Bu Dağlar Ulu Dağlar

Mehmet Ali KALKAN

Babam ülkedeki ,dünyadaki kavgaları, savaşları duyunca ‘’ Bu dünya herkese yetecek kadar geniş halbuki’’diye konuşurdu. Dağ İle konuşmamdır şiiri böyle başlamıştı işte…
          Dünya geniş hiç kimseye dar değil,
          Bana gitmek sana kalmak zor değil 
          Doruğunu vatan tutan kar değil
          Damla damla ben eririm dağlar ey…
         
Güzel insan Yaşar Düzenli (Prof.Dr.) Kur’an’ın Işığında Evrensel Dengeler ve İslam isimli kitabında ‘’Dağların alameti dörttür’’ diyor ve sayıyordu.
İstikamet üzere bulunan kişilerin görüntüsü tıpkı bir dağın görüntüsü gibidir.

1) Dışarısı ne kadar sıcak olursa olsun dağı eritemez. İstikamet üzerinde bulunan insanında kendisine bir başkası iyilik yaptığı zaman iyiliğin sıcağından eriyerek haksız  olarak ona yönelmemesi gerekir.

2) Dışarısı ne kadar soğuk olursa olsun dağı donduramaz. Birileri ona kötülü yaptığından kötülüğün donduruculuğuna kapılarak onun hakkında Hak ve gerçek olandan başka bir şey söylememelidir.

3) Rüzgar ne kadar kuvvetli eserse essin dağı hareket ettiremez. Kişinin nefsi ve arzuları rüzgarın önündeki yaprak gibi onu Allah’ın emirlerine rağmen dilediği yere sürükleyememelidir.

4) Yağmur nasıl yağarsa yağsın seller dağı önüne alıp sürükleyemez. Dünyanın süsü ve ziynetinin cazibesi ve akıcılığı onu Allah’a itaatten alıkoymamalıdır.

Dağlar böyleydi. Dağ gibi insanlar da böyleydi böyle olması lazımdı.
Türk mitolojisinde insanlar gibi dağlar da konuşurdu. Buna edebiyatta ‘’İntak’’ deniyor.
Dağlar göğe yakındı.
 
O bize yücelerden bakıyordu. Başı yukarılardaydı, dumanlıydı…  Suyu kesilmeyen pınarın dağlarının tepesinde kar olduğunu da biliyordu. Dereler, çaylar da gerdanlıklarıydı. Dağların arasında kaldığın zaman güneş geç doğar, erken batardı. Dağın gölgesi üzerimize düşerdi. Er zamanda…

Dağ ile böyle konuşuyorduk
Dedim.
           Yücelerden mağrur mağrur bakarsın,
           Duy sesimi sana derim dağlar ey!
           Gölgeleri üzerime yıkarsın,
           Gururlanma gücenirim dağlar ey!
 
Dağlar yeryüzün tuğlarıydı, kendisi kadarda kökleri vardı yer altında. Ama biz dağlarla dosttuk, onlar da bizle. Yeryüzü sarsılmasın diye konulmuştu, böyle de bir görevleri vardı. ‘’ Yeri tutan dağ, halkı tutan Bey’di ‘’
Dedi:    
         Ayak bastım yeryüzünün üstüne, 
         Sevenlerim her yanımı bağlar ey! 
         Dost olanlar gül gönderir dostuna, 
         Hani nerde büyüttüğün bağlar ey! 
 
Yüceydiler, başları havadaydı ama bir taçları bile yoktu. Sadece dururlardı, bir gayetleri, işleri, çileleri olmazdı. Sevmezlerdi… Bir yerleri acımazdı, ama biz onları severdik.
Dedim: 
         Hep yatarsın yürümeye gücün yok, 
         Sevgi bilmez, dert bilmezsin acın yok, 
         Kral olsan başında bir tacın yok, 
         Kıymetini ben bilirim dağlar ey! 
       
Yatıyorsun diyordum ama bir türlü kabul etmiyordu. ‘’Ben nöbet bekliyorum’’ diyordu. ‘’Yatarsam haliniz nice olur?’’ diyordu. ‘’Gündüz güneş, gece ay, birbirleriyle barışık yıldızlarım var’’ diyordu. Eğer sevmediklerimi Kaf Dağı’na atarsam yerini yurdunu bulamazsınız,  sizi dostum Huma Kuşu bile getiremez diyordu.
Dedi: 
         Nöbetteyim sen sanma ki yatarım, 
         Sevmez olsam Kaf Dağı’na atarım, 
         Tac istersem yıldızları tutarım, 
         Dört mevsim de bende güler, ağlar ey! 

Her bahar süslenirdi. Mevcut taşıdıklarına yeni ilaveler olurdu. Kurda kuşa kucağını, yüreğini açardı. Ama çok bilirdi. Kışın da dik tuttuğu başından başlayarak aşağılara doğru kar yağardı. Bembeyaz olurdu. Azrail’in görevi can almaktı, dağın canını da İsrafil alacaktı. Hele bir sur üflensin o görürdü. Canı bir nefeslikti.

Dedim;
        Gelin gibi süslensen de her bahar, 
        Kış gelende ümidine kar yağar, 
        Sur üflense bir nefeslik canın var, 
        Mağrur olmak nene derim dağlar ey? 
 
O gene konuşuyordu, dağdı ya…  Ağaçlar ondaydı, taşlar ondaydı. Halbuki içi alev alev yanıyordu da kimseye anlatamıyordu. Dayanamayanların başından alev çıkıyordu ama türkülerimizin bir kısmı kendineydi, kendindeydi, kendinceydi orada haklıydı.
 
                     Bu dağlar ulu dağlar
                     Eteği sulu dağlar
                     Ben derdimi söylesem
                     Gök durur bulut ağlar

Ya şuna ne demeli

                     Dağlar siz ne dağlarsınız
                     Kardan kemer bağlarsınız
                     Bülbül sizde, gül sizdedir
                     Siz ne derde ağlarsınız?
Ya şu… Of ki of…
                     Bu dağlar kömürdendir
                     Geçen gün ömürdendir
                     Feleğin bir kuşu var
                     Pençesi demirdendir.
      
Daha neler neler…
Dedi: 
              Ok da benden, yay da benden, sadak da, 
              Kök de bende, dalda bende, budak da, 
              Türkü olur oynaşırım dudakta, 
             Üzerimden nice geçse çağlar ey! 
 
 Sonra babamın kıtasını söyledim. Bizim için gitmek kolaydı. ‘’Kalanlara selam olsun’’ diye giderdik ama o Sur’u bekleyecekti.
 Dedim.
              Dünya geniş hiç kimseye dar değil,
              Bana gitmek, sana kalmak zor değil,
              Doruğunu vatan tutan kar değil,
              Damla damla ben eririm dağlar ey!       
 
Sonra çok bilmişliği gene depreşti. Yok atalarımız ölen büyüklerini yüksek dağ tepelerine gömermiş, dağları Tanrı’ya en yakın yer olarak düşünürmüşüz, yok Cengiz Han en yüksek dağın tepesine çıkıp dua edermiş falan…
 
Dağlar elbette önemliydi. Bizde biliyorduk. Kim dedi ‘’Tur Dağı’nda Musa ile çağırayım Mevlam seni‘’ diye.
Peygemberimiz ‘’Uhut bizi sever biz de Uhud’u ‘’ demişti. Hira’yı biliyorduk, Tur’u, Allahuekber Dağlarını, Altay’ları, Tanrı Dağlarını… Avrupadaki Alp dağlarının ismini biz vermedik mi?
Hiç işte.
Ama yine de konuşuyordu.
Dedi: 
          Hira benim, Tur da benim, Ural da, 
          Kurt da bende, kuş da bende, maral da, 
          Bey de benim, han da benim, kral da, 
          Benim işte yeryüzünde tuğlar ey! 

Elbette benim haklılığım biliniyordu. Yürüye yürüye bitmeyen yollar ve büyük alem vardı içimizde… Akıl sadece bizeydi. Ve Yaradan kendi ruhundan bize vermişti. Tenimiz vardı ama ruhumuzda vardı… Biz önemliydik.
Dedim: 
         Bilen bilir kim haksızdır kim haklı, 
         Fıtratımda nice alemler saklı, 
         Tanrı yalnız bana verdi bu aklı, 
         Ruh üflenmiş bir eserim dağlar ey! 
          
Bu sefer kendini acındırmaya başladı. Ferhat delmişmiş de. Deler tabi… Aşk bu…  Aşk her şeyin ötesi. Yorgunlar sırtını ona yaslamışlar da, ama o gel deyince kurtlar kuşlar gelmiş de vs.  Tamam ana rahmi gibi mağaraların bir kısmını biz yaptık ama kendi yaptıkları yok mu?
Dedi: 
         Ferhat deldi kazma ile bağrımı, 
        Ben bilirim ben yaşadım ağrımı, 
        Gel deyince kurt, kuş duyar çağrımı, 
        Mor göğsümü hep yorgunlar dağlar ey! 

Gönüllere taht kuran güzel insanlar vardı ama bende onları söyledim. Bize yol gösterirlerdi hizmetleri vardı. Gönüller yapmaya gelmişlerdi. Sebepsiz olarak verirlerdi, vermek almaktan önceydi. Gördüklerini örttüler, görmediklerini zaten söylemezlerdi. Gönüllerin taşla değil, sesle kırılacağını öğretmişlerdi.
Dedim: 
       Can Mevlana, dost Yesevi bendedir, 
       Yunus Emre sevi sevi bendedir, 
       Sevgi yüklü gönül evi bendedir, 
       Gönüllerdir benim yerim dağlar ey! 
 
Önce “ölmek için yaşıyorsun” dedi doğruydu. Ama zaten her doğan ölmek için yaşamıyor muydu? Her yükselen sonra toprağa gelmiyor muydu? Sonra yumuşadı…      
Dedi: 
       Zamanlarda adım adım koşarsın, 
       Nefes nefes ölmek için yaşarsın, 
       Sen insansın elbet beni aşarsın, 
       Elbet sende alperenler, beyler ey! 
 
Epey müddet o konuştu ben konuştum, didiştik, yorulduk. Hepimiz yaralandık. O, vardı ve diğerleri hepimiz. Yaradandan ötürü yaradılanı sevmeliydik. Yaradılanların yolu zaman zaman bir yerlerde kesişiyordu… Ten toprağındı emanetti yerine gidiyordu, ruh Allah’ındı o da yerine gidiyordu. Rahmet bizi kuşatıyordu. Gökler ağlamasa yerler, gözler ağlamasa içimiz yeşermezdi. Biz gelimli gidimliydik.
Ve beraber dedik ki.
         Hem insanız, hem yoldaşız, hem dağız,
         Yağmur yoksa, gönül yoksa kurağız,
         Neticede ikimizde toprağız,
         Hüvelbaki, Allah kerim dağlar ey!
 
Sonra anlaştık, barıştık. Gittim başımı göğsüne yasladım. O bir ağacının gölgesini üzerime örttü. Ve bir türküye başladım…
         Bu dağlar olmasaydı,
         Çiçeği solmasaydı,
         Ölüm Allah’ın emri
         Ayrılık olmasaydı
            
Ayrılmak da bizim içindi, kavuşmak da, biliyordum.
Ama dağlar denizlerden derindi onu da biliyordum…
 
 
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen