19. Yüzyılda Avrupa: Bir Cennet Düşünden Bir Kâbusun Doğuşu

 

Dr. Lütfi SUNAR

Özet:

Günümüzde yaşadığımız pek çok olgunun tarihsel olarak 19. yüzyıl içerisinde şekillenmesi bu dö­nemi pekçok açıdan ilgi çekici kılmaktadır. Avrupa’nın dünya hâkimiyetinin şekillendiği bir yüzyıl olarak dünya tarihi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Makale 19. yüzyılın Avrupasını pek çok yönden karakterize eden emperyalizmi ortaya çıkaran olgulara odaklanmaktadır. Makalede emperyalizme temel olan de­ğişimler açısından yüzyılın insani, toplumsal, siyasal ve en önemlisi de iktisadi oluşumu incelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Emperyalizm, kapitalizm, liberalizm, 19. yüzyıl, sekülerizm, aydınlanma.

Abstract:

Many phenomenons we live in have been shaped in the 19th century. For this reason this century is very important for understanding today’s conditions. Since this century is the age of Europe­an Dominance over the world, it should be analyzed from this perspective. This article is focusing on im­perialism since it is the characteristics of the 19th century Europe from many dimensions. In this artic­le the changes in the human understanding, social structure, political units and most importantly econo­mic system are analyzed as the basis of the imperialism

Key Words: Imperialism, capitalism, liberalism, 19th century, secularism, enlightenment.

————————————-

 

Rakiplerin güçsüzlüğü, Avrupalı güçlerin yayılma isteği ile birleşince yeryüzünün Av­rupa güçlerinin dünya egemenlikleri pekişti ve büyük bir kesimi Avrupa’nın hakimi­yeti altına girdi.[1] Bugüne kadar bu emperyal Avrupa’yı tanımlamak, köklerini ve ge­lişimini ortaya koymak için çeşitli teoriler geliştirildi. Yapılan çeşitli açıklamaların her birinde ortak olan tema Avrupa’nın 16. yüzyılın sonlarından başlayarak büyük bir değişim yaşadığı yönündedir. Marx’ın iktisadi gelişmeleri temele alan ve tarihî ma­teryalizm çerçevesinde yaptığı açıklama girişimleri, Weber’in Avrupa kültürünün bi­ricikliğine ve süzülmüşlüğüne ilişkin görüşleri, Sombart’ın Yahudilerin ticari karak­terlerini eksene alarak geliştirdiği teorisi ve Polanyi’nin Avrupa’nın dönüşüm çağı­nın temel dinamiklerine ilişkin görüşleri bu çağı ve dönüşümleri iyi anlayabilme­miz durumunda içinde yaşadığımız dünyanın problemlerini ve bu problemlere çözüm yollarını daha rahat bulabileceğimiz önermesinden yola çıkmaktadır. Bu durumu doğuran sosyal, psikolojik, siyasal ve iktisadî faktörler 19. yüzyılın neden bir Avrupa yüzyılı olabildiğini anlamamız açısından son derece önemlidir.

Bu çağa şeklini veren, Fransız, Amerikan, Endüstri devrimleri ve aydınlanma düşün­cesi ile kendini göstermiş olan bir dönüşümdü. Fransız-Amerikan devrimleri siyasal düzeyde eski rejimler ile yenisi arasında net sınırlar koyarak Avrupa’nın ve daha son­raki aşamalarda büyük ölçüde dünyanın siyasî hayatını şekillendirmiştir. Endüstri Devrimi ise Ingiltere’de ortaya çıkmış ve Avrupa’nın bütün sosyal, iktisadî yaşam ka­lıplarını yeniden tanımlamıştır. Bununla birlikte aydınlanma düşüncesi felsefî olarak bu iki oluşuma zemin hazırlamış ve yeniliklere açık bir toplumsal yapı oluşmuştur.[2] Bu yönüyle 19. yüzyıl, Avrupa’nın 16. yüzyılda Rönesans, Reform ve coğrafî keşif­lerle başladığı değişim serüveninin tamamlanması ve bir insan tipinin, toplum yapı­sının, iktisat sisteminin yerleşmesinin çağıdır. Bu çağ aynı zamanda, kendini açıkça tanımlamış olan Avrupa’nın, siyasal, iktisadî, askerî, düşünsel ve kültürel olarak dün­yaya yayılma çağıdır. Avrupa’da bu dönemde ortaya çıkan en yeni ve etkileyici olgu kapitalizmin ve buna bağlı olarak gelişen siyasal, sosyal ve kültürel kurumların yer­leşmesidir.[3] Zira Lucien Febvre’nin (1994) belirttiği gibi kapitalizm, salt anlamda ba­sit bir iktisadî sistem değil, aynı zamanda bazı temel toplumsal ve psikolojik önerme­lere sahip bir hayat tarzıdır. Avrupa tarihini kapitalizmin ortaya çıkması ve gelişme­si etrafında açıklamaya çalışan Marx’ın, Weber’in, Sombart’ın ve Polanyi’nin orta­ya koydukları çerçeveler de kapitalizmin bütün Avrupa sistemini etkileyen bir yaşam tarzı olduğunu savunmaktadır.

Hobsbawm 19. yüzyıl tarihinin, “özünde, liberal yorumuyla burjuva toplumunun gösterdiği tarihî özgül biçimler içinde kapitalizmin elde ettiği zafer ve uğradığı dönü­şümler ekseninde tanımlanabileceğini belirtmektedir (Hobsbawm, 1999: 17). Ona göre tarihsel olarak 19. yüzyıl 1800 ile 1899 arasında kalan 100 yıllık devreyi de­ğil, Fransız Devrimi ile başlayan ve Birinci Dünya Savaşı ile son bulan, 1789-1914 yılları arasında kalan dönemdir. Hobsbawm bu sebeple bu dönemi “uzun 19. yüz­yıl” olarak adlandırmaktadır.[4]

Polanyi’ye göre yüzyılın temel dinamiğini büyük devletler arasında uzun ve yıpratıcı bir savaş çıkmasını önleyen güç dengesi sistemi, dünya ekonomisinin eşi görülme­miş biçimde örgütlenmesini sağlayan uluslararası altın standardı, kendi kurallarına göre işleyen piyasa ve liberal devlet oluşturmaktadır (Polanyi, 1986: 29). Böyle bir denge ve uyum süreci içerisinde 19. yüzyıl bir değişim ve dönüşümü simgelemekte­dir. Bu makalede temel olarak dört ana başlıkta incelenecek olan bu dönüşümler in­sanın, toplumun, iktisadi ve siyasal sistemin dönüşümleri ile 19. yüzyılın nasıl bir Av­rupa yüzyılı haline geldiğini açıklamamızda yardımcı olacaktır.

İnsanın Dönüşümü Ve Modern Bireyin Doğuşu

Avrupalı bireyin 16. yüzyılda başlayan dönüşümünü 19. yüzyılda tamamlandığı söy­lenebilir. Bu birey, coğrafi keşiflerle dış dünyaya keşfe çıkan, Rönesans ve Reform­la içinde yaşadığı kavramsal dünyayı sorgulamaya başlayan, Aydınlanma ile var olu­şa dair sorular ortaya koyan, vatandaş olarak siyasal açıdan modern devletin yapı ta­şını oluşturan, seküler, aklın egemenliğine inanmış, ilerlemeye “iman etmiş” bir bi­reydir. Bütün bu özelliklerin oluşumunu tamamlaması ancak 19. yüzyılda şekillen­meye başlamıştır.

Bütün bu dönüşümlerin felsefî kilidi olarak Aydınlanma’nın, bir “insan projesi” var­dır. Bu projenin Tanrı merkezli bir dünyanın yerine insan merkezli bir dünyanın ika­me edilmesi ile şekillenen yeni bir insan tipini hayata geçirdiğini söyleyebiliriz. Ay­dınlanma bilimin dine üstünlüğünü ortaya koyan bir düşünce sistemi olarak metafi­zikten arınmayı amaçlamaktaydı. Fakat Aydınlanma düşüncesinde Tanrı’nın yerine insanı koymak, onu metafizik bağlardan kurtarmaya yetmemiş; aksine, yapılan üs­tün insan tanım ve tasvirleri ile adeta bir tarihte veya bir toplumda yer almayan, ka­tışıksız soy bir insan tipi tanımlanmıştır (Heidegger s. 65’ten aktaran Aktay, 2004: 15). Böylece insan Aydınlanmacı söylemde teolojik söylemdeki Tanrı’nın yerini al­mıştır. Aktay’a göre Aydınlanma döneminin insandan bahseden herhangi bir met­nindeki insan kelimesinin yerine sadece Tanrı kelimesini koyarak daha öncesinin te­olojik metinlerinden birini elde etmek mümkündür.

Aydınlanma düşüncesi/felsefesindeki bu birey ile kapitalizm arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. Bu bireyin kendine dair kurmuş olduğu dünya, kapitalizmin yerleşmesi için uygun zemini oluşturmuştur. Aydınlanma felsefesi kapitalizmin doğuşu için ge­rekli bir hazırlıktır (Amin, 1997: 136). “Bu felsefe, bir dizi spesifik nedensel belir­lenmeleri şart koşan bir mekanik materyalizm geleneğine dayalıdır. Söz konusu spe­sifik belirlenmelerden en önemlisi, bilim ve teknolojinin, kendi (özerk) ilerleyişleriy­le, süreç içinde toplumsal ilişkileri de değiştirerek, toplumsal hayatın her alanını be­lirledikleri postülasıdır” (Amin, 1997: 134). Böylece insan tipinin değişimi, Polan- yi’nin (1986) 19. yüzyıl uygarlığının payandaları olarak saydığı temellerin ortaya çık­masında son derece etkili olmuştur.

Diğer taraftan 19 yüzyılda bilimsel düşünüşün de bu insan tipini doğurma noktasın­da son derece etkin olduğunu biliyoruz. Marshall Berman’ın (2000) belirttiği gibi ay­dınlanma bilimi insanı özgürleştirme, insanın kendini evinde hissedeceği bir dünya, sonsuz barışı ve mutluluğun evini kuracağını vaat ediyordu. Ahmet Kara bu dönem­de böyle bir bilimsel düşünüşün etkisiyle Avrupalı bireyin dünyayı algılamasının, “ilerleme fikrine merkezi bir rol biçen bir tarih ve toplum anlayışı, akıl ve deneyim­le ulaşılan bir tekil hakikat anlayışı ve hakikate ulaşma yetisine sahip, tarihin hâkim öznesi, rasyonel birey anlayışı” olduğunu ortaya koymaktadır (Kara, 2001: 86). Böyle bir sacayağına dayalı Aydınlanmacı söylem doğrusal bir tarih anlayışından tü­retilen ‘karanlık bir Orta Çağ’ tasvirinin de desteğiyle ortaya çıkmaktadır.

Dolayısıyla insan, hayatını artık akılı merkeze alarak kurmaktadır. Bu dönemde ta­rihe, ilerleyerek insanı daha iyi bir noktaya taşıyan metafizik bir karakter atfedilmiş- tir. Polanyi’ye göre “Kendiliğinden gelişmeye duyulan kör inanç, insan aklına hâkim olmuştu ve en aydın kesimler, tutucu din adamlarının yobazlığı ile sınırsız ve kontrol­süz bir toplumsal değişim için çalıştılar” (Polanyi, 1986). Bunun halkın yaşamı üze­rindeki etkisi elbetteki çok fazlaydı. insanlar gittikçe bilimin ve aklın vazettiği şeyleri tek hakikat olarak kabul etmeye başladılar. Hobsbawm, çağın insanı için kilit sözcük­lerden biri olarak saydığımız ilerleme hakkında şunları yazmaktadır: “Muazzam, ay­dınlanmış, kendinden emin, kendinden hoşnut, fakat hepsinden öte kaçınılmaz. Ba­tı dünyasındaki bu güç ve nüfuz sahibi insanlar arasında bir tek kişi bile yoktu ki, bu ilerlemeyi durdurmayı düşünsün. Olsa olsa bir avuç düşünür, ondan da az sayıda sez- gici düşünür, bu kaçınılmaz ilerlemenin, gider gibi göründüğü dünyadan tamamen farklı, belki de tam tersi bir dünya yaratacağı kehanetinde bulundu? (Hobsbawm, 1995: 16, 17). Immanuel Wallerstein ise “Hepimiz bu tarihî sistemin moda ettiği, haklılığı kendinden menkul ilerleme ideolojisiyle öylesine dolmuşuz.” (Wallerstein, 1992: 36) diyerek Hobsbawm’i destekleyecek argümanlar sunmaktadır. Bunun ya- nısıra Wallerstein bu düşüncenin -dikkatleri güne değil geleceğe odakladığı için- iler­lemeci bir sistem olarak kapitalizmin çok sayıda tarihî olumsuzluğunu gizlediğini dü­şünmektedir. Ona göre “Karl Marx gibi kararlı bir suçlayıcı bile tarihî kapitalizmin ta­rihî olarak oynadığı ilerici role büyük ağırlık vermiştir” (Wallerstein, 1992: 36).

Böylece sınırları geniş bir hareket ortaya çıkmıştır. Önceki dönemin dünyasından keskin bir şekilde ayrılmış olan bu dünya artık seküler kodlarla kurulmaktadır.[5] Max Weber dünyanın büyüsünü kaybetmesi olarak adlandırdığı bu geniş hareketin sonu­cunda, dinsel alanın tamamen yok olmadığını fakat gündelik hayatın küçük bir par­çasında veya marjinal gruplarında donduğunu düşünmektedir (Weber, 2002: 57,142). Jean Baechler ise bunu “16. yüzyıldan itibaren Batı asla dinsel değerlerin çağrısıyla kalabalıkları seferber edememiştir.” şeklinde ortaya koymaktadır. Baech- ler’e göre 19. yüzyılda Batı’da “bütün mümkün toplumsal tipler içinde; rahip, siya­setçi ve askeri gölgede bırakarak, endüstrileşmenin belirli öğeleri olan iki tip öne çık­mıştır: Kendini yalnızca kâr peşinde koşmaya adamış olan müteşebbis ve kendini bi­limsel gelişmeye ve tekniğe adamış olan teknolog” (Baechler, 1994: 141). Bu iki tip bundan böyle hayatın temel dinamiklerini belirleyeceklerdir. Böylece bilim ve serma­ye yeni toplumun kurucusu olmuştur.

Bu dönemde değişim resminin en önemli parçalarından biri de daha fazla kazanma arzusunun önünde bir engel olarak tanımlanan geleneklerin yıkılmasıdır. Daha ön­ceki dönemde hayatı bütünleyici bir anlam kümesine sahip olan gelenek, gittikçe bu konumunu yitirmektedir. Weber’e göre kapitalist ruhun ilk önce mücadele etmek zorunda olduğu düşman, geleneksellik olarak adlandırılabilecek duygu ve davranış­lardır. Böylece insan kuşatıldığı geleneklerden sıyrılma yeteneği kazanarak ticarî ya­şam için uygun bir temel kurmuştur (Weber, 2002: 48). Emeği, insanlığın maddî ge­reksinimlerini sağlayan rasyonel bir örgütün hizmetinde olan güç sayan Weber ge­leneksel hayatın yıkılmasının emeğin sınırsız ve fütursuz kullanımına bir meşruiyet zemini oluşturduğunu düşünmektedir. Ona göre insanlar geleneksel yaşam tarzları­nı korumak istemeleri durumunda kazanma güdüsüne yapılan uyarı sonuçsuz kalır (Weber, 2002: 49).

İnsanlar için koruyucu bir rol oynayan geleneklerin birdenbire yıkılması ve gelene­ğin reddi, insanları sahipsiz bırakarak yeni bir toplumsal sistemle yüz yüze bıraktı. Polanyi (1986) geleneksel yaşamın yıkılmasının insanın üzerindeki koruyucu tabaka­yı kaldırdığını söylemektedir. Bu sahipsizlik duygusu insanların kişisel ve toplumsal güvenlerini kaybetmelerine neden oldu. Bunun en temel sebebi büyüyen sanayi üre­timi ve piyasa sistemi için yaşamsal faktörler olan emek, toprak ve paranın arzının garantiye alınması gerekliliğiydi. Bunun için her üçünün de satın alabilirliklerini sağ­lamak gerekmekteydi. 19. yüzyılın insan için getirdiği en önemli yenilik emeğin, toprağın ve paranın piyasa mekanizması içinde metalaşması ve böylece toplumun çökmesidir. Bu sosyal iktisadî yapı içerisinde emek ve onun sahibi satılığa çıkarılmış­tır. Polanyi, bu tür bir kullanımın sonucunun bir facia olduğunu düşünmektedir. Ona göre hiçbir toplum, insanî ve doğal özü ile fabrika sisteminin etkilerine dayanamaz­dı. Zira bu yeni iktisadî sistem “bireysel ve toplumsal mutluluğa karşı bir ilke olarak işçinin sosyal çevresine, mahallesine, topluluk içindeki yerine, zanaatına, tek keli­meyle daha önceleri iktisadî varlığının içinde yer aldığı insan-doğa ilişkisine hasar ve­riyordu” (Polanyi, 1986: 140).

19. yüzyıl toplumsal yapısı veya kapitalizm üzerine çalışan teorisyenler bu değişme­nin toplumsal anlamda ortaya çıkardığı en önemli çıktının yabancılaşma (alienation) olduğunu kayıt düşmektedirler. Amin (1997: 163) sermayenin toplumsal ilişki ola­rak değil de, bir metâ olarak tanımlanmasının, kapitalist üretim tarzına özgü yaban­cılaşmanın mantıksal sonucu olduğunu iddia etmektedir. Polanyi ise toplumsal ve ki­şisel parçalanmaların yabancılaşmaya yol açtığını iddia edenler arasındadır: “Gele­neksel olarak toprak ve emek birbirinden ayrılmaz, emek yaşamın bir parçasıdır, toprak da doğanın, yaşam ve doğa tutarlı bir bütün oluştururlar, dolayısıyla toprak, komşuluk, zanaat ve inanç örgütleriyle bağlantıdadır, kabile ve mabette, köy, loca ve kiliseyle bağlantısı vardır” (1986: 183). Ona göre bu yabacılaşma, toprağın ve eme­ğin daha önce olmadığı şekilde metalaştırılmasının, insanın doğal olarak kendinde var olan emeği satmasının ve tabiatta doğal olarak var olan toprağın rant ilişkileri içerisine sokulmasının bir sonucudur.

Geleneğin Yıkılışı ve Sanayi Toplumunun Oluşumu

16. yüzyılın son dönemlerinde toplum hızlı ve önlenemez bir dönüşüm içerisine gir­mişti. Modern sanayi toplumlarının habercisi olan birtakım temel değişmelerle top­lumun yapılanışı, ilişkileri, kurumlan ve anlamı hızlı bir şekilde dönüşüme uğramak­taydı. Bu dönemde endüstri devrimi ile üretim tarzları ve buna bağlı olarak mekân insan ilişkisi, tüketim alışkanlıkları, gündelik hayatın düzeni değişmekteydi. Polan- yi’nin deyimiyle iblis fabrika geleneksel zihniyetin temellerini altüst ederek, önceki dönemin paradigmalarını yerinden oynattı. Eski dönemle sembolize edilen toplum­sal yapının sanayi devrimi ile başlayan sosyal ve iktisadî dinamizme, siyasal olarak hızla şekillenen siteme ayak uydurması son derece güçtü. Zira geleneksel toplumsal yapı durağan bir dünya ve toplum tasavvuruna dayalıydı. Böyle bir yapının toplumun ve bireylerin dinamizmine, taleplerine, çıkarlarına ve rasyonalitesine cevap verebil­mesi söz konusu olamazdı. Dolayısıyla “daha dinamik, daha akılcı ve bireylerin ta- rih-dönüştürücü potansiyeline inanan ve güvenen yeni bir söyleme ihtiyaç vardı” (Kara, 2001: 7).

Bu değişimin 16. yüzyılda başladığını iddia edenler hiç de haksız sayılmazlar. Sosyal olguların değişiminin yavaş olduğu hesaba katılırsa geçen üç yüzyılın pek de uzun ol­madığı iddia edilebilir. “Tarihin büyük sahnesinde, dekorlar, seyircinin gözü önünde değiştirilmez” diyen Henri See kapitalizmin ve onun şekillendirdiği toplumsal siste­min de “hiç değilse 16. yüzyıldan itibaren” başladığını söylerken buna işaret etmek­tedir (See, 2000: 145). Dolayısıyla değişimin izleğini sürerken her ne kadar 16. yüz­yıl sonuna odaklansak da bu değişimin yavaş ve sabırlı bir şekilde üç yüz yıldır sür­düğünün bilincinde olmak gerekiyor.

16. yüzyılın sonuna odaklanmak büyük toplumsal yansımalar oluşturan, hatta top­lumsal sistemi kökünden değiştiren iki büyük devrim ve onları takip eden devrimcik- leri incelemeyi zorunlu kılar. Toplumsal sistemi kökünden değiştiren bu devrimler In­giltere’nin öncülük ettiği ve büyük oranda onunla sınırlı kalmayan Endüstri Devrimi ve Fransa’da ortaya çıkan, yine büyük oranda onunla sınırlı olmayan bir siyasî dö­nüşüm yaratan Fransız Devrimi’dir. Hobsbawm (1995: 14). Her iki devrimin de ye­ni bir toplumun zaferini işaret etmekte olduğunu söylemektedir. 19. yüzyıl Avru­pa’sının devrimlerle kökünden sarsılan toplumsal yapının yeniden kurulması da her biri devrim niteliği taşıyacak yasal, sosyal ve felsefî değişimleri gerektiriyordu. Dola­yısıyla 19. yüzyıl, Avrupa toplumunun oluşum dönemi olmasının yanısıra cesur bir değişim yüzyılı olarak da adlandırılabilir.

Bu değişimler ilk olarak, sınıfların yerlerinden oynaması, bazı sınıflar yok olurken ye­ni bazı sınıfların ortaya çıkmasıyla kendini hissettirdi. Toplumsal ilişkilerin temeli olan sınıf ilişkileri ve buna bağlı olarak yasal ve siyasal sistemin değişime uğraması da ka­çınılmazdı. Zira eski rejimin siyasal olarak yıkılması ve yerini yavaş yavaş meşruti mo­narşilere terk etmesi ile birlikte sosyal sınıfların fonksiyonlarında bir değişme gerçek­leşti. Örneğin ortaya çıkan bu yeni toplum ile birlikte ne aristokrasi ne de köylüler ve burjuvazi artık eski yerleşik siyasal konumlarını koruyamadılar. Diğer taraftan iktisa­dî sistem olarak gittikçe yerleşen kapitalizm ve sanayi üretimi ilişkileri bu değişimi desteklemekteydi. “Bunun belli başlı sebeplerinden biri (daha başka sebepler de var­dır) hukuki ayrıma dayanan sınıfların ilgası ve kapitalist gelişmenin, sonuçta, sınıfla­rı iktisadî rollerine göre yeniden taksim etmesidir” (See, 2000: 176). Buna göre 19. yüzyılda çeşitli sınıflan teşkil eden fertlerin bu sınıfların konumuna dair fikirleri gittik­çe belirginleşmektedir. Bu anlamda 19. yüzyıl Avrupa’sında hâkim toplumsal sınıf bundan sonra toplumsal, iktisadî ve siyasî olarak avantajlı olan “muzaffer burjuva­zidir (Hobsbawm, 1995). Bunun karşısında devri geçmiş aristokrat sınıfı, devlet des­teğiyle ayakta kalmaya çalışsa da burjuvazinin dinamizmi karşısında pek fazla daya­namayacaktır. Diğer taraftan çalışan kesimin proleterleşmesi (işçi sınıfının doğuşu) de bu döneme rastlamaktadır. Artık sosyal anlamda aristokrasi ile burjuvazinin mücade­lesi yerini işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadeleye bırakmaktadır. Bu mücadele­ler ikisi kıta çapında (1830 ve 1848) olmak üzere üç devrime[6] yol açacak ve niha­yetinde 1870’lerde uluslararası bir işçi hareketinin doğmasıyla neticelenecektir.[7]

Bütün bu değişimleri destekleyen bir iktisadi yapı da toplumsal sistemle birlikte ge­lişmekteydi. 19. yüzyıl toplumunun piyasa toplumu olduğunu düşünen Polanyi bu toplumun 16. yüzyıldaki temellerini şöyle açıklamaktadır:

“Ulusal piyasalar gelişiyordu; tahıl fiyatları artık yerel değil bölgeseldi; bu da yaygın para kul­lanımını ve malların büyük ölçüde piyasaya sürülebilir olmasını gerektiriyordu. … Bir dizi şa­ir, düşünür ve yazar devrimin vahşetini sergilemişti. Kitlelerin, onların çaresizliğini acımasızca sömürenler tarafından, ölesiye çalıştırılıp aç bırakıldıkları kanıtlanmış bir gerçek olarak görü­lüyordu. Toprak çevrilmelerinin kırsal kesimde evsiz ve topraksız bıraktığı ve onları yoksullar yasası reformuyla oluşturulan emek piyasasına salıverdiği de, fabrikalarda ve madenlerde öle­siye çalıştırılan çocukların belgelenmiş trajedilerinin kitlelerin düşkünlüğünün acı bir kanıtı ol­duğu da. Gerçekten de Sanayi Devrimi’nin bilinen açıklamalarının dayandığı, on sekizinci yüz­yıl toprak çevrilmelerinin sağladığı sömürünün derecesi, evsiz barksız kalmış işçilerin pamuk sanayindeki yüksek kârlara ve ilk sanayicilerin ellerindeki hızlı sermaye birikimine yol açan dü­şük ücretleriydi. Suçlama sömürüydü, vatandaşların bunca sefalet ve alçalışa neden olan sö­mürüsü” (Polanyi, 1986: 164).

Bütün bu değişim ve dönüşümler neticesinde burjuva toplumu doğmuştur. Liberaliz­mi siyasî, sosyal ve iktisadî bir yaşam ve ilişki biçimi olarak gören burjuva toplumu iktisadî büyümenin rekabetçi özel girişime, (emek dâhil) ucuza alıp en pahalıya sat­ma başarısına dayandığına inanan bir toplumdu. Bu toplumsal yapı, özü iktisadî olan bir dizi mücadeleye sahne olacaktır.

Modern Devletin Ortaya Çıkışı ve Kapitalizmin Yerleşmesi

Kapitalizm 19. yüzyıla kadar çeşitli biçimlerde kendini gösterse de henüz tamamlan­mış bir sistem değildi. Diğer bütün üretim şekillerini alt ederek sanayinin yerleşmesi kapitalizmin de iktisadî sistem olarak tamamlanmasına zemin hazırlamıştır. Zira ser­mayenin sanayi girişimindeki şekillendirici rolü son derece önemlidir. Diğer taraftan kapitalizm aynı zamanda sosyal ve psikolojik olarak da ilişkili kavram ve konular üze­rinde belirleyici olmuştur. Dolayısıyla 19. yüzyıl Avrupa’sını incelemek ağırlıklı ola­rak iktisat tarafından belirlenmiş bir toplumu incelemek anlamına gelmektedir. Zira kapitalizm, bir iktisadî sistem olarak sosyal ve bireysel ilişkileri ve dünya görüşünü etkilemiştir.

Kapitalizm Avrupa’ya has bir olgudur ve bu olgu modern devletin doğuşuyla yakın­dan ilgilidir. Zira kapitalizmin devletle kurabileceği ilişkiler ancak Avrupa’da hayat bulabilmiştir. Birçok kuramcı bunu farklı boyutlarıyla dile getirmiştir. Kapitalizmin doğuşuna yaptıkları etki/katkı bakımından dinsel, iktisadî ve sosyal faktörleri içiçe geçişini incelikle ortaya koyan Weber’e göre rasyonel devlet yalnızca Batı dünya­sında var olmuştur (Weber, 2002). Böylece kapitalizmin doğması ve gelişmesi için temel önem taşıyan Avrupalı rasyonel devlet, modern kapitalizmin serpilebileceği tek topraktır (Weber, 2002: 22-23). Febvre’ye göre ise kapitalizmin ortaya çıkma­sı büyük modern devletlerin, büyük merkezi güçlerin kurulmasıyla çakışmaktadır (Febvre, 1994: 73). Buğra ise laissez-faire’nin kendiliğinden oluşmasının beklen­mesi durumunda serbest piyasaların hiçbir zaman ortaya çıkamayacağını savun­maktadır.[8] Ona göre 1830’lu-40’lı yıllar, yalnızca iktisadî sistemi kısıtlayan düzen­lemeleri ortadan kaldıran yasalarda değil aynı zamanda devletin yönetsel işlevlerin­de de büyük bir artışa tanık olmuştur. “Devlet artık liberalizm taraftarlarının belir­lediği görevleri yerine getirmek için merkezi bir bürokrasiyle donanmıştır” (Buğra, 1986). Marx da sınıfsal ilişkiler bağlamında devletin rolüne vurgu yapmaktadır. Marx (2000) kapitalizmin ilk aşamasında ilk sermaye birikiminin sağlanmasına ya­rayan köylülerin topraklarından sürülmesinin yasal zemininin temin edilmesinin ya- nısıra, devletin temel fonksiyonunun yeni oluşan işçi sınıfının kontrol altına alınma­sı ve ücretlerin düşük tutulması olduğunu düşünmektedir. Özel’in aktardığı gibi (2002: 48) “16. yüzyıl ve sonrasındaki Avrupa’da, devlet kurma ile pazar kurma aynı sürecin iki yüzünü teşkil etmişlerdir.” Sermayenin birikimi sürecinde devletin rolü son derece önemlidir. Özel’in aktardığına göre (2002: 48) kapitalizm tarihçisi Braudel, kapitalizmin “devlet ile özdeş hâle geldiği zaman” başarılı olacağını düşün­mektedir. Wallerstein’e göre de “tarihî kapitalizmde kapitalistler, devlet mekaniz­malarını … kendi yararlarına kullanma yetilerine güvenmişlerdir” (Wallerstein, 1992). Kapitalistler ülke içinde ve dışında yatırımlarını bu güvenle yapmışlardır. Modern pazar, elbette belirli bir siyasal çevreye dayanmak zorundadır; ama kapita­lizmin gelişebilmesi için iktisadî yapıya geniş ölçüde özerklik tanınması gerekir ve buna ek olarak siyasal sistem bütünleşmiş ve merkezîleşmiş olmalıdır. Bu bakımdan modern devlet, kapitalizmin temelidir.

Anthony Brewer’in Marx’tan esinlenerek tanımladığı gibi “kapitalizm, mülksüzler, serbest çalışanlar ve üretim araçlarının sahipleri arasındaki ilişki”dir (Brewer, 1989: 39). Bu ilişkinin sağlanması için parasal sermayenin ve üretim araçlarının birileri- nin elinde yoğunlaşması gerekmekteydi. Kapitalizmin en temel şartı olan sermaye birikimi Avrupa’da köylülerin çitleme hareketi ile topraklarından sürerek[9] üretim araçlarını ele geçiren toprak sahiplerinin ellerinde yoğunlaşmıştır. Buna rağmen bir ileri aşamaya geçmek için gerekli miktarda büyük sermaye birikimi 16I. yüzyıldan itibaren sömürgeciliğin devreye girmesiyle ortaya çıkmıştır. Sömürgeciliğin besledi­ği ticari ilişkiler neticesinde genişleyen pazar güçleri ve daha büyük bir ticaret ağı için üretim başlamıştır. Büyüyen iç ve dış ticaret, kapitalizmin temel itici güçlerden biri haline gelmiştir. Sermayenin bu oluşumu çeşitli aşamalar halinde ortaya çıkmış­tır. Marx sanayi kapitalizmini ortaya çıkaran sermaye yoğunlaşma aşamalarını şöy­le sıralamaktadır: (1) Başlangıç noktasında bir tefeci sermaye, bir de ticarî serma­ye vardır. (2) Senyörlük rejiminin ve loncalar sisteminin engellerini aşabilmek için yeni manifaktürler tercihen ihracat merkezi olan liman kentlerinde veya beledi ör­gütlenmeler ile onların esnaf kuruluşlarının denetimlerinin dışında kalan iç bölge­lerde kurulmuşlardır. (3) Yeni toprakların keşfi, buradan getirilen değerli madenler, bu yerlerin yerleşime açılması, köle ticareti ile sermaye birilerinin elinde yoğunlaş­maktadır (Marx, 2000: 714-715). Dolayısıyla 16. yüzyılda modern kapitalizmin doğmasına araç olacak sermaye artışını sağlayan ticarî canlanmanın iki dış kayna­ğı olduğunu söyleyebiliriz: “Para arzının genişlemesi bakımından Amerikan gümü­şü, mal arzının genişlemesi bakımından ise Asya” (Özel, 2002: 47). Bu dönemde ücretler sabit kalmış fakat fiyatlar yükselmiştir. Böylece kâr hadleri yükselmiş ve sermaye birikimi hızlanmıştır.

Weber ise sosyal ve dini faktörlere daha fazla vurgu yapmaktadır. Onun kapitalizm tanımının iki temel öğesi vardır: Protestan kapitalist ruh, iktisadî rasyonelleşme (We­ber, 2002: 61, 120). Weber, Protestan ahlakının moral hayatın bir cins rasyonel­leştirilmesi çabası olduğunu ve kapitalizmin ise en temelde iktisadî faaliyetlerin ras­yonelleştirilmesi olduğunu göstermeye çalışmıştır. Fakat Weber’in bütün bir kapita­list sistemin sadece Protestanlık sebebiyle oluştuğu gibi bir iddiası bulunmamakta­dır.10 Ona göre Protestanlık kapitalizmin yayılmasına katkıda bulunan yegâne fak­tör değil bunlardan sadece biridir. Weber’e göre kapitalizmi sınırsız kazanma açlığı ile ifade edemeyiz: “Kapitalizm olsa olsa bu usdışı güdünün dizginlenmesi, en azın­dan rasyonel olarak dengelenmesi ile özdeş olabilir” (Weber, 2002: 16). Kapitalist işletme sürekli rasyonel bir verimlilik peşindedir. Zira kapitalist düzen içinde verim­liliğe ulaşma olanağı taşımayan bir işletme batmaya mahkûmdur. Bu rasyonelleştir­me Weber’de hesaplanabilirlik ve hesap verilebilirlikle özdeş kullanılmaktadır (We­ber, 2002: 22). Weber sonsuz biriktirmeyi bir araç değil de amaç olarak görmenin kapitalizmin merkezi ayırıcı özelliği olduğunu düşünmektedir. Ona göre kapitalizmin özel ethosu üretmek ve biriktirmektir (Weber, 2002: 40).

Hıristiyanlık’ta 16. yüzyılda gerçekleşen ve Weber’in de son derece önemsediği Re­form, kapitalizmin ortaya çıkması için son derece önemlidir. Zira Hıristiyanlık dün­ya işleri için çalışmayı hor gören bir din olarak iktisadî gelişmenin önündeki en bü­yük engel olarak durmaktaydı. Weber’in düşüncesine göre, kapitalizm öncesi dö­nemde, biriktirmek, tasarruf etmek ve kar peşinde koşmak kabul edilemez iken Pro­testanlık ile birlikte kapitalist kar arzusu ahlaki ve duygusal açıdan cazip hale gelmiş­tir (Weber, 2002: 55, 57). Weber burada meslek düşüncesinin değişimine özel an­lam atfetmektedir11. Protestanlık ve özellikle Kalvincilik meslek kelimesinin anlamı­nı olumsuzdan olumluya çevirerek meslek sahibi olmanın ve üretmenin Tanrı’nın seçkin kullarından biri olma statüsünü teyit için gerekli olduğunu düşünmektedir. Böylece Kalvincilik zahidâne (ascetic) iktisadî kazancı, bir Hıristiyan’ın en önemli va­sıflarından birine dönüştürmüştür. Kalvinciler, devlet ve kilisenin Hıristiyan toplum­sal bir üst yapı temeli üzerinde yükselen organik toplumsal yapısının karşısına, kişi­nin kendi yetenek ve karar verme gücüne dayanan rasyonel ve yasal kazanma gü­düsünü koydular. Weber püriten yaşam biçiminin doğal olarak sermaye birikimini teşvik ettiğini ileri sürerken çağdaş, iktisadî insanın beşiğinde Püritenizmin olduğunu söylemektedir (Weber, 2002).

Febvre kapitalizmin özünü sermayenin oluşturduğunu ve oluştururken de, kapitalist

  • Weber “[burada] Kapitalist ruh’un yalnızca reformun belirli etkileri sonunda ortaya çıkabileceği ya da kapitalizmin iktisadî bir sistem olarak reformun ürünü olduğu yollu saçma bir öğretiye dayanan bir tez savunulmayacak” diyerek bunu açıkça dile getirmektedir (Weber, 2002: 73).
  • Almanca meslek (beruf) kelimesinin kökü seslenmek/çağırmak (rufen) anlamına gelmektedir. Dolayısıyla meslek de çağırılmak ile eş anlamlıdır. Kalvinizm’de meslek, kişinin tanrı tarafından yapmaya çağrıldığı iş anlamına evrildiğini ve böylece iş sahibi olmanın ve üretmenin Tanrı’yı memnun etmek için gerekli şart olarak ortaya konmuştur. Weber burada böyle bir anlam değişmesinin kapitalizme zemin hazırladığına inanmaktadır (Weber, 2002, çevirenin notu, s.62).

bir zihniyete can verdiğini düşünmektedir. Bu zihniyet “düşünceleri, duyguları ve inançları kapitalizmin rengine boyamaktır” (Febvre, 1994: 90). Ona göre “siyasal ol­gular, dinsel olgular, entelektüel olgular; bunların hepsi de tek ve gerçek çehrenin, sermayenin çehresinin taktığı değişken maskelerdir” (Febvre, 1994: 90). Febvre, Marx ve Weber arasında ara bir yol bulmakta ve sermaye birikimi hususunda Marx’in söyledikleri ile kapitalizmin ruhu ve Protestan etik hakkında Weber’in söylediklerini birleştirmektedir. Fevbre kapitalizmin ortaya çıkması için bir serbesti ortamının ol­mazsa olmaz olduğunu dile getirmekte ve 16. yüzyılın böyle freni olmayan bir ser­besti ortamı sağladığını düşünmektedir. Zira kapitalizm ancak hiçbir şeyin kendi et­kinlik alanını engellemediği durumda ulaşılacak bir durumdur. 16. yüzyılda başlayan bu değişim çeşitli aşamalardan geçerek 19. yüzyılda modern kapitalizmi doğurmuş­tur.[10] Böylece maddî ve manevî süreçleri birleştirerek Febvre kapitalizmin doğuşuna ve gelişimine yeni bakış geliştirmiştir. Febvre’yi takip ederek Braudel, kapitalizmin maddî ve teknolojik faktörlerini inceler ve kapitalizmin mucize sonucu değil doğal toplumsal süreçler sonunda ortaya çıktığını ortaya koyar (Wallerstein, 1993).

Belirtilmesi gerekiyor ki, kapitalizmin yerleşmesi ancak geleneksel sistemin yıkılma­sıyla mümkün olabildi. Zira geleneksel yaşam tarzı ve zihniyet kapitalizmin talep et­tiği şartlara ve yapıya sahip değildi. Geleneklerin ve gelenekselin yıkılması, kapita­lizm için gerekli olan psikolojik ve sosyal şartları sağlamıştır. Bunun gerçekleşmesi için de dini algıların ve düşüncenin değişmesi gerekmiştir. Böylece 19. yüzyıl eko­nomisinin kökenlerinde kapitalizm ile Reformasyon arasındaki ilişki mevcuttur. Köy­lü toplumunun yıkılması ve bunu müteakiben de serbest bir emek gücünün yaratıl­ması ile birlikte kapitalizm için gerekli olan üretim ilişkileri de sağlanmıştır. Kapita­lizmin gelişebilmesi için kültürel bir ortamın hazır olması gerektiği düşüncesi nere­deyse bütün kapitalizm tarihçilerinin üzerinde birleştikleri noktadır. Bu bakış açısına göre kapitalizm Avrupa tarihinin ve kültürünün doğal bir ürünüdür.

Marx kapitalist ekonominin bir dünya ekonomisi olduğunun ilk farkına varanlardan­dır. Endüstriyel sermaye bir kez saldırıya geçtikten sonra kapitalist fetih, kapitalist en­düstrileşmeyi başlatacak rolü oynamıştır. Avrupa’daki kapitalizmin hızlı gelişimi, kö­kenleri ve onun Asya’ya yavaş yavaş sirayet etmesi, bu bölgelerdeki önceki üretim bi­çimlerinin farklılıklarının sonucudur. Dış pazarlarda yer kapmak ve sömürgeler yoluy­la dış dünyanın kaynaklarını kullanmak kapitalizme sermaye birikimi sağlayan en önemli faktörlerdendir. See’nin belirttiği üzere “kapitalizmin tezahürü bilhassa dış ti­carette görülür” (2000: 84). Kapitalizm uluslararası bir ticaret olmaksızın yaşayamaz.

19. yüzyılın sanayi kapitalizmine geçilirken değişen önemli unsurlardan biri de iş­gücü kaynağıdır. Ücretli olarak çalışacak özgür işçinin ortaya çıkması kapitalist bir sistemin işlerliği açısından son derece önemlidir (Marx, 2000: 460-461).[11] Özgür işçinin ortaya çıkması ise çeşitli sosyal ve siyasal süreçler neticesinde mümkün ola­bilmiştir: ilk önce toprağa olan bağlılık çözülmüş ve bir kent örgütlenmesi içinde ye­ni bağlar oluşmuştur; daha sonra insanın iş araçlarının sahibi olarak gözüktüğü -Or­ta Çağ zanaatkârlığı gibi- ilişkiler çözülmüş ve işçinin üretim sürecinde gerekli üre­tim araçlarına sahip olmaması, her türlü birikimden yoksun olması durumu ortaya çıkmıştır; işçinin işle olan ilişkisinin emek düzeyinde sınırlı kalması ile iş örgütlen­mesi köle ve köle sahibini andırır şekilde ortaya çıkmıştır (Marx, 2000: 460-461). Diğer taraftan serflik, kölelik ve akrabalık gibi kösteklerin kısıtlayıcılığından kurtul­muş, özgür emek gücünün varlığı, Weber için büyük önem taşır. Weber, Orta Çağ’da kapitalizmin gelişmemesinin, modern anlamda üretken bir proletaryanın yokluğundan kaynaklandığını düşünmektedir (Weber, 2002: 43). Polanyi ise özgür işgücünün ortaya çıkışıyla birlikte emeğin metalaşmasından bahseder ve emek adı altında insanın, toprak adı altında doğanın satılabilir duruma gelmesinden yakınır. Ona göre emek gücünün ücret denen bir fiyat üzerinden, toprak kullanımının da rant denilen bir fiyat karşılığında herkesçe alınıp satılabiliyor olması insanın doğa­sına aykırıdır (Polanyi, 1986). Zira her iki unsur da normalde satılmak için üretil­mezler, satılsalar da satılmasalar da varlardır. Fakat kapitalizmde ikisinin de değeri arz ve talebe göre belirlenmektedir. Üretim ilişkileri, yani insanların üretim sürecin­de birbirleriyle nasıl bir ilişkiye girdikleri kapitalizm için can alıcı bir önem taşır. “Coğrafi ve sosyal hareketlilikte yaşanan artış, insanları bir lorda ya da toprağa bağlı olmaktan kurtarıyordu, fakat kapitalist üretim tarzındaki emek hareketliliği içinde bu insan mülksüz bir proletarya” (Macfarlane, 1994: 261) olmaktaydı. Po­lanyi, Speenhamland Yasası[12] çerçevesinde bunun pek de kendiliğinden işleyen doğal bir süreç olmadığını, aksine kapitalist üretim için gereken emek gücünün oluşması için topluma devrimci bir şiddet uygulanmasıyla ortaya çıkmış olan bir du­rum olduğunu ortaya koymaktadır (Polanyi, 1986: 136).

Bütün bu gelişmeler 19. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalizmin bir İktisadî sistem oldu­ğu kadar, sosyal ve siyasî bir düzen olarak da yerleşmesine yol açtı. Hobsbawm’ın liberalizm çağı olarak adlandırdığı bu dönemde liberal düşünce ve önermeler gittik­çe daha fazla geçerlilik kazanmaya başladı.

Özet olarak kapitalizm bireysel, sosyal, siyasal sonuçları olan bir iktisadî sistem ola­rak Avrupa’da 16. yüzyılda gelişmeye başlamış ve 19. yüzyılda tamamıyla yerleşmiş­tir. Bu süreçte en başından başlayarak devletin ve uluslararası pazarın, rolü son de­rece önemlidir. Kapitalizmin bir sistem olarak ortaya çıkabilmesi için gerekli olan te­mel şartlar -sermaye birikimi, iç ve dış sömürü, özgür işçinin ortaya çıkması, ulusla­rarası pazarlarda girişimcinin garanti altına alınması ve karşıt güçlerin kontrol edil­mesi- devletin desteğiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla kapitalizm kendi siyasal siste­mini de beraberinde getirmiştir. Daha sonra ise kapitalizm tamamen yeni bir sosyal durum oluşturmuş, sınıfsal yapıyı değiştirmiş, hukuksal yapıyı yeniden şekillendirmiş ve kapitalist toplumu ortaya çıkarmıştır.

Sömürgecilikten Emperyalizme

19. yüzyılda dünya sistemini oluşturan en önemli unsur Batı’nın yükselmesi ve Batı dışının buna cevap üretememesiydi. Bu dönemde yeni olan en önemli nokta Avru­pa dengelerinin bir dünya dengesi haline gelmesiydi. Avrupa’da ulus-devletin yerleş­mesi ve bunu takiben Avrupalı devletler arasında yaşanan anlaşmazlıklar veya anlaş­maların dünya dengelerine yansımasıydı. Böylece Batılı siyasal sistem yeryüzüne ya­yılmıştır.

Daha önce sömürgecilik devletlerin vatandaşları aracılığıyla yaptıkları ticari bir faali­yetken 19. yüzyıldan itibaren devlet politikası, bizzat devletler tarafından yürütülen bir işgale dönüştü. Bu dönem aynı zamanda dünya sisteminde batılı güçlere karşı di­renen Osmanlı imparatorluğu, Çin, Hint Babür Sultanlığı, Fas Murabıt Devleti gibi belli başlı güçlerin bu durumlarını giderek kaybettikleri bir dönemdir. Artık ticari iliş­kilerde, askeri rekabette, kültürel-sosyal alanlarda bu devletler giderek Batılı güçler karşısında konumlarını kaybetmekte ve gerilemektedirler. Bu da emperyalizmle ba­tıkların dünya siyasetinde tartışmasız bir konum elde etmelerinin yolunu açmıştır.

Napoleon Bonaparte’ın Mısır’a yaptığı sefer, yeni tip yayılmacılığa geçişi simgeleye­rek iyi bir ayrım noktası oluşturmaktadır (Ferro, 2002: 121). Emperyalizm, hem öl­çek olarak hem de alan olarak klâsik sömürgecilikten farklı olmasının yanısıra ikti­dar biçimi, örgütleniş ve özgün tahakküm biçimleri doğurmasıyla da yeni ve kendi­ne özgü bir tarz yakalamıştı. Bütün bunlar, merkezdeki Avrupa’nın sahip olduğu uzak yerler üzerinde dayatıcı, hatta göz korkutucu bir iktidar profilini vermektedir. Emperyalizm yeni işgal edilen bölgelerin gelişen ekonomiye entegre edilmesi süre­cinin siyasî bir fonksiyonudur. Böylece emperyalizmin ekonomik yayılmayla çok çet­refil bir ilişkisi vardır.

19. yüzyıl, Fransa’dan başlayarak önce tüm Avrupa’ya daha sonra da dünyaya ulus devletlerin devrinin geldiğini ilan ederek başladı. Her bir devlet önce ulusal bilincini inşa edecek siyasetleri geliştirmeye ve ulusu tek bir çatı altında toplamaya girişti. Ulus devlet ya da modern devlet olarak adlandırılan siyasî yapı kökleri yine 1600’lere kadar geri gitse de 19. yüzyıl boyunca temel karakterlerini oluşturacak şekilde yerleşmiştir. Zira modern ulus devletin uyruğu, yönetim sistemi ve devletin diğer bi­leşenleri de bu dönemde netleşmiştir.

19. yüzyılın ilk çeyreği Avrupa’da iç savaşlar, devrimci ve karşı devrimci mücadele­ler dönemidir. Her tarafta imparatorlara karşı ayaklanmalar baş göstermiş ve siya­sal olarak Avrupa haritası sürekli değişmiştir (Polanyi, 1986: 31). Yüzyılın ikinci ya­rısında ise bu kargaşa ve mücadele Avrupa dışına taşınmış, daha açık bir ifadeyle Av­rupalIlar savaşı artık evlerinde yapmamaya karar vermişlerdir. Avrupa dengelerinin tamamen bir dünya dengesine dönüşmesi de bu dönemde gerçekleşmiştir.

“Osmanlı, Mısır ve Fas İmparatorlukları parçalanıp bölüşülmüştüler; işgal orduları Çin’i kapı­larını yabancılara açmaya zorladılar ve tek bir büyük hamleyle Afrika kıtası bölüşüldü. Aynı zamanda iki güç, Birleşik Devletler ve Rusya, dünya çapında önem kazandı. Almanya ve İtal­ya’da ulusal birlik sağlandı; Belçika, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve Maca­ristan, bazıları ilk kez bazıları da yeniden, egemen uluslar olarak Avrupa haritasında yerini al­dılar” (Polanyi, 1986: 31).

Modern ulus-devletin göstermiş olduğu en temel eğilimin yukarıda belirtildiği biçi­miyle kapitalizmle girdiği ilişkiden ötürü yayılma olduğunu söyleyebiliriz. Said’in de (1998) işaret ettiği gibi daha sonra etkilerini fazlasıyla gösterecek olan kültürel ve si­yasal yayılmalar da yavaş yavaş Avrupalı olguları evrensel hale getirmekteydi.

Sonuç: 19. Yüzyıl Avrupa Tarihinin Bugün için Anlamı

Bu makalede 19. yüzyılda dünya egemenliğine giden yolda Avrupa’da yaşanan de­ğişimler incelendi. Bu noktada Avrupa’nın bu yüzyılda bütüncül olarak emperyal bir sitem ile dünya egemenliğine sahip olduğunu anlamış bulunmaktayız. Bu emperyal sistemin arka planında ise insanın, toplumun, siyasetin ve hepsini besleyecek şekil­de iktisadın dönüşümü bulunmaktadır. Her bir alanda yaşanan değişme diğerleriyle ilişkili bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Avrupa’nın etkinliğini dünya üzerinde bir hâkimiyete çevirmekte olduğu bir çağ ola­rak 19. yüzyıl, dünya için özgül bir duygu yükü içermektedir. Zira bu çağda sürekli ar­tan bir şekilde dünyanın geri kalanı sistemli bir şekilde sömürgeleştirilmiştir. Bu sö­mürgeleştirme ile Avrupa dışı dünyanın her türlü insani, sosyal ve iktisadi kaynakları­na Avrupalılar tarafından el konulmuştur. Böylece bugünün kuzey ve güney, gelişmiş, geri kalmış, birinci dünya, üçüncü dünya benzeri ayrımları ve dünya ekonomik ve si­yasal sistemindeki yapısal eşitsizlikleri oluşturan sistemler bu dönemde kurulmuştur.

Geriye doğru bir incelemede kolayca anlamlandırılabilecek pek çok hakimiyet öğesi­nin kendi çağında ortaya çıkışını incelediğimizde Avrupa’nın dönüşümlerinin dünya üzerinde kurulan hakimiyetle yakından ilişkili olduğu gözlemlenebilir. Bu dönüşümler ile birlikte Avrupa Uygarlığı nihai halini almıştır. Bu dönem geleceğe umutla bakılan bir ütopya çağı olmakla birlikte, yaşanan koşulların büyük kitleler için hiç de mem­nuniyet verici olmadığı bir dönemdir. Çağın sonuna gelindiğinde teknikte ve üretken­likte büyük bir artış olmasına ve siyasal, iktisadi sistem yerleşik hale gelmesine rağ­men başlangıçtaki umudun yerini büyük bir umutsuzluk almış bulunmaktaydı. Bu da Avrupa’nın dünya üzerinde tesis ettiği sömürünün aynı zamanda iç çöküntünün de temeli haline geldiğini göstermektedir. Gittikçe artan bir biçimde 19. yüzyılın düzen ve ilerleme fikri sorgulanmaya ve toplumsal sistemde yeni modeller aranmaya başla­nacaktır. Ancak ne var ki Avrupa’da bu umutsuzluğu aşmak üzere geliştirilebilecek herhangi bir sorgulama, dünya egemenliğinin kaybı korkusu ile bastırılacak ve mo- dernitenin yıkımları restorasyonlar yoluyla giderilmeye çalışılacaktır. Diğer taraftan sömürgeciliğin başlangıcı ile sömürülen toplumlarda büyük bir bilinçlenme ve Avru­pa hakimiyetine karşı çıkış da başlamıştır. Ancak 20. yüzyıl dâhilinde Avrupa’nın dünya egemenliği gittikçe çökmekte ve yeni bir dünya talebi yükselmektedir.

Sonuç olarak temelleri Avrupa kültürünün özgün oluşuma dayanan, modernite ve kapitalizmle yakından ilişkili olan emperyalist siyasal ve iktisadi egemenliği aşmak için modernitenin insan ve toplum modellerinin de sorgulanması ve farklı medeni- yetsel temellerden faydalanarak aşılması gerekliliği gün geçtikçe daha fazla günde­me gelmektedir. Zira ulusal bağımsızlıklar sonrasında karşı karşıya gelinen gerçek, Avrupa’nın dünya egemenliğinin sadece siyasal ve iktisadi olmadığı, aynı zamanda kültürel ve kavramsal olarak da dünyanın işgal altında olduğu idi. Bu makalede em­peryalizmi (19. yüzyıl Avrupa hakimiyetini) bütüncül olarak anlamak için bu ege­menliğin arka planı olan modernitenin insan ve toplum modeli, siyasal ve ekonomik sistemi analiz edilmiştir. Görünen o ki dünyanın Avrupa emperyalizminden arındırıl­ması için bütüncül karşı çıkışlara ihtiyaç duyulmaktadır.

Kaynakça

Aktay Yasin, “Bir Aydınlanma Projesi Olarak İnsan”, İnsan Hakları Araştırmaları, Yıl 2, Sayı 2, 2004.

Amin Samir, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Çev. Semih Lim, İstanbul: Kaynak Yay., 1997. Baechler Jean, Kapitalizmin Kökenleri, Ankara, İmge Kitapevi, 1994.

Brewer Anthony, Marxist Theories of Imperialism: A Critical Survey, London: Routledge, 1989. Buğra Ayşe, “Önsöz”, Büyük Dönüşüm, Karl Polanyi, Çev. Ayşe Buğra, İstanbul: Alan Yay. 1986.

Cassirer Ernst, The Philosophy of the Enlightenment, Trans. Fritz C. A. Koelln, James P. Pet- tegrove, Boston: Beacon Press, 1955.

Febvre Lucien, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay,

Ankara: İmge Yay. 1994.

Ferro Marc, Fetihlerden Bağımsızlık Hareketlerine Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, Ankara: İmge Yay., 2002.

Heidegger Martin, “Metafiziğin Onto-Teolojik İnşâsı”, Heidegger ve Teoloji, Der. ve Çev. Ah­met Demirhan, İstanbul: İnsan Yayınları, 2002.

Hobsbawm Eric, İmparatorluk Çağı, Çev. Vedat Aslan, Ankara: Dost Yay., 1999.

Hobsbawm Eric, Sermaye Çağı, Çev: Bahadır Sina Şenel, Ankara: Dost Yay, 1995.

Kara Ahmet, İktisat Kuramında Pozitivizm ve Postmodernizm, Ankara: Vadi Yay., 2001. Macfarlane Alan, Kapitalizm Kültürü, Çev. Remzi Hakan Kır, İstanbul: Ayrıntı Yay., 1993. Marshal Berman, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor: Modernite Deneyimi, İstanbul: İletişim Yay., 2000.

Marx Karl, Kapital I, II, III, Çev. Alaattin Bilgi, İstanbul: Sol Yay., 2000.

Özel Mustafa, “Avrupa ve Japonya’da Kapitalizm”, Divan İlmi Araştırmalar, Yıl 2002/2, Sayı 13. Polanyi Karl, Büyük Dönüşüm, Çev. Ayşe Buğra, İstanbul: Alan Yay. 1986.

Said Edward W., Kültür ve Emperyalizm: Kapsamlı Bir Düşünce ve Siyasal Sorgulama Çalış­ması, İstanbul: Hil Yay., 1998.

See Hernri, Modern Kapitalizmin Doğuşu, Çev. Turgut Erim, İstanbul: Yöneliş Yay., 2000. Thompson Edward Palmer, The Making of the English Working Class, London : Penguin, 1968.

Ülman A. Haluk, I. Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, Ankara: İmge Yay., 2002. Wallerstein Immanuel, “Braudel’den Harketle Gündelik Olarak Tarih (Önsöz)”, Maddî Uygarlık ve Kapitalizm, Fernand Braudel, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara, Gece Yay., 1993. Wallerstein Immanuel, Tarihî Kapitalizm, Çev. Necmiye Alpay, İstanbul: Metis Yay., 1992. Weber Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Zeynep Gürata, İstanbul: Ayraç Yay., 2002.

 

Atıf©: Sunar, Lütfi, “19. Yüzyılda Avrupa: Bir Cennet Düşünden Bir Kâbusun Doğuşu”, İLEM Yıllık, yıl 1, sayı 1, 2006, s. 75-92

 

[1]   Eric Hobsbawm XIX. yüzyıl için “Tarihte bundan daha Avrupalı bir yüzyıl olmadığı gibi, gelecekte de olmayacaktır.” demektedir (Hobsbawm, 1999: 27). Zira bu dönemde Avrupa’nın dünyayı kontrol altına alması hızlanmıştır: “1876 yılında Afrika’nın yalnız %11’i, Pasifik adalarının da %57 kadarı sömürgeleşmişken, 1900 yılına kadar Afrika’nın %90’ı, Pasifik adalarının da %99’u Avrupa’nın denetimi altına girecektir. Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Çin gibi eski devletlerin sömürgeleşme süreci de bu dönemde tamamlanacaktır” (Ülman, 2002: 23-24).

[2] Aydınlanma tarihçisi Ernst Cassirer’e göre Aydınlanma düşüncesi insanın dönüşümünü simgelemektedir. Aydınlanma düşüncesi, yaşanan dönüşümlerin siyasal ve iktisadî devrimlerle, kuramsal sistemlerle, klasik ekonomik politik ve faydacı felsefe ile bütünlemesi, burjuva toplumunun kamu kurumlarının öncü modellerini yaratması, Avrupa’da XVI. yüzyılda başlayan sekülerleşme serüvenini tamamlaması açısından çağın olguları üzerinde son derece önemli bir etkendir (Cassirer, 1955).

[3] Avrupa toplumunun oluşumuna ve Avrupa’nın dünyaya yayılma tarihine bakmak isteyen bir kişinin ana uğrak noktası kapitalizmin gelişimini açıklamak olacaktır. Amin (1997: 273) kapitalizmin tarihinde belli başlı üç aşama olduğunu belirtmektedir: Ticari kapitalizm, sanayi kapitalizmi ve finans kapitalizmi.

[4]   Eric J. Hobsbawm bu çağı üç eser ile detaylı bir şekilde incelemektedir: Devrim Çağı 1789-1848, Sermaye Çağı 1848-1875, İmparatorluk Çağı 1875-1914. Üç kitap da Türkçe’de Dost Yayınları tarafından yayımlanmıştır.

[5]        Yaygın kanının aksine sekülerizm dinin tamamen yok olması anlamına gelmemektedir. Dinin hayat içerisindeki temel kural koyucu vasfının yitirmesi ve bu alanı başka olgularla paylaşması anlamına gelmektedir.

[6]             Üçüncüsü, 1870’te Paris’te işçilerin kısa süre de olsa yönetime el koydukları Paris komünüdür.

[7] Endüstri Devrimi’nin sonuçları toplum için bir felaket olmuştu. Bundan böyle kitlelerin ancak idare edilmeleri gerekecekti (Hobsbawm, 1995: 115). Polanyi ise bu devrimleri ve işçi hareketlerini toplumun kendini koruması olarak ifadelendirmektedir (Polanyi, 1986).

[8]   Ona göre “serbest ticaret sanayilerinin önde geleni pamuk sanayinin gümrük tarifeleri, dış satım primleri ve ücret desteklemeleri yardımıyla kurulması gibi, laissez-faire’in kendisi de devlet tarafından” uygulanmaktadır. (Buğra, 1986: 16-17).

[9]   Çitleme hareketi (Enclosure) ile eski feodal beylikler burjuva mülkü haline gelmiş, topakların çitlenmesiyle beraber endüstri ve ticaret için uygun bir emek gücü ortaya çıkmış ve böylece sanayi kapitalizmi için gerekli olan şartlar ortaya çıkmıştır. Çitleme hareketi ile birlikte boş araziler kullanıma girmiş ve böylece köy cemaatleri yok olmuş, büyük çiftliklerde daha verimli bir hayvancılık ve tarım faaliyetinin yapılması sağlanmıştır. Bu da kapitalizmin gelişmesi için gerekli olan sermaye birikiminin sağlanmasıyla sonuçlanmıştır. Toprağın özel mülkiyete geçmesi için başvurulan bu metot aslında, toplumsal yapıya Polanyi’nin ifadesiyle devrimci şiddet uygulama süreciydi (Ayrıntılı bilgi için bkz. Thompson, 1968).

[10] “Rönesans’ın bireyci atılımının arkasından da, merkantilizm ve katı düzenlemeler gelecek, bu uygulama XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın başında, yasa tanımaz, fren tutmaz, dizgine gelmez büyük modern kapitalizmin muzaffer ve güçlü atılımıyla ortadan kalkacaktır” (Febvre, 1994: 83).

[11] Marx artı değerin kaynağının, kapitalist işverenle maaşlı işçi arasındaki bağlantıyı kuran spesifik sosyal ilişki olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla onun kavramsallaştırmasında, işçi emeğinden ziyade kendi çalışma kapasitesi demek olan işgücünü satmaktadır (Marx, 2000).

[12] Speenhamland Yasası İngiltere’de bir işçi sınıfının ortaya çıkmasına zemin hazırlayan bir yasaydı. İngiltere’de 1795 yılında kabul edilen yasa ile yoksulların kayıtsız şartsız yardım almalarını öngören bir çeşit “yaşama hakkı”nı güvence altına alan bir düzenleme yapılmıştır. Ancak Speenhamland’a eşlik eden Combination Act ile yoksulların örgütlenmesi yasaklanmıştır.

 

Önemlidir:

Atıf yapılmak istendiğinde, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.

İLEM Yıllık • Yıl 1 • Sayı 1 • 2006 * Sf. 75-92

Yazar
Lütfi SUNAR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen