Arif Nihat Asya’da Vatan Sevgisi ve Tarih Şuuru

Saadettin YILDIZ

Bizde “vatan” kavramı çok eskidir. Tarihin derinliklerinden gelen  Kök  tengrige men ötedim / Senlerge biremen yurtum sözleri, en az Oğuz Kağan’dan beri, vatan kavramı ile tanışık olduğumuzu gösteriyor. Oğuz Kağan, Tanrı’ya borcunu ödediğini, ömrünü tamamladığını söylüyor ve yurdumu size bırakıyorum diyor. Bu, onda muayyen bir vatan fikrinin, hattâ esaslı bir vatan şuurunun bulunduğunu gösterir. Ondan sonra gelen devlet adamlarımızda da aynı tavrın  millî bir gelenek  karakterinde devam ettiğine dair çok sayıda örnek vardır. “Eski Türklerde, vatanî ahlâk çok kuvvetliydi. Hiç bir Türk, kendi “il”i yani milleti için, hayatını ve en sevgili şeylerini feda etmekten çekinmezdi. (…) “İl”in oturduğu memlekete “yurt” yahut “ülke”  denilirdi. Türk nereye gitse “asıl yurdu”nu unutmazdı. Çünkü, atalarının mezarı oradaydı. Çocukluk çağı, baba ocağı, ana kucağı hep orada bulunuyordu.”[1]

Böyle olmasına rağmen, vatan edebiyatımız hayli geç başlar. Vatan edebiyatı  ile, “vatan sevgisini, kaygısını, onun güzelliğini, vazgeçilmezliğini tema olarak seçen; üzerinde yaşayan insanları ona bağlamayı hedefleyen ve bu amaçla onu yücelten edebî eserler”i kastediyoruz. Bizde vatan edebiyatı, vatan fikri kadar eski olsaydı, hiç şüphesiz, edebiyatımızın bu hanesi çok daha zengin ve renkli olurdu. Divan edebiyatımızdan[2] ve Halk edebiyatımızdan verilebilecek bazı örneklere rağmen, vatan edebiyatımızı on dokuzuncu asrın ikinci yarısından başlatmak doğru olur. Bunun anlamı şudur: Bizde vatan edebiyatı, en büyük vatan olan, birkaç kıtaya birden yayılmış Osmanlı coğrafyasının küçüldüğü ve en güçlü devletimiz olan Devlet-i Aliyye’nin zayıfladığı tarihlerde  başlıyor. Bu devre, aynı zamanda, Avrupa’da milliyetçi düşüncelerin iyice yaygınlaştığı bir devredir. Konu, bir yönüyle milletin ruh hâline, bir yönüyle de dünyanın siyasî yapılanmasına dayanmaktadır. Avrupa’da ve özellikle Fransa’da filiz veren “milletleşme”, mâsumâne bazı kaygılarla gizlemeye çalışmış da olsak, bizi “kendimiz olmaya ve öyle kalmaya” zorlamaktaydı.  Türk,  tarihin her safhasında gerçekten ateşle imtihan edilmiş bir millettir. Bu imtihan son yüzyıl içinde akıllara durgunluk verecek kadar ağırlaşmış; edebiyatımız da bu ağırlığın taşınmasında kendine düşeni son yüzyılda ancak omuzlayabilmiştir.

Fikir tarihimizde vatan kavramı etrafında geliştirilen fikirler daha çeşitlidir ve bu çeşitlilik edebiyatımıza da yansımıştır. Ancak, bu yazının çerçevesi, bunlardan yalnızca ikisi üzerinde durulmasına izin veriyor.

“Vatan” kavramını hem bir fikir ve ideoloji meselesi olarak ele alan, hem de edebiyatın en önemli kurucu unsurlarından biri olarak kullanan ilk sanatçımız Namık Kemal’dir. Kemal,  Milletim nev’-i beşerdir; vatanım rûy-i zemîn  görüşüne karşı çıkarak şöyle diyor: “Dünyadan vatan fikrini kaldırmak insaniyete bir hizmet ve muktedir olanlara bir büyük meziyet olabilmek zannında olanlar da varmış. Biz öyle garip bir maksadı fiile çıkarmak teşebbüsünde pîşvâlığı ihtiyara cesaret edenlere tayyib-i hâtırla terk eyleriz. Biz, oturduğumuz yerin her taşı için bir cevher-i can verdik. Her avuç toprağı nazarımda o yola feda olmuş bir kahramanın yadigâr-ı vücududur. Ona binaen, bize göre vatanı Çin ile, Sibirya ile hem-kıymet tutmak ihtimalin haricinde görünür.

Vatan bize kılıcımızın ekmeğidir[3]. Daima kendimize mahsus, kendimize münhasır biliriz. Daima nefsimizden ziyade sever, nefsimizi uğruna feda ederiz.”[4]

Bütün bunlara rağmen, Kemal’in vatana bakışı  “fikr-i mukaddes”  çerçevesini pek aşmaz. Vatan fikri, vatanın kendisinden daha ön plânda gibidir. Kemal’in bu bakış tarzı, vatan edebiyatımızda uzun zaman benimsenmiş; temeli hamiyyet ve şecaat duygusuna dayanan bu heyecanlı tutum, devrin havası gereği, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklâl Savaşı boyunca da devam etmiştir. Onun vatan konusundaki heyecanı kendisinden sonraki nesilleri derinden etkilemiş; kendisine de -haklı olarak-  vatan şairi ünvanını kazandırmıştır.

Namık Kemal’le başlayan vatan edebiyatının hemen sonraki önemli temsilcileri arasında Hâmid’i, Fikret’i, Mehmed Emin’i, Süleyman Nazîf’i, Mehmed Âkif’i, Ziya Gökalp’i, Müftüoğlu Ahmed Hikmet’i sayabiliriz. Bu sanatçıların her biri, Türk milletinin üzerinde yaşadığı toprakları vatanlaştırma macerasını ve bu hususta verilen mücadeleleri çeşitli yönleriyle ele almak suretiyle, vatan edebiyatımıza önemli eserler kazandırmışlardır.

Vatan edebiyatı konusunda düşünen ve eser verenler arasında,  Cihan vatandan ibarettir itikadımca  diyecek kadar dikkat kesilen Yahya Kemal Beyatlı’nın ayrı bir yeri vardır. O, savaşların bittiği ve değerlerin yavaş yavaş yerine oturduğu bir dönemin ruhuna uygun bir düşünüş tarzını benimser: “Vatan hiçbir zaman bir nazariye değil, bir ‘toprak’tır. Toprak, cedlerin mezarıdır. Câmîlerin kurulduğu yerdir. Sanâyi-i nefîse nâmına ne yapılmışsa, onun sergisidir. (…) Vatan ne bir feylesofun fikridir, ne bir şâirin duygusu… Vatan, gerçek ve hakîkî bir yerdir. (…) Vatanı, meselâ ‘şîrhârlar beşiği’ diye tanıtmak eksiktir. Vatanın adını söylemelidir: Vatan İstanbul’dur, Üsküp’tür, Trabzon’dur, Yozgat’tır, Ankara’dır ve bunların içinde sayılamayacak kadar hâtıralar vatandır. (…) Meselâ Yozgat, bir hudut için kaç şehid vermiştir? Vatan dâhilinde yetişenlerin şarkıları, birbirine benzemeyen kaç yerde okunmuştur? Birbirine uzak yerlerde kaç aile  evlenmiş, kaç kan karışmıştır? (…) Velhâsıl vatan mücessem bir mefhumdur.”[5]

Bu görüşe göre vatan, üzerinde bir hayatın yaşandığı, o hayatın kültür hâline getirildiği ve o kültürün geleceği hazırladığı bir  topraktır, yerdir,  ülkedir. Ona sahip olmak yaşamak, kendisi olmak ve geleceğe hazırlanmak demektir. Bu görüşün, toprağın milleti yarattığı kabûlü ile yakından bağlantılı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Yahya Kemal,  iklim ile milliyet arasında çok sıkı bir münasebet bulunduğunu düşünüyordu.

Toprak milleti şekillendirdiği gibi, onun üzerinde yaşayanlar, sevenler, sanat yapanlar ve onun üzerinde  uzun sonbaharı tadanlar da toprağı şekillendirirler. Anadolu’nun kapısını açan Türk, o topraklara, daha önce üzerinde oturan kavimlerin hiçbirinin vermediği bir şekli vermiş, hususî bir çehre kazandırmıştır. “Anatolia”, bu sayede “Anadolu” olmuştur. Toprağın vatanlaşması bundan başka nedir? Âkif’in, Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!  mısraı, bu vatanlaşmanın en önemli rüknünü ifade eder: Toprağı tanımak, onun uğrunda ölenleri daima hesaba katmak ve onların bir “devama feda olmuş kahramanlar” olduklarını unutmamak demektir.

Fransız şairi Henri de Régnier (1864-1936), Eyüp mezarlığına bakarak, İstanbul! Mü’minlerinin  o kadar sevdiği Eyüb servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim.” demiş. Yahya Kemâl, onun bu duygulanışının sebebini, Türk ırkından doğup bizimle beraber yaşayıp öldükten sonra, mezarına sarıklı bir taşın dikilmeyeceğine acımış olmasına bağlıyor. [6] Gerçek vatan manzarası,  kendisini çok sonra tanıyan yabancıları bile kendi ruhaniyetine hayran edecek kadar hususî bir havaya sahiptir. Régnier, bizim vatanımızın Eyüp sırtlarından görünen kısmına hayran olduğu kadar,  o manzaranın arkasında sezdiği  kültür mimarîsine ve orada hissettiği manevî dokuya da meftun olmuştur. Yahya Kemal, Régnier’in bu tavrında,  milletle toprağın taazzuv içinde oluşuna hayranlık da sezmiş olmalıdır.

Vatan, asıl bu hâliyle, edebiyatın başlıca temalarından biridir. Çünkü, Régnier’nin Eyüp sırtlarından gördüğü manzara, hem hayranlık uyandırıcı bir dış çevre dekorunu bünyesinde taşıyor; hem de mistik bir heyecanı ve derunî bir imanı uyandırıyor. Bunların her biri, edebiyatı besleyen esaslı tematik unsurlardır.

***

           

Dünyada -neredeyse- vatan için yaşayanlar kadar da vatan için ölenler olmuş; böyle bir ölüm,  her zaman  şerefli ölümler  arasında sayılmıştır. Türk milleti, askerliği vatan borcu sayar, çocuğu asker ocağında şehit düşen baba, “vatan sağ olsun” dedirten bir kültürle teselli bulur.

Vatan için yaşamanın bir çeşidi de, herhalde, “vatan için yazmak”tır. Özellikle 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, karşılaştığımız musîbetlerin çokluğuna uygun olarak, vatan için yazma çabaları da yoğunlaşır. 1897 Osmanlı-Yunan savaşı, 1911 Trablusgarp, 1913 Balkan, 1914 Birinci Dünya ve 1922’ye kadar süren İstiklâl savaşları, vatan için yazmayı kaçınılmaz kılmıştır. Mehmed Âkif, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Yahya Kemal, Halide Edip, Yakup Kadri, Aka Gündüz, Reşat Nuri, Yusuf Ziya ve daha birçok  sanatçı gibi,  Arif Nihat da vatan için yazmak ihtiyacını duymuştur.

Çatalca-İnceğiz’de doğan ve çocukluğu Bulgar ordularının yol üstü hâline getirdiği  bu topraklarda geçen Arif Nihat, vatan sevgisini ve tarih şuûrunu devrin yakılmış köylerinden, yıkılmış evlerinden, evi sırtında oradan oraya göçmek zorunda kalan köylülerinden öğrenmiş bir insandır.

Çanakkale cephesiyle ilgili hatıralarından küçük bir kesit sunduğu bir yazısında, o günlerin havasını şöyle anlatıyor: “İstanbul’da Yusufpaşa’da Gülşen-i Maarif Rüşdiyesi’nde, galiba beşinci sınıftaydım. (…) Hepimiz memlekette mühim şeyler olduğunu ‘muharebe’ lâfından, ekmek kıtlığından, ‘rap rap’ seslerinden, marşlardan, açılan ve harıl harıl işleyen imaretlerden; babaların, ağabeylerin, eniştelerin eksilmesinden; annelerin, ablaların, halaların, dedelerin, ninelerin eski sevinçlerini kaybetmesinden anlıyor; fakat her devrin çocukları gibi evde, sokakta, mektepte, sınıfta çocukluğumuzu -yaşayabildiğimiz kadar- yaşıyorduk…”[7] Bu sözler, onun okuyarak edindiklerinden daha fazlasını, yaşayarak, görerek, acısını tâ derinden duyarak edinmiş olduğunu gösteriyor.      Henüz dört-beş yaşlarındayken yanlarına sığındığı halasının kocası, Bulgar ordularını Nakkaş tabyalarında karşılayan birliklerimizin komutanlarındandı: Yüzbaşı Mehmed Fevzi Efendi… Düşmanın ne demek olduğunu, vatana sahâbetin mânâsını, yenilginin acısını, direnişin yürek atışlarını, düşmanın akıl almaz tedhişâtını.. çocukluğu boyunca sığınmak zorunda kaldığı akraba evlerinin içinde kavradı Arif Nihat. Hiç bir ders, ruh kökümüzü sarsan belâlar kadar ibret verici ve yetiştirici değildir. Çocukluğunda gördüğü bu hayat dersi, ondaki vatan sevgisinin kökünü, özünü meydana getirmiştir.

Bu sağlam kök dolayısıyladır ki, hiç bir süslemeye ihtiyaç duymaksızın, en sade ve samimî bir ifadeyle;

                        Senin tatlıdır her şeyin;

                        Katık istemez ekmeğin.[8]

diyerek, vatana olan bağlılığını ortaya koyar. Edebiyatımızda, vatan sevgisinin bu kadar gösterişsiz, fakat bu derece sıcak bir şekilde dile geldiği çok az örnek vardır.

            1971 Bingöl depremi ile ilgili olarak söylediği,                 

                        Gayri, nidem dünyayı,

                        Ki elim, kolum gitti;

                        Doğranan yüreğimden

                        En iri dilim gitti…

                                    Bingöl’e ölüm gitti…

                                    Gitti Bingöl’üm, gitti…[9]

mısraları da aynı sıcak, samimî, sade söyleyişin ve gösterişsiz vatan sevgisinin örneklerindendir. Şair, memleketin her hâlini görmek, onunla gururlanmak veya ona üzülmek hassasiyetini sürekli taşımıştır. Onun şiirlerinde İstanbul, Türk kültür ve medeniyetinin cazibe merkezi; Konya, Mevlânâ diyarı; Edirne, serhat şehri;  İzmir, Millî Mücadele’nin odağı; Adana, Çukurova’nın sembolü… olarak sık sık geçer. Şiirlerinde 600’den fazla yer adı -tekrarlar dahil- kullanmış olması, millî coğrafyamıza ve etrafına ne kadar bağlı olduğunun işaretidir.

***     

Arif Nihat’ta vatan fikri bir taraftan coğrafî temele, bir taraftan da tarihî perspektife oturur. Coğrafî temel onu “yurt” gerçeğine, tarihî perspektif ise “mâzî”ye götürmektedir. Yani vatanın dünü, bugünü ve yarını, belli bir kompozisyon hâlindedir. Bu kompozisyon, şüphesiz, bu tip düşünce tarzlarının en fazla muhtaç olduğu “devam fikri”nden kaynaklanıyor. Arif Nihat’ın bu tutumu, Yahya Kemal’in vatan anlayışına daha yakın görünmektedir. O, tarihin -kahramanlarıyla birlikte- kesintisiz aktığı kanaatindedir:

Öldü zannetmeyin: “Köroğlu” denen

                                                           Yiğit yaşar, hâlâ!

                        Yola çıkmış, sürüp beyaz atını…

                                                           O at, koşar, hâlâ![10]

Köroğlu -elbette- bir semboldür. Arif Nihat, tarihin kesintisiz akıp gittiği düşüncesine ilâveten, geleceğin de uzun ve sağlam bir geçmişle kurulabileceğini düşünür. Ayrıca, Türk tarihinin, bütün parlak devirleriyle sürüp gittiğini hayâl etmek, onun şair gönlünü ferahlatır.

Tarihte olup bitmiş bazı büyük olayları hâlâ devam ediyor saymak ve bu vehimle yaşamak, Arif Nihat’a zevk vermiştir. Yahya Kemal, zamanımızdan hicret edip İstanbul’u fethettiğimiz günlerde yaşamak  istiyordu. Aynı arzu, Arif Nihat’ta da vardır. Fakat onda, geçmişi bugüne getirerek zamanı genişletme  ve  bugünün aşınmışlıklarının üstünü bu sihirli perdeyle örtme  arzusu, mâzîye dönme arzusundan daha yoğundur.

 

                        Osmanlı’ya Barbaros, mülâkıî[11] olacak;

                        Her yerde zafer onlara sâkıî olacak…

                        Bir çağ ki bu, hâkaanı Süleyman Sultan,

                        Mi’mârı Sinan, şâiri Bâkıî olacak![12]

rubâîsindeki OLACAK fiili, sadece gelecek zamanı ifade etmediği gibi, vezin-kafiye hatırına kullanılmış da değildir. Bu fiilde hem olmalının gereklilik ifadesi, hem olurun kesinliği, hem de olaydının dilek-istek ifadesi mevcuttur. Ayrıca, bu fiilin, geleceğe dair ümit-inanç-temennî ifadesini taşıdığı da meydandadır.

Geçmişi bugüne getirmek, Arif Nihat için günün sıkıntılarından kurtuluş vesilesi olmakla beraber, zaman zaman, bunun da yeterli olmadığı görülür. Çok büyük bir ümit bağladığı gençlerin yurda lâyık evlâtlar gibi davranmayabilecekleri ihtimâli onu derin endişelere sevk eder.  O zaman,

                        Dün kutsal ellerle sürülmüş yurdum;

                        Onlardan sonra küstürülmüş yurdum…

                        Allah, sana lâyık etsin evlâtlarını

                        Ey kubbesi “âmin”le örülmüş yurdum![13]

mısralarında olduğu gibi,  sezgilere bırakılmış bir mâzî-hal mukayesesine girişir. Dün kutsal ellerle sürülmüş ve kubbesi âmin’le örülmüş olan yurt,  evlâtları ona lâyık olmazlarsa ne hâle düşecek? Bu, hem  vatan sevgisi,  hem de  vatan endîşesidir. Arif Nihat ömrü boyunca, o sevgi ile o endîşeyi, iç içe girmiş duygular olarak, taşımıştır. Onun eserlerinde -ilk intibaın aksine- gizliden gizliye sezilen hüznün kaynaklarından birisi budur.

Böyle bir endîşe, Arif Nihat’ı  -geçici bir süre için de olsa- Yahya Kemal’le aynı çizgiye getirmiştir. Zaman zaman o da geçmişe doğru uzanmak ihtiyacını duyar ve mâzînin ihtişamı içinde yaşamak hülyâsına kapılır:

                        Tarihlere, destanlara yol bulabilsem

                        Hiç durmadan, düşünmeden geri giderim…

                        Buna şaşma, ki geçmişte yaşamayı ben

                        Gelecekte yaşamaya tercih ederim![14]

Millî romantik duyuş tarzını bir nevi  yaşama üslûbu  hâlinde idrâk eden Arif Nihat’ın romantizminde, Türk tarihinin destanî devirleri büyük bir yer tutar. O devir, şair için hem bir sığınak, hem de  geçmişi yeniden inşa etme hayâlinin ateşleyici unsurudur. Çünkü, hilâli gökyüzünden koparıp bayraklarına nakşeden ecdâd, o devirlerde yaşadı. Onların zaferler getiren atlarının nalları altındandı; gidişleri akına, gelişleri akındandı… Hep o atları görmek ve hep o zaferlerin müjdesiyle mest olmak.. Arif Nihat’ın hayal hânesini sürekli beslemiştir:

                        Kopardılar ayı gökten,           Yer yüzünün göbeğinde

                        Bir ipek dala astılar…            Kuruldu kurultayları…

                        Yurt dediler, gölgesine           Günleri sönmek bilmedi        

                        Ayaklarını bastılar.                Yere düşmedi ayları.[15]

Tarihin eski devirlerine dönüş, Arif Nihat’ta  millî romantik duyuş tarzının hem duygu, hem de fikir tarafıyla beslenen, esaslı bir şi’riyet kaynağı ve şairlik ilhâmının dikkatle değerlendirilmesi gereken zengin bir damarıdır. Bu bakımdan, şairin bu tutumunu -hem ideolojik hem de estetik yönüyle- şuurlu bir tavır alma olarak değerlendirmek gerekir.

Tabiî, bu geriye dönüşler, onda yeni vehimler  de uyandırır. Yahya Kemal’in  Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nda duyduğu sesleri o da duyar, gördüğü manzarayı o da görür:

                        Sazlar, eğilin tellere: mehter geliyor;

                        Elpençe dur, ey çınar, ki erler geliyor..

                        Doldurdu davul sesleri er meydanını…

                        Kalkanla kılıç, gürz ile şeşper geliyor.[16]

mısraları, günün katı gerçeklerini kabullenemeyen  ve kendisini bir türlü tatmin edemeyen “bugün”e  hapsolmak istemeyen şair rûhunun  muhteşem mâzî vehmine sığınışıdır. Mâzîye sığınmak, aynı zamanda, tarihin derinliklerinde duran  geniş vatana (Turan’a)  sığınmak anlamına da gelir.

***

(Devam edecek)

DİPNOTLAR

[1] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları: 2116, İstanbul, 1990, s. 152

[2] Saltanat kavgası yüzünde gurbette perîşan olan Cem Sultan’ın , “ Ey gönül, ben garip biçareye vatanın herhangi  bir deresi,âb-ı hayattan daha hoş gelir. Gönlüm,  vatanın saçlarına bağlanalı devamlı onu istiyorum”  anlamına gelen şu beyitlerini unutmamak gerekir:

Çeşme-i hayvandan ey dil hoşdürür

Ben garîb üftâdeye cûy-ı vatan

Gönlüm eyler dâimâ anı taleb

Bend olaldan bâna gîsû-yı vatan

[3] Bu ifade, daha önce, Hürriyet’in 29 Haziran 1868 (9 Rebîü’l-evvel 1285) tarihli ve 1 numaralı nüshasında yayınlanan “Hübbü’l-vatan mine’l-îman”  başlıklı baş yazıda da kullanılmıştır: “Vatan o mün’im-i kerîmdir ki hânedân-ı âtıfetine gelenler aç, üryân, âciz, nâtüvân gelir; sâyesinde beslenir, sâyesinde giyinir, hayâtından, hürriyetinden sâyesinde  müstefid olur. Şükrâniyetin akdem-i vezâif olduğunu bilenlere göre lâyık mıdır ki vatanını bedeninden aziz tutmasın.. Ya Osmanlılar bu  vazife-i mukaddeseyi nasıl herkesten  ziyâde ifâya çalışmasın ki  vatan denilen ni’met-i ilâhiyye onlara kılıçlarının ekmeğidir. Bu uğurda şehîd olan  ecdâdımızın kemikleri  topraktan çıkarılsa mülkün her sahrasında nice ehramlar ve belki hürriyetimizi düşman taarruzundan muhafaza edebilecek kadar istihkâmlar yapılabilir.”

[4]  “Vatan”, İbret, Nu. 121, 10 Mart 1289 (23 Mart 1873)

[5]  Nihad Sami Banarlı, “Altmışbeşinci Yılda”, Yahya Kemal Yaşarken, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Neşriyatı:1, İstanbul, 1959, s.20-21

[6]  Yahya Kemal, “Rüyâda Gördüğümüz Eyüp”, Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı:52, İstanbul, 1964, s.127

[7]  HARB MECLİSİ, Aramak ve Söyleyememek, Arif Nihat Asya Bütün Eserleri, Çekirdek:2, Ötüken Yayınevi, İstanbul,     1976, s.10

[8]  YURD, Kundaklar, Şiirler-2, s.159

[9]  BİNGÖL AĞITI, Ses ve Toprak, Şiirler-4, s.41

[10]  KÖROĞLU, Basamaklar, Şiirler-2, s.230

[11]  Alıntı ve örneklerdeki imlâ ve noktalama  olduğu gibi korunmuştur.

[12]  ALTIN DEVRİ, Yerden Gökten, Şiirler-7, s.297

[13]  YURT, Kova Burcu, Şiirler-7, s.40

[14]  GERİCİ, Emzikler, Şiirler-3, s.191

[15]  ONLAR, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Şiirler-1, s.11

[16]  MEHTER, Rubâiyyât-ı Arif-I, Şiirler-6, s.66

Yazar
Saadettin YILDIZ

Saadettin Yıldız, 1946 yılında Sivas Şarkışla Demirköprü köyünde doğdu. Yedi sekiz yaşlarındayken, öğrenim için köyünden ayrıldı. İlkokuldan sonra hep yatılı okudu. Pamukpınar İlköğretmen Okulu'nu, Ankara Yüksek Öğretme... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen