İki Ucu Müphem Bir Köprü: ‘Bilim’ ile ‘Tarih’ ya da ‘Bilim Tarihi’

Prof.Dr. İhsan FAZLIOĞLU

  1. Avrupa’da ‘Bilim’ ile ‘Tarih’in Kavgası

Batı Avrupa’da, XIV. yüzyılda, felsefe-bilim’in üç önemli konusu, Tanrı, Evren ve İnsan’a arkasından bakılan bir prizma olan Sistem’in yani Kilise’nin yavaş yavaş çökmeye yüz tutması sonucunda, Sistem’in aklı, yöntemi ve ölçütü olmaksızın, kişi’nin Tanrı, Evren ve İnsan’a ilişkin, ama özellikle Evren (Doğa) hakkında doğru bilgi üretebileceği inancı ile tetiklenen yeni bilim/bilme hareketi, Kopernik’in 1543’de yayımladığı De revolutionibus orbium coelestium adlı eseri ile başlatılabilir. Başta Galileo olmak üzere pek çok bilmek isteyen kişi’nin sahip çıktığı bu yönelim, Doğa hakkında, ancak doğa bilim/leri’nin, özellikle fizik’in doğru bilgi üretebileceği ilkesinde ısrar etmiştir. Orta-çağ’ın bilme zihniyetinin ilahiyat+metafizik odağına karşı yeni-bilim, kendisini, fizikte konumlandırmıştır. Evreni idrak için yeni bir bilme tarzı geliştirmeye çalışan Merağa Okulu ve takipçilerinin formüle ettiği, “gözlemle uyumlu hesap” ilkesini kendisine çıkış noktası alan yeni bilme eylemi; kişi’nin niteliklerine dayalı göreliliğine karşı, kendisini insan kılan temel özelliğin, yani cogito’nun içerisinde kalarak doğa’ya ilişkin bilgi üretmeyi hedeflemiştir. Newton’un, Kopernik’ten kendisine gelinceye değin vuku bulan tüm gelişmeleri, tutarlı bir terkip haline getirmesi ile yeni-Sistem, Galileo’nun deyişiyle yeni-bilim, artık eskiyi tamamen tasfiye ettiği için, yalnızca bilim adıyla Evren hakkında tek meşru resim üreten [dünya tasavvuru] bir yöntem halini almıştır.

Newtoncu sistemin yalnızca doğa değil, Tanrı ve insan hakkında da sahip olduğu iddialar kendisinden sonra, yönteminin tüm insanî bilgi alanlarına uygulanmasına neden olmuş ve özellikle Fransız düşünürleri eliyle, Aydınlanma hareketinde görüleceği üzere, bilim artık yalnızca resim üreten değil anlam veya değer üreten bir içerik kazanmıştır. Kant’ın, insan-türü’nün bilme fiilini, inanma, ümit etme ve eyleme gibi diğer fiillerinden ayırmasına ve Newtoncu yöntemde tezahür eden bilme fiilini, başka bir deyişle bilimsel aklı sınırlandırmaya çalışmasına karşın; Auguste Comte eliyle bilim, nihaî haliyle hem dünya-tasavvuru [dünya resmi] hem de dünya görüşü [değer-anlam dünyası] üreten bir tarz halini almış ve dinin-ahlakın yerine ikame edilmesi düşünülen bilimsel ideolojiler’i de üretmeye başlamıştır. Sanayi devrimi akabinde bilim, teorik-bilgi’den (felsefe-bilim) teknik-bilgi’ye (techno-science) dönüşmüş, bu da bilimsel bilginin emperyal içeriğini beslemiştir. Özellikle tüm bilim dalları fizik modelinde yeniden organize edilmeye kalkışılmış, fizik doğa’yı araştırırken kimya madde’nin içerisine nüfuz etmeye başlamış; evrim teorisiyle canlıyı araştıran biyoloji fiziksel (doğal) bir karakter kazanmış; bireyi psikoloji, toplumu da sosyoloji ve antropoloji gibi hesab’ı önceleyen, anlam’ı-değer’i ikincil kılan anlayışlara dayalı yeni disiplinler incelemeye başlamıştır.

Köklerini, -Evren’in, hatta Tanrı ve insan’ın Newtoncu bilme tarzına ve yöntemine daha baştan tavır alan, Newton’un Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri adlı eserini fizik değil daha çok matematik olarak gören, mathesis universalis’i hesap değil Evren’in küllî dili olarak anlayan- Leibniz’in felsefe-bilim anlayışında bulan Alman zihniyeti; Kant’ın açtığı evlekte, tek-başına-bilim’e itirazlarını sürdürmüş, Goethe gibi düşünürlerle alternatif bilme tarzları teklif etmiş ve en nihayetinde de, hangi tarz olursa olsun bilim denilen yöntemin doğayı açıkladığını, ancak anlamadığını ileri sürmüştür.1 Vico gibi pek çok Avrupalı düşünürün de etkisiyle Tarih’i bir ilim olarak kuran Alman düşünürleri, C. P. Snow’un işaret ettiği gibi, doğa bilimleri ile insanî [geistik] bilimler arasında, her iki tarafın diyaloğunu ketleyen, bir kopukluk ortaya çıktığını görmüşlerdir. Onlara göre, resim ile değer-anlam’ın ya da dünya tasavvuru ile dünya görüşü’nün arasında ortaya çıkan bu kopukluğun giderilmesi, modernitenin yarattığı doğal (fizik) olan ile insanî (metafizik) olan arasındaki gerginliği giderecektir.

  1. Kavgayı Aşan Köprü: ‘Bilim Tarihi’

Alman tarih okulunun tespiti ve bu tespit için öne sürdüğü tezler, en nihayetinde insanî ilimler [tarih, felsefe, edebiyat, şiir, musikî, vb…] ile doğa bilimleri arasında bir köprü kurulması gerektiği inancını pekiştirmiş; sonuçta bilim ve tarih’i, bu iki kavramı, yaklaşımı, hatta zihniyeti bir araya getiren, terkib eden bir tamlama olarak Bilim Tarihi düşünülmüştür. Böylece bir araştırma-inceleme yöntemi olarak bilim tarihi, doğa/fizik ile insan (anlam/değer=metafizik) arasında bir köprü olma görevini üstlenmiştir; çünkü en nihayetinde bilim’i kuran, doğayı açıklamaya çalışan da insandır. Bu durumu tespit eden, bilim tarihi disiplinin akademik anlamda kurucusu George Sarton; -kendisinin çıkardığı meşhur bilim tarihi dergisi Isis’de, 1930 yılında kaleme aldığı bir yazısında- aynı dili konuşmayan bu iki kültür [doğa ile tarih] arasında, yani bilimsel/doğa bilimleri ile insanî ilimler arasında bilim tarihinin üstleneceği bir köprü kurulamaz ise mevcut uçurumun daha da artacağını vurgulamıştır.

Öyleyse, yukarıdaki açıklamaların ışığında bilim tarihi terkibinin ilk ortaya çıkış nedeni olarak “bilimin -yani açıklamanın- tarihini -yani anlamını ve değerini- incelemektir” cümlesi ileri sürülebilir. Bu çerçevede bilim tarihi disiplininin, bilimin ne olduğu, kökeni, gelişimi, bilime katkı yapan kişilerin hayatı, bilimsel kurumlar ve âletler, bilimin iktisadî, siyasî, dinî ve toplumsal bağlamla ilişkisi, bilimsel bilginin farklı kültürler arasında aktarımı vb… konuları incelediği söylenebilir. Ancak burada bilim kavramının tanımına göre tarihinin de değiştiğine dikkat etmek gerekir. Çünkü her şeyden önce her kavram gibi bilim kavramı da bir formdur ve dış-dünya’da bilim’in kendisi değil fertleri yani tek tek bilim dalları mevcuttur. Başka bir deyişle, bilim değil bilimler vardır. Ancak bilim kavramını tek tek bilim dallarını bir arada tutan ortak bir ayırıma (fasla) göre, tüm felsefî okulların üzerinde uzlaştığı bir biçimde tanımlamak oldukça zordur. Bu zorluğa karşın bilim tarihi kavramı ilk ortaya çıktığı dönemde, XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra, daha çok Batı-Avrupa ve İngiltere’de gelişen, yukarıda özetlenen içeriğe sahip bilim’in ve bunun doğurduğu aydınlanma, ideolojiler, sanayi devrimi gibi tarihi vakıaların nedenlerini incelemeye çalıştı. Başka bir deyişle, elde adına bilim denilen, kendisiyle iş görülen bir âlet vardı. Bu, nasıl ortaya çıkmıştı; kökleri nerelere gidiyordu; yapısı nasıldı; ne zaman ve nasıl başladı, nasıl gelişti; kimler katkıda bulundu, etkisi ne oldu gibi sorular bilim tarihi araştırmalarında öncelik taşıyordu. Bu soruların yanıtları aslında Avrupa’yı biricik kılan özellikleri de tebarüz ettirecekti. Nitekim Auguste Comte (1798-1857), William Whewell (1799-1866) ve Henri Poincaré (1854-1912) gibi isimler bilim’in bir bilme yöntemi olarak özelliklerini Batı Avrupa tarihine atıfta bulunarak incelerken, Paul Tannery (1843-1904) ve Pierre Duhem (1861-1916) gibi adlar bu bilme tarzının Avrupa içerisindeki tarihî köklerine de atıfta bulunuyordu.

Bu çerçevede gelişen bilim tarihi disiplini, esas itibariyle Batı-Avrupa’ya has bir âlet’in mahiyeti ve tarihî gelişimi üzerinde odaklanırken, farklı tarih ve medeniyet perspektifleri bilim tarihi disiplinin de muhtevasını belirlemeye başladı. Fransızların yaklaşık 1840’lara kadar Mısır merkezli medeniyet tarihi yazıcılığı ile Almanların Yunan merkezli medeniyet tarihi yazıcılığı birbiriyle bir süre çatıştı. Bu nedenlerle bilim adı verilen bilme yönetiminin tarihi köklerine inilerek değişik kültür ve medeniyetlerde Batı-Avrupa’da gelişen ve ona has olan bilimi andıran çalışmaların olup olmadığı araştırılmaya başlandı. Örnek olarak, daha önce çeşitli saiklerle Fransız baba-oğul Jean-Jacques Sédillot (1777-1832) ile Louis-Amélie Sédillot’un (1808-1876) çalışmaları astronomi tarihinin İslâm astronomisi olmadan anlaşılamayacağı üzerinde durmuştu. Almanların Doğu’ya doğru politikasını takip eden Alexandre Von Humboldt, Franz Woepcke’yi (1826-1864) Paris’e göndererek Sédillotların yanında yetişmesini sağladı ve kısa sürede Almanlar, Eilhard Wiedemann (1852-1928) ve öğrencileri ile, İslâm bilim tarihi disiplinini bağımsız bir araştırma alanı olarak kurdular.

Başlangıçta tek-anlamlı bir medeniyet ile tek-anlamlı bilim kavramsallaştırmalarına dayalı çalışmalar, zamanla medeniyet’in değil medeniyetler’in olduğunu, her medeniyetin ve hatta her kültürün kendine has bir bilme tarzı bulunduğunu gösterdi. Ancak yine de araştırmalar, daha çok, Batı-Avrupa’da gelişen ve Aydınlanma ile nihaî formuna kavuşan bilim kavramının geriye doğru tarihini tespite yönelikti. Bu çerçevede çalışmalar tarihöncesi dönemden başlayarak, Yeryüzü’nde muhtelif zamanda hayat bulmuş çeşitli medeniyet ve kültürlerin sahip bulunduğu bilimi andıran bilme yöntemlerini kuşatmaya başladı. Bu yönelimi kendisine esas alan, bilim tarihi sahasında kendisinden önceki tüm bilgi birikimini tutarlı bir yöntemle biraraya getiren, Harvard Üniversitesi’nde bilim tarihi doktora programını başlatarak bilim tarihini akademik bir disiplin olarak kuran kişi George Sarton (1884-1956) oldu. George Sarton’un ana hedefi, nihaî formuna Aydınlanma düşüncesiyle ulaşan bilimin dayandığı düşüncenin yani bilimi üreten, bundan dolayı da en-üst gelişmişlik seviyesine ulaşan akl’ın (aydınlanmış aklın) tarihini araştırmak, özellikle de açıklamaktır (bilim). Bununla da yetinmeyip anlamaktır (tarih). Bilimsel aklın gelişimini anlamak için ise onun bağlantılı olduğu din, felsefe, sanat vb. diğer disiplinleri de dikkate almak zorunludur. Bu projede Batı-Avrupa dışı toplumların yeri ise iki türlüdür: Birincisi, genel olarak, değişik tarihlerde yaşamış kültür ve medeniyetlerin bilimi andıran faaliyetlerini incelemek; ikincisi ise İslâm medeniyeti’nde olduğu gibi, bu yapıya etki eden kültür ve medeniyetleri, etkileri oranında dikkate alıp değerlendirmek.

  1. İslâm-Osmanlı Medeniyet’inde Bir ‘Bilim Tarihi’ Var mıdır?

Tanzimat’a kadar mensup olduğumuz, Cumhuriyet ile beraber tamamen koptuğumuz İslâm-Osmanlı medeniyeti’nde bir bilim tarihi var mı idi? Her şeyden önce İslâm-Osmanlı medeniyeti’nde bilim, günümüzde, büyük oranda yukarıda verilen bilim tanımını andıran ve Batı’ya etkisi oranı’nda dikkate alınan bir alandır. Başka bir deyişle, kendi kökeni, gelişimi ve sorunları, kısaca kendi paradigması içerisinde incelenen bir alan değildir. Bu noktayı daima göz önünde bulundurmak kaydıyla, yani şimdilik bilimin tanımını müphem bırakarak, İslâm medeniyeti’nde bir bilim tarihinden bahsedilebilir mi? Bu soruya yanıt vermeden önce şu noktanın iyice belirgin kılınması gerekir: Bilim tarihi, bir paradigma içerisindeki unsurların geçmiş’ini, başka bir deyişle o geçmişin takvimini, kronolojisini vermek değil, nasıl ve niçin’ini yani illetini/nedenselliğini belirlemektir. Bu tür bir tavır ancak ve ancak yeni’nin olduğu, fark edildiği yerde eski’nin bir geçmiş olarak idrak edilmesiyle ortaya çıkar. Bu anlamda İbn Nedim, yeniler (muhdesûn=modernler) dediği bilginlerin ürettikleri yeni’ye (cedid) nispetle İslâm öncesi bilme faaliyetlerini eski (kadim) diye adlandırır ki, bu bir fark ediştir. Benzer biçimde Ömer Hayyam’ın üçüncü derece denklemlerin çözümünde kendi getirdiği yeniliğin farkında olarak, Yunan’dan başlayan bir üçüncü derece denklem tarihi vermesi, dar bir alanda, bir bilim tarihi çalışması olarak görülebilir. Aynı şekilde Kutbuddin Şirazî’nin Faaltu felatelum ile İbn Şatır’ın Nihayetu’s-sul fi tashihi’l-usul adlı astronomi eserlerinde kendi ortaya koydukları tespitlerin yeniliğine nispetle benzer konudaki geçmiş teşebbüslerin tarihçelerini vermeleri bir tür, ama yine dar anlamda, bilim tarihi çalışması sayılabilir. İslâm-Osmanlı medeniyeti’nde matematik, astronomi, fizik, kimya gibi muhtelif sahalarda buna benzer pek çok başka örnek verilebilir.

İslâm-Osmanlı medeniyeti’nde çok çeşitli alanlarda kaleme alınan şerhler, şerh edilen konunun mensup olunan paradigmanın içerisindeki tarihini de verir. Bu açıdan şerhler, üzerinde yorum yapılan konunun geçmişini bilme anlamında, birer tarihî arka plan çalışması olarak değerlendirilebilirler. Bu duruma en güzel örnek Bahaeddin Amilî’nin Hulasatu’hisab adlı eserine Osmanlı döneminde yazılan şerhlerde hemen hemen her konuya ilişkin farklı görüşlerin, bilgin adları zikredilerek verilmesidir. Diğer bir örnek, Ali Kuşçu’nun Şerhu’t-tecrid’inde, mesela hareket bahsinde, İslâm-Osmanlı medeniyet’inde konuya ilişkin ileri sürülen önemli düşüncelerin -sahipleriyle birlikte- zikredilmesidir. Benzer durum hemen hemen tüm şerh ve haşiyelerde görülür. Bu nedenlerle şerhler incelenen konunun geçmişini, konuya ilişkin farklı fikirlerin sahiplerini ve gelişimini bilmek için vazgeçilmez kaynaklardır.

Öte yandan bilim sınıflandırması (tasnifu’l-ulum) sahasındaki eserler ile Enmuzec türü kitaplar da yine konuların geçmişini bilme anlamında birer tarihi arka plan araştırmalarıdır. İbnu’l-Ekfanî’nin İrşadu’l-kasıd ila esna’l-mekasıd’ı ile Taşköprülü-zade’nin (1495-1561) Misbahu’s-saade ve miftahu’s-siyade’si başta olmak üzere, Davud Kayserî (ö. 1350), Mehmed Şah Fenarî (ö. 839/1436), Nev’î Yahya Efendi (1533-1599), Mehmed Emin Şirvanî, Saçaklızâde Mehmed Mar’aşî (1679-1732) gibi pek çok tasnifu’l-ulum ve enmuzec sahibi ismin çalışmaları, yine konunun geçmişini (takvimini) bilme anlamında değerli bilgiler içermektedir. Öte yandan başta Taşköprülü-zade’nin eş-Şekaiku’n-numaniyye fi ulemai’d-Devleti’l-Osmaniyye’si olmak üzere Şekaik’in Türkçe ve Osmanlıca Zeyilleri ile diğer tabakat kitapları da bilginlerin hayat hikayeleri ve eserleri çerçevesinde bilim’in gelişimi hakkında bilgiler vermektedirler.

İslâm-Osmanlı medeniyeti’nde bilginlerin mensup oldukları ilmî paradigmayı -örnek olarak tıp alanında- eski (kadim) görüp yeni’yi (cedid) fark etmelerinin; hem kendi kültürlerine, hem de gelen yeni bilgilerin kökenlerine ilişkin bir tarih bilinci oluşturduğundan söz edilebilir. Abbas Vesim Efendi’nin Dusturu’l-vesim fi tıbbı’l-cedid ve’l-kadim adlı eseri, bu duruma iyi bir örnektir. Benzer biçimde Avrupa kaynaklarından tercüme-derleme yoluyla hazırlanan pek çok çalışmada, Osmanlı bilginlerinin kendi bilgi birikimlerini eski, Avrupa’dan gelen bilgileri ise yeni görmeye başladıkları gözlemlenebilir. Bu tavrın XX. yüzyılın başlarına kadar sürdüğü ve pratik bilimlerden teorik bilimlere doğru ilerleyen bir seyir takip ettiği söylenebilir.

Kanımızca, kendi mensup olduğu paradigmayı oldukça ciddiye almasına karşın, ondan yine ciddi manada şüphelenmeye başlayan ilk kişi Katip Çelebi’dir (1609-1657). Katip Çelebî bir yandan Keşfu’z-zunun an esami’l-kutub ve’l-funun ile kendi mensup olduğu medeniyetin -eser bağlamında- ilmî dökümünü çıkartırken, diğer yandan Sullemu’l-vusul ila ulemai’l-fuhul ile -bilginler bağlamında- biyografik bir dökümünü yapmaktaydı. Katip Çelebî’nin bu eserleri hazırlamadaki bir niyetinin de yeni haberdar olmaya başladığı Avrupa bilim hayatı karşısında kendisine ait olanı belirlemek olduğu söylenebilir. Coğrafyaya olan özel ilgisi, ufkunu genişletir; tarihe olan ilgisi ise derinleştirir. Ancak yine de örgün eğitim içerisinde yetişmediğinden kendi mensup olduğu paradigmanın derinliklerine, tüm samimi niyetine karşın, iyi nüfuz edemez. Katip Çelebî, bu özel durumuyla, başta Adnan Adıvar ve Hilmi Ziya Ülken olmak üzere, daha sonraki Osmanlı bilim ve düşünce tarihi çalışanlarınca özel bir yere konulur. Zira Tanzimat’tan sonra ve Cumhuriyet döneminde pek çok kişi İslâm-Osmanlı medeniyetine bakışta, kendisini Katip Çelebî’ye yakın görür; çünkü hepsi de, doğal olarak, Katip Çelebî gibi kendisini paradigmanın dışında tutmaya çalışır.

Katip Çelebî’yle bilkuvve başlayan, daha sonra gelen bilgin ve aydınların mensup oldukları paradigmanın tarihine yönelmeleri, bir anlamda Avrupa’dan gelen yeni karşısındaki farkı, idraklerinden kaynaklanır. Bu anlamda Osmanlı-Türk aydınının hem kendisinin, hem de kendi-dışındakinin bilme tarzının tarihine yönelmesi, belirli oranda dışarıdan uyarılmış bir yönelmedir. Çünkü ya, büyük oranda, kendi medeniyetini Batı ile karşılaştırarak konumlandırmakta ya da Batı kaynaklarından hareketle, kendi medeniyetine Batı’ya etkisi oranında bir değer vermektedir. Bu etki; belirli bir tarihte, Latince’ye tercümelerin tamamlandığı yaklaşık XIII. yüzyılda bittiği için de, kendisini, yani İslâm-Osmanlı, hatta Osmanlı-Türk bilme tarzını atlamaktadır [kayıp halka]. Bugün Türkiye’de Osmanlı bilme tarzıyla ilgili sorun, bir deyimle dile getirilirse, “yanlış baba dinleme”nin bir sonucudur. Bu konuya aşağıda tekrar dönülecektir.

İslâm-Osmanlı bilgininde uyarılan bu dikkat, ilk önce kendi bilgi birikimine atıf yaparak tezahür eder. Eğinli Ebu Sehl Numan b. Salih (ö. 1166/1753’den sonra) Tebyin amali’l-misaha adlı Türkçe eserinde, Batı Avrupa ve İngiltere’deki ilm-i misaha konusunda fikir serdederken üç maddeyi özellikle vurgular: Birincisi Batı’daki konuyla ilgili bu bilgilerin asıl kaynağı Endülüs İslâm medeniyetidir; başka bir deyişle bu medeniyetten tercüme edilen kitaplar sayesinde Avrupa’da bugün bu bilgi birikimine ulaşılmıştır. İkincisi tüm bu ilimlerin aslı (teorisi), bizde yani Osmanlı coğrafyasında mevcuttur. Üçüncüsü, sorunun siklet noktasıdır: “Ama bizde bu işlerin amelî-tatbikî tarafı, kısaca mühendislik/teknolojik tarafı eksiktir” [Kandilli Rasathanesi nr. 86, yaprak 1b-7b]. Eğinli, olayın bağlamı dikkate alındığında şunu da demek istemektedir: “Aslı/teorisi bizde olduğu için istediğimiz zaman amelî/tatbikî tarafını da inşa edebiliriz”. Eğinli’nin cümleleri; Osmanlı bilginlerinin, daha baştan teorik (nazarî) bilgi ile teknik (fen) bilgi arasındaki ayırımın farkında olduklarını ve Avrupalıların teknik bilgide mesafe katettiklerini bildiklerini göstermektedir.

Benzer bir durum, Ebu Bekir b. Behram b. Abdullah ed-Dımeşkî’nin (ö. 1102/1691) Nusretu’l-İslâm ve’s-surur fi tahrir atlas mayor adlı eserinde, “Avrupalıların astronomi ve coğrafya söz konusu olduğunda Nasiruddin Tusî, Fahreddin Razî, Nizameddin Nisaburî ve Ali Kuşçu’yu tanıdıklarını, ondan sonra İslâm-Osmanlı dünyasında her şeyin bittiğini zannettiklerini” belirtir ve ardından da, bu değerlendirmelerin tam aksine, Osmanlı coğrafyasında astronomi bilimini bilen onlarca insan bulunduğunu söyler. Ancak Eğinli gibi o da “Osmanlı bilginlerinin bu ilimleri hep nazarî bildiklerini amelî-tatbikî tarafında zayıf olduklarını” ekler [Bağdad Köşkü nr. 325, yaprak 2a-2b].

Yenileşme öncesi döneme ait İslâm-Osmanlı kültür havzasına ait bilgin ve düşünürlerin tavırları ne kadar farklı yorumlanırsa yorumlansın, Batı-Avrupa’da ortaya çıktığı ve Aydınlanmada nihai formuna kavuştuğu biçimde ne bilim, ne de bu bilimin bilme tarzına karşı konulan tarih İslâm-Osmanlı dünyasında mevcut bulunmadığından bu ikisini bir araya getiren -yine yukarıda tanımlandığı biçimiyle- köprü bir bilim tarihi kavramından bahsetmek doğru değildir. Tersine -yukarıda da dile getirildiği üzere- İslâm-Osmanlı medeniyetinde bu tavır, İslâm-Osmanlı bilginlerinin kendi mensup oldukları paradigmanın geçmişini bilme, birikimini ortaya koyma şeklinde tezahür eder.2

  1. Osmanlı-Türk Kültüründe ‘Bilim Tarihi’: Niçin ve Nasıl?

İslâm-Osmanlı kültüründen Osmanlı-Türk kültürüne geçişte bilim tarihi ne tür bir saikle ya da saiklerle başlamıştır? Bu sorunun yanıtı şudur: Osmanlı-Türk kültüründe bilim tarihi çalışmaları, yenileşme döneminde Osmanlı-Türk aydınının kendisine ve kültürüne yönelik meydan okuma ve tehdit algısından kaynaklanır. Bu nedenle, yukarıda denildiği gibi, bu ilgi uyarılmış bir tepkidir.

Yukarıda işaret edildiği üzere bu tepki, Katip Çelebî, Eğinli Numan ve Ebu Bekir Dımeşkî’nin, kendilerinde bulunan ile karşıdakinde bulunan arasında nisbî karşılaştırmalar yaparak, iki ayrı bilme tarzının varlığını kabul etmesiyle başlar. Bu döneme kadar İslâm-Osmanlı dünyası için hayatiyetini sürdüren tek bir bilme tarzı vardı; o da İslâm-Osmanlı bilme tarzı’ydı. Açıktır ki, karşılaştırma yapmak için birden fazla, birbirinden farklı ve kendi içerisinde önemli bilme tarzlarını kabul etmek şarttır. Özellikle XVIII. yüzyılın başından itibaren İslâm-Osmanlı bilgini için, artık, teorik bilgi (nazarî) seviyesinde İslâm-Osmanlı, teknik bilgi (amelî, fen) seviyesinde de Avrupa merkezli iki ayrı tür bilgi mevcuttu. Yukarıda dile getirildiği üzere, İslâm-Osmanlı bilgini, Osmanlı-Türk aydını’na dönüştükçe teorik bilginin İslâm-Osmanlı kaynağı da terk edilecek, bu konuda da Avrupa kaynaklı teorik bilgi benimsenecektir. Ancak, bu terk ediş ve geçiş birdenbire vuku bulmamış, XX. yüzyılın başlarına kadar uzun bir zaman diliminde gerçekleşmiş ve ayrıca -yukarıda da değinildiği üzere- teknik/pratik bilimlerden teorik/nazarî bilimlere doğru ilerleyen bir seyir takip etmiştir.

Bu seyirde dikkat edilmesi gereken ilk nokta; Batı-Avrupa’dan aktarılan yeni bilgiler karşısında hem İslâm-Osmanlı bilgininin, hem de Osmanlı-Türk aydınının -eski saymasına karşın- başlangıçta kendi kültürünün bilgi birikimine verdiği yer ve değerdir. Örnek olarak Mustafa Sıdkı, Şekerzade Feyzullah Sermed, Kuyucaklızade Mehmet Atıf ile Mühendishane Başhocası Hüseyin Rıfkî Tamanî ve Seyyid Ali Paşa, konuların incelenmesinde Avrupa’dan gelen yeni bilgiler yanında kendi eski bilgi birikimlerini de dikkate alırlar. İshak Hoca bile tamamen yeni bilgilerden oluşan tercüme-derleme eseri Mecmuat-i ulum-i riyaziyye adlı eserinde yer yer kendi bilgi birikimini çağrıştıran ifadeler kullanır. Ancak bu dönemde, yani XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın başlarında Batı’ya karşı tavrın en dikkate değer göstergesi Masdariyeci-zade’nin dar bir açıyı geometrik çizim yoluyla iki eşit parçaya böldüğü iddiasını içeren Risale’sinin sonuna eklenen zeyl’dir. Bu zeyil, Masdariyeci-zade’nin buluşunu Frenklerin sahiplenmemesi için başta Başhoca Seyyid Ali Paşa olmak üzere Mühendishane hocaları tarafından imzalanmıştır. Zeyil’de kullanılan ifadeler arasında en dikkat çekeni, hiç şüphesiz, “Frenklerin bilim’deki her şeyi sahiplenmeleri” cümlesidir. Bu cümle dönemin bilgin ve aydınlarının psikolojisini, hiç bir yoruma mahal bırakmaksızın açıkça vermektedir.

Yeni’ye ait unsurların giderek çoğalmasıyla, Tanzimat’tan hemen sonra pek çok sahada ve konuda eskinin terk edilmesiyle, özellikle klasik İslâm kültüründen beslenen tek-anlamlı medeniyet ve tek-anlamlı bilim kavramlarının da benimsenmesiyle, Osmanlı-Türk aydını psikolojik sıkıntıya girmiş; aidiyetinde, mensubiyetinde ve hatta hüviyetinde sorunlar yaşamaya başlamıştır. Bu durum en güzel, Osmanlı-Türk aydını nezdindeki yeni bilimin tarihi tasavvurunda müşahede edilebilir. Her şeyden önce yeni bilimin tarihi de, muhtevası gibi, Osmanlı coğrafyasına Avrupa’dan aktarılmış; dolayısıyla, doğal olarak, yeni-bilimin tarihi yine Batı Avrupa’nın perspektifinden verilmiştir. Bu perspektif, hemen hemen hiç eleştirilmeyerek içselleştirilmiştir. Bu perspektifte en dikkate değer nokta şudur: Klasik (yani Selçuklu-Osmanlı öncesi) İslâm kültürünün, özellikle tercümeler yoluyla Batı’ya etkisi üzerinde durulmuş ve daima vurgulanmıştır. Bu vurgu; süreç içerisinde kişilerin, kendilerini, Batı’ya etkisi oranında biz kavramsallaştırması içerisinde tanımlamasına neden olmuştur. Böylece Batılı olan’da bizim [Selçuklu-Osmanlı öncesi] de katkımız ortaya çıkarılmış ve yeni içerisinde biz de bulunduğumuz için, hem yeninin aktarımında yabancı bir şeyi alma psikolojisi aşılmış, hem de bilimin [Avrupa biliminin] evrensel olduğu gösterilerek sahiplenilmesi kolaylaşmıştır. Türkiye’de bugüne kadar gelen ve yaygın olan bu yaklaşım, Selçuklu-Osmanlı birikimini atlar; çünkü o dönemde tercümeler bitmiş olduğundan, bu dönemin Batı’ya bir etkisinin/katkısının olmadığını düşünmektedir. Şu vargıda başta Türkler olmak üzere İranlılar, Araplar ve diğer milletlere mensup bilim adamları, başka hiç bir konuda olmadıkları kadar, müttefiktirler: Yeni’ye -yani, evrensel Avrupa bilimine- katkı esas olduğundan dolayı, Selçuklu-Osmanlı dönemi birikimi ve bilme tarzı dikkati hak etmez. Bu bakışta en ilginç olanı, Osmanlı-Türk aydınının, teolojik mensubiyet bakımından olmasa da, bir medeniyet olarak İslâm’dan uzaklaşmasına karşın, bilim söz konusu olduğunda, -Batılı olan’da biz kavramsallaştırmasının içeriği üzerinde durmaksızın- İslâm medeniyetine, Avrupa bilimine katkısı oranında atıfta bulunmaya devam etmesidir.

Bu katkı’nın sunumu, hiç şüphesiz stratejik bir gayeye matuftur: Eğer bu katkı kanıtlanabilirse -ki tarihî olarak vardır-, XIX. yüzyıldaki ırkçı teorilerin iddia ettiği gibi bilim’in Avrupa kültürüne has olduğu tezi çürütülmüş olacak ve Avrupa-dışı toplumlarda da üretildiği gösterilerek bilim’in gelişmesi ya da gelişmemesi, -Avrupa’ya ait biricikliği ortadan kaldırılmış olduğundan- siyasî, iktisadî ve toplumsal faktörlerle açıklanacaktır. Öte yandan bu düşüncenin dile getirildiği XIX. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da hakim olan pozitivist düşüncenin din (katoliklik) ile bilim arasında vurguladığı olumsuz ilişki’nin, İslâm medeniyeti’nde üretilen bilim örnek gösterilerek, tüm dinler için geçerli olmadığı ispatlanmış olacaktı. Ayrıca Avrupa’da yaygın olan “bilimi yalnızca Arî ırkın üretebileceği” tezi, İslâm bilimindeki Samî ve Turanî kavimlerin katkısının gösterimiyle aşılacak ve böylece bilim üretiminin belli bir ırk ve kültüre özgü olmadığı ortaya çıkacaktır. Yukarıda özetlenen bu savunmacı yaklaşımda ilginç olan; medeniyet, bilim, ırk, din vb. pek çok kavramın hem eski ve yeni çağrışımları, hem de Avrupa ile İslâm-Osmanlı-Türk kültüründeki farklı tanımları ve fonksiyonları dikkate alınmaksızın belli belirsiz, hatta gelişigüzel kullanılmalarıdır. Kırımlı Aziz Bey (1840-1878), Namık Kemâl (1840-1888) ve Bursalı Mehmed Tahir Bey (1861-1925) gibi isimlerin temsil ettiği bu savunmacı yaklaşımın en önemli özelliklerinden birisi de, İslâm-Osmanlı medeniyeti’ne ait verdikleri bilgilerin büyük çoğunluğunun kendi araştırmaları olmayıp Avrupa’daki şarkiyatçıların çalışmalarından derlenmiş olmasıdır. Öte yandan Ahmed Cevdet Paşa (1823-1895) ile oğlu Ali Sedad ve kızı Fatma Aliyye Hanım (1862-1936) ve Filozof Rıza Tevfik gibi bazı isimlerin klasik İslâm-Osmanlı kültürüne vukufiyetleri nedeniyle daha sağlıklı değerlendirme imkanına sahip oldukları söylenebilir. Ancak bu sağlıklı değerlendirme ayrıntılarda ortaya çıkar; çünkü sorunlara hem savunmacı, hem de Avrupa’da tanımlandığı şekliyle, tek-anlamlı medeniyet ve bilim kavramını dikkate alarak yaklaşmışlardır. Aynı dönemde İslâm-Osmanlı bilme tarzını devam ettiren önemli adlara rastlanmakla birlikte bu adların eserleri ana-damarı belirleyecek bir yerde durmazlar.

  1. Türk Bilim Tarihi Araştırmalarında ‘Tarihî Perspektif’ ve ‘Metin İnceleme’: Salih Zeki’nin Açtığı Yol

Türkiye’de yine katkı odaklı olmakla beraber, yalnızca Avrupa’da üretilen bilgilerle yetinmeyip bizzat klasik kaynaklara giden ve bu eserlerin içeriklerini bilim tarihi kavramı içerisinde değerlendiren ve yalnızca etkili olan dönemleri değil, Selçuklu-Osmanlı dönemini de kendi içerikleri itibariyle dikkate alarak inceleyen iki isim Süleyman Sudî Efendi ile Salih Zeki’dir (1864-1921). Süleyman Sudî Efendi’nin hem eserinin tamamlanmamış olması, hem de başlangıç seviyesinde bulunması nedeniyle, yukarıda özetlenen ilkelere uygun ilk çalışmanın Salih Zeki Bey’in eseri olduğu söylenebilir. Salih Zeki’nin Türkiye’deki bilim tarihi araştırmalarına iki önemli katkısı mevcuttur: Birincisi bilimi, tarihî perspektif içerisinde incelemesi, ikincisi ise nesnesi ile bizzat kendisi muhatap olup, başkalarının verdiği bilgileri değil, metinleri incelemesi. Bu iki ilke çerçevesinde Salih Zeki’nin çalışmaları şu şekilde tahlil edilebilir: Her şeyden önce Salih Zeki, eserinin önsözünde belirttiği gibi, Şarklıların matematik ve astronomi bilimine katkısını araştırmaktadır. Ancak bu katkı, yalnızca Batı-Avrupa bilimine tercümeler yoluyla yapılmış fiilî katkı değil, özellikle matematik ve astronomi disiplinlerine -kitaplarda kalmış olsa bile- yaptıkları katkıdır. Dolayısıyla Salih Zeki için bu bilgilerin, tercümelerle Avrupa’daki yeni bilme tarzına etki edip etmemesi önemli değildir. Salih Zeki, bir tarih perspektifi kullanır ve İslâm-Osmanlı matematik-astronomisini genel bilim tarihi içerisine yerleştirir. Yunan ve Hint [o dönemde henüz Mısır ve Mezopotamya araştırmaları devam ediyordu] kaynaklarına işaret eder ve Avrupa bilimine olan etkilerine yer verir. Öte yandan yine bizzat kendisi İstanbul yazma kütüphanelerindeki eserlerin muhtevalarını inceler, kendi döneminde kadar bilinmeyen pek çok eseri gün ışığına çıkartır ve değerlendirir. Bu eserlerde saklı kalmış, bilinmeyen, ama daha sonra Avrupa’da yeniden keşfedilen pek çok matematik ve astronomiye ilişkin icada değinir. Salih Zeki’nin bu çalışmalarında kendisine eşlik eden bir kavram da bilim tarihindeki keşiflerde öncelik sorunudur. Belki de onu böyle bir soruna yönelten, “İslâm matematikçilerinin Eski Yunan’daki matematik bilgisini ne ölçüde geliştirdikleri” sorusunu aşırı ciddiye almasıdır. Salih Zeki; bu soruya vereceği yanıtın, kendi döneminde Avrupa’da abartılı şekilde gündeme getirilen ve Osmanlı aydınları arasında da tartışılan “Yunan mucizesi” kavramsallaştırması açısından önemli olacağını düşünmüş olmalıdır. Salih Zekî’nin çalışmalarının en önemli eksiği ise, metinlerin salt teknik içeriklerini analiz etmekle sınırlı kalmasıdır. Elbette teknik içerikleri doğrudan metinleri kendisi inceleyerek ve kendi tarihî perspektifine uygun olarak yapması, bu konuda Avrupa’da üretilen pek çok bilgiyi hem tashih etmesine, hem de aşmasına neden olmuştur. Ancak bu teknik yapının, içerisinde üretildiği siyasî, iktisadî, toplumsal ve dinî ortamı dikkate almaması ve irtibat noktalarını göstermemesi, onun çalışmalarındaki medeniyet perspektifindeki eksiklikle ilgilidir.

Salih Zeki’nin çalışma anlayışı, öğrencisi Mehmed Fatin Gökmen (1877-1955), Abdülhak Adnan Adıvar (1882-1955), Ahmet Süheyl Ünver (1898-1986), Ahmed Hamid Dilgan (1901-1976) gibi isimler tarafından farklı alanlarda takip edilmekle beraber, ne onun sahip olduğu tarihî perspektif geliştirilmiş, ne de metin incelemeleri ayrıntılandırılmıştır. Bu isimlerden bir kısmı, II. Meşruiyetin getirdiği ve Cumhuriyet’in pekiştirdiği Türk milliyetçiliği anlayışıyla bilim tarihinde Türklerin yeri ile Türk asıllı bilim adamlarının bilimsel keşiflerdeki öncelikleri üzerinde daha fazla durmuştur.

  1. Türk Bilim Tarihi Araştırmalarında ‘Medeniyet Perspektifi’ ve ‘Tenkitli Metin Neşri’: Aydın Sayılı’yla Girilen Yol

Türkiye’de bilim tarihi araştırmalarına Salih Zeki tarafından kazandırılan tarih perspektifi ile metin incelemesi, Aydın Sayılı (1913-1993) tarafından zenginleştirmiştir. Ancak kanaatimizce Sayılı’nın, Salih Zeki’nin çizgisini zenginleştirme yanında, Türkiye’deki bilim tarihi çalışmalarına getirdiği en önemli iki yenilik medeniyet perspektifi ile tenkitli metin neşridir. Sayılı’nın, bilim tarihini akademik bir disiplin olarak kuran Sarton’nun yanında yetişmesi, tek başına, bu zenginleştirme ve katkıyı izah etmek için yeterli değildir.

Kanımızca bu sorunun izahı, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarih teziyle yakından alakalıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün de yönlendirmesiyle Mehmed Fuat Köprülü’nün teorik zeminini kurduğu, kendisinden sonra da pek çok ismin takip ettiği bu tarih tezi; Sayılı’yı, Türk bilim tarihini medeniyet perspektifinden incelemeye yöneltmiştir. Bu nedenle Sayılı hem İslâm öncesi Türk kültürü ile hem de Mezopotamya ve Eski Mısır medeniyetleriyle ilgilenmiştir. Ancak Sayılı’nın medeniyet perspektifinde İslâm-Osmanlı medeniyetinin merkezî bir yeri vardır. Bu nedenle, Sayılı’nın çalışmalarında İsmet İnönü dönemindeki Yunan-Latin tarih-medeniyet vurgusunun görülmemesi, Yunan dönemi bilimiyle ilgili bağımsız büyük çalışmalarının bulunmaması, onun medeniyet-tarih perspektifinin Mustafa Kemal Atatürk’ün medeniyet-tarih tezine daha yakın durmasıyla ilgili olmalıdır.

Yukarıda dile getirilen Sayılı’nın bu tavrı; hem Harvard’da hazırladığı doktora tezinde, hem de daha sonraki akademik çalışmalarında görülür. Sayılı 1943 yılında Türkiye’ye dönmesine karşın, 1955 yılında profesör oluncaya değin AÜ DTCF bünyesinde bilim tarihi dersleri vermiş ama kendi yaklaşımını ortaya koymamıştır. 1950’den sonra Yunan-Latin tarih-medeniyet anlayışı çizgisinden uzaklaşılınca Sayılı da kendi yaklaşımını, kurumsal bir kimlik kazandırdığı bilim tarihi kürsüsü’nde devam ettirebilmiştir. Sayılı’nın ilk doktora öğrencisi Sevim Tekeli’nin doktora (1956), doçentlik (1960 ) ve profesörlük (1967) tezleri ve daha sonraki çalışmaları3 ile ikinci doktora öğrencisi Esin Kahya’nın doktora (1971), doçentlik (1977) ve profesörlük (1982) tezleri ve daha sonraki çalışmalarında4 Sayılı’nın medeniyet perspektifi açıkça görülür. Sayılı’nın kürsüsünde hem kendisinin, hem de öğrencilerinin yetişmelerinde katkıda bulunduğu diğer öğretim üyeleri Melek Dosay Gökdoğan, Remzi Demir, Hüseyin Gazi Topdemir ve Yavuz Unat’ın çalışmaları da benzer bir yapıya sahiptir. Öte yandan, kanımızca, Sayılı’nın çalışmalarının Türkiye’deki bilgi akışında geniş yankı bulmamasının bir nedeni de, onun medeniyet perspektifi ile yakından alakalıdır.

Sayılı’nın kısaca değinilmesi gereken diğer bir önemli katkısı, çeşitli bilimsel sahalarda kaleme alınan Arapça, Türkçe ve Farsça eserlerin tenkitli metin neşri’dir. Şüphesiz dünyanın çeşitli üniversitelerinde de bilim tarihi çalışmalarında takip edilen bu yöntem, henüz yazma halinde kütüphanelerde duran binlerce eserin gün yüzüne çıkarılması ve muhtevalarının değerlendirilmesi açısından son derece önemlidir. Bu yöntemin ilk örnekleri Sayılı tarafından verilmiş, öğrencileri tarafından da devam ettirilmiştir. Ancak bu çalışmaların önemli bir kısmının tezlerin içerisinde kalıp yayımlanmaması etki alanlarını sınırlandırmıştır.

  1. Türk Bilim Tarihi Araştırmalarında Malzemenin Zenginleşmesi

İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü bünyesinde 1984’de Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kurduğu Bilim Tarihi Anabilimdalı, 1989 yılında Türkiye üniversitelerindeki ilk bilim tarihi bölümü olmuş; fakat, 1999’da lisans programı durdurularak 2000’de yeniden anabilimdalı’na dönüştürülerek Felsefe Bölümü’ne bağlanmıştır. Bu anabilimdalı ve bölümün tarihinin böylesi acıklı seyrinin pek çok iç ve dış nedenleri olmakla birlikte, İ.Ü. Bilim Tarihi Anabilimdalı bir kurum olarak hiç şüphesiz önemlidir. İhsanoğlu’nun IRCICA’nın genel müdürü olması dolayısıyla, burada bilim tarihine ilişkin yürütülen çalışmalar ile yine kurucusu olduğu Türk Bilim Tarihi Kurumu, Türkiye’deki bilim tarihi çalışmalarına bir hareketlilik getirmiştir. Bu hareketliliğin ilk nedeni hiç şüphesiz, İstanbul’da, yukarıda da işaret edildiği üzere, bilim tarihi çalışmalarının çok eski bir tarihe sahip olmasıdır. Nitekim bu tarihlerde İstanbul’da Çapa ve Cerrahpaşa tıp fakültelerinde Ahmed Süheyl Ünver’in ve öğrencilerinin, ayrıca Celal Saraç ve Muammer Dizer’in devam ettirdiği çalışmalar, Kazım Çeçen’in İTÜ’deki araştırmaları ve Ramazan Şeşen’in yazma eserler üzerindeki yayınları uygun bir ortam yaratmıştı.

İhsanoğlu’nun katkısı daha çok bir hâmî olarak adı geçen kurumlarda bir araya getirdiği isimler ile ortaya koyduğu projelerde ortaya çıkar. İmzasını taşıyan çalışmaların hemen hemen hepsinde ise bu kurumlarda çalışan pek çok ismin katkısı mevcuttur. Her şeyden önce bu çalışmalar büyük oranda malzemeye yönelik çalışmalardır ve bu özellikleriyle ileride yapılacak araştırmalara bir zemin teşkil etmeleri bakımından önemlidirler. Yine İstanbul Üniversitesi’ndeki Anabilimdalı’nın ve IRCICAnın katkılarıyla düzenlenen pek çok ulusal ve uluslararası sempozyum Türkiye’deki bilim tarihi çalışmalarını hem zenginleştirmiş, hem de yurtdışında tanıtmıştır.

Öte yandan İhsanoğlu’nun imzasını taşıyan bu kolektif çalışmaların kavramsal içeriği pek çok sorun içermektedir. Her şeyden önce tüm bu çalışmalarda, içerisine oturduğu, hesabı verilmiş kavramsal bir çerçeveden yoksun olması nedeniyle, hem Salih Zeki’nin getirdiği tarih perspektifi, hem de Sayılı’nın getirdiği medeniyet perspektifi oldukça zayıflatılmıştır. Nitekim IRCICA’daki katalog değeri olan malzeme çalışmaları yanında teknik muhtevaya ilişkin incelemelerin çok az olmasının, olanların da dağınık bir kavramsal çerçevede yapılmasının ana nedeni, yukarıda işaret edilen, bir tarih ve medeniyet perspektifinden yoksun olunmasında aranmalıdır. Romantik içerikli Osmanlı vurgusu, başka bir ifadeyle Osmanlı bilimi kavramsallaştırması, “Osmanlı döneminde ve Osmanlı coğrafyasında İslâm-Osmanlı-Türk bilme faaliyeti” olarak tanımlanmamış, bu tanım da doğal olarak pek çok sorun doğurmuştur: Öncelikle, böyle bir tanım, Osmanlı’yı İslâm medeniyetinden kopardığı için Osmanlı dönemi bilme faaliyetinin içeriğini anlamayı engeller. İkinci olarak, Anadolu Selçuklu dönemi dışarıda kaldığından ya da en azından hafif bir giriş olarak düşünüldüğünden organik bir “Türk bilim tarihi” kavramsallaştırmasına imkan tanımaz. Kanımızca Osmanlı siyasî bir teşekküle atıftır ilmî bir zihniyete değil. Çünkü İslâm dünyasında ortak-aklın ürettiği ve ulemanın taşıyıp sürdürdüğü siyasî teşekküllerden nisbî bağımsız bir ilmî gelenek vardır. Bu kavramsallaştırma aynı zamanda Osmanlı çağdaşı İslâm dünyasındaki pek çok siyasî teşekkülde yürütülen önemli ilmî faaliyeti gözden kaçırır. Örnek olarak: Timurlular ile Osmanlıları ilmî açıdan birbirinden ayırmak mümkün değildir: Bursalı Musa Kadızade, Uluğ Bey’in hocasıyken, talebeleri Ali Kuşçu ve Fethullah Şirvanî başta olmak üzere pek çok Timurlu bilgin de Osmanlı ülkesinde ilmî faaliyet yürütmüştür. Safevî Devleti’nin önemli bir bilgini olan Bahaeddin Amilî’nin Hulasatu’l-hisab adlı matematik eserinin 1550’lerden sonra Osmanlı medreselerinde ders kitabı olması ve XX. yüzyıla kadar okutularak üzerinde pek çok şerh ve haşiye kaleme alınması, benzer şekilde Davud Kayserî, Molla Fenarî, Hasan Çelebî gibi Osmanlı alimlerinin eserlerinin İran-Safevî medreselerinde tedris edilmesi; paradigmada değil, renklerde olan farklılıkları keskin ayırımlara tabi tutmayı engeller. Osmanlı bilimi kavramsallaştırmasının Osmanlı-Türk yani yenileşme dönemi için geçerliliği ise pek çok farklı sorunları doğurur. Diğer taraftan İhsanoğlu’nun imzasını taşıyan yazılarda bilimin gelişmesindeki siyasî, iktisadî ve dinî ortamın önemi vurgulanmakla beraber bu vurgu lafzî seviyede kalır, ciddi bir yer edinmez.

Bundan daha da önemlisi İhsanoğlu’nun imzasını taşıyan çalışmalarla Osmanlı bilimi kavramının içeriği de büyük oranda Modern Bilimin Türkiye’ye Girişi incelemelerine dönüşmüş haldedir. Leiden Üniversitesi Avrupa Yayılma Tarihi Enstitüsü [Institute for the History of European Expansion] ve benzeri kuruluşların nihaî hedefi Batı-Avrupa ve İngiltere’nin sömürge döneminde insanlığa yaptığı büyük zulme karşın dünya’ya bilim ve teknolojiyi hediye ettiğini vurgulamak ve bunun nasıl olduğunu göstermektir. Bu çerçevede bilim ve teknolojinin Avrupa geçmişi, Avrupa dışı kültürlere yayılışı, yayılma yolları, bu kültürlerin reaksiyonları vb. konular bu projenin içeriğini oluşturmaktadır. Bu yaklaşım her kültür ve medeniyetin kendisine has bilme tarzını dikkate almadığı gibi değişik kültür ve medeniyetlerin Avrupa’dan gelen yeni’ye karşı tavırlarını da daha baştan olumsuz sıfatıyla niteler. İşte Avrupa bilim ve teknolojisinin dünya’ya yayılımının Türkiye ayağını yürüten İhsanoğlu imzasını taşıyan bu tür çalışmalar, İslâm-Osmanlı ve Osmanlı-Türk bilim tarihinin kendisine has özelliklerini dikkate almadığından yanlış bir kavramsal çerçevede kısmî izahlar getirebilir.5

  1. Yola Koyulmak: Geleceğe Yönelik Temenniler

Bu çalışmada muhtelif bilim disiplinlerinin tarihi hakkında Türkiye’de yapılan çalışmaların derli toplu bir dökümünün verilmesi ile bu dökümün değerlendirilmesi Türkiye’deki bilim tarihi çalışmalarında geleceğe ilişkin bazı tespitlerde bulunma imkanı vermektedir. Bu tespitler şu şekilde sıralanabilir:

  1. Salih Zeki’nin tarih perspektifi ile Aydın Sayılı’nın medeniyet perspektifi geliştirilerek ve derinleştirilerek devam ettirilmelidir.
  2. Yine Salih Zeki’nin başlattığı metin inceleme ile Aydın Sayılı’nın ilk örneklerini verdiği tenkitli metin neşri sürdürülmeli, yazma kültürümüz ilmî ölçütlere uygun olarak gün yüzüne çıkartılmalıdır. Öte yandan Osmanlı Türkçesi [Klasik Türkçe] ile kaleme alınan metinler önce ilmî bir çevirimyazıyla yayımlanmalı, ancak ondan sonra sadeleştirilmelidir.
  3. Bu çalışmalarda kullanılan Türk kelimesinin açıklığa kavuşturulması, Türkiye’deki bilimlerin tarihini yazmada son derece önemlidir. Özellikle Genel Türk Tarihi’nde kullanılan Türk ile Türkiye [Anadolu+Balkanlar] tarihinde kullanılan Türk kelimesi birbirine karıştırılmamalıdır. Türkiye’de gelişen bilme tarzının tarihinin Oğuzların [Büyük Selçuklu + Anadolu Selçuklu + Osmanlılar + Cumhuriyet] İslâm medeniyetine katılmakla başladığına ve bu sürecin yenileşme dönemine kadar İslâm medeniyeti’nin doğal bir devamı olduğuna dikkat edilmelidir. Çünkü yenileşme dönemindeki tartışma, çatışma ve refleksleri anlamak ve zihniyetleri tahlil etmek için Oğuzlar öncesi İslâm medeniyeti birikiminin dikkate alınması zorunludur.
  4. Bilim kavramı, yalnızca XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı Avrupa ve İngiltere’de gelişmeye başlayan yeni teorik bilme tarzı ile sınırlandırılmamalıdır. Örnek olarak her türlü bilimsel bilginin matematiksel ifadesi kadim dönemler için söz konusu olmadığından, felsefî fizik denilerek matematiksel olmadığı için eski-fizik dışarıda bırakılmamalı, bu fiziğin mantık diliyle ifade edilen bir fizik olduğu göz önünde bulundurularak içerdiği fizik bilimine ilişkin kavramlar ve önermeler incelenmelidir. Bu noktada sorun, bilim’in belirli bir bilme tarzı olduğunu ve bu tarzın yine belirli bir zaman ve mekanda ortaya çıktığını unutarak, geçmişte bu tarzı veya ona benzeyeni, onu andıranı aramaya kalkmaktan kaynaklanıyor. Bu duruma en güzel örnek sayı kavramıdır: Sayı kavramının bir kültürde bulunması ile o kavramın şu ya da bu şekildeki karmaşıklığı ayrı ayrı durumlardır. Frege-vari bir sayı tanımını esas almak ancak Frege sonrası için mümkündür. Başka bir açıdan, bir sayı çeşidini çıkış noktası alarak geriye gitmek ve ona benzeyeni aramak da aynı sonucu doğurur. Çünkü, örnek olarak, karmaşık sayıların içerisinde bulunduğu bir sayı tasavvuru tarihin belirli bir döneminden daha öteye gidemez. Bu, sayı kavramının eskilerde olmadığını göstermez; belki karmaşık sayının içerisinde bulunduğu bir sayı tasavvurunun olmadığını gösterir ki bu ikisi ayrı ayrı durumlardır. Bu tespitte bilim’in tanımı merkezî bir yer kazanmaktadır. Eğer bilim, örnek olarak, doğanın matematiksel tasviri olarak tanımlanırsa XVII. yüzyıldan öteye gidilemez; öyle ki Leibniz’in doğa çalışmaları bile bilim olarak görülemez. Bu tanıma evrenin mekanik tasavvuru niteliğini de eklersek, o zaman geriye doğru gitmek daha da zorlaşacaktır.
  5. Bir önceki sorunun bir devamı olarak, kadim mirasa ondalık tasnife dayalı kütüphane sistemi içerisinden değil, Taşköprülü-zade’nin Miftahu’s-saade ve misbahu’s-siyade adlı eserinde verilen ilimler sınıflandırması çerçevesinden bakılmalıdır. Örnek olarak Cevat İzgi’nin Osmanlı Medreselerinde İlim adlı çalışmasının fizik kısmında, Osmanlı medreselerinde fizik adına okutulan metinler olarak yalnızca meşşaî fizik eserleri dikkate alınır. Eğer fizik başta hareket olmak üzere cismin araz-i zatiyesini incelemek ise Osmanlı medreselerinde okutulan Kelâm kitaplarındaki Mümkinat [Evren] bölümleri saf fizik konularını içerirler. Başka bir deyişle İslâm-Osmanlı dönemindeki fizik araştırmaları yalnızca meşşaî metinlerle sınırlandırılamaz. Özellikle kelâmcıların savunduğu atomcu fizik tüm ayrıntılarıyla dikkate alınmalıdır. Nitekim daha XIX. yüzyılın sonunda başta Ahmed Cevdet Paşa olmak üzere oğlu Ali Sedad gibi pek çok isim bu konuya dikkat çekmiştir. Ayrıca bu tespit hemen hemen tüm bilim disiplinleri için geçerlidir.
  6. Göz önünde bulundurulması gereken diğer bir husus; kadim olan’ın aktarımı, incelenmesi ve yorumunda modern sorunların içeriklerinin dikkate alınmasıdır. Örnek olarak bugün modern kuvantum fiziği açısından Aristoteles fiziğini yorumlayan pek çok bilim tarihçisi mevcuttur. Benzer biçimde kadim sayı tanımı/tanımları bugünkü matematik ve felsefesindeki veriler dikkate alındığında daha anlamlı ve anlaşılır hale gelebilir. Öyleyse kadim bilme tarzlarına ilişkin araştırmalarda yalnızca tasvirî çalışmalarla yetinilmemeli; bu tarzın içeriği ile bugünkü benzer içeriği birbiriyle karşılaştırılmalıdır.

Kanunî Sultan Süleyman döneminin ünlü filozof ve müderrisi Taşköprülü-zade, “Varlık’ın, Varolan’ın ve İnsan’ın nazarî/aklî idrak tarzı”nın yalnızca insan türüne has olduğunu, bu idrak tarzının tüm insanlığın malı olduğunu, bir ırka veya bir dine bağlı olmadığını, tersine ırklar ve dinler üstü olduğunu, belirli bir zamana veya mekana ait bulunmadığını özellikle vurgular. Öyleyse kültürün ve medeniyetin “Varlık’ı, var-olan’ı ve insan’ı nazarî/aklî idrak tarzı” tanımı, o kültür ve medeniyetin bilme tarzını verir. Bu tarzın içeriğini ise o kültür ve medeniyetin zorunlulukları ile talepleri belirler. Öyleyse bilim tarihi araştırmalarında dikkat edilmesi gereken, belirli-tanımlanmış bir bilme tarzının geçmişte aranması değil, doğrudan her kültür ve medeniyetin nazarî/aklî idrak tarzıdır. Bundan sonradır ki, ikinci bir aşama olarak, belirli bir kültür ve medeniyetin nazarî/aklî idrak tarzının başka medeniyetlerde bulunup bulunmadığına bakılabilir. Çünkü belirli bir zaman ve mekanda yaşamış, Varlık, var-olan ve insan hakkında nazarî/aklî idrak tarzı’na göre kendisine has bilgi üretmiş insanların sahip olduğu bilgi birikiminin bugün için değeri başka, o gün için başka olacaktır. Bohr’un dediği gibi: “Bugünün bilimi yarının efsanesidir”. Bilim tarihinden maksat da, bir bakıma o tarihî bağlam’da insanların nazarî/aklî idrak tarzının muhtevasını tespit etmek, tasvir etmek ve anlamak olmalıdır.

Avrupa’da bilim tarihi bilim (açıklama) ile tarih’in (anlama) arasındaki uçurumu kapatmak, kısaca iki farklı kültürü barıştırmak üzere geliştirildi ve bu uçurumun iki ucunu birleştiren bir köprü oldu. Bu toprakların çocukları için ise bilim tarihi, tarihin belirli bir döneminde “Varlık’ı, varolan’ı ve insan’ı nazarî/aklî nasıl idrak ettiğimizi” tespit etmemizi, tasvir etmemizi ve anlamamızı sağlayacak ve özgüven sorununu aşmamıza yardımcı olacak bir disiplin olarak görülebilir. Bu hedefin gerçekleştirilmesi için gereken tek şey ilmî ölçütlere uygun araştırma ve çalışmaların yapılmasıdır. Bunun için ise Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’ndeki bilim tarihi anabilimdallarının bölüme dönüştürülmesi; temel ve lise eğitiminde değişik bilimlerin, tarihlerine atıf yapılarak okutulması ve nihayet bilim tarihi’nin müfredat programlarına bağımsız bir ders olarak konulması gerekmektedir. Varlık’ı, varolan’ı ve insan’ı nazarî/aklî idrak tarzlarımızı bilmek, yani bilim tarihi, insanın niçin bilmesi gerektiğini anlamının ilk şartıdır.

 

 

DİPNOTLAR:

1 İbn Rüşd de Metafizik Şerh’inde, astronomiyi örnek göstererek, doğanın hesaba dayalı matematiksel bilgisinin hem Varlık’ın hem de var-olan’ın anlamını tespit edemediğini, tersine yitirdiğini özellikle vurgulamıştır.

2 Remzi Demir’in, Türk bilim tarihi yazıcılığını geniş bir şekilde incelediği yazısı için bkz.: “Türkiye’de Bilim Tarihi Araştırmalarının Gelişimine Genel Bir Bakış”, Hzr.: Esin Kahya, Melek Dosay Gökdoğan, Remzi Demir, Hüseyin Gazi Topdemir ve Yavuz Unat, Türkiye’de Bilim Tarihi Araştırmalarının Dünü ve Bugünü, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda Yapılan Çalışmalar içinde, Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları: 975-482, 2003, s. 9-71.

3 Sevim Tekeli’nin doktora, doçentlik ve profesörlük çalışmalarının isimleri şöyledir: Nasîrüddîn, Takiyüddîn ve Tycho Brahe’nin Rasat Âletlerinin Mukayesesi (doktora); Takiyüddîn’in Sidretü’l-Müntehâ Adlı Zîci ve XVI. Yüzyılda Batı’da Astronomi Alanındaki Çalışmalar (doçentlik) ve XVI. Yüzyılda Osmanlılar’da Saat ve Takiyüddîn’in Mekanik Saat Konstrüksiyonuna Dair En Parlak Yıldızlar Adlı Eseri (profesörlük).

4 Esin Kahya’nın doktora, doçentlik ve profesörlük çalışmalarının isimleri şöyledir: Şemseddîn İtâkî’nin Resimli Anatomi Kitabı (doktora); Mustafa Behçet Efendi’nin “Fizyoloji Tercümesi” Adlı Kitabı, Çağında Avrupa’da ve Bizde Fizyoloji Çalışmaları ve Aralarındaki Bağlar (doçentlik) ve Üroloji Tarihi (profesörlük).

5 A.Ü. Bilim Tarihi Anabilimdalı ve İ.Ü. Bilim Tarihi Anabilimdalı’nın Türk bilim tarihi yazıcılığının tarihî gelişimi hakkında ayrıntılarda farklılaşan yorumları için, elinizdeki bu çalışmada yer alan Feza Günergun’un ve Yavuz Unat’ın makalelerine bakılabilir.

 

Kaynak :

“İki Ucu Müphem Bir Köprü: ‘Bilim’ ile ‘Tarih’ ya da ‘Bilim Tarihi’”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Türk Bilim Tarihi, c. II, S. 2, İstanbul 2004, s. 9-27.

Yazar
İhsan FAZLIOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen