Güzel Türkçemizi nasıl çirkinleştiriyorlar?

Bir zamanlar ortaokullara ve liselere “ahlâk” dersleri konulmuştu. Lise öğrencilerinden biri, bir kitapçıya gidip bu dersin kitabını satın almak için kitapçıya şu soruyu yöneltiyor: Sizde ahlâk var mı? Kitapçının nasıl bir cevap verdiğini mi merak ediyorsunuz? Boşuna beklemeyin, söylemeyeceğim. Söylersem ben de ahlâk kurallarına aykırı hareket etmiş olurum.

*****

Dursun GÜRLEK

Bir gazetenin Kültür-Sanat sayfasında Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın demecini görünce haberi dikkatli bir gözle okudum. Bozuk Türkçe’den şikâyet eden hoca, örnek olarak şöyle bir cümleyle dikkati çekiyor: “Bir televizyon spikeri kızcağız, ‘başkan’ diyemiyor ‘başgan’ diyor.” Hoca doğru söylüyor. Güzel Türkçemizi, gerek telaffuz hatalarıyla, gerekse kelimeleri yanlış kullanmak suretiyle çirkinleştiriyoruz.

Bozuk Türkçeyle konuşanlar sadece spikerler değil, bir kısım imamları, hatipleri, öğretmenleri, hatta köşe yazarlarını da bu gruba dâhil edebiliriz. Bendeniz de İlber Hoca gibi, kulaklarımı tırmalayan, gözlerimi rahatsız eden yanlış Türkçeden müştekiyim. Bu konuda hayli şikâyetname yazdıysam da neticede bir şeyin değişmediğini gördüm ve “Varâk-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler” diyerek kendimi teselli etmeye çalıştım. Bir gün, emekli bir öğretmen arkadaşımla yolda giderken o arkadaş aniden durdu, “şurdan bir gaste alayım da ohuruh” dedi. Hem de sözüm ona, bir öğretmenin tek cümlede bütün kelimeleri yanlış telaffuz etme maharetine (!) şahit olunca fena halde şaşırdım.

Bu konuda o kadar fazla örnek var ki, hepsini sıralamak için ayrıca bir kitap yazmak gerekiyor. Yine de birkaç misal vereyim:

Sık sık duyduğumuz “asgari ücret” sözünü “askeri ücret” diye telaffuz edenlerin sayısı hiç de az değil. Doğrudan doğruya anlamına gelen ve aslı Fransızca olan “direkt” kelimesiyle “direk” sözü de – ne yazık ki – sık sık karıştırılıyor. Bir köşe yazarımızın makalesinde “Üstad Sezai Karakoç’un bütün kitaplarında direk veya dolaylı medeniyetimizi bulabilirsiniz” cümlesiyle karşılaşınca, onun yazılarını bir daha okumama kararı aldım.

Köşe yazarlarımızdan birçoğu Osmanlı Türkçesine vâkıf olmadıkları için telaffuz itibariyle birbirine çok benzeyen kelimeleri de -maalesef- karıştırıyorlar. Bir gün, bir gazetede ünlü bir köşe yazarının şöyle bir cümlesine rastladım. (Bunu “rasladım” diye yazanlar da var). “Başbakanın mahiyetindekilere bakınca…” Görüldüğü gibi bu cümlede de “maiyet” yerine yanlış olarak “mahiyet” kelimesi kullanılmış.

Bir misal daha vereyim:

22 Ağustos 2015 tarihli Hürriyet gazetesinde “Yeğene Yapılan Saldırıyı Lanetlemeli miyiz?” başlıyığla bir yazı yayımlayan Ertuğrul Özkök, şöyle bir cümle kullanıyor: “İçinizde nefret duygusu yoksa… ‘kininin davasını süren’ bir neslin ahvadından değilseniz eğer…” Bu cümledeki ahvad kelimesi de yanlış olup, doğrusu “ahfad”dır. Tekili “hafid” olan bu kelimenin anlamı da torunlar demektir.

Diğer bir köşe yazarının ise, yine bir gazetede şöyle bir cümlesiyle karşılaştım: “Niğde Bor’da meftun büyük mutasavvıf, şair, şeyh Kuddusi Baba diyor ki…” Ben de diyorum ki, burada geçen “meftun” sözü de yanlıştır, doğrusu ise “medfun”dur. Bakınız Rıza Tevfik Bölükbaşı, aynı kelimeyi, bir dörtlüğünde doğru olarak nasıl kullanıyor:

Ezelden beridir o hücrâ yere

Ninniler söylermiş bir serin dere

Sırrını bana da açtı meşcere

Gençliğim orada medfundur sandım

Yine yukarıdaki cümlede geçen “meftun” kelimesi ise, çekici, gönül alıcı, cezbedici anlamında kullanılmaktadır. Şair Gedayi diyor ki:

Beni meftun etti gözler süzerek

Aslın Hurimidir ey nesl-i melek

Bir de kalıplaşmış bazı sözlerin yanlış telaffuz edildiğine şahit oluyoruz. Mesela tarifin tarifi diyebileceğimiz “Efradını câmi, ağyarını mâni” sözü ile “sukût-u hayal”i buna iki örnek gösterebiliriz. Daha geçen gün, yeni yetme bir köşe yazarının bu cümleyi “etrafını câmi” diye yazdığını görünce pek de şaşırmadım. Ne yazık ki, bir başyazarımız da bu cümleyi “Efradına câmi, ağyârına mâni” diye yanlış yazmakta ısrar ediyor.

“Sukût-u hayal” e gelince, iki kelimeden oluşan bu sözü de yanlış söyleyenlerin sayısı o kadar fazla ki, saymakla bitmez. Maalesef okur-yazar takımı bile, hayal kırıklığı, hayal düşüşü anlamına gelen “sukût-u hayal”i, “sükut-u hayal” şeklinde telaffuz ederek yanlış yapıyorlar. “Sükut” susmak demektir, “sukût” ise, düşmekle ilgilidir. İsterseniz şöyle toparlayayım: Sükut etmeleri gereken kimselerin, susmayı bilmemeleri, çene çalmaya devam etmeleri, muhataplarını sukût-u hayale uğratıyor. Burada geçen “muhatap” kelimesini “muhattap” diye yanlış kullananların sayısı da gittikçe artıyor.

Bir de dikkatsizlikten veya cehaletten dolayı isimleri eksik yahut yanlış yazanlar, yanlış söyleyenler var ki, bunlar da tabii ki dinleyiciyi yahut okuyucuyu rahatsız ediyor.

Aşağıdaki cümle bir köşe yazarına ait:

“Yeri gelmişken şunu da söyleyelim. Yunus Emre denilince iki tarihçi/mütefekkirin kadrini bilmeliyiz. Birincisi M. Fuat Köprülü, diğeri Abdülkadir Gölpınarlı’dır.”

Burada geçen “Abdülkadir Gölpınarlı” yanlış olup, doğrusu “Abdülbaki Gölpınarlı”dır. Eskiler böyle alelacele yazılmış yazılar için “ceffel-kalem” ifadesini kullanırlardı diyeceğim ama bunu da “cetvel kalem” anlarlar diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Uzağa gitmeye ne hacet, adım Dursun olduğu halde bana “Durmuş” diye seslenen dostlarım (!) bile var. Ayrıca Haluk Dursun Bey, Davut Dursun Bey nasılsınız diye hal hatır soranlara da rastlıyorum. Ne diyelim?

Bir de konuşurken, soru yöneltirken cümleleri iyice kısaltan, tamamen kuşa çeviren tipler var ki onlar da Türkçeyi bir başka açıdan çirkinleştiriyorlar.

Bir gün, bizim evin önünden geçen ve Kadıköy’e giden minibüslerden birine bindim. Göztepe Köprüsünü geçip biraz daha ilerleyince şoför, yolculara sordu: Medeniyet var mı? Tabii ki böyle bir soru tuhafıma gitti. Camdan dışarıya bakınca Medeniyet Üniversitesi’nin önüne doğru yaklaştığımızı fark ettim. Şoför, “Medeniyet Üniversitesi’nde inecek var mı?” sorusunu uzun bulmuş olmalı ki, böyle kısa, fakat kulağa nâhoş gelen bir soru yöneltme ihtiyacını duymuş.

Böyle kısa, lakin anlamsız cümlelerle konuşmak, soru sormak, özellikle son zamanlarda moda haline geldi. Gülünç manzaraların ortaya çıkmasına vesile olan bu “garip sözler”e -müsaadenizle- iki örnek vermek istiyorum:

Bir zamanlar ortaokullara ve liselere “ahlâk” dersleri konulmuştu. Lise öğrencilerinden biri, bir kitapçıya gidip bu dersin kitabını satın almak için kitapçıya şu soruyu yöneltiyor: Sizde ahlâk var mı? Kitapçının nasıl bir cevap verdiğini mi merak ediyorsunuz? Boşuna beklemeyin, söylemeyeceğim. Söylersem ben de ahlâk kurallarına aykırı hareket etmiş olurum.

Tek parti döneminin ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in kaleme aldığı felsefe ve mantık kitapları da -bilindiği gibi- bir ara okullarda okutuldu. Hasan Âli Yücel, İstanbul’a geldiği zaman muhakkak Sahaflar Çarşısı’na uğrar, arkadaşı Nizameddin Bey’i dükkânında ziyaret ederdi. Yine böyle bir ziyaret esnasında dükkâna bir lise talebesi gelip kitapçıya şu soruyu yöneltiyor: Hasan Âli Yücel’in mantığı var mı? Nizameddin Bey, köşede oturan ve elindeki kitabın sayfalarını çevirmekle meşgul olan Hasan Âli Yücel’i işaret ederek bak, kendisi burada. Mantığı olup olmadığını kendisine sor, cevabını veriyor. Delikanlı, kim bilir nasıl bozulmuştur.

———————————————

Kaynak:

https://www.yenisafak.com/yazarlar/dursungurlek/guzel-turkcemizi-nasil-cirkinlestiriyorlar-2049332

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen