Ölümün Kıyısında

Saatlerdir hiç kıpırdamadan uzandığım yataktan yavaş yavaş atıştırmaya başlayan kar’ı seyrediyorum. Rüzgârın uğultusu kulaklarıma kadar geliyor. Bir an bu saatte derste olmam gerektiğini hatırlıyorum. Gözlerim kararmaya, ellerim titremeye başlıyor. Göğsümün üzerinde bir ağırlık hissediyorum. Kapıda ‘sizden kan almam gerekiyor’ diyen beyaz önlüklü bir görevli beliriyor. Kolumu uzatıyorum. Gözlerim tavana dikili. Belli olmasın istiyorum. Fark edilmesin istiyorum. Canımın yanmasıyla bir an göz göze geliyoruz. Sessizlik koyulaşıyor. Bir şeylerin olacağını hissediyorum:
-Ağlıyor musunuz?
Evet, diyemiyorum.
-Paylaşmak isterseniz sizi dinlemek isterim.
Hayır, diyemiyorum.

O da biliyordu söylediklerinin nezaketen olduğunu, ben de. Ona sormak yakışırdı, bana susmak. Daha iki gün önce gördüğüm -tanıdığım bile değil- bir insana nasıl anlatabilirdim yaşadıklarımı? Neyi paylaşabilirdim? Ne kadar paylaşabilirdim? Ayrıca ne gerek vardı bütün bunlara.

Bir müddet bekledi. Bir şeyler söyleyeceğimden, ona açılacağımdan emin bir hâli vardı, ama ağzımı açamazdım.
Konuşamazdım.
Buna gücüm yoktu ve belki de hakkım.
Bozuldu.
Haksızlık yaptığımı anladım. Onu daha çok üzmemek için, kısık bir sesle teşekkür ettim. İstesem de yüksek sesle konuşamazdım ki… Sonda yapılmıştı bana, yani burnumdan mideme ince bir hortum indirilmişti. Hortum boğazımı ve ses tellerimi fazlasıyla tahriş etmişti. Benim gibi günde on saat konuşan insan, ancak böyle cezalandırılabilirdi.

Dinleneceksin.
Konuşmayacaksın.
Sadece düşüneceksin, içeriden dışarıya bakacaksın. Artık buraya aitsin. İnsanlar koşacak, hızlı hızlı gidecek arabalarıyla, sen parka bıraktığın arabanla göz göze gelecek, hüzünleneceksin.
Ne işi var bu insanların? Oysa ben ne kadar sakinim burada. Zihnim ne kadar rahat. Hatta içimin gitgide temizlendiğini düşünüyorum. Katarsis.

Abi, yanındaki kim, hâlâ tanıştırmadın? O mu, kusura bakma, burada çalışıyor. Morgun imamı… Öyle mi? Ne güzel belki de seni buraya Allah gönderdi. Yarın sana konuk olabilirim, lütfen bana iyi davran.
Sapsarı bir yüz.
“Yok ya” dedi misafirim, “o kadar ciddi bir operasyon değil seninkisi, büyütme”. Oysa bir gün sonra gireceğim ameliyattaki ölüm riskinin yüzde ellinin üstünde olduğunu çok geçmeden öğreniyorum bir beyaz yakalıdan.

“Ben ve ölüm” hiç yan yana düşünememiştim bunları bu güne kadar. Oysa şimdi ölümle daha trajiği kendi ölümümle ilgili espri yapıyordum. Misafirim ve arkadaşı gittikten sonra söylediklerime kendim de inanamadım.
Kar dinmişti. Ama rüzgâr ısrar ediyordu. Ağaçların dallarının sağa sola savruluşundan tanıyordum onu.
Yarın dördüncü sıra senin.
Belki ondan sonraki gün olmayacaktı. Operasyondan sonra veya operasyon esnasında… Her şey ama her şey…

Ben sağ göğsünün altındaki bir organını kaybetmiş yarım bir insanım artık. Eskisi gibi nefes alabilecek miyim, bilmiyorum. Eskisi gibi yemek yiyebilecek miyim? Eskisi gibi yürüyebilecek miyim, koşabilecek miyim? Yüz üstü yatabilecek miyim, sağa sola dönebilecek miyim? Öksürebilecek miyim? Hapşırabilecek miyim? Yine sekiz saat kesiksiz uyku uyuyabilecek miyim? Rüya/lar görebilecek miyim?

-Canım çok yanıyor Hasan Abi…
-Dayan oğlum, üç gün sonra bir şeyin kalmaz kapanır yaran, üç gün sonra mı, üç ay sonra mı, üç yıl sonra mı, Hasan Abi zaman dondu sanki, her şey durdu, hiç bitmeyecek gibi sızım. Dayanamıyorum abi.
Allahım, eğer böyle devam edecekse ağrılarım…
Beni ve içimdekileri en iyi bilensin.
Ağrılarımı, acılarımı en iyi bilensin, en merhametli olan sensin, ama bu acılarım kısa zaman sonra dinecekse bana dayanma gücü ver, sabır ver.
Kalktı gitti Hasan Abi. Ben hayata meydan okuyan babayiğit insandım. Ne kadar acizmişim.
Bu kadar mı zayıfmışım, bu kadar mı dayanıksızmışım?

Serumun damara değil de boşa akması beni perişan etmişti. Sol elim hareket edemez hâle gelmişti. Şişmişti.
-Çok canım yanıyor, dayanamıyorum
-Kolonya ile ovun geçer..
-Geçmiyor…
-Madem ki alkollü bezi sardığınızda geçecekti ağrılarım, niçin üç gündür beni kıvandırıyorsunuz?
Yüzü karardı. Bir şey diyememenin hırsıyla hızlı adımlarla terk etti odayı.

Ölümün kıyısından dönen insandım.
Ve ölümü bilen bir insan artık.
Hiçbir kıyı insanın içindeki fırtınaları bu kıyı kadar dindiremezmiş.
Ölmeden önce ölün ve siz de rahatlayın şehrin insanları.

“Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin.

Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Bozuk paraların insanı, sivilcelerin.

Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin.”

Benim gibi…

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen