Abdurrahim Karakoç Ağabey İçin

Mehmet Ali KALKAN

Liseye giderken sevdiğimiz şairlerin başında geliyordu Abdurrahim Karakoç Ağabey. Özü bizdendi, sözü bizdendi. Her şiiri yüreğimizden yakalıyordu. “Ha Hasan’a Ha Sana” dediği Hasan’a Mektuplar kitabında belki de Hasan’dan çok biz nasipleniyorduk şiirlerinden.

Kör dünyanın göbeğine

Hak yol İslam yazacağız.

Kuşların göz bebeğine

Hak yol İslam yazacağız.

Hoşumuza gidiyordu yazdıkları. Biz böyle şiirleri seviyorduk, böyle şiirler okumalı böyle şiirler yazmalıydık. Abdurrahim Karakoç adını öğrendiğim yıllarda televizyon yoktu, gazeteler ona göreydi. Bilgisayar zaten yok, intenet yok vs. Yerde bulduğumuz yazıları alıp, duvara, yüksek yerlere bırakan bir nesildik biz. Kütüphaneye bir konuyu aramak için gittiğimizde ansiklopedilerin ciltlerine bakmak için sıraya girerdik. Gide gele , bin bir lütufla ancak nail olurduk istediğimize.

O yıllar şiirin şairine ulaşmak çok zor bir hadiseydi. Abdurrahim Karakoç’u hiç görmemiştik ama görmeden gıyabında çok sevdiğimiz, ailemizden bir kişi olmuştu. Yazdıkları hep bizim içimizden geçen, bizim söyleyeceğimiz şeylerdi.

Doktora gitmek zordu, sıra beklenirdi. Bazılarının muayenehanesine uğramak gerekirdi. Etrafımızda, yakın çevremizde bizi bir yere ulaştıracak tanıdığımız da yoktu. Kadere boyun eğiyorduk, ama Tohdur Bey’e yazılan şiir şöyleydi;

Avrat yeğin sayrı, benim karnım aç,

Keyf için gelmedik bura tohdur beğ.

Fukara harcından yaz da bir ilaç,

Olsun derdimize çare tohdur beğ.

Tama vatandaşık, gardaşık tama…

Bunca pahılm’olur adam adama?

Geldik ta sabahtan, kaldık akşama,

Yarına mümkün mü sıra tohdur beğ?

Daha sonra bir arkadaş anlatmıştı. İlçelerinde “iyi doktor” olarak bilinen birisi varmış. Hastanın karnı ağrıyorsa (ülser mi, gastrit mi, yedikleri mi dokunmuş, üşütmüş mü vs) her ihtimali düşünerek olabildiğince fazla ilaç yazarmış. Bir tanesi muhakkak işe yaradığından adı “iyi doktor” a çıkmış. Hatta başka hastalar az ilaç veren doktora bu işi bilmiyor diye kızarlarmış.

Devlet dairesine gitmek bizim nesil için, bizden önceki nesil için adeta bir cesaret işiydi. Giyinebildiğin kadar güzel giyinirsin, önünü iliklersin, başında kasket varsa eline alırsın, kapıyı vurup vurmamak arasında epeyce bir tereddüt edersin. Ya içerden ses gelmez ya da “giir” sesiyle daha bir sıkıntı yaşarsın. Yarım yamalak halini arz edersin. Çoğu zaman ya aradığın kişi olmaz, ya istediğine cevap alamazsın, “yarın gel” denir. Sorgusuz sualsiz ertesi gün aynı şeyleri bir defa daha tekrarlarsın.

Kemal Tahir’de mi okumuştum acaba? “Arzuhal, halini yüce bir makama söylemek, arz etmek. Burada devlete karşı bir boyun büküş var, devletin büyüklüğü var, saygı var. Ama dilekçe dilemekten gelir dilersem yaparım gibi bir keyfiyet var. Bunda da devlete karşı bir başkaldırı, isyan vardır” diyordu mealen.

Biz halimizi yüce makamlara, biraz da bize üstten bakanlara arz ediyorduk. Adına da İsyanlı Sükût diyorduk.

Gitmişti makama arz-ı hâl için

‘Bey’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

Bir azar yedi ki oldu o biçim..

‘Şey’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı

Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı…

Bir baktı konağa alttan yukarı

‘Vay’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

Hâkim Bey şiiri de bunlardan birisiydi.

O yıllarda esir soydaşlarımız vardı, ki hâlâ var. Soydaşlarımızı hasretle anardık. Kırım derdik, Kerkük derdik, Türkistan derdik… “Ne Amerika ne Rusya ne Çin, her şey Türk tarafından, Türk için” derdik. Bizim vatanımızın sınırları Kars’ta başlayıp Edirne’de bitmezdi. Hazar’ın çalkalandığı, Aras’ın coştuğu, Tuna’nın, Volga’nın taştığı gönül sınırlarımızı biz çizemiyorduk, olanlar da dar geliyordu zaten. SSCB Mustafa Cemiloğlu’na zindanlarda işkence çektirirken, Cemiloğlu günden güne erirken burada da bir nesil aynı acıyı çekiyor, eriyordu. Şöyle demişti Abdurrahim Ağabey;

Ellerin yurdunda çiçek açarken

Bizim İl’e kar geliyor gardaşım.

Bu hududu kimler çizmiş gönlüme?

Dar geliyor, dar geliyor gardaşım.

1965 yılında Hasan’a Mektuplar kitabı çıkmış. Kitaptaki şiirlerin çoğu Fedai, Çağrı, Tohum, Toprak, Orkun, Özlem, Alev, Milli Yol, Gaziantep Kültür, 12 Şubat, Hasır dergilerinde ve muhtelif gazetelerde yayımlanmış. Kitapta yirmi adet Hasan’a Mektup var. Mihriban, Dua, Unutursun, Tanrı Katına, Vur Emri gibi toplam elli dokuz şiir yer almış. Abdurrahim Ağabey 1932 yılında doğduğuna göre bu kitapta yer alan şiirler otuz üç yaşına kadar yazılmış. Kapak kompozisyonunu da Abdurrahim Karakoç kendi yapmış.

Fedai Yayınevi’nin birinci kitabı olan Hasan’a Mektuplar’ın önsözünü Kemal Fedai Coşkuner yazmış, bir yerinde şöyle demiş;

“Böyle bir istidadı, cevheri zamanında keşfedip halka maletmiş olmamızdan dolayı Fedai Dergisi büyük bir şeref duyar. Karakoç’u bir ağaca benzetirsek, bu onun ilk meyvesidir. Aşkın membaı olan bu ağaçtan inşallah daha çok meyveler derleyeceğiz.”

Bu ağaç elbette çok başka meyveler verdi.

Belki Abdurrahim Karakoç Ağabey’in imzasının “yalnız ağaç” olması bundandır.

1988 yılında Eskişehir Şairler Derneği ile tanıştıktan sonra yeniden şiire merhaba dedim. Şiir, daha sonra bu güzel insanlarla konuşmaya görüşmeye sebep oldu.

Bazı insanlar günlük tutar, yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını yazarlar. Böyle biri olmadığım için üzüldüğüm zamanlar çoğalmaya başladı. Nice güzel insanlarla, nice güzellikleri paylaştık. Ama dünyanın sonu ölümlü değildi sanki, hep yazacaklarımızı erteledik. Ya da nasıl olsa birlikte geçireceğimiz nice vakitler olacak diye düşündük.

Abdurrahim Ağabey’le en az haftada bir defa telefonla görüşürdük. Bazen Eskişehir’de tertip ettiğimiz şiir şölenlerine davet ediyorduk. Böyle toplu okumalara gelmeyeceğini biliyorduk ama aklımıza ilk gelen isimlerden birisiydi. “Eskişehir’e sadece senin için geleceğim, Vali Bey’de çok sevdiğimiz bir arkadaşımız, O’nu da ziyaret ederiz” dediğinde Ankara’ya gelip kendisini alabileceğimizi söyledim. “Hızlı Tren var, zaten Sincan’da da duruyor” diye şiddetle itiraz etmişti. Gelmeye ömrü vefa etmedi.

Bir gün çocuğun kaydı için Ankara’ya geleceğimi söyledim. “O zaman ben de gelirim” dedi. Büyük şehirlere defalarca gitmiş olsam da hiç bir yerini bilmem, bilmek de istemem. O girişleri, köprüleri, bat-çıkları, devasa binaları görünce insanı yutuvereceklermiş hissine kapılırım.

Muharrem Kubat Hocam anlatmıştı.

Uzun yıllar önce Afyon’dan İstanbul’a kamyon ile eşya taşınacakmış. Şoför İstanbul’u bilmiyor. O tarafa sadece Pendik’e kadar gittiğini söylemiş. Mal gönderecek de uyanık. “Hah.. İstanbul zaten Pendik’in dibi, aynı parayı ben de veririm.”

Ben Sincan’ı ne bileyim, meğer Pendik’in İstanbul’a kadar olan mesafesine yakınmış. Abdurrahim Karakoç Ağabey’le uzun uzun sohbet etme imkânımız olmuştu.

Yazmaya çalıştığım şiirler hakkında yedi ayrı yazı yazmıştı, şiirlerimi makalelerinde yayımlamıştı.

Bayramlarda yeğenlere, tanıdığım çocuklara bayram hediyesi olarak yazarlarından isimlerine imzalı kitaplar getirip dağıtıyordum. Kolay olmuyordu tabi. Kitapları tedarik edeceksin, yazarın adresine yollayacaksın, çocukların isimlerini yazacaksın, takibini yapacaksın vs. Bir bayram da Abdurrahim Ağabey’e imzalatmıştım. Abdurrahim Ağabey her bir çocuğa yine adlarına imzalı ikinci bir kitabını göndermişti. İçinde “Her şiir şairin aşk denizidir yazıyordu. Bunu Abdurrahim Ağabey’in vefatında yazdığım bir şiirde kullanmıştım.

Bir gün işyerine bir delikanlı getirdiler. Heyecanlı ve mahçup genç Abdurrahim Ağabey’in şiirlerini ezbere biliyormuş. Bizim nesilden olsa tamam da, bir gençten bunu görmek çok güzeldi. Biraz sohbet ettik, şiir okuttum, hakikaten biliyor, çok sevindim, Abdurrahim Ağabey’i aradım “Burada bir delikanlı var, şiirlerinizi ezbere biliyor” dedim ve telefonu delikanlının eline tutuşturdum. Çocuk beklemiyordu böyle bir şey, şaşırdı, kızardı, bozardı. Kem-küm etti. Ama hayatı boyunca unutamayacağı bir anı da yaşamış oldu. Sonra o delikanlının şiir kitabı çıkaracağını duydum. Kitap çıkarmak için telefonda konuşmak bile yetmişti delikanlıya. Ya da Abdurrahim Karakoç sevgisi şiir yazdırıyordu.

“Herkesin bir Mihriban’ı vardır” diyordu Abdurrahim Ağabey. “Öyle anlar, öyle simalar var ki unutmak istesen aklına düşer, uzağa atarsın yakına düşer” diyordu.

Basılacak gazetenin bir kaç nüshası Abdurrahim Ağabey için ayrılırmış, orta sayfada bir kaç şiir için boşluk bırakılır, oraya şiir basılır ve o nüshalar Mihriban’a gidermiş. Mihriban için özel basılmış, içinde şiir olan bir kaç gazete.

Abdurrahim Karakoç Ağabey’e “Ağabey diğer şiirlerin olmasaydı bile -Lambada titreyen alev üşüyor- mısrası yeterdi, bunu nasıl söylediniz?” diye sormuştum, anlatmıştı;

“Rahmetli babamın kitapları vardı evde. Onları okurdum, fakirlik var. O sıralar köyde elektrik yok, gaz lambası ışığında okuyorum ama gaz da bulunmuyor, bulunuyorsa da para yok. Mümkün olduğu kadar lambayı az yakıyoruz, ama kitap da okumak istiyorum. Kitabı pencerenin kenarına getirir, ay ışığında okumaya çalışırdım, o mısra oralardan kalma.”

Unutursun Mihribanım şiirini Zekeriya Bozdağ bestelemişti, diğerini de Musa Eroğlu. Bir de bestelenmeyen bir Mihriban şiiri var Abdurrahim Karakoç Ağabey’in.

Beklemek

Sarıca düzünde bir yığın toprak

Sulanır her sabah gözyaşlarımla

Mihriban,Mihriban uyan da bir bak

Hasret düğüm düğüm ak saçlarımda

Ardıçlı dağlarda gene ay doğar

Akasya gölgeleri delik deşik

Bir pınar ağlar akşamdan sabaha dek

Yapraklar sallanır, ışıklar söner

Büyüdükçe büyür içimde bir dert beklemek

Öksüz kaldı, yem döktüğün kumrular

Çiçeklerin boynu bükük, bahçende

Mihriban Mihriban düşsüz uykular

Çıban çıban sızlıyor ah bende

Seneler yollardan izini sildi

Cebimde resmin kaldı bir tek

Bekletti meğer ki ulviymiş yaşamak

Ne güzel derdik seninle: Beklemek

Güneş gene doğup gene batıyor

Yüzüme serdiğin saçların hani

Şimdi karyolanda eller yatıyor

Vefasız aynalar unuttu seni

Dertler beni oylum oylum yakıyor

Her şey yalanmış, bilmeden gittin

Kaderin bağrında doğdu bir gerçek

Mihriban Mihriban ölümden zormuş

Ben de bilmezdim, beklemek.

Abdurrahim Ağabey askerden izinli dönerken yolu Bozüyük’ten geçmiş, bunu bir şiirine de almış.

 

Nöbetçinin Vukuatı

Yüzbaşım, garajda nöbet tutarken

Hatırıma sıla düştü bu gece

Güngören’in horozları öterken

Gönül kalktı yola düştü bu gece

İçinde dışında yoktur yalanı

Anlatayım dur başıma geleni

Bir yar için düşüncemin olanı

Sapanca’da göle düştü bu gece

Bozhöyük’e vardım Güllü kadına

Fal açtırdım Ülker’imin adına

Gelin olmuş bak şu işin tadına

Bizim kısmet ele düştü bu gece

Kırk yıl geçse unutamam bu günü

Olmuş bitmiş sevdiğimin düğünü

Hep çözülmüş sırrımızın düğümü

Maceramız dile düştü bu gece

Kalbime ateşten vurdular yama

Perişan bir halde döndüm kıtama

Karakoç bildiğin KARAKOÇ ama,

Bilmediğin hale düştü bu gece

Yıllar sonra Abdurrahim Karakoç Ağabey’i Bozüyük’e davet ettiler. Bozüyük, Eskişehir arası kırk beş kilometre. Arabaya bir kaç arkadaş aldım, sohbete gittim. Şiir, hatıra, sohbet derken vakit gece yarısı oldu, dağıldık. Biz Abdurrahim Ağabey’lerden önce Eskişehir’e dönmek için yola çıktık. Kırmızı bir araba ile gelmişlerdi. Ankara’ya giderken mecburen Eskişehir’den geçeceklerdi. Ben de çevre yolunda bekleyip, oradan vedalaşmak istedim. Kırmızı ışık yanında beklemeye başladım. Bir müddet sonra kırmızı bir araba geldi, kırmızı ışıkta durdu. Vakit gece yarısını geçti belki de, etraf karanlık. Arabaya doğru koşmaya başladım, benim koştuğumu görünce araba da kırmızı ışık falan dinlemeden kaçtı gitti. Her kırmızı arabanın beklenen olmadığını da bu vesileyle öğrenmiş oldum.

Abdurrahim Karakoç Ağabey’in benim üzerimde, bir neslin üzerinde hakkı var. Bir güzel insandı Abdurrahim Ağabey. Bir konuşmamızda birilerinden bahsetti, sordu. “Beni pek sevmezler onlar” deyince “Sevselerdi şaşardım zaten” diye konuştu.

Biz Abdurrahim Karakoç’u seviyoruz, O’nu sevenleri de seviyoruz. Allah, O’ndan hesapsız razı olsun.

Abdurrahim Ağabey’in vefatından sonra yazdığım bir şiirle bitirelim yazıyı.

Abdurrahim Karakoç Ağabey’e,

“Her şiir şairin aşk denizidir,”

“Mektup derken şiir oldu” Ağabey,

“Her mısra şairin parmak izidir,”

Kalem yazdı, sayfa doldu Ağabey.

Sırt çevirdin şer görende pusana,

Yüz vermedin haksızlığa susana,

Mektup yazdın “Ha Hasan’a Ha Sana,”

Zaman seni haklı kıldı Ağabey…

Aynaların ötesinde gerçekler,

Düşünceler Beşinci Mevsim bekler,

Savalan Dağı’nda açan çiçekler,

Boyun büktü, tezce soldu Ağabey…

Yutkunanlar sessiz döker yaşları,

Ötelere kanat vurur kuşları,

Gönlümüze sürgün hudut taşları,

Islanan sulara daldı Ağabey…

Ölen ölür elbet, âşık yaşıyor,

Kandil kandil nice sevgi taşıyor,

“Lambada titreyen alev üşüyor,”

Yer gizledi, ecel aldı Ağabey…

Geleni yok yollar belenir gama,

O’ndan geldik, dönüş O’na amenna,

İnanmışa düğün günü hak amma,

Mihriban’lar öksüz kaldı Ağabey…

Fatihalarla…

Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen