Türkçe Bozuldu Biz Bozulduk

Dersleri, uygulamaları, örnekleri bir kenara bırakalım ve sonuca bakalım. Herşeyi açıklayacak gördüklerimiz ve yaşadıklarımızdır. Dikkat etmişsinizdir, bizim sanatçılarımız yerli hayatı oynamakta tam manasıyle başarısızdırlar.  Tipler oturmaz, oturuş kalkışlar bir tuhaftır. Hareketler keskindir. Ne kadın kadın gibidir, ne erkek erkek. Köylüyü oynayamazlar, şehirliyi oynayamazlar, hele tarihî sahnelerde gülünç hale gelirler. Sözler ağızlarına yakışmaz, zaten dalga geçtiklerini düşündüren acaip bir abartma ile söyler ve oynarlar. Sebebi, bu anlatmaya çalıştığımız yetişme şartlarıdır.

*****

A. Yağmur TUNALI

Türkiye kendine güven ve inanç problemiyle kıvranıyor. Kim olduğumuzla ilgili sıkıntılarımız var. Olduğumuz hâli de beğenmiyoruz. Ciddî bir anlama ve arayış da görünmüyor. Kendimizden, bizi biz yapan unsurlardan gizli bir nefretin bizi idare ettiğini görüyorum. Bunun için bolca şikâyetle kendimizi aşındırmakla meşgulüz. Siz buna kimlik bunalımı da diyebilirsiniz.

Hemen her alanda bunu görüyoruz. Kendimizden fersah fersah kaçıyoruz. Bu kendinden kaçış epeyce zamandır bir kader gibi hükmünü sürdürüyor. Son yıllarda daha bir hızlandığını pek çok olay ve olgu gösteriyor. Kimliğinizi tartışmaya ulu orta açarsanız, bu psikolojik çöküşü ve onun yaratacağı boşluğu hazırlamış olursunuz. Boşluk bir türlü dolar. Fakat dolduran siz olmazsınız. Nitekim bizde böyle bir süreç yaşanıyor.

İnsanımız kendini değersiz hissediyor. Hiçbir tedbir alınmadığı için bu konuda devamlı bir düşüş hali yaşanıyor. Süreçler değersizleştirmeyi de tetikliyor. Türkiye’nin en önemli problemi budur. Kimliğini darmadağın eden, tutacak dal bırakmamıştır. O halde olacak bellidir. Bildiğimiz her değer değersizdir ve yerle bir edilmelidir. İşleyen bu psikolojidir.

Düşüncemizin nasıl şekillendiği açık: Bize aid olan değersizdir. Dolayısıyle ona her türlü muamele edilebilir. Dövülebilir, sövülebilir, eğilebilir, bükülebilir bozulabilir, yerden yere vurulabilir. Yine az gelir; çünkü Ödip Kompleksi başka türlü devrededir. Hınçla ezilecek, tekrar tekrar ezildikçe ezilecek, yine tatmin olunmayacaktır. 

Doğrusu pek çok şeye, özellikle güzelim Türkçemin durumuna bakınca durumumuz bana böyle geliyor. Vaziyet ortada. Herşey serbest. Kurallar rafa kalktı. Kötüde ve yanlışta yarış var. Hiçbir kural tanımayanlara en büyük payeleri veriyoruz. En kötü okuyanlar kötülükleriyle ödüllendiriliyorlar ve en muteber spiker oluyorlar. Başını gözünü yara yara konuşanlar iyi sunucu muamelesi görüyorlar. Tiyatroda, sinemada, her çeşit sahnede sevgili dilimin sesini duyamıyorum. Aktör başka türlü yetişiyor ve o da bozuyor. En az bozuyor belki ama bozuyor. Derin yaradır. Konuyu daraltarak ele alalım ve söze tiyatrocularımızla ilgili hususlardan bir kısmını dikkatlere getirerek devam edeyim.

Dilin ölçüsü müzikten gelir

 Türkçe, dünyanın en güzel dilleri arasında ilk sıralardadır. Uzun asırlar boyu işlenmiş bir dildir. Çok ince ve çok özel bir âhengi vardır. Mûsikîmizden gelir. Bu husus önemlidir. Dilin ses ölçüsünü her zaman ve her yerde müzik tayin eder.

Dil müzikle duyulur ve öğrenilir. Oradan genişleyerek yine seslerle kendi değişmez ses karakterini kurar. Yeni nesiller bu ses karakteriyle yoğrulmuş dilin ahengiyle yetişirler. Evde, okulda, çevrede, kitapta, tiyatroda, sinemada, televizyonda hâsılı hayatın her alanında o dilin sesiyle beraberdirler. Özellikle “sesiyle” dedim,  evet, dil her şeyden önce sestir. Milletin karakteriyle dilinin yapısı ve sesi örtüşür. O seste bütün bir tarih uğuldar. O bizim damgamız, aziz mirasımızdır.

Günlük yaşayış içinde tabii olarak bu sesi duyar ve duyururuz. Öyle olması lazım gelir. Aksi düşünülemez. Belli sınırlar içinde bozulmalar olur. Bir kısım değişmeler yaşanır, kaçınılmazdır. Bunlar, esası değiştirmez. Köklü tercih değişikliği müzik sanatındadır. Dildeki değişme, müziktekinden yavaş ve zordur. Dil ve müzik arasında sadece bir ses ilişkisi olmaktan öte bu tür karakter benzerlikleri de görülür.

Önce ses duyarız

Bu bakımdan doğduğumuz kültür çevresi içinde dinlediğimiz müzik, telaffuzumuzda birinci dereceden etkilidir. Çünkü kurduğumuz her cümlede, tonlama ve ses değerlerinde ölçü mûsikîden gelir ve müzik zevkimiz dil zevkimizi değilse de dildeki ses tartım değerini hemen hemen gösterir.

Daha kolay anlaşılır bir durumdan hareket edelim: Çok geniş bir kelime hazinemiz olabilir. Dili bütün teknik taraflarıyla bilebiliriz. Üstad seviyesinde olabiliriz. Düzgün konuşabiliriz, fakat güzel konuşamayabiliriz. Dinleyene o duyguyu veremeyebiliriz. O durumda ilk düşünülecek husus iyi ve güzel Türkçe duyarak yetişmemiş olmaktır. Orada bakılacak husus da müziktir.

Müzik, sesleri tartarak söylemeyi sağlar. Kelimeler, cümle haline gelirken birbiriyle sesle bağlanır. Her hece, her kelime, kelime grupları ve bütünüyle cümle, kastedilen manayı ses dizisi halinde duyurur. Yani, konuşma da bir müzikal parçadır.  Seslerin değeri tamamsa, orada bir ahenk duyulur. Ritmi vardır. Uzun asırlar içinde ritmi oluşturan da bu ses değeridir. Müzikal ölçülerle bakıldığında, hem ses, hem de anlam bu şekilde yerleşir, iyi, güzel ve mükemmelliğe göre derece derece algılanır. Mesaj çok yönlü bir bütünlükle muhataba ulaşır. 

Yalnız Batı Müziğiyle Türk sanatçısı yetişmez

Dilde müzik bu kadar önemlidir. O halde, tiyatrocularımızın batı müziğiyle yetişmelerinde bu bakımdan bazı problemli hususları tesbit etmek lazımdır. Vardığımız, gördüğümüz, bildiğimiz sonucu hemen söyleyelim: Türk müziğiyle eşleşmemiş batı tekniği, Türkçe’ye uyarlanmamış batı müziği dilimizi kesin şekilde bozar. Yaşadığımız büyük ölçüde budur.

Hazır bulduğumuz bir teknikle ses ve şan öğrenmemizde elbette mahzur yoktur. Yanlışlık, söylediğimiz iki husustadır. Birincisi o tekniğin Türkçeye batı dilleri gibi uygulanmasından kaynaklanıyor. İkincisi Türk dilini şekillendiren seslerin, yani müziğin o sistemden farklı bir kulvarda geliştiğini bilmemekten veya bilmezlikten gelmekten doğuyor. Kullanacaksak bu ses sistemini de bilerek kullanacağız.

Bizim sanatçılarımız, batı şan tekniğiyle yetişince, Türkçenin ses incelikleri kayıyor. Batı müziği sanatçılarının Türk Müziği söylemelerine benzer bir icra çıkıyor. Kısa yoldan söyleyeyim: Vurgular başa geliyor, dilin vurgu ve sistemi tamamen bozuluyor.  Bu hususu bir başka yazıda genişçe açacağım.

Vurgu kayması yanında bir ses özelliği daha belirgin hale geliyor:  Koma sesleri de basamıyorlar. Bizde ve bazı orta şark milletlerinde yarım sesten daha küçük, değişken ses değerleri vardır. Müzikte koma denen sesler bunlardır.  Batılılar onu falso olarak duyarlar, kulakları alışmamıştır.  Bizim içinse bir inceliktir. Her kulağın duyamayacağı bir incelik. İşte tiyatrocularımızda bu incelik kayboluyor. Köşeli eser okumak gibi bir hale düşüyor, Türkçeyi köşeli ve tabii sert seslendiriyorlar. Müziğimizin genel ses sistemi ve karakteri zaten dikkate alınmıyor. Türkçenin o müziği yaratan ve o müzikle ölçülen bir dil olduğu gerçeği unutuluyor.

Tiyatro hayattan bir kesit

“Unutuluyor” yerine, “unutturuluyor” demem lazımdı. Çünkü biraz anlattığım eğitim öğretim sistemi yeni baştan insan inşa etmek ilkesiyle kurulmuştu. Dilde bunun nasıl yapılacağı zor bir meseleydi. Çünkü, dil o muazzam kültürle beraber işlenmişti. Büyük engel buydu.  Birkaç örnek daha verirsem sanırım daha rahat anlaşılacaktır.

Konservatuarlarımızda sanatçılarımızın nasıl yetiştiğine dair çok yaygın örnekler anlatılır. Öğrencilerin hayali ve dikkati önemlidir. Gözlem önemlidir. Gördüğünü almak ve taklid edebilmek, daha ilerisi onu inandırıcı ve çok tabii yaşayabilmek ve yaşatabilmek önemlidir. Bunun için pek çok metodlar geliştirilmiştir. Her zaman hayattan alınmış örnekler üzerinden giderler. Mesela en meşhur kitaplardan biri Stanislavski’nin Bir Aktör Hazırlanıyor’una bakarsanız bunu görürsünüz. Ele alınan her zaman insan ve hayattır. Çünkü tiyatro, hayatlar kuran, hayat ve insan durumlarını gören-gösteren, derinlemesine bakışlar veren bir sanattır.

Her ülkenin sanatçısı öncelikle kendi insanını ve hayatını oynamayı öğrenir. Bunun için kendi kültürünü ve yaşayışını bilmesi gerekir. Derinlemesine bilmesi beklenir. İnsanı ve hayatı her yönüyle inceleyen bir dikkati edinmesi esastır. Bizim uygulamamızda bunun pek de öyle olmadığını biliyoruz. Bizde, yerli kültüre, yerli yaşayışa mesafeli bir tiyatro eğitim-öğretimi vardır. Çetrefil bir durumdur ve anlaşılması zor bir tercihtir.

O kültürde kilise bilinir

Bir örneği nakledersem, diyeceklerimi daha rahat anlatmış olacağım: Aktör Münir Canar’ın babası rahmetli Salih Canar konservaturda hocadır. Öğrenciye kısa konular verip nasıl oynayacağını görmek ister. Oyuncu yetiştirmede çok yapılan bir uygulamadır. Bir kızı çağırır,” Kızım” der, “Bir camiye girecek ve dua edeceksin!”. Kız hayali kapıyı açar, içeri girer ve iki elini göğüs hizasında kavuşturur, başını öne eğer ve dua eder. Hoca, “Kızım ben sana kiliseye gir de dua et demedim!” der. Kız, herşeyi açıklayan karşılığı verir: “Evet hocam camiye girdim”.

Hoca şu sözleri etmek mecburiyetinde kalır. “Arkadaşlar, camiye ayakkabıyla girilmez. Arkadaşınız önce ayakkabısını çıkaracaktı, çıkarmadı. Sonra camide öyle dua edilmez, iki elini göğüs hizasında birleştirerek dua etti. Camide el açarak dua edilir. Yani kısacası arkadaşınız kiliseye girer gibi girdi!”

Salih Canar’ın içi yanarak anlattığı bu durum elbette genellenemez. Her konservatuar öğrencisi bu dua sahnesini bu kadar büyük hatalarla oynamaz. Fakat şunu biliyoruz: Bu bir istisna değildir. Benzer çok örnek vardır. Türk çocuklarından konservatuarda oyuncu yetiştirilmesi, batı kültürü ve yaşayışı üzerindendir.

Napolyon’u oynar, Abdülaziz Han’ı oynayamaz

Dersleri, uygulamaları, örnekleri bir kenara bırakalım ve sonuca bakalım. Herşeyi açıklayacak gördüklerimiz ve yaşadıklarımızdır. Dikkat etmişsinizdir, bizim sanatçılarımız yerli hayatı oynamakta tam manasıyle başarısızdırlar.  Tipler oturmaz, oturuş kalkışlar bir tuhaftır. Hareketler keskindir. Ne kadın kadın gibidir, ne erkek erkek. Köylüyü oynayamazlar, şehirliyi oynayamazlar, hele tarihî sahnelerde gülünç hale gelirler. Sözler ağızlarına yakışmaz, zaten dalga geçtiklerini düşündüren acaip bir abartma ile söyler ve oynarlar. Sebebi, bu anlatmaya çalıştığımız yetişme şartlarıdır.

Yeşilçam alaylıları ve Şehir Tiyatroları çıkışlılar ile diğer alaylılar böyle değildir. Hiç olmazsa yerli hayatı, sokağı, mahalleyi, kahveyi, camiyi, meyhaneyi bilirler. Konservatuar çıkışlılar, bir Fransızı, Almanı, İngilizi, köylüsü, şehirlisiyle modern veya tarihî tipleriyle tam onlar gibi oynarlar. Sırıtmaz. Çünkü o tarihi, edebiyatı, hayatı yaşatan örnekleri hazmetmişlerdir. Bu bizim çocuklarımız, bizi oynamaları gerektiğinde birden acemileşiverirler. Kral Lear oynayana, Mete Han oyna deseniz nasıl oynayacağını bilemez. Bir papazı gayet güzel oynayana, bir imamı oynatsanız bocalar. Bir çiftçi oynatsanız, bizim toprağı bilmediği için bildiği örneklere göre canlandırır, o da uymaz. Bunca yıldır devam eden tarihî diziler bile bu acemiliği, bu anlaşılmaz yapmacıklığı önleyemedi.

Büsbütün o oyunculara suç bulmak da doğru değil. Biz kültürümüzü, yaşayışımızı bilmiyoruz. Şiirde, romanda, tiyatroda işlemedik ki görüp o örneklere göre oynasınlar. Esas sebep, kendimizi tanımamamız, yeterince bilmememizdir. Bilmek istememiz de diyebilirsiniz. Çünkü, bizi yanlış bilmek veya yanlış oynamak bu toplumda, özellikle tenkıdçilerde, okumuşlar arasında yadırganmaz. Bilmeye bu bakımdan gerek duymayız. Böyle bir duruma gelmişizdir.

Kendimizi bilmemek meziyet kabul edildi. Dahasını söylemek de mümkün: Bildiklerimizi de yasakladığımız zamanlar yaşadık. Şimdi bu durumdaki oyuncuların güzel Türkçe söylemesini nasıl beklersiniz?

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen