Sanat Niçin Gereklidir?

“Sanatı olmayan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”

Mustafa Kemal Atatürk

 Metin SAVAŞ

Çağdaş estetikçilerden Suzanne Langer “sanatçının dile getirdikleri kendi duyguları olmayıp, insan duyguları hakkında bildikleridir,” diyor. Her sanat eseri bir kurgudur. Sanat eseri mutlak gerçeklik değildir ya da gerçeğin tıpatıp aynısı değildir. Sanat eseri (kendi evreninde) farklı bir gerçekliktir. Sanat eseri bir yansımadır. Gerçek hayatın sanatsal form çerçevesindeki görüntüsüdür. İşte bu çerçevenin içindeki yansıma veya görüntüden ötürüdür ki sanat eseri topluma ve bireye tutulan bir aynadır. Sanat eserinin insanlık üzerinde çift yönlü etkisi vardır. Birinci etki, insana haz vermesidir. İster bir tablo olsun, ister bir şarkı olsun, ister bir heykel ya da yazılı bir metin olsun, sanat eseri o eseri tüketen insana zevk verir. İkinci etkiyse, sanat eserinin insanı rahatsız etmesidir. Sanat eseri niçin rahatsız eder? Çünkü sanat eserinde insan davranışlarının eleştirisi vardır. Buna bir örnek verecek olursak: Fransız oyun yazarı Moliere’in pek meşhur “Cimri” adlı piyesinde insana özgü olumsuz davranışlardan biri olan pintiliğin gülünç eleştirisi sergilenmiştir. Cimrilik aslında ciddi bir davranıştır, görmezden gelinemeyecek derecede zararlı olduğu için ciddiye alınması gereken olumsuz bir davranıştır. Moliere bu davranış kalıbını “Cimri” adlı piyesinde gülünçleştirerek eleştirince etkili olmayı ve mesajını insanlığa dosdoğru iletmeyi başarmıştır. Gerçek hayattaki pinti bireyler “Cimri” piyesini seyrettiklerinde içten içe öfkeye kapılırlar çünkü o sahnede kendilerinin eleştirildiğini apaçık bir şekilde görmektedirler. Sanat eserinin insanı rahatsız etmesinin nedeni işte kısaca budur.

Sanatçı, herhangi bir insanî davranışı veya insanî duyguyu bizzat tecrübe etmemiş olsa bile bu davranışı ya da duyguyu kendi eserine çarpıcı bir şekilde yansıtmaya muktedirdir. Yazımızın başında ifade ettiğimiz üzere, sanatçının dile getirdikleri hep insan duyguları hakkında bildikleridir. Çünkü sanatçı gözlem yapar, araştırır, düşünür ve sorgular. İnsanların büyük çoğunluğu gündelik hayat meşgalesinin içinde kendi davranışlarının farkında değildirler. Farkında olsalar bile görmezden gelmeyi tercih ederler. İşte sanatçı, ilkin içerisinde yaşadığı kendi toplumuna, akabinde ise bütün insanlığa ayna tutarak farkında olunmayan veya görmezden gelinen gerçekleri hatırlatır, toplumun ve bireyin yüzüne çarpar, idrak edilemeyen birtakım hakikatleri eserinde dile getirir. Fakat bu demek değildir ki sanatçı mükemmel insandır. Her insan gibi sanatçının da birtakım kusurları, noksanları ve zaafları vardır elbette. Zaten olmasaydı, sanatçı insanlık durumları hakkında hiçbir çıkarımda bulunamazdı. Şu halde, mükemmel olmayan sanatçı mükemmel olmayan insanlığı eleştirme hakkına niçin sahiptir? Sahiptir çünkü sanatçı çok daha cesurdur. Sanatçı itirafçıdır ve deşifre edicidir. Sanatçının takındığı maske çok daha şeffaftır.

Fransız düşünür Henri Bergson şöyle der: “Doğa ile bizim aramıza, nasıl diyeyim, kendimizle bilincimiz arasına bir perde gerilmiş; insanların çoğu için kalın bir perde, sanatçılar ve ozanlar için ince, sanki saydam bir perde.” İşte sanatçı bu perdeyi aralama cesaretine sahip olan kişidir. Sanatçı çığlık atar, toplumun kusurlarını ve erdemlerini kendi eserine yansıtır. Bu yansıtmanın belirli bir yöntemi yoktur. Her sanatçı kendi algılayışına göre yansıtmada bulunur. Dolayısıyla her sanat eseri görecelidir. Göreceli olduğu için de hiçbir sanat eseri mutlak hakikat değildir. Sanat eserinin kurmaca olmasının sebebi de budur zaten. Yine bir Fransız filozof olan Ernest Renan “bir devleti kuracak olan manevî uyanıştır, bunun için de millî ve romantik bir edebiyat gerekir,” demektedir. Sanatçının çığlığı ve kendi toplumunu sanat eseri yoluyla ikaz etmeye çalışması boşuna değildir. Gündelik hayatın şartları içerisinde gözü kapalı kalan bireyleri uyandırmaya gayret etmektir sanatçının görevi. Türk yazılı metinlerinin bilinen ilk örneği diyebileceğimiz Göktürk Yazıtları’nda Türk milletine sesleniş vardır. Bilge Kağan bu yazıtlarda hem kendi milletine hesap vermektedir, hem de kendi milletini birtakım tehlikelere karşı uyarmaktadır. Bütün bunlar bize sanatın ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Her kavme peygamber gelmiştir ama bütün o eski peygamberlerin mesajları unutulup yok olmuştur. Çünkü bu mesajlar yazıya geçirilmemiştir. Son peygamberin aldığı vahiy Kur’an-ı Kerim adı altında yazıya geçirildiği için unutulmamıştır. Kur’an-ı Kerim bir yazılı metindir. Diğer metinlerden farkı insanî değil de ilahî olmasıdır.

Avusturya doğumlu edebiyat teorisyeni Ernst Fischer “Sanatın Gerekliliği” adlı kitabında sanatçının cesur ve yalansız olması mecburiyetini izah ederken şöyle der: “Çürüyen bir toplumda, sanat doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Ve toplumsal görevinden kaçmadığı sürece, sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir.” Esasen peygamberler, azizler, evliyalar ve sanatçılar insanlığın yardımcılarıdırlar. Peygamberler ve evliyalar davranışlarıyla topluma örnek olurlarken sanatçılar da eserleriyle topluma doğruyu ve yanlışı gösterirler. Her sanat eseri metafizik kaynaklardan destek alır. Kimileri bu desteğe ilham der, kimileri sezgi der, kimileri de sanatsal yaratım der. Buradaki ilham veya sezgi peygamberlere gelen vahyin bir alt derecesidir. Sırf bu bile sanatın vazgeçilemezliğine delil sayılabilir.

Türk milliyetçiliğinin ilk teorisyeni Ziya Gökalp “Çınaraltı Yazıları” başlıklı gazete yazılarından birinde roman sanatının tatlı bir mektep olduğunu söyler ve şöyle bir saptamada bulunur: “Bu mektepte muhtaç olduğumuz her şeyi öğrenebiliriz. Bir mektep ki biz evimizde otururken o ayağımıza gelir. Bizi hem eğlendirir, hem de malumatlı kılar. Roman, ayağımıza gelen bir tiyatrodur. Odamızda onu seyrederiz. Roman, bizim için hayatlı bir müzedir. Orada orijinal şahsiyetlerin canlı heykellerini görürüz. Roman, bizim için, asırlık vakaları (olayları) bir saatlik temaşaya sığdırabilen bir simgedir. Hülâsa roman bizim için her şeydir. Onun çoğalmasını isteriz.”

Ziya Gökalp’ın roman sanatı için söyledikleri her türden sanat eseri için de geçerlidir. Nitekim Gökalp, roman sanatını bu şekilde yüceltirken tiyatro, müze ve heykel benzetmelerini bilinçli olarak kullanmıştır. Hat sanatı, ebru sanatı, heykeltıraşlık, ressamlık veya roman gibi anlatı sanatları olsun hepsi birden ilham kaynaklıdır. Hepsi de hem eğlendiricidir (haz vericidir), hem de düşündürücüdür (eğiticidir). Her sanat eseri başlı başına bir mekteptir. Muayyen bir toplumda sanat seviyesi düşük ise o toplumdaki pek çok aksaklık daima gözden kaçacaktır. Dünya coğrafyasına baktığımızda görmekteyiz ki, hangi toplumda sanata ve sanatçıya daha fazla değer atfediliyorsa o toplumda bilim, teknik ve refah seviyesi yüksektir. İşte bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk “sanatı olmayan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir,” vecizesini dile getirmiştir. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline kültür ve medeniyeti koymuştur. Kanadalı kültür adamı Robert Fulford “Anlatının Gücü” adlı çalışmasında anlatı sanatının işlevini açıklarken “öylesine bir hikâye yoktur,” demektedir ve şöyle eklemektedir: “Hikâyeler, bizim açıklama, öğretme ve kendimizi eğlendirme yöntemimizdir. Olgularla duygular burada kesişir. Bu yüzden hikâyeler medeniyet için çok önemlidir, hatta medeniyetin kendisi de zihinlerimizde bir anlatılar dizisi olarak yer tutar.”

Buradan da görüyoruz ki, hikâyesi (sanatı) olmayan bir kültür ve medeniyet yoktur. Ama işte sanat seviyesinin düşüklüğü veya yeterince işlenmemişliği veyahut da sanatın yeterince itibar görmemesi söz konusu ise böyle bir toplumda eleştiriye de tahammül edilemeyeceği için tekâmül gerçekleşmeyecektir. Keyfiyet böyle olunca da sanatsal yetersizliğe sahip bulunan toplumlar diğer güçlü toplumların sanat ve bilim ve hatta ekonomik gücü karşısında ezilmekten kurtulamayacaktır. Şurası da bir hakikattir ki, sanatın yeterince önemsenmediği toplumlarda refah seviyesi hep düşüktür. Düşüktür çünkü sanatın değersizleşmesi demek bilimin gelişmemesi ve siyasetin yozlaşması demektir. Çünkü sanat ıslah edicidir. Mustafa Kemal Atatürk cephede savaşırken dahi kitap okumayı savsaklamamış bir asker ve devlet adamıdır. Bunun için de çöken bir imparatorluğun enkazından yeni bir devlet kurmayı başarmıştır. “Cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız,” demesinin arka planında işte bu yalın hakikat yatmaktadır. Büyük Türk romancısı Peyami Safa da “umumi mânâsiyle romanın temeli hayattır,” diyor bir yazısında. Sanat eseri aslında kendi hayatlarımızın özetidir. Ama en çarpıcı özetidir. Medeniyetlerin temelinde sanat vardır. Orhun Yazıtları dikilmeseydi ya da toprak altında büsbütün kaybolsaydı biz bugün Göktürk Devleti ve Göktürk Uygarlığı hakkında çok az şey biliyor olacaktık ve Çin kaynakları ne aktardıysa onunla yetinmek zorunda kalacaktık. Oysaki düşman komşumuz Çin’in yazılı kaynakları doğal olarak tarafgirlik yüklüdür. Çin kaynaklarına bakarak Göktürkler hakkında öğrendiklerimiz daima yüzeyseldir. Hâlbuki Orhun Yazıtlarında atalarımız Göktürklerin anlam dünyasını, hayatı algılayışlarını ve ruhsal yaşantılarına dair ipuçlarını yakalayabilmekteyiz. İşte sanat bu derece önemlidir insanlık için. Hem toplum için hem de birey için sanat vazgeçilmezdir.

Uygarlık tarihçisi Will Durant “Medeniyetin Temelleri” adlı çalışmasında “başlangıçta kelime vardı, ve insan onunla insan oldu,” demektedir. Will Durant’ın bu ifadesi son kutsal kitap Kur’an-ı Kerim’in ruhuna da uygundur. Alak sûresinin üçüncü, dördüncü ve beşinci âyetleri şöyledir: “Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” Will Durant der ki: “Ruh, hislerini, renk ve formun aracılığı ile, objektif bir şekilde ifade etmek ister; sanat, gerçekten, eşyanın güzelleştirilmesi işini yüklendiği zaman başlar.” Eşyanın güzelleşmesinden ne anlıyoruz? Dünyamızın ve hayatımızın daha yaşanılır kılınmasıdır burada kastedilen. “Kıyameti kopuyor bulsanız bile ağaç dikiniz,” mealindeki hadis-i şerifin kastettiği de budur. Renk ve form aracılığıyla duygularını ifade etme peşindeki ruh da eşyanın güzelleşmesinin peşindedir. Kısacası dünyanın ve bu dünyadaki hayatımızın güzelleşmesidir arzu edilen. Tabii ki bu arzunun kökeninde cennete özlem yatmaktadır. İşte sanat bu renklerin ve formların ürünüdür. Sanatın temelinde estetik vardır ki güzellik arayışı demektir bu uğraş.

Rab bize kalemle yazmayı öğretmiştir çünkü ‘gerçek anlamda insanlaşma’ kelimelerle mümkün olabilmektedir. Buradaki kelimeyi ‘sanat’ olarak yorumlayabiliriz. Dünyamızdaki her eşyaya bir isim takıyoruz. Eşya somut olandır. Kelime (yani isim) ise somut olan eşyaya yüklediğimiz soyutluktur. Ama bu tartışmalı bir felsefe konusudur. Önce kelime mi yoksa eşya mı vardı? Kimilerine göre, Tanrı önce tasarladı ve bu soyut tasarıya biçim (form) vererek somutlaştırdı. Şu halde önce kelime vardı ve Tanrı kelimeyi eşyaya dönüştürdü. Will Durant “başlangıçta kelime vardı” derken buna işaret etmektedir. Türk düşüncesinin zirvelerinden Seyyid Ahmet Arvâsî bu konuda şöyle diyor: “İnsan, somutla yetinse idi veya somutta kalsa idi asla insanlaşamazdı. İnsanı, insan yapan soyutlama gücüdür. İnsan, medeniyet ve kültürü soyutlama gücü ile kurdu. Somut değerler medeniyet ve kültürün ham maddesi olmaktan ileri gidemez. Medeniyet ve kültürün tabanında maddeyi değil, insanın soyutlama gücünü arayınız.”

Soyutlama gücü sanatın imkânlarıyla mümkün olabilmektedir. Çünkü sanat inceliktir. Madde ise kaskatıdır. Madde somuttur ve sanat soyuttur. Somut değerler medeniyet ve kültürün ham maddesidir çünkü (bir örnek verirsek) taş veya kaya tek başına fazla bir anlam içermez. Ama biz o taşı yontup biçersek bir sanat eseri ortaya çıkarmış oluruz. Mimar Sinan taşı işleyerek muhteşem mabetler ortaya çıkarmıştır. Heykeltıraşın yaptığı da aynı şeydir. Keresteyi işleyen marangoz da sandalye veya masa yaparak o somut keresteye kendi ruhundaki inceliği yansıtır ve yine somut bir şey (eşya) ortaya çıkartır, ama bu masa veya sandalyede artık bir sanat zevki (ruh inceliği) vardır. İşte kültür ve medeniyetin kaynağı bu inceliktir. Somut maddeye soyutlamanın derinlikleri yüklenmiştir diyebiliriz. Bütün bunlar sanattır ve zanaattır. Dolayısıyla insanın insanlaşma hamlesidir. 

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen