yere varılamayacağını, tarih göstermiştir. Din, çift yönlü kesen bir kılıç gibidir; doğru anlaşılmadığı zaman, insanları olumsuz yönde etkileyebilir. Doğru din anlayışı ise, ilerleme, gelişme, hatta uygarlık yaratma yolunda motor görevi görür. Çözülme ve yeniden yapılanmaların hızla birbirini takip ettiği “değişim” sürecinde, toplum olarak din anlayışımızı yeniden gözden geçirmemiz, adeta kaçınılmaz hale gelmiştir. Din alanında da, doğru bilgi temeline dayalı yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bunu başarmak, yeni bir uygarlık yaratma yolunda önemli bir mesafe katetmek anlamına gelir. İslam dini, Hz. Muhammed’e Allah katından gelen vahyin etrafında şekillenmiştir. İslam’ın iki temel kaynağı vardır: Vahiy ve akıl. Bunlar, birbirinin alternatifi olan kavramlar değildir; akıl ve vahiy, birbirini tamamlamak durumundadır. Vahyi anlayacak olan akıldır. Vahyin dışındaki her türlü dinî nitelikli oluşum, -adı mezhep,tarikât ne olursa olsun- dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahür olup, her türlü tenkit ve tahlile sonuna kadar açıktır. Akıl etkin olduğu zaman, çelişkiler yavaş yavaş yavaş azalır. Yeni bir uygarlık yaratmak, öncelikle aklın, hayatın bütün alanlarında etkin olmasına bağlıdır. Aklın etkin olmasını, ya yaratıcılıktan yoksun bir kafa, ya çıkarlar, ya da insanı yönlendiren dinleştirilmiş gelenek engelleyebilir. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket, aklın çelişkileri kolayca fark edebilme yeteneğini yitirmiş olmasıdır. Kur’ân’da geçen, “kalplerin mühürlenmesi”ni, insan aklının çelişkileri görememesi ve vicdanın körelmesi olarak anlamak mümkündür. Duyarlığını yitiren her insanın “kalbi mühürlenmiş” demektir. Aklın etkin olması, metodik şüpheyle ve eleştirel yaklaşımla mümkün olabilir. Bir şey aklımıza yatmıyorsa, kimden gelirse gelsin, nerede olursa olsun, oraya bir soru işareti koymalıyız. Yüce Allah, İsra suresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu ,kulak, göz ve yürek, işte bunların hepsi ondan sorguya çekilir”. Bu âyet de göstermektedir ki, düşünmek, akletmek, aklı etkin kılmak Allah’ın bir emridir.

10.Türkiye,halkının %98’i Müslüman olan bir ülkedir. Türkiye’de var olan Müslümanlık, ağırlıklı olarak kulaktan dolma bilgilerle, yani şifahî kültürle şekillenmiştir. Öncelikle, bu anlayış biçimini, Alevisiyle- Sünnisiyle tartışmaya açmak, vahye ve akla ters düşen batıl inançlardan,hurafelerden kurtulmak gerekmektedir. Bilgi Çağı’na girerken, yanlışların, hataların, hamallığını yapmak, hiç bir Müslümana yakışmaz. Bizden önceki atalarımız, hatalarıyla, sevaplarıyla dini anlamaya çalışmışlar; yaşamışlar, bize bir miras bırakmışlardır. Bu miras, adı ne olursa olsun, dinle özdeşleştirilemez. Ne var ki, bunalımlı dönemler, insanların yönünü maziye doğru çevirmektedir. Yaratıcılık yeteneklerini yitirmiş birey ve toplumlar, mazi ile övünmeyi ve avunmayı meziyet zannederler. Böylece farkında olmadan, kendi geleceklerini geçmişe ipotek ettirirler. Sonuçta, gelenek din haline gelir; bireyin nefes almasını bile engellemeye başlar.

11. Türkiye’nin din alanında bir yeniden yapılanmaya şiddetle ihtiyacı vardır. Türkiye, bunu başarabilecek bütün imkanlara sahiptir. Türkiye’deki tartışmaların din noktasında odaklanması, Türkiye’nin önünün, ancak dini problem olmaktan çıkartmakla açılacağının fark edildiğini göstermektedir. Bunun, dini, hayatın dışına iterek sağlanmasının mümkün olmayacağını içinde bulunduğumuz asır bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Bütün dünyada din yeniden yükselen değer haline gelmiştir. Türkiye’nin son bir asırda yaşadıklarından çıkarılabilecek pek çok dersler vardır.

12. Türkiye, yavaş yavaş, fikir üretebilen dindar aydını yetiştirmeye başlamıştır. Toplumdaki, dindarlaikçi gibi sürtüşmelere, suni gerilimlere yol açan odaklar kurutulduğu, ya da toplumda terör havasa estirme gücü yok edildiği zaman, Türkiye, sorunlarını medenî bir çerçevede tartışabilen, çözüm üretebilen insanların barış içinde yaşadıkları bir ülke olacaktır.

13. Türkiye, İslâm’ın yardımıyla, İslâm ile birlikte çağdaşlaşmayı başarmak zorundadır. Son bir asırda yaşadıklarımız, içine sürüklendiğimiz suni gerilimler, bunun bir zorunluluk olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunun için de, bazı kesimlerin “dini devletleştirme”, ya da “İslâm devleti” yanılgısından; diğer bazı kesimlerin de “İslâm’ı dışlayarak çağdaşlaşma” gibi insan fıtratıyla ve Türkiye’nin gerçekleri ile hiç bağdaşmayan bir dayatmadan vazgeçmesi gerekmektedir. Türkiye’nin kaybedecek hiç zamanı yoktur.

14. İçine sürüklendiğimiz değişim süreci, Türk insanının önüne, yeniden, yeni bir medeniyet yaratma fırsatı koymuştur. Bu, aynı zamanda sonu varlık, ya da yokluk olan bir mücadelenin adıdır. Aslında, tarih, değişim süreci, mevcut koşullar, bizi buna zorlamaktadır. Tarihimizi eleştirel bir yaklaşımla yeniden okuduğumuz zaman, hem onun olumsuz etkilerinden kurtuluruz, hem de ondan daha sağlıklı bir gelecek için, yeni medeniyet için yararlanma imkanı bulabiliriz. Çağı iyi okuduğumuz zaman, değişimin frekansını yakalama ve değişirken değiştirme şansı bulabiliriz. Allah’ın bir armağanı olan yaratıcılık yeteneğimizin farkına vardığımız zaman da, birbirimizle uğraşarak kaybettiğimiz bunca zaman için üzülmeye başlarız. Yüreğimiz, yeni bir uygarlık yaratmanın heyecanıyla çarpmaya başladığı zaman, farklılıkların bir zenginlik olduğunu daha kolay anlayacağız. Büyük düşünemeyen, yaratıcılığın tadına varamamış insanlar, ayrıntılarda boğulmaya mahkûm olurlar.

——————————————

Kaynak:

http://www.hasanonat.net/index.php/100-tuerkiye-de-din-anlay-s

Yazar
Hasan ONAT

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen