Türkçenin Misafirleri (İçten Bir Bakiş)

Muharrem DAYANÇ*

İçimdeki kelime ırmağı kuruyunca, hayallerim hayatın gerçeklerine galebe çalar. Konuşmaktan çok susmak, yazmaktan ziyade içimin sesini dinlemek isterim. İçten bir kapı daha aralanır belleğime. Yolculuk geçmişe, geçmişin güzel günlerinedir artık. İnsan geçmişi de değiştirir, onarırmış meğer. Yol uzadıkça zihnimde daha da kemikleşen düşünce bu. İnsan geçmişi de değiştirir, onarırmış meğer.

Beni bugüne taşıyan güzellikler öğrencilerim. Bu yüzden meslekler içre ayrı bir yeri vardır bu mesleğin bende. İçine demir attığımız dünyadan başka dünyalara bizi en gösterişsiz bir sesle taşıyanlar da onlar. Bizi sarsarak kendimize getiren de, bize bizi armağan eden de…

Öğretmen olmasaymışım, kendimin ne kadar uzağında yaşayacakmışım meğer.

Konumuz yabancılara veya daha doğru bir ifadeyle bu topraklarda ağırladığımız misafirlere Türkçe öğretmek.

(Aslında bahsin iki temel boyutu var; Türkçeyi Türkiye’de öğretmek ile yurt dışında öğretmek. Bu yazıda konuya içeriden bakmayı deneyelim, dıştan bakış başka bir yazıya kalsın.)

Fazla karşılığı yok bu bahsin günümüzde. Bahisle ilgili geçmişten bugüne gelen birikim damarımız da zayıf. Fakat tarzımız aynı. Deneme yanılma yöntemiyle bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Çoğu zaman olduğu gibi yine iyi niyetliyiz, yine heyecanlıyız, yine romantiğiz, yine “Kervan yolda düzülür.” atasözünü haklı çıkaracak tavırlar içindeyiz. Böyledir bu, şimdiki zamana hapsolan milletler, geçmişle geleceği bugünün rüzgârında birlikte yaşarlar.

Türkçenin ana vatanında yabancılara Türkçe öğretmek ayrı bir dikkat ve özen istiyor. Burada kıtalar, coğrafyalar, farklı dinler ve diller konuşuyor. Her öğrenci bir ülkeyi bir kültürü temsil ediyor. Dolayısıyla kullandığınız veya seçtiğiniz her kelime ve kavramla yeni yeni ufuklar açabiliyorsunuz insanların zihninde. Bu kadarla bitmiyor alış-veriş, söylediklerinizden sonra öğrencilerinizin bunlara verdiği tepkiler de önemli. Bazen küçük bir cümle veya soru, o güne kadar düşünmediğiniz bir anlam dünyasının kapısına kadar götürüyor sizi ve bu durum kendiliğinden gelişiyor. Bu kapıdan ya zengin ve çarpıcı fark edişlerle dönüyorsunuz ya da boynu bükük. Daha açık söyleyeyim: Yabancılara ders vermek özümsenmiş bilgi, kültür ve irfan istiyor. Dilin inceliklerine hakimiyet yetmiyor bazen, kültürün arka sokaklarına dolanmak, tarihin tozlu sayfalarına uzanmak, içinde yaşanılan dünya ve çağdan da hisseyâb olmayı zorunlu kılıyor.

Yaşadıklarımızdan hareketle birkaç örnek verelim:

“Nasrettin Hoca, çocuğu ve eşeğiyle giderken önce kendisi binmiş eşeğe, çocuk yolda yürüyormuş. “Adama bak be!” demişler, “Kendisi eşeğe binmiş çocuğu yürütüyor. Sonra…” diye başlıyorsunuz o meşhur fıkrayı dünyanın değişik ülkelerinden gelen öğrencilere anlatmaya. Fıkra bittikten sonra “Hocam!” diyor öğrenciler “Bu fıkra bizde de var, ama kadın ile erkek arasında, babayla çocuk değil…”

Dıştan içe bakanların gördüklerinde hata arama âdeti tüm milletlerde ortak. Çünkü insan her yerde insan. İçinizden, “Aynı nükte farklı araçlarla anlatılıyor demek.” deyiveriyorsunuz. Fıkrada başrolü babayla çocuğun paylaşması ile kadınla erkeğin paylaşması arasında dikkatle bakmayanlar için belki fazla fark yok ama bahsin sosyolojik, psikolojik ve kültürel arka planı hiç de öyle demiyor. İlkinde kadın daha çok iç âlemde ve pasif bir rolde bulunurken ikincisinde daha görünür oluyor ve aktif bir hayat yaşıyor.

Devam edelim.

Yabancılara dil öğretirken kullanılan temel yöntem ve metinler –son zamanlarda yazılı ve görsel materyaller işimizi bayağı kolaylaştırsa da– öğretmenden öğretmene değişebiliyor. Mesela benim dünyamda ilk sırayı şiir ile hikâye alıyor ve bu iki türdeki metinler çocukların seviyesine göre biraz da özenle seçilirse derse doyum olmuyor.

Çetin Altan’dan okuduğumuz bir hikâye ile dersimize devam edelim:

Ne kadar doğrudur bilinmez ama Neron’un Roma’yı yakmasının nedenlerinden biri de doğum gününü kutlamasıymış.

Evlerin alevleri göklere doğru yükselirken, Arena’da da yüzlerce çıplak Hıristiyan yem olarak atılmış aslanların önüne. Elbette bununla bitmemiş kutlamalar, mezarlıklar arasındaki bir idam yolu olan uzun Appia’da, iki bin köle çarmıhlara gerilmiş Neron daha çok mutlu olsun diye.

Yapılanlardan büyük bir huzur ve gurur duyan Roma İmparatoru çarmıhlarda kendisi için can çekişen binlerce köleyi daha yakından izleyebilmek için, altın işlemeli savaş arabasına binip Appia yolunu tutmuş.

O sırada çarmıhlarda can çekişen kölelerden birinden bir mırıltı duymuş.

Dayanamamış ve dev büyüklükteki çarmıha yaklaşmış. Ölmek üzere olan kölenin ne mırıldandığını merak ediyormuş. Getirttiği merdivene hızlı adımlarla tırmanmış ve kulağını son nefesini vermek üzere olan kölenin ağzına dayamış.

Hayal meyal şöyle bir mırıltı duymuş köleden;

-Doğum gününüz kutlu olsun efendim…

Zihnimde yüzlerce kelime uçuşuyor, ama bunların en güzellerini en çarpıcı olanlarını seçmeliyim. Roma İmparatorluğundan ve o dönemdeki diğer imparatorluklardan bahsediyorum önce. Toplumsal sınıflardan hareketle imparatorluklarda yaşayan insanlar arasındaki uçurumlardan bahsediyorum. Elbette bir tarafa kralları öbür tarafa köleleri-köylüleri koyuyorum, terazinin bir kefesi tavana diğer kefesi dibe vuruyor.

Altın işlemeli arabalara binenler mutlu olsunlar diye canlarından seve seve vazgeçen kölelere geliyor sıra. Onlar, kral uğruna ölmenin kutsallığına inandırıldıkları için mutlular ve son nefeslerini huzur içinde veriyorlar. Sıradan ölüm onların zihninde kutsal şekillere bürünmüş oluyor anlayacağınız.

Bir kısmını söyleyebiliyorum ancak hissettiklerimin, bir kısmı sözlerimin darası olarak zihnimde tortulaşıyor. Makedonya’dan gelen bir öğrencim cümlelerimin arasına giriyor ve o an’a kadar aklımın köşesinden geçmeyen bir çıkarımda bulunuyor hikâyeyle ilgili olarak:

Be Hocam, Roma’yı doğum gününde yakılan bir mum gibi düşünmüş ya Neron!

Kelimelerden köprülerle Çin’e uzanıyoruz.

Karşımızda Çinli bir Aslan. Roma arenasındaki aslanlarla ilgisi yok bu eski kapı komşumuzun. Yunus Emre’den bahsettiğim bir gün, “Hocam!” dedi Aslan, “Bu insanı çok sevdim ben, bizim Konfüçyüs’ümüze benziyor.”

Bir gün takılıyorum, “Aslan” diyorum “Çin Seddi’ni niçin yaptınız?” Aslan zeki bir çocuk ve ne demek istediğimi hemen anlıyor. “Türklerle ilgisi yok Hocam.” diyor. Gülüyoruz.

Bir başka gün, “Biz seksen milyonuz, siz bir buçuk milyara yaklaştınız, bunun nedeni ne ola ki!” diye takıldığımda, hem gülüyor hem de cevaplıyor sorumu: Birincisi, “Biz, savaşı sevmeyen bir milletiz, bu nedenle Allah bizim milletimizi bereketli kılmış.” (Evet evet bereketli kılmış diyor…) İkincisi, “Nuh Tufanı olduğunda bütün dünya sular altında kalmış Çin toprakları hariç!” Sınıfa bir kere daha tebessüm dalgaları yayılıyor. Şaka mı yoksa Çin kaynaklarında yeri var mı bütün bunların bilmiyorum ama söylenenler kafama takılmıyor da değil.

İlk derslerden biri.

Kosova’dan gelen bir başka öğrencim sözü eline alıyor. Bu topraklarla o kadar ilgili, bu kültüre o kadar bağlı ki şaşırıp kalıyorsunuz. “Yedi Güzel Adam”ı seyrediyor mesela, Erdem Bayazıt’tan ezbere şiirler okuyor, gazetelerin kitap eklerini takip ediyor, Türkçe şiirler yazıyor. Belli etmeden sözüm ona beni de tartıyor ve bir şiir okumamı istiyor bu “Yedi Güzel Adam”ın herhangi birinden. Beklemediği bir şey oluyor bakışlarından anlıyorum ve ben okudukça yüzü şiirlerce parlıyor misafirimin.

Bu bahislerden haberi olmayan bir öğretmen düşünmek istemiyorum Kosovalı öğrencimin karşısında… Ama çok da emin olamıyorum.

Yine aynı ders.

Bu sefer İşkodra’dan gelen bir öğrencim, Necip Fazıl’ın bir şiirini tarif ediyor bana, adını hatırlayamıyormuş. Uzun uzun anlattırıyorum şiiri. O beni sınıyor, ben onu sınıyorum aslında. Arnavutça’ya çevrilmiş ve şiirseverlerin başucu kitabıymış Çile orada.

Sonra “Zindandan Mehmet’e Mektup”u okumamış, “bir idamlık Ali”yi duymamış bir öğretmen geliyor aklıma… O kadar da değil diyorum.

Günlerden bir gün başka bir hikâyeyle giriyorum sınıfa. Murat Bardakçı’dan okumuştum Stephan Gerlact’tan naklediyordu:

Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve aynı zamanda damadı olan Rüstem Paşa, bir ara imparatorluktaki bütün gayrımüslimleri ortadan kaldırma hülyasına düşer ve bu emelinden padişaha da bahseder. İşin tuhafı kendisi de devşirme ve büyük ihtimalle Hırvat’tır.

Padişah, Paşa’nın söylediklerini dinledikten sonra bahçeden bir gül koparır ve ona “Bu çiçek güzel mi?” diye sorar. “Çok güzel hünkârım!” cevabını alınca çiçeğin yapraklarını tek tek koparmaya başlar ve koparma işi bittikten sonra tekrar sorar; “Şimdi nasıl?” Rüstem Paşa bu defa “Yapraklarıyla çok daha hoştu, güzeldi hünkârım.” cevabını verir.

Rüstem Paşa’nın bu cevabından sonra Kanuni Sultan Süleyman lafı gediğine koyar; “Devletimin Müslüman olmayan teb’asını ortadan kaldırırsan, memleket işte bu hâle gelir.”

Her renkten, her ırktan, her dinden insanın bulunduğu sınıfta beğeniliyor hikâye. “Dünya bir gül bahçesi, sizler onun yapraklarısınız.” diyorum. “Siz dünyanın sevgiye, barışa açılan öbür yüzüsünüz.” diyorum. Uzun uzun tartışıyoruz, konuşuyoruz hikâyeyi. Dersin sonuna doğru hocalık damarım tutuyor ekliyorum:

Bu hikâye yirmi kere okunacak, beş kere yazılacak!

Yüzü güneşlerce sıcak ve aydınlık iki Afrikalı öğrencim, birbirine takılıyor. Konuşmalarına kulak misafiri oluyorum:

Dostum, sen yirmi kere yaz, beş kere oku!

Yine başka bir gün sürpriz yapıyorlar bana Türkçenin misafirleri. Ziyaretime geliyorlar. Şaşırıyorum. “Ziyaretlerin de öğretici bir tarafı olmalı.” diyorum içimden. Bir süre bekletiyorum kapının önünde onları. “Sizi sınıfa birer Türkçe şiir okumanız şartıyla kabul edebilirim.” diyorum.

Şaka yaptığımı anlıyorlar. Farklı şairlerden birer Türkçe şiir okuyarak sırayla sınıfa giriyorlar. Tacikistanlı bir öğrencim, Yavuz Bülent Bakiler’in “Şaşırdım Kaldım İşte”sini okuyor mesela, zihninden/ezberinden ve tek hata yapmadan.

Bizim çocuklar şaşkın. Onların daha önce gördükleri misafirlere benzemiyor bu gelenler, zira hepsi en az on tane Türkçe şiiri ezbere biliyor.

Yabancılara Türkçe öğretme bahsinde zihnimde yavaş yavaş bir ölçü oluşmaya başlıyor: Dilbilgisiyle, diksiyonuyla, telaffuzuyla, bilgisiyle-görgüsüyle-kültürüyle, özenle seçilmiş ana metinleriyle, temel mekân ve şahsiyet örneklemeleriyle Türkçeye hâkim olmak.

Veya tersinden söylersek, yabancılara Türkçe öğretmenin yolu biraz da kendi diline, kültürüne, medeniyetine yaban/cı olmamaktan geçiyor.

Konunun Albert Camus’nun Yabancı’sıyla, Yakup Kadri’nin Yaban’ıyla ilgisi yok. Bu çocuklar toprağın renkleri-sesleri. Serptiğimiz güzellik ve dostluk tohumlarını çiçek çiçek açacaklar gittikleri ülkelerde. Duyduklarını, gördüklerini, yaşadıklarını anlatacaklar bir ömür boyu. Gönül elçimiz, irfan köprümüz olacaklar.

Bu sorumluluğu kavrayan ve üzerinde hakkıyla taşıyan öğretmenlere ne çok ihtiyacımız var.

*Türk Edebiyatı, Sayı: 536, Haziran 2018, s. 44-47 nüshasında yayınlanmıştır. 

*İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, ([email protected])

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen