Prof.Dr. Şaban Ali Düzgün ile Modernizm ve Müslümanlar hakkında söyleşi

Modernizmin insan, eşya ve bu iki varlık tarzı arasındaki ilişki durumundaki bilgiyle ilgili teorik bir arka planının olduğunu söyledik. Bu da insanın ve eşyanın meşrulaştırılması ve bilgiye yeni bir keşif alanının açılması anlamına gelmekteydi. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda, İslam dünyasının Modernizmle olan ilişkisini sadece modernizmin ete kemiğe bürünmüş hali diyebileceğimiz teknoloji kullanımına indirgemiş olduğunu görürüz. Modernitenin teorik altyapısı hala çetin bir direnişle karşılaşmaktadır. İslam dünyası kendi modernliğini üretecek isteğe sahip olmadığı için savunmacı bir tarzda karşı kültürle mücadele ettiği sanısıyla kendi geleneksel kültürünü korumaya çalışmakta ama modernizmin ürettiği teknolojiyi de hızlı bir şekilde tüketmektedir.

*****

Prof.Dr. Şaban Ali Düzgün ile Modernizm ve Müslümanlar hakkında söyleşi

 

Modernizm nedir, müslümanlar tarafından nasıl anlaşılmıştır?

Modernizmin tanımı konusunda şüphesiz bir uzlaşı yok. Üstelik bu kavram bir tanım üzerinde uzlaşmayı imkânsız kılacak kadar alanlarda kendini göstermektedir: Din, sanat, kültür, mimari, müzik, vs. Ama biz burada doğal olarak bu kavramın bir tarafıyla, dinle ilgili olanıyla ilgileneceğiz.

Modernizm; din ve metafizik içinde kendini ifade eden aklın bilim, ahlak, sanat, politika gibi daha çoğaltılabilecek alanlarda bağımsız davranmaya başlamasını ifade eder. Bu durum da aydınlanmayla başlar. Bunun temelinde de bir yandan eşyanın algılanmasına Tanrı’yı aracı kılıp Tanrı’yı gaye varlık olmaktan çıkarıp bunun yerine eşyayı yerleştiren Descartes’ı, diğer tarafına da metafizik’i bilginin konusu olmaktan çıkarıp, bilginin yegane alanını dış varlık alanı olarak tespit eden Immanuel Kant’ı görmek mümkündür.

Modernizmi üreten Aydınlanmacı akıl; evreni keşfedecek böylece mitolojik imgelere dayalı olarak algılanan bir evren modeline son verecek, aklın hakimiyetini ifade eden rasyonel bir çağı hakim kılacaktı.

Ancak bu noktada hemen post-modern yaklaşımın eleştirisine kulak verelim: Post-modernizm aydınlanmacı aklın bu dünyayı mitolojiden, çılgınlıklardan kurtarma teşebbüsünün fiyaskoyla sonuçlandığını ve insanlığı kaosa sürükleyen deliliği ve çılgınlığı bu aydınlanmacı aklın ürettiğini iddia edecektir. II. Dünya Savaşı ve Cezayir’le Fransa arasındaki mücadelede ölen bir milyon Cezayirlinin ardından zirvesine çıkan post-modern düşüncede Frantz Fanon Yeryüzünün Lanetlilerinden ve M. Foucault da Deliliğin Tarihi’inden Adorno ve Horkheimer da bu tür bir Aydınlanmanın Diyalektiğinden bahsederken hep modernizme göndermede bulunacaklardır.

Hemen bu noktada bu iki yaklaşımın kısa bir karşılaştırması için şu noktaların altını çizelim:

Modernist düşünce temelinde Bacon’u, bilimsel rasyonalizmi, her türlü metnin eleştirisini, Newton fiziğini, saat gibi işleyen bir evren fikrini çağrıştırırken, post-modern düşünce Einstein’i, her türlü metnin kendi içinde kendince bir tutarlılığı olduğu fikrini, kuantum fiziğini, Heisenberg’in kesinsizlik ilkesini, kaos’u andırır.

O halde aklı ve sağduyuyu hakim kılma gibi benim şahsen itiraz etmediğim bir dünya kurma fikrinin neden böyle bir sonuç verdiği sorgulanmalıdır. Modernizme toptan bir karşı çıkma tutumunun sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Sadece şunu ifade etmekle yetineyim: Adorno gibi aşırı Marksist, Sol Hegelci ve sıkı bir Nietcshe takipçisi olan bir düşünürün post-modern bir yaklaşımı benimserken, kullandığı dili dinsel ve metafiziksel renklere bürümeye çalışması, modernizmin nerede hatalı davrandığını ima etmektedir. Ama aydınlanmanın ve arkasından da modernizmin ihmal ettiği bu metafizik aslında ihmali hak eden bunun içinde karşıtını üreten bir metafizik idi, zira bu metafizik Tanrı’yı olayların akışına yön vermeye çalışan insana destek veren aktif ve fail bir fail olmaktan ziyade tüm bilgi aktlarımızın deşifre ve keşf etmek için yanıp tutuştuğu bir nesne varlık olarak önümüze koymaktaydı.

Modernizm insan ve insanın dışındaki varlıklarla ilişkisi konusunda yeni yaklaşımlar getirmiştir. Bu ilişkilerden ikisinin altının çizilmesi gerekir. Bunlardan birini olumlu, diğerini olumsuz buluyorum. Bunlar;

– İnsan-eşya ve – İnsan-insan arasındaki ilişkidir.

İnsanla eşya arasındaki ilişki, dilin nesnesi ve dolayısıyla hükmetme alanı eşya olduğu için metafizik olandan ziyade eşyaya çevrilmiş, bilginin tanımı, eşyaya hakim olmanın getirdiği her türlü iktidar ve hakimiyet olarak tespit edilmiştir. Modernizmin bilgi ve nesnesiyle ilgili getirdiği bu tutum tutarlı bir yaklaşımdır. Bakara 31’den itibaren aktarılan bilgiler insanın (Adem) isimlendirme aktının konusunun eşya olduğunu, Tanrıyı isimlendirmediğini ve kendisine böyle bir yetkinin verilmediğini (bu nokta nasıl bir metafizik geliştirmemiz gerektiğini bizlere düşündürmelidir) zira isimlendirmenin isimlendirilen nesneye hükmetme yetkisini de beraberinde getirdiğini görürüz. İslam kültüründe saf anlamıyla bilgi tanımının “varlığın hakikatini keşfetme” ya da “hakikatin bilgisini elde etme” gibi, “inşa etme”ye değilde, “anlama ve açıklama”ya yönelik mutlak ve soyut bir hedefe yönlendirilmiş olması ve gözümüzün önündeki eşyanın başka bir ifadeyle varlığın hakikatinin bile sadece Mutlak Hakikat olan Allah’a götüren bir gösterge olduğu için ikinci dereceden bir hakikat olarak kabul edilmesi, kültürümüzdeki bilgi anlayışının ve bu anlayışa dayalı olarak geliştirdiğimiz külliyatın niteliği konusunda bizlere ipucu vermektedir. Bilgi metodumuzda, eleştirdiğimiz bu noktadaki bir değişme akli ve tecrübi düşünmenin yükselişini hazırlayacak, bu bir yandan aklı özgürleşmesi demek olan rasyonalizmi bir yandan da eşyanın bilgisinin eşyadan öğrenilmesi demek olan ampirizmin yolunu açacaktır. Bu da bilginin sadece “anlama ve açıklamaya” çalışma fonksiyonunu “yapma ve inşa etme”ye dönüştürecektir. Ancak bunun insani ve ilahi tarafımızda bir bozguna yol açmayacak bir dönüşüm olması için sağlam bir dinsel ve ahlaki temele oturması şarttır.

İnsan-insan ilişkisinde modernizmin “egemen ben ve bağımlı öteki” anlayışı, oryantalist ve kolonyalist tutumları destekleyici güçlü bir teori üretti.

Modernizm, bu anlayışına dayalı olarak alt ve üst kültür formlarının varlığını kabul etmiş ve sadece üst kültürün araştırılmaya ve saygı duyulmaya değer olduğunu kabul etmiştir.

Buna karşıt olmak üzere post-modern düşünce, post-yapısalcılık’ı da yanına alarak, modernitenin tamamen zihninde üretip içini doldurduğu ve kendisine bağımlı kıldığı dışındaki dünyayla ilgili bu içeriği bozup yeniden doldurmayı bir zorunluluk olarak önümüze koymuş, “egemen ben” ve “bağımlı öteki” anlayışına dayalı olarak üretilen alt ve üst kültür ayırımını reddederek popüler ve göreceli bir kültür anlayışı geliştirmiş ve hepsine aynı değeri vermiştir.

Ancak, insan anlayışıyla ilgili gelinen noktada görüyoruz ki, Batı keşif modelinde insan, eşyayı ve kozmosu keşfettikçe kendini kaybetti. Dış dünyayı keşfederken bozguna uğradı. Bu bozgunu engelleyecek tarzda geliştirilecek olan dinsel ve metafiziksel ilkeler kendi modernliğimizin bir bozguna dönüşmemesini sağlayacaktır.

Modernizm en fazla tartışılan yönlerinden bir diğeri, kutsal metinler dahil her türlü metin eleştirisidir. Bu özelliği sebebiyle Papa X Pius 1907’de 65 maddelik bir suçlama deklerasyonu yayınlayıp, sapıklıkların tamamını içinde barındıran, insanda isyan ruhunu kışkırtan ve gurura kaynaklık eden bir hareket olarak modernizmi lanetlemiş ve Roma Katolik Kilisesi mensuplarına modernizme karşı olacaklarına dair yemin ettirmiştir.

Benzer bir hareket, başını Friedrich Schleiermacher ve Albrecht Ritschl’in çektiği Protestan kelamcılar arasında gelişmişti. 18. yüzyıl Aydınlanması’nın felsefi vurguları ve yaşanan çağdaki yankıları ve bunlara katılan yeni problemler, dinsel tecrübeye yeni yorumlar bulma, evrim teorisi, psikolojideki yeni gelişmeler gibi yenilikleri yeniden yorumlama konusunda tarihi tecrübeyi farklı açıdan yorumlama gayretleri kendilerini modernist çizgiye itmiştir. Bunlar daha ziyade İncil’in lafzi yorumuna karşı çıkmakta, İncillerin anlattığı İsa’nın tarihte yaşayan İsa’yla uyuşmadığını iddia etmekteydiler.

O halde metni lafza bağlı kalmadan anlama çabası diyebileceğimiz eleştirel düşünce sahipleri, modernist olarak adlandırıldılar. İslam dünyasında bu sürecin içinde Seyyid Ahmet Han, M. Abduh, Fazlur Rahman ve daha bir çok düşünürü görmek mümkündür.

Modernizm ve İslam arasında teoride kurulan ilişki, pratikte (reel hayatta) yansımalarını nasıl bulmuştur?

Modernizmin insan, eşya ve bu iki varlık tarzı arasındaki ilişki durumundaki bilgiyle ilgili teorik bir arka planının olduğunu söyledik. Bu da insanın ve eşyanın meşrulaştırılması ve bilgiye yeni bir keşif alanının açılması anlamına gelmekteydi. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda, İslam dünyasının Modernizmle olan ilişkisini sadece modernizmin ete kemiğe bürünmüş hali diyebileceğimiz teknoloji kullanımına indirgemiş olduğunu görürüz. Modernitenin teorik altyapısı hala çetin bir direnişle karşılaşmaktadır. İslam dünyası kendi modernliğini üretecek isteğe sahip olmadığı için savunmacı bir tarzda karşı kültürle mücadele ettiği sanısıyla kendi geleneksel kültürünü korumaya çalışmakta ama modernizmin ürettiği teknolojiyi de hızlı bir şekilde tüketmektedir.

Müslüman kültürün kendi modernitesini üretmesi, yaşadığı çağın her türlü değerine kendi özgün kültürel formlarını giydirmeye çalışması ile mümkündür. Bu çaba Batı tarzı bir modernizmi de kırılmaya uğratacaktır. Kendi kültür formlarını üretme iddiası bu kırılmanın ta kendisi olacaktır. Zira modernizm global bir kültürü hakim kılmadan dem vururken, siz alternatif bir format giydirilmiş kültürden bahsediyor olacaksınız. Ama bunun ön şartı önce Batı modernitesini keşiftir. Böyle bir keşfe karşı çıkma ve salyangoz gibi kendi içine kapanma bir kaçış ve kendine güvensizliktir. Evrensellik iddiasında bulunan düşüncelerin, kucaklayıcı olması, hiçbir karşılaştırma ve eleştiri iddiasından çekinmemesi gerekir.

Peki, kendi modernliklerini kurmalarından söz ettiğiniz insanlara ne öneriyorsunuz?

Müslüman düşüncesi zamanı ve tarihi yeniden tanımlamalı; geleceklerini geçmiş üzerine ya da geçmişte kurma gibi anakronik bir saplantıdan kurtulmalıdırlar. Eğer eski olan değerli ise ve geleceği böyle bir birikimin üzerine kurmak daha güvenliyse, kolektif kültüre sahip olma ve zamanın birçok kesitine şahitlik etme ve bunun tecrübesine sahip olma bağlamında en eski ve en tecrübeli olan biziz. İnsanlık olarak en az yedi bin yıllık kültürel ve tarihsel geçmişimizle bu tecrübeye sahibiz. İçinde yaşadığımız çağın değerlerine kendi elbisemizi giydirme nesil olarak bizlerin, zaman olarak bu zamanın, coğrafya olarak da bu coğrafyanın işidir. Her zaman tarihte ve gelenekte seyahat, nerede durduğumuzu ve yaşadığımızı bize unutturacak ve sorumluluklarımız buharlaşacaktır. Karşımıza çıkan sorunlara kendi çözümlerimizi getirme yerine, geçmişin sorunlarına üretilen çözümlere sarılma da gelenekli toplumların ayrı bir açmazıdır. Ve inanın, bu geçmişe saygılarından falan değil, bu çağda yaşayan insanların beceriksizliğinden, çapsızlığından ve hazırı tüketmeyi yaşam felsefesi haline getirmelerinden kaynaklanmaktadır.

İçinde yaşadığımız zaman ve mekanın bizlere hayatımızı idame ettirdiğimiz değerleri yeniden gözden geçirme değil, içlerini boşaltıp yeniden tanımlama ve teoriler kurma sorumluluğu yüklediğini kabul edersek, vahyin kurumsallaşmış formu olan dinin içeriğini oluşturan yapıyı besleyen icma, kıyas gibi tanımlamalarımızda dayandığınız usullerin meşruluğunu da yeniden tartışmaya açmamız gerekecektir.

Tarih şahittir ki orijinal formlarıyla dinler modernleştirici ve yenileyici süreçleri içlerinde barındırırlar. Tarihsel açıdan, İslam ve onunla bütünleşmiş hayat tarzları, bir kültürel gelenek ya da kültürel gelenekler terkibi oluşturur ve bir kültürel gelenek doğası gereği gelişir ve değişir; gelişim ve değişimi ne kadar büyük olursa mensuplarına da o kadar büyük hareket serbestliği getirir. Statikleşip daraldıkça ve kucaklayıcı niteliğini kaybettikçe mensuplarının hareket alanını da buna paralel olarak daraltmaya ve tahammülsüzleşmeye başlar. Dinlerin daha doğrusu din mensuplarının zamana, tarihe ve gelişmeye direnmeleri sorunun başlangıcını oluşturmaktadır.

Karşımızdaki modernliği tanımadan ve öz dinamiklerini deşifre etmeden sadece kendi kültür dokumuzdan, toplumsal temellerimizden hareketle kendi modernliğimizi çıkartabileceğimizi zannetmiyorum. Her şey zıddını içinde barındırdığına göre, mevcut modernliğin eksik bıraktığı yönleri tamamlama kaydıyla, bunun daha iyisinin gerçekleştirilmesinin bu yapının ve temellerinin çok iyi analiziyle mümkün olduğunu düşünüyorum.

Modern dünyada var olma ve tutunabilme sorunu dinlerin en büyük problemidir. Yaşayan sürecin arkasında kalmama, ilerisine de geçmeme (zira bu belli bir formatta düşünme ve hareket etmeyi dayatacaktır) ama olayların işleyiş sürecine katılarak yön verme çabası dinleri güncelleştirecek ve geleceği geçmişe kurma gibi bir hayalden mensuplarını kurtaracaktır.

Adem’in günah işlemek suretiyle insan ırkını; günahının cezası olarak atıldığı yer olarak da dünyayı dolayısıyla maddeyi kirlettiği düşüncesiyle yüzyıllarca insana ve maddeye düşman kesilen ama aydınlanma düşüncesiyle bu istismarı sona erdirilen Hıristiyan düşünce formunun, Müslüman düşüncesinde hakimiyetini hala devam ettirdiğini itiraf etmek durumundayız. Maddenin başka bir deyişle eşyanın bir hakikatinin olduğunu, bu hakikatin Mutlak Hakikat olan Allah’a götüren bir vasıta olduğu için değil, bizatihi bir gerçekliğe sahip olduğunun, dolayısıyla bilginin kurgu değil gerçek nesnesi olarak görülmesi gerekir. Bu yaklaşım düalist ya da hiyerarşik evren modelimizi, ilimleri sınıflarken getirdiğimiz tasnifleri de yeniden gözden geçirmemizi getirecektir. İnsanı ve evreni açıkladığımız modellerimizi bozun bunları yeniden tanımlayarak bir içerik değişikliğine uğratmamız bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.

 

Türkiye’deki modernist hareketlerin, İslam ülkelerindeki benzer hareketlerle ayrıştığı noktalarla ilgili olarak neler söyleyebiliriz?

İslam dünyasının Modernleşmeyi bir zorunluluk olarak görmesi, Batı’nın üstünlük sağladığı alanlarda kendine dönüp bakmasıyla başlamıştır. Modernlik arayışlarının kendini ilk kez askeri alanda göstermesi bunun bir örneği. Ama bu çabalar zihniyette bir modernleşmeyi ya da sorgulamayı getirememiştir. Osmanlı Devleti’nin Makyavel’i olarak kabul edilen Koçi Bey ve daha nicelerinin bu çabaların zihniyet planında gösterilmesi gerektiği yönündeki layihalarına da kulak tıkanmıştır. Modernleşme kendini toplumda bir kültür aktarımı ve yaşam tarzının Batıya benzetilmesi olarak gösterdi. Bu süreçte daha sonra Yahya Kemal’in taktığı isimle Lale Devri örneğinde olduğu gibi, modern yaşama geçtiğini iddia eden seçkinlerin yaptığı şey ise Kağıthane sırtlarında üzerlerine mum dikerek kaplumbağaları yürütmek, Fransız tarzı bir yaşam sürmek, Batı tarzı eğlencelere dalmak, bir Batılının tükettiği gibi tüketmek, vs. idi. Çetin Altan’ın çok sık vurguladığı gibi sırasıyla Nizam-ı Cedid, Tanzimat, Cumhuriyet dönemi hepsi Fransız yaşam tarzı ve kültürünün kopyasından başka bir şey değil. Tüketmede modern, üretme ve düşünce modelinde tık yok. Bu konularda diğer İslam ülkeleri Türkiye’nin de gerisinde. Çizdiğimiz bu olumsuz tablo merkezi yönetimlerle daha da derinleşmektedir. Yazan-çizen kesimde ümit verici gelişmeler şüphesiz var, bunların sayısı arttıkça ve enerjilerini doğru zamanda doğru yönde kullandıkları zaman iyiye doğru bir gelişmenin olmaması için bir sebep yok.

—————————–

Kaynak:

www.sabanaliduzgun.com/?wpdmact=process&did=MjUuaG90bGluaw

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen