Prof.Dr. Saadettin Yıldız ile Türk Dili, Dil, Kültür ve Medeniyet Üzerine Söyleşi

Hocamız saygıdeğer Prof.Dr. Saadettin Yıldız ile “Dil” ve “Edebiyat” üzerine konuştuk. Sorularımıza öyle cevaplar verdi ki ufkumuz açıldı, pek çok şey öğrendik. Bu keyifli sohbeti mutlaka okuyunuz, aynı keyfi siz de alacaksınız. 

 
Hocam “Dil” nedir ? Cemiyetler, milletler için dilin önemi nedir ?
Dili yeniden –en azından benim- tanımlamama gerek yok. Bizde en veciz ve kapsamlı tanımlardan birini rahmetli Prof. Dr. Muharrem Ergin yapmıştır. Onun tarifini biz de kullanabiliriz: Dil, “İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta; kendi kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; seslerden örülmüş muazzam bir yapı; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar ve sözleşmeler sistemidir.” Demek oluyor ki dil olmazsa anlaşma olmaz, millî birlik tehlikeye düşer… Yahya Kemal’in söyleyişiyle, “lisanımız milliyetimizdir”.
Dilin millet hayatındaki yerini Ziya Gökalp “Lisan” şiirinin son dörtlüğünde şöyle özetlemişti: “Türklüğün vicdanı bir, / Dini bir, vatanı bir, / Fakat hepsi ayrılır / Olmazsa lisanı bir.” İnancımızı, duygu ve düşüncelerimizi, ülkülerimizi, bağlılıklarımızı aynı dili konuştuğumuz sürece paylaşabiliriz. Dil, ortaklıklarımızı anlamada ve anlatmada harç görevi yapar.
Dil ile kültür arasındaki bağ düşünülürse, dilin millet için önemi daha iyi anlaşılır. Millet, yaşama üslûbu olan bir topluluktur, o üslup da kültür değerleri sayesinde teşekkül eder.
Dilsiz millet olmaz. “Millet” derken “ümmet”i kastedenler bile, ümmet içinde kaç dilin konuşulduğunun farkındadırlar. Milleti yok sayarak ümmetçilik yapmaya heveslenenler, Türk’ün Türkçe, Arap’ın Arapça, Acem’in kendi dilinde konuştuğunu da bilmiyor olamazlar. Diğer beynelmilelciler için de geçerlidir bu: Fransız komünisti kendi dilini, Rus komünisti kendi dilini kullanıyor.
Yahya Kemal, müthiş bir sezgi ile “bu dil ağzımda annemin sütüdür” demişti. Dil, ana sütü gibi, millî karakterimizin temelidir.
 
Dilde sadeleştirme gerekli mi ? Türkçe’nin bugünkü sorunları nelerdir?
Dilde “sadeleşme” olağan ve gerekli, “sadeleştirme” ise çok dikkat isteyen, tehlikeli bir yoldur. Dayatmalar sıkıntıların üstünü örtebilir, fakat ortadan kaldırmaz. Sadeleşme, olağan ve gerekli olduğu kadar da “kaçınılmaz”dır. Dil istemesek de değişir ve değişmenin içinde sadeleşme de vardır.
Biz, dili dışarıdan müdahalelerle özleştirmeyi de denedik. Halk, ne söylemek istediğimizi anlamadı. “Anlamaz zaten” ya da “anlamasa da olur” dersek insafsızlık olur: Yunus’u neden anlıyor, Süleyman Çelebi’yi, Karacaoğlan’ı neden anlıyor da zorlama dille yazılanları anlamıyor? Hastalık aydınlardadır, halkta değil.
Ahmed Hâşim, “Kelimelerin Hayatı” başlıklı yazısında, “Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih (benzer) değildir. Lisanlar-tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeden ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir. Edebi bir metni okurken, daha dün o kadar zinde (canlı) bir manası olan “melek” kelimesinin, bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir laf haline geldiğini hissettim. Bu kelime, şimdi Türkçede soğuk bir raşeden (ürperişten) başka bir şey değildir.” diyor. Hâşim, kendi şiir dilini devrin havasına uygun bir şekilde yavaş yavaş değiştiren / dönüştüren bir sanatçıdır. Dilde sadeleşmenin kaçınılmaz olduğuna da iyi bir örnektir. Benzer durumları önemli sanatçılarının hemen hepsinde de görürüz. Hâşim’in benzetmesiyle, ağaçlar yapraklarını mevsimi gelince döküyor; seneye yenileriyle yeniden bezeniyor ağaç.
Bizim asıl derdimiz (ya da yanlışımız) dilin özel hayatına (!) çok fazla karışıyor olmamız. Dili halka ve sanatçılara bırakmalıyız. Kötü sanatçının yaratacağı tahribat zaman içinde ortadan kalkar; iyi sanatçı ise zaten dili bozmaz. Hatırlayalım, Ergin Hoca, “kendi kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık” diyordu ya, dilin kanunlarına güvenelim.
Dil, bizim düşünce dünyamızın, idrak gücümüzün sınırlarını genişletir. Ne kadar çok kelimemiz olur ve onların içini ne kadar doldurabilirsek o kadar rahat düşünürüz. “İçi dolu” kelimelere, başka bir söyleyişle kavram değerleri yüksek olan kelimelere ihtiyacımız var. Bilim, felsefe ve sanat dilinin asıl aradığı da budur. Descartes “düşünen insan, söyleyen insandır” diyerek bu bağlantıyı net bir şekilde ifade etmiştir.
 
Dilimizin  -dün de öyleydi- bugünkü en büyük sorunu, ona yeterli hassasiyetle yaklaşmamamız ve ona hak ettiği değeri vermeyişimizdir. Kolay harcıyoruz. Kuralları küçümsüyoruz. Öğrenmek için vakit ayırmıyoruz. Dili okuyana zevk verecek ustalıkla kullanan sanatçılarımız var, onları dil zevkini tadacak hassasiyetle okumuyoruz.
Refik Halit’in “Eskici” adlı hikâyesi, edebiyatımızın vatan hasreti ve dil bilincini en güzel ifade eden metinlerin biridir. Fakat o metni, üslûbunu da tadarak yeniden okursanız, söylemek istediğim daha iyi anlaşılır:
“Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi sert bir düğüm, daima susuyordu.
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle, haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.”
 
 
Osmanlıca, Eski Türkçe tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz?
“Osmanlı Türkçesi”, belli bir dönemin Türkçesidir ve kültür tarihimizin tabii akışı içinde yerini günümüz Türkçesine bırakmıştır. Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kurmamız mümkün ise onun diline de dönebiliriz.  İmparatorluk yokken imparatorluk diline heveslenmek sosyolojik gerçeklerle bağdaşmaz. Ancak, Türkçe gibi baş döndürücü bir yolculukla değişik coğrafyalara yayılarak yaşayan her dilde “miras kalmış kelimeler” bulunur. Atalardan kalma camiye, köprüye, çeşmeye-sebile, hana-hamama nasıl sahip çıkıyorsak onların bize armağanı olan kelimelere de –dilimizin kurallarına ters düşmemeleri şartıyla- sahip çıkabiliriz. Asırlardan beri söz dağarcığımızda bulunan bu kelimeleri, hiçbir ölçü koymadan, atmaya çalışmamalıyız.
Bu konu yanlış bir zeminde tartışılıyor. “Osmanlıca” ile kimisi Türkçenin bir dönemini kimisi de alfabeyi kastediyor. Alfabe her zaman öğrenilebilir. Türkiye’deki okur yazarların tamamı hem bugün kullanmakta olduğumuz alfabeyi, hem Arap alfabesini, hem de Kril’i bilir ve bunlarla yazılmış metinleri okuyabilirse harika olur. Hiçbir alfabeye düşmanlık etmemeliyiz. Arap alfabesini kullanırsak Müslümanlığımızın birden bire güçleneceğini düşünüyorsak gülünç duruma düşeriz. İnanmak, şekil meselesi değil tavır ve karakter meselesidir.
Bir de okullara Osmanlıca dersi koyma meselesi var. İmam-Hatip Okullarında yıllardır eski yazı okutuluyor; oralarda okuyan çocuklarımız Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bir metni okuyamıyorlar. Liselere koysak, onlar da okuyamazlar. Eski yazı bilmek yetmiyor çünkü. Çok iyi planlanarak, Tanzimat, Servet-i Fünun, Millî Edebiyat dönemi metinlerini okuyabilecek kadar Osmanlı Türkçesi öğretebiliriz; fakat bu sadece alfabe meselesi değildir. Öyle olsa Üniversitelerin tarih ve edebiyat bölümlerinden mezun olan gençlerimiz alanlarıyla ilgili metinleri rahatça okurlardı. 
Bu konuyu, taraftar olanlar da karşı olanlar da siyaset malzemesi yapmamalıdır. Yukarıda söylediğimiz gibi, alfabe düşmanlığı da, alfabede keramet aramak da yersizdir. En büyük dinî hakikatleri de, teknolojik gelişmeleri de, hayata dair derin düşünceleri de herhangi bir alfabe ile okuyup yazabilirsiniz. Zarfı yutturmaya çalışıyoruz ama mazruf  -hâlâ- esastır!
 
Dil’in bilim, felsefe ve sanat için önemi nedir ? Bir millet kendi diliyle mi bilim, felsefe, sanat yapmalı ? Türkçe ile bilim, felsefe, sanat yapılabilir mi?
İnsan, düşünce ve duygularını dille ifade eder. Günlük hayatta kullandığımız sınırlı sayıdaki kelime  yeterli olsaydı, el kol hareketleriyle de anlaşabilirdik. Fakat insan düşünüyor; düşündükçe gelişiyor, geliştikçe de yeniden düşünüyor. Düşünmek için de yeniden düşünmek için de dil gerekli…
En az on beş asırlık yazılı kaynakları bulunan bir dille bilim ve felsefe yapılamayacağını düşünmek –gerçekten- abes kaçar. 15 asır o dili konuşan ve o dille yazan bir millete de saygısızlıktır. Hele “sanat yapılamayacağı” iddia ediliyorsa, burada art niyet aranmalıdır.
Göktürk anıtlarındaki şu ifadeye dikkat edelim:
“Neng yılsıg budunka olurmadım. İçre aşsız taşra tonsuz yabız yablak budunda üze olurtum. İnim Kül Tigin birle sözleşdimiz. Kangımız eçimiz kazganmış budun atı küsi yok bolmazun tiyin Türk budun üçün tün udımadum, küntüz olurmadım. İnim Kül Tigin birle iki şad birle ölü yitü kazgandım. Ança kazganıp biriki budunug ot sub kılmadım.” (Kül Tigin Anıtı, doğu cephesi,  26. ve 27. satır).
“Varlıklı, zengin millete kağan olmadım. İçte aşsız, dışta donsuz (aç ve çıplak), düşkün perişan millete kağan oldum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin  adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim  Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş su kılmadım (birbiriyle zıt, ters duruma getirmedim; barışı sağladım).”
 
 
Bin üç yüz yıl öteden seslenen bu metindeki Türkçenin hem âhenk bakımından hem de anlam bakımından ne kadar güçlü olduğu ilk bakışta fark ediliyor. Bir dilin bu derece işlenmiş duruma gelmesi yüz yıllar alır. En az iki bin yıllık yazılı geçmişi olan Türkçenin ilme de, felsefeye de, sanata da elverişli duruma gelmemesi için kabile dili olarak kalmış olması gerekir.
Bilge Kağan “milleti ateş, su kılmadım” derken, Türk devlet felsefesinin özünü ortaya koymamış mı? Ateş ile suyun birbirine zıt olduğu düşüncesinden hareketle, “bütün milleti birleştirdim; ateş ve su gibi birbiriyle uzlaşmaz kalmalarına izin vermedim” anlamına gelen bir mecaz söz konusudur burada. Bu kadar güzel bir soyutlamanın kaç asır önce yapılabildiği bir dilin felsefe dili olmadığı hangi ölçüye göre ileri sürülebilir!
Sadece Yunus’u ve Veysel’i yetiştirmiş olsaydı bile Türkçenin zengin bir dil olduğuna hükmedilebilirdi: “Yüce dağlar ova gibi düzlenmez / Veysel muhannetten kerem gözlenmez / Tilki gölgesine arslan gizlenmez / Yiğidin gölgesi kendinden olur”  diyen Veysel, felsefe de yapıyor, sanat da. Kullandığı dil hem güzel hem de anlam yüklüdür. Halkın her gün defalarca kullandığı bu tür anlam yüklü sözlerin, onun dilinde nasıl bir araya toplandığına dikkat edelim.
Düşünenler (felsefe yapanlar) da böyle bir dil kullanmaya razı olurlarsa problemlerimiz azalır. Günlük dil –elbette- felsefe, bilim ve sanat için yeterli değildir; fakat hepsinin günlük dilin temel gıdasına muhtaç olduğu da tartışma götürmez. Türkçe ile bilim yapılamayacağını söyleyenler, genellikle, Türkçe düşünemeyenlerdir. Bu, onların Türkçeyi iyi bilmediği anlamına da gelir. Bazı terimlerin dilimizde bulunmayışı bize özel bir durum değildir. Tasavvur sahamız içinde mevcut olan bütün terim ve kavramları kendi dağarcığından karşılayan bir dil yoktur.
Prof. Dr. Onur Bilge Kula Dil Felsefesi Edebiyat Kuramı-I adlı eserinde, Wilhelm von Humboldt’tan “Ham, barbar lehçeler bile, eksiksiz bir kullanım / anlatım için gerekli olan öğelere sahiptir.” cümlesini aktardıktan sonra şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu belirlemenin temelinde yatan felsefî düşünce şudur: Her dil, düşünceyi, algıyı, ve duyguyu eksiksiz olarak anlatabilir; ancak bunun için söz konusu dili konuşanların, düşünce, algı ve duygu geliştirmeleri ve bunları söze dökmeleri gerekir; çünkü dil kendi kendine gelişmez.” (s.35)
 
Türkiye’de edebiyat hayatı ne durumda, bize bir değerlendirme yapar mısınız?
Dil ne kadar güçlü ise edebiyat da ona bağlı (ve paralel) olarak güçlü olur. Gayet tabii, kültür hayatının “denge”si, edebiyatın da dengesini sağlar. Edebiyatımızda bu güç ve denge var mı? Bu sorunun cevabı “var” ya da “yok”tan ibaret olmamalıdır. Edebiyatımızın zor bir dönemden geçtiğini söyleyebilirim.
Bugün, edebiyatın karşısında önüne geleni dümdüz edip geçen bir canavar var: Sanal ortam. İnsanlar kısa birkaç dokunuşla düşündüklerini yazıyor ve yayıyorlar. Kelimeleri bütünüyle yazacak kadar zamanı olmayan, oturduğu yerde hızlı yaşayan bir nesil yetişiyor! Plajlara kitap götürdüğümüze bakmayın, kumların üstünde Balzac okuyacak halimiz yok…
Teknolojinin sunduğu hiçbir imkânı küçümsemedim. Benim okumaya başladığım yıllarda radyo bile belli bazı evlerde olabiliyordu: Bugünkü iletişim araçları ne büyük nimettir; ne kadar kolaylaştırdı hayatımızı; inanılmaz! Fakat bu nimet, sabrımızı aldı götürdü mü dersiniz? Sabır ile sanat kardeştir; edebiyatımızın da bu sabır kaybından nasibini aldığını düşünüyorum. Böyle bir ortamda sanatçıların da -şairiyle, romancısıyla- hayal kırıklığına uğramaları kaçınılmazdır.
 
Türkiye’de yeni bir hayat oluşuyor. Bu, bütün siyasi tutumların, ideolojik anlayışların dışında düşünülmesi gereken çok önemli bir sosyolojik oluşumdur. Yeni bir insan tipi yetişiyor. Başka vesilelerle de söyledim, eğitimcilerimizin ciddiyetle düşünmesi gereken bir konudur bu. Kültür hayatımızda çok önemli, büyük ve tehlikeli kırılmalar oldu: Fikrî ve felsefî alt yapısını hazırlamadan bir sabah uyanıp peşine düştüğümüz heveslenmelerimiz var. Bunları bir anda ortadan kaldıracak bir yöntem mevcut olmadığına göre, devle, sadece insanı esas alan çalışmalar yapmak zorundadır.
Buradan bakarak, edebiyatımızın kendini yenileyip yenilemediğini, bizim irademiz dışında yetişmekte olan yeni insan tipine göre bir tavır belirleyip belirlemediğini tartışmalıyız. Doğrusu, şu anda böyle bir çabanın olduğunu söylemek çok zor.
 
Devletimiz, her şeyin, her şeyi bilen birkaç seçilmiş tarafından düşünülüp halledileceği yolunda iddialıdır ve konunun uzmanlarının düşündüklerini öğrenmeye ve hele uygulamaya ihtiyaç da duymamaktadır.
 
Bunları söylerken edebiyatın (daha geniş bir kavram olmak üzere sanatın) görevinin yalnızca topluma hizmet olduğuna dair bir kanaat uyandırmış olabilirim. Hayır, edebiyatın “güzellik yaratma amacı” asla küçümsenemez, görmezlikten gelinemez. Ne var ki kültürel kırılmalar, edebiyatın güzellik yaratma işlevini de baltalıyor. Toplumdaki bireyselleşmeye paralel olarak, edebiyatımız da içe kapanıyor. Şu anlamda söylüyorum bunu: Bireyin hayatı deşifre ediliyor; fakat onun toplumla olan bağlantıların yakalanamıyor. Bireysel hayat esas alınacaksa yeni bir Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na, yeni bir Tutunamayanlar’a, yeni bir Huzur’a ulaşabilmeliyiz. Yoksa edebiyat bireyselleştiği ile kalır; topluma açılamaz.
Bence, “Türk edebiyatı” kavramını -artık- Türkiye ile sınırlı düşünmekten vazgeçmeliyiz. Önümüzde kocaman bir “Türk dünyası” var ve bu geniş kültür coğrafyasının her köşesinde Türkçe ile (ve onun değişik lehçeleriyle) şiirler söylendi / söyleniyor, romanlar, hikâyeler, fikir yazıları yazıldı / yazılıyor. Cengiz Aytmatov ve Cengiz Dağcı gibi, Avezov gibi, Bahtiyar Vahapzade gibi,  Olcas Süleyman gibi yüzlerce sanatçı yetişti / yetişiyor. Bakış açımızı genişletmeli, bu geniş kültür coğrafyasının daha çok  edebî eserini okumalı, zevkine varmalıyız.
Bu söylediklerim, edebiyatta görülen güzel gelişmeleri küçümsemek, yok saymak anlamına gelmiyor elbette. Ne var ki, yeni eserleri beğenmenin ya da beğenmemenin her zaman riskli olduğunu da hesaba katmak gerekiyor.  Çeşitli sanat dergilerinde şiirler, yazılar yayımlanıyor. İnternet ortamında da beğenilebilecek metinler paylaşıldığı oluyor. ”Marifet iltifata tâbîdir” denilmiş; onları görmezlikten gelmemeliyiz. Zaman onları elekten geçirdiğinde geriye ne kalacak? Beklememiz gerekiyor.
 
Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir ?
Dönüp dönüp “okusunlar” diyorum. Yapacakları her şeyin anahtarıdır okumak.
Eğer ülkenin yönetiminden, eğitiminden; şehirlerin kargaşasından, insanların düşüncesizliğinden, futbolun gidişatından, hayat pahalılığından ve işsizlikten, medyadan, üniversite yönetiminden… şikâyetleri varsa -ki genç adam kolay razı olmayan ve daha ileri adımlar atılmasını isteyen bir aydın olmak zorundadır- bunları ortadan kaldırmak için okusunlar. Anlamak, eleştirmek, anlatmak, ikna etmek için okusunlar. Eleştiri, düşünmenin ve düşünen insanın en büyük destekleyicisidir. Eleştirsinler, teslim olmasınlar, dirensinler; algı operasyonlarına kurban gitmesinler.
Ülke, onlar istemese bile, üç yıl sonra, beş yıl sonra onların sorumluluğuna verilecektir. Koltuklarından hiç kalkmayacakmış gibi görünenlerin tamamı -en azından ölümle- mevki ve makamlarını terk edecekler ve yerleri gençler tarafından doldurulacaktır. Onların hatalarını tekrarlamak istemiyorlarsa tek çare okumaktır.
Genç, sorumluluk almaktan kaçınırsa ileride çekingen (pısırık mı deseydim!) bir yetişkin olmaya da razı olmuş demektir. Genç sokakta olmasın, evet; fakat nerede olsun; buna dair bir programımız / projemiz var mı? Gençlere tavsiyede bulunurken, büyüklerin “yapmadıkları” da unutulmamalı elbette…
 
Kıymetli Hocam ufkumuzu açtınız, bu önemli konuları ne kadar güzel şekilde değerlendirdiniz, size çok teşekkür ederiz.
 
 
 
Sayın Prof.Dr. Saadettin Yıldız’ın kısa özgeçmişi

1946’da Sivas Şarkışla’da doğdu. İlkokulu Sivas Merkez Çiçekli İlkokulunda bitirdi. Son sınıfa kadar okuduğu Pamukpınar İlköğretmen Okulu’ndan Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na seçildi. Yüksek Öğretmen Okulu’nu 1971’de, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Bölümü Edebiyat Kürsüsü’nü 1972’de bitirdi. İlk görev yerim Edirne Erkek Öğretmen Okulu’dur. 1975’te Yüksek öğretime geçti. Eskişehir’de, Çanakkale’de ve tekrar Eskişehir’de çeşitli Fakülte ve Yüksekokullarda öğretim elemanı ve yönetici olarak çalıştı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı ve Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı Başkanı iken, 2005’te emekli oldu ve Girne Amerikan Üniversitesi’ne geldi. 2007-2011 tarihleri arasında GAÜ Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölüm Başkanlığı. 2011-2013 arasında Eğitim Fakültesi Dekanlığı yaptı. Halen Lefke Avrupa Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesidir. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarını tamamladıktan sonra daha yoğun olmak üzere, Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı çerçevesindeki çeşitli konularla ilgili akademik çalışmalar yaptı. Çeşitli dergilerde yayımlanmış makaleleri vardır. Kitapları, yayın sırasına göre, şunlardır:

Arif Nihat Asya’nın Nesirleri (1991), Irmak Dağlar Ötesinde (1995), Üniversiteler için Türk Dili (A.Güzel, M.H.Yontar vd. ile birlikte -1995), Arif Nihat Asya’nın Şiir Dünyası ( 1997), Tanzimat Dönemi Edebiyatı (2004), Arif Nihat Asya (2006), Tanzimat Dönemi Edebiyatı (Genişletilmiş 2.baskı, 2006), Bayrak Şairi Arif Nihat Asya’dan Seçmeler (2009).

Yayımlanmayı bekleyen çalışmaları var. Bilimsel çalışmaların yanında, iç dünya dalgalanmalarını ifade ettiği mensureler de yazıyor. Bunların bir kısmını Irmak Dağlar Ötesinde (1995) adıyla yayınlandı.

 
 
 
Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen