Ülkücü Hareketin Analitik Yakın Tarihi

 

 

Prof. Dr. A. Baran DURAL[1]

Kökenleri Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sürecinde, önce bu çöküşü durdurabilmek eğer mümkün değilse, Türklere özgü bir ulus- devlet oluşturabilme çaresi önerebilme çabalarının gözlendiği Türk Ocaklarına ve tarihe “Türklerin partisi” olarak çıkan İttihat Terakki’ye kadar dayandırılabilecek olan Türk Milliyetçiliği Hareketi, kendi içinde çeşitli başlıklara ayrılabilir. Türkçülüğün, Türk kimliğinin, birarada özgürce yaşayabilmenin formüllerinin tartışıldığı, Osmanlı’nın son günleri, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim’in ilk yıllarını içeren süreçte, devlete hayli eklemlenmiş biçimde davranan Türk Milliyetçiliği, İttihat Terakki dönemi haricinde salt siyasal bir hareket olmaktan öte, devleti destekleyen kültürel bir mücadele biçimi olarak örgütlenmiştir. Bu tutumuyla bir anlamda Gramsci’nin, “organik aydın”  tanımına uygun hareket eden Türk milliyetçileri, devlet tarafından daha çok dergilerde, üniversitelerde ve alt-orta düzey memuriyetlerde istihdam edilmişlerdir. Aynı dönemde devrimci CHP’nin, tıpkı İttihat Terakki Partisi gibi tüm “Türklerin ve Türklüğün partisi” olma iddiası, CHP- milliyetçilik ittifakının kuramsal dizgesini oluşturmuştur.

 

Giriş: Turnusol kağıdı 12 Eylül

Ne var ki, 1940’lı yıllarda, özellikle de, II. Dünya Savaşı’nın miğfer devletlerinin mağlubiyetiyle biteceğinin anlaşılmasından sonra, CHP’nin parti olarak önce Batılı değerler bloğu, çok partili dönemin ardından ise kademeli biçimde sola çekilmesiyle, Türk milliyetçiliği adına doldurulması gereken bir siyasal alan açılmıştır. CHP’nin tedrici siyasal dalgalanmasına rağmen, “milliyetçilik inisiyatifi”ni kıskançlıkla sahiplenmesi, 1944 Türkçülük Olayları’nın patlak vermesiyle son bulacaktı. Bu adeta devletin, kendisinden habersiz bir milliyetçiliğe ne denli nefretle yaklaştığının da göstergesiydi. 1944 Türkçülük Olayları ve bu dönem yargılanan düşünürler, dile getirdikleri kuramlarla Türkçü düşüncenin yapıtaşlarını döşerlerken, tarihe ön- milliyetçi (Türkçü) kuramcılar olarak geçtiler. 1960 İhtilali’yle başlayan ve 12 Eylül 1980’e dek varan dönemdeyse Türk milliyetçiliği, siyasal partileşme ve ülkenin sorunlarını çözmeye muktedir bulduğu “9 Işık” başlıklı programla çıktı halkının karşısına. Bir yandan CHP milliyetçiliğinden bağımsız hatta ona rağmen diğer yandan ise sosyalizmle mücadele evresi nedeniyle, devletin “ideolojik yapışık ikizi” gibi serimlenen milliyetçi hareket, Türkiye’nin bağımsızlığı uğruna gösterdiği mücadeleye rağmen, tepkisel (reaksiyoner) hareket niteliğini aşamadığı gibi ideolojik reçetelerini de yeterince netleştiremedi. Genelde Türk milliyetçiliğinin siyasallaştığı, partileştiği evreye denk düşen “Ülkücülük” kavramı, hareketi 12 Eylül öncesi/ sonrası olarak da iki döneme ayırdı.

Bu bağlamda 12 Eylül sonrasında devletle daha mesafeli, teorik önermelere başat önem tanıyan, halka bütünleşmeye özen gösteren bir Ülkücü Hareketle karşılaşır Türk siyasal hayatı. Bu anlamda 1980 öncesi Ülkücü Hareket, “pratiğin teorisini yapan” bir siyasal oluşumken, 12 Eylül’ün ardından “teorinin pratiği”ni gözeten yapılanmaya öncelik tanındı. Bu makalede milliyetçiliğin yukarıda özetlenen farklı dönemlerden biri üzerinde durulacak. Ülkücü Hareketin analitik tarihinden kesitler sunulacak ve çeşitli tartışmalara parmak basılacak bu bölümde, Ülkücü Hareket’in 1980 sonrası konu edilecektir.[2]       

Hapisten çıkan MHP kadroları acilen siyasal yaşama atılmanın gerekliliğini kavramışlardır. 12 Eylül öncesinden hayli farklı bir politika sürecine girilmesi gerçeği tartışılmaksızın kabul edilmekte ama hangi noktalarda revizyona gidileceği kestirilememekteydi. Türkeş, her ne kadar perde gerisinden milliyetçi kadroları yönlendirmeye çalışsa da, bir grup eski MHP’linin Turgut Özal’ın ANAP’ına meylettikleri de gözden kaçmamaktadır. Bu kadrolar yeniden katı- fikir partisine yönelinileceği endişesi duyduklarından, Özal’ın, “kitle partisi”, “dört eğilim” açılımlarına bel bağlamaktadırlar. Artık, “küçük denizde avlanma zamanı” geride kalmış, kitle partileri kanalıyla yönetimde söz sahibi olma şansı doğmuştur. Üstelik Turgut Özal, özellikle teşkilat ve sadakat hususlarında, MHP’lilere güvenmekte, parti-çekirdeğini liberal- ülkücü kesimlerden oluşturmayı seçmiştir. Kitle partisi içinde hızla yükselip, iktidarı içeriden fethetme ihtimali, çoğu milliyetçi önderce sempatik karşılanmaktadır. Siyasi yasaklı Türkeş ve arkadaşlarının akıbetleri ise başlı başına muammadır. Zira herkes Türkeş’in başını çekmeyeceği bir hareketin, yeterli taban bulamayacağına kesin gözüyle bakmaktadır.

Öte yandan Türkeş’in etrafında partileşmeyi tartışan ülkücü kadrolar da genel ilkeleri saptamak amacıyla Dedeman Oteli’nde toplantılar düzenlemekteydiler. Toplantıya katılanların dile getirdikleri fikirler, bir süredir milliyetçi kamuoyunda tartışılanlardan pek farklı değildi. Beklendiği üzere ortaya üç görüş atılıyor, bazı ağır toplar hızla partileşilmesini önerirlerken ANAP’ta gönlü olanlar, “Büyük denizde boğulalım veya büyük denizi fethedelim” kanaatini öne sürüyor, Türkeş’in gelinen noktada partilerüstü kalmasını savunuyorlardı. Bu kesim eğer istenirse bir vakıf veya dernek kurulmasını, Türkeş’in bu oluşumda yer alarak, “Bir bilen” pozisyonu üstlenmesini teklif ediyordu. Müftüoğlu, ilk Dedeman toplantısındaki gergin atmosferi, “Ahmet Hamdi Ayan, Selahattin Baysal ve bir kısım arkadaşları ANAP’tan yana fikir beyan ettiler. Muharrem Şemsek ve arkadaşları da partileşmeden yana fikir beyan ettiler. Mahir Damatlar, Hasan Çağlayan da partileşmeden yana tavır koydular. Ocak kökenliler partileşmeden yana idiler. Herkes Devlet Bahçeli’nin ne söyleyeceğini merak ediyordu. Devlet Bahçeli de partileşmeden yana tavır koyunca ANAP’tan yana olanlar azınlıkta kaldılar ve Ülkücü Hareket ilk kapsamlı başkaldırıyı bu şekilde perçinlemiş oldu” şeklinde aktarıyordu. Ülkücü Kuruluşlar üzerinde etkin isimlerden Bahçeli, hatırlanacağı gibi MP’ye sıcak bakmıyor ama milliyetçilerin farklı çatıların altına sığınarak politika yapmalarına da içi elvermiyordu. Doğru şartlar oluşunca, Türkeş’in ağırlığı hissedilince partileşmede beis görmeyen Bahçeli, ilk toplantıya damgasını vuran isimlerdendi. Ancak, asıl fırtına beklendiği gibi GİK üyelerinin buluştuğu toplantıda kopacak, Türkeş, toplantının sonlarına doğru soğukkanlılığını yitirerek, partileşme yönünde sert çıkış yapacaktı. Müftüoğlu ve Doğan, ikinci toplantıda gerçekleşenleri, aşağıdaki gibi özetliyorlar:

“Ülkücü Hareketin o dönemdeki genç kuşağı az fire vermişti. Ama ertesi günü yapılan MHP Genel İdare Kurulu toplantısında partililerimiz dökülüvermişti. Genel İdare Kurulu toplantısında bir tek Mehmet Irmak, Başbuğ’un yanında yer alıp partileşmeden yana tavır koymuştu. Geri kalanın hepsi, Sadi Somuncuoğlu, Nevzat Kösoğlu, Yaşar Okuyan hepsi, ‘Bizim mahkememiz halen sürüyor. Siz partiler üstü kalın. Herkes istediği partiye geçsin ama sizinle irtibatı kesmemin, gelsinler elinizi öpsünler, sizden fikir alsınlar’ gibi fikirlerle partileşmeye karşı çıktılar. Başbuğ da o zaman şunları söylüyordu: ‘Arkadaşlar ben size fikrinizi artık sormuyorum. Ben yola koyuldum gidiyorum. Bunu size tebliğ ediyorum. İsteyen benimle gelir, istemeyen gelmez.” (MÜFTÜOĞLU, 2004:11-12) (DOĞAN,2000:157)

 

Ülkücü Hareket partileşiyor: MÇP dönemi

Doğan- Müftüoğlu’nun görüşlerini onaylamayan Nevzat Kösoğlu’ysa, bizzat Türkeş’in eski arkadaşlarıyla yollarını ayırmak istediğini ileri sürüyor. Hapisten çıkan eski GİK üyeleriyle partileşme konusunu konuşmayan Türkeş’in başta Mehmet Pamak olmak üzere, bazı yeni isimlerle nabız yokladığını, taban oluşturmaya çalıştığını belirtiyor. Eski GİK üyelerinin kısmen yorgun ama inatçı- hırslı olduklarına değinen Kösoğlu, Alparslan Türkeş’in gözaltında tutulurken yoluna yeni genç isimlerle devam etmeyi kafasına koyduğunu söylüyor. (KÖSOĞLU,2008:342-343)Kösoğlu’nun üslubundan bazı GİK üyelerinin Türkeş’in tarzına içerledikleri sonucu çıkıyor.

Bu arada Türkeş’in gözetiminde ilk önce MP (Muhafazakar Parti), ardından 12 Eylül sonrasında ülkücülüğü benimseyen ilk kuşağın kendisini bağlı hissedeceği, MÇP (Milliyetçi Çalıişma Partisi) kurulmuştur. 1987 senesinde MÇP kongrelerle boğuşmuştur. Genel Başkan birkez daha değişmiş, Ali Koç da, “toparlanmaya ilaç” olamamıştır. 19 Nisan 1987’de Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu’nda toplanan parti delegeleri Abdülkerim Doğru’nun Genel Başkanlığa seçilmesini kararlaştırırlar. Doğru, kongrede yaptığı kapanış konuşmasında devletin menfaatlerinin şahıs ve zümre menfaatlerinin üzerinde olduğuna değinerek, milliyetçilerin öncelikle devletin menfaatlerini gözetmeleri gerektiğini savlamıştır. Bu ilk açıklama bile, Türkeş’in kafasında çizdiği yeni imaja ters düşmekte ve eski MHP lideri işin yine başa düştüğünü kavramasına neden olmaktadır. Ayrıca yeni Genel Başkan’ın MSP kökenli olması hatta bu partiden milletvekilliği yapması, “Birtakım tartışmalara sebebiyet vermiştir. MHP’nin temelini oluşturan milliyetçilik fikri din ile bir çatışma hâlinde kesinlikle olmamasına rağmen, ‘Din’ karşısında ‘Milliyetçilik’in ikinci plana düştüğü yorumları yapılmıştır.” (ÜLKÜ OCAKLARI, 2011) (HAFTAYA BAKIŞ,1997)

6 Eylül 1987’de eski liderlere getirilen siyaset yasağının devamına ilişkin referandum, Özal ve askeri elitlerin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Türkeş, yeniden siyaset yapabilme hakkına kavuşmuş, “durumdan vazife çıkaran” MÇP yönetimi de hemen kongre kararı almıştır. 4 Ekim 1987’deki kongrede MÇP’ye kaydını yaptıran Alparslan Türkeş, 210 delegenin tamamının oylarını alarak Genel Başkanlık koltuğuna oturmuştur. Türkeş’in kadrolarını “çalan-sahiplenen” Özal’la atışması da, adı geçen kongreyle başlar. MÇP lideri, ANAP’a gidenleri suçlayarak, Türk milliyetçilerinin gerçek adreslerinin yalnızca MÇP safları olduğunu öne sürer.

29 Kasım 1987’de MÇP oyların yüzde 2.93’ini alır. 12 Eylül öncesinin yüzde 6-7’lik oy oranının çok altında seyreden seçim sonuçları, MÇP’nin parti olarak yoluna devam edeceğini ortaya koymasına karşın, tabanda büyük moral kırıklığına sebep olmuştur. Türkeş, yüzde 4 civarındaki kayıp oyların tamamına yakınını ANAP’a kaptırdığının bilincindedir. MÇP’nin yeni misyonlarından birisi de artık ANAP ile mücadeledir. MÇP, 1987 seçimlerinde istisnasız tüm illerde, 12 Eylül öncesine oranla hayli gerilemiştir. Orta Anadolu’dan gelen oylar ümit-var olsa bile, “MHP kalelerinin ANAP’a kaptırılması” olacak iş değildir. Yüzde 10 barajı, partinin işlerini baltalayan etkin faktörlerdendi. Seçmen kitleleri ANAP’ın iktidar yine kazanacağından emin olduklarından, yeni kurulmuş bir partiye oy vermeye yanaşmamış, “güçlü” “güçsüzün” oylarını adeta parsellemiştir.

Türkeş’le MÇP yönetimi tehlikenin farkındaydı. Dolayısıyla MÇP elindeki tüm imkanlarla 1987 seçimleri ardından ANAP’a yüklenmeyi, hatta ANAP’ta politika yapmayı benimseyen kimi milliyetçi isimlere, “hain”lik suçlaması yöneltmeyi temel politika olarak benimsemişti. Aslına bakılırsa Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Zira 1987 seçimlerinden çok önce ANAP- Türkeş kapışması, eski MHP liderinin hapisten çıkıp, Oran’daki evinde, “Geçmiş olsun” ziyaretlerini kabul ettiği günlerde patlak vermişti. Pekçok MHP kökenli ismin Türkeş’i evinde ziyaret edip, bağlılıklarını bildirmelerine içerleyen Özal, Yaşar Okuyan’ı devreye sokarak, Türkeş’in darbecilerin tepkisini çektiğini, Oran’ın buluşma noktası ve/veya siyasal mahfil haline dönüşmesi durumunda, milliyetçi önderin tekrar hapiste “misafir edilebileceği” mesajını iletmişti. Türkeş’e, “zoraki Antalya tatili” öneren Özal, Türkeş’in öneriye uymasını memnunlukla karşılamıştı.

Fakat ANAP lideri, partisinde teşkilatlanma- propaganda faaliyetlerini yüklenen milliyetçileri Türkeş’e kaptırmaktan çekiniyor, kamuoyunda her fırsatta Türkeş’in eski önemini kaybettiğine dair imaj oluşturmaya çalışıyordu. İşte Türkeş- Özal’ın Antalya görüşmesi, bu siyasal ortamda gerçekleşecek ve Özal kendisini nezaketen selamlamak isteyen Türkeş’e kafasını çevirerek yanıt verecekti. Türkeş ise “zorunlu tatil”den Ankara’ya döner dönmez yüksek sesle ANAP’ı eleştirmeye koyulacaktı. (YANARDAĞ,2002:358-359) MÇP dururken ANAP- DYP tipi “piyasa partileri”nde siyasal ikbal arayan milliyetçileri; davaya, liderlerine, !2 Eylül öncesi toprağa düşmüş gönüldaşlarına vefasızlık etmekle suçlayan Türkeş (TEKİN, 2000:279), o yıllarda, kitle partisinde mücadele fikrini benimsemediğini şöyle dillendirecekti:

“Ben o şekilde politika gütseydim, 1965’te CKMP’de bulunmaz, Adalet Partisi’ne geçerdim. O zaman da, ‘Milliyetçiler bugün AP’dedir. Prof. Osman Turan, Sadettin Bilgiç, Faruk Sükan, vs. buradadır’ diye isimler sayıyorlardı. Biz de ona karşılık, ‘Türk milliyetçilerinin siyasal aksiyon olarak iktidara getirmek mecburiyetindeyiz’ dedik. Eğer bugün de aynı şekilde düşünürsek, MÇP küçüktür gelişmez, ANAP var, DYP var dersek, yeni kadrolar yetişmez, idealistlik ortadan kalkar, idealimiz ölür.” (DURSUN, 1997)

 

Ülkücü mafya meselesi 

Aynı dönemde ülkücüleri bekleyen bir diğer sorun da “ülkücü mafya” olgusuydu. Aslında Türkeş, partisi mafyozlaşma iddialarıyla suçlanmasaydı, MÇP hareketini daha kısa zamanda ve çabuk toparlayabilirdi. Ne var ki, genelde seçimlerin hemen öncesinde patlak veren mafya iddiaları, seçim mağlubiyetinden sonra dozajı artarak sürmekteydi. Partinin beklediği sıralamadan çok alt bir yerde konumlandırılması MÇP’nin, mafyadan gelen paralarla ayakta kaldığı yorumlarının dillendirilmesiyle boyut kazandı. MÇP önderliği partilerinin mafyadan uzak olduğunu ileri sürüyor ama meramlarını anlatamıyorlardı. Ne de olsa yakalanan suçlular, “sarkık bıyıklarıyla” dikkat çekmekle kalmıyor, emniyet güçlerinden işkence görmemek için anında, “milliyetçilik kılıfına sarılıyorlardı.” “Ben ülkücüyüm” diyen suçluların çoğalması, MHP yönetimini fazlasıyla köşeye sıkıştırıyordu. Zira “Ben ülkücüyüm”e verilebilecek yegane yanıt, “Bu şahsın partimizle ilişkisi yoktur, kendisi provokatördür” kabilinden bir cevaptı ki, bu savunma mekanizması da, “Ülkücülerin suça eğilimli kişiler olduğuna çoktan karar veren” medya kuruluşlarının duvarlarına çarpıp, erimektedir.

Kimi yeni “babalar”sa siyasal geçmişlerini ranta dönüştürmek heveslisiydiler. MÇP yönetimi mafyaya bulaşmış ve hareketin ismi üzerinden servet kazanan bu kişileri deşifre ederek ya da onları dışlayarak, sorundan kurtulmaya çalışıyordu. Geleneksel babalar her fırsatta kendilerinin siyasal problemlere bulaşmadıklarını açıklayarak, yeni “babaları” hedef alıyor, ihtilaldan sonra konu bulma sıkıntısı çeken basın, “ülkücü baba” haberlerini manşetlerine taşıyordu.

Gelişen zaman süreci ekseninde MÇP yönetimi, “mafya iddialarıyla” somut-aktif mücadeleye girme vaktinin geldiğini kavradı. MÇP yönetimi- ülkücü basın kuruluşlarını hızlı hareket etmeye itti. Ahmet Arslan Yeni Düşümce’de, Orhan Alptekin imzasıyla, “ülkücü mafya suçlamaları”nın temelsizliğini, aşağıdaki gibi ortaya koymayı denemiştir: “Türkiye’de insanların siyasi kimlikleri sadece ülkücüler söz konusu olduğu zaman mı hatırlanıyor? Bugün ANAP’TA Dev-Genç yöneticiliğinden, MHP teorisyenliğine kadar varan bir geçmişe sahip olanların mazileri neden hatırlanmıyor? Siz bu ülkede, ‘eski CHP’li’, ‘eski AP’li’ gibi kavramlara hiç rastladınız mı? Yoktur. Sadece ‘eski MHP’li’ vardır. Ahlaksızlığın, saldırganlığın ve namussuzluğun ideolojisi yoktur. Asıl, bu davranışları siyasi bir kılıfa soktuğunuzda bu davranışların sahiplerini ödüllendirmiş oluruz.” (ALPTEKİN,1990:1)

Yukarıdaki söylem MÇP yönetimince aynen benimsendi. Zaten Türkeş de, suçlunun ideolojisi olamayacağını, suç işleyenin adı üzerinde, “suçlu” sayılması gerektiğine inanıyordu. Medya işi o denli abartmıştı ki, mesele çığırından çıkmış, mafya olgusunu aşmıştı. Gazetelerin üçüncü saylarında yayımlanan adi cinayet ve hırsızlık zannıyla gözlem altına alınan kişiler bile, “Ülkücü Baba Çocuğunu Doğradı”, “İşte Ülkücü Dayakçı Koca” başlıklarla kamuoyuna duyurulur hale gelmişti. Hiç kuşkusuz MÇP, “Katilin, dayakçının sağcısı solcusu, AP’lisi, ANAP’lısı olamaz” derken haklıydı. Mafya örgütlenmesine girişmek ithamıyla yakalanan bazı isimlerin, 12 Eylül’den sonra ANAP veya DYP’ye parasal yardımda bulundukları ortaya çıkınca, MÇP yönetimi, nihayet, derin bir soluk aldı.

 

MÇP’nin temel fikirleri

MÇP lideri Türkeş, 1987 seçim mağlubiyetini, “hareketin mevcut potansiyelini algılama” imkanına sahip olduğu gerekçesiyle pek mühimsemiyordu ama kamuoyunun kendisine, beklediğinden az ilgi gösterdiği de bir gerçekti. 700 bin seçmeni mühimseyen MÇP Genel Başkanı, hem hareketi daha kitleselleştirmek hem de dağılan tabanı tekrar toparlama gayesiyle, parti-içi eğitime ağırlık veriyordu. Eğer 700 bin kişilik bir “kemik” sağlanırsa, partinin oyları, tıpkı 12 Eylül öncesinde olduğu gibi; hızla artardı. İlk hedef 12 Eylül öncesi potansiyelin ANAP’tan geri alınması ya da yeni gençlik içinden toparlanmasıydı. Daha sonra parti yavaş yavaş kitlelere açılacak, geçiş dönemi en az zararla atlatılıp, geniş yığınlara seslenilecekti. İttihat kısmen sağlanmıştı, Böylelikle, “terakki” esasına da bağlı kalınabilecekti.

Alparslan Türkeş, dış politika mücadelesinin sadece Dışişleri ve elçilikler vasıtasıyla yürütülemeyeceğine inanıyordu. Dünyada yeni geçer akçe lobicilikti ve Türkiye maalesef lobicilik faaliyetlerinde, kendisinden çok daha az nüfuslu, ekonomik potansiyelli ülkelerin bile gerisine düşmüştü. Türkiye’nin konumunu ABD-SSCB uzamındaki denge değişikliklerini izleyerek gözden geçirmesini öneren MÇP lideri, Dışişleri’nin dünya çapında yeni örgütlenmeye giderek, Türk lobilerinin uyandırmasını önerir. Eski arşivlerin iyice tarandıktan sonra bulgularla birleştirilmesini talep eden MÇP liderine göre bu belgeler, iç- dış basının ilgisine sunularak, her alanda Türk tezleri desteklenmeli, ABD ve AT ülkeleri nezrinde lobiler aktif kılınmalıdır.(TÜRKEŞ,1990:5-6)

O yıllarda eski idam cezalarının TBMM’den geçirilerek, terör örgütlerine gözdağı verme metodu, politik- medyatik mahfillerde tartışılmaktaydı. Türkeş, “sapla samanın” ayrılmasını isteyerek, eski suçluları cezalandırmakla, yeniden ve farklı kulvarlarda biçimlenen terör olaylarının önünün alınamayacağını vurgular. Eski cezaların infazı halinde, toplumda büsbütün kutuplaşma yaşanacağını öne süren Alparslan Türkeş, istihbarat birimlerine duyduğu güvensizliğin altını çizerek, devlette güvenlik uzamında yeniden yapılanmanın ehemmiyetini vurgular. Aynı süreç, MÇP-MHP çizgisinin temel politikalarını oturttuğu, sabitlediği yılları da imler. Kürt sorunu- Kürt milliyetçiliğinin yükselmesiyle beraber uyanışa geçen MÇP yavaş yavaş söylemini, PKK- terör karşıtı birlikçi politikalara odaklar. Her milliyetçi akım gibi Türk milliyetçiliği de kendisini, “Ben-öteki diyalektiği” bağlamında düzenlediğinde, MÇP’nin adı geçen süreçte, PKK terörünü direk hedef alması yadırganmamalıdır. Ne var ki, MÇP sözcüleri bazı noktalarda ipin ucunu kaçırıp, PKK ile Kürtleri aynı kefede değerlendirmek gibi vahim hatalara düşmekten kurtulamayacaklardı. Verili bölgedeki Kürtlerin sorunlarına inmek, fazla siyasallaşmadan Kürt sorunuyla yüzleşilmesi yerine, bir ara işin ucu; 800 bin kişilik Ahıska Türkleri’nin, topraksız yoksul orman köylülerinin; 100’er bin kişilik gruplar halinde, Güneydoğu Anadolu bölgesindeki, “sorunlu alanlara” yerleştirilmesine kadar vardırıldı. Devlet eliyle bölge genelinde zorunlu asimilasyona gidilmesi, teröre bulaşmış kişilerin ailelerinin de soruşturulmasını önermek, MÇP yönetiminin getirdiği “heyecanlı- yetersiz” çözümler arasındaydı. (BORA-CAN,2000) Kürt sorununu kademeli biçimde parti politikalarının merkezine kaydıran Türkeş ise, 1991 seçimlerinden önce partisine, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Meseleleri ve MÇP” başlıklı raporu hazırlatmıştı. Adı geçen raporun sonuç bölümlerinde, dile getirilen, ilginç görüşler aşağıda özetlendiği gibidir.

“Güneydoğu Anadolu bölgemizde yaşayan insanlarımıza Kürt kimliğini yakıştırmak hem tarihi hem de sosyolojik olarak mümkün değildir. Tarihin hiçbir sayfasında hudutları belirtilmiş olarak ayrı bir devlet halinde ve bir ülke üzerinde yaşadıklarına tesadüf edilmemiştir. Esasen Türk milletine mensup bu uyruğun, daima Türk milletinin bulunduğu ve devlet kurduğu yerlerde görülmeleri bunun açık belirtisidir. Tarihi köken itibarıyla bir Türk boyu olan Sakalara dayandığı çok sayıda tarihçi tarafından belirtilmiştir. Kürt isminin anlamı da Kürtlerin Sakalara dayanan bir boy olduğu şeklindedir.” (PEKMEZCİ- BÜYÜKYILDIZ,1999;194-195

Göründüğü kadarıyla yukarıdaki rapor, Kürt sorununa sağlıklı çözüm önerilmesi yerine partinin ileriki yıllarda tutturacağı çizgiyi belirleyen bir yol haritası niteliğindedir. Kürt sorununa dair “yasak savıcı” üslupla hazırlanan metin, MHP’li teorisyenlerce hayli yapıbozumuna uğratılacaktır. Yine de MÇP’nin çıkışı, ayrılıkçı Kürt hareketiyle aynı dil ekseninde buluşulması yönünde önemlidir. Kürt sorununun etnik niteliğine dikkat çekilen raporda, Kürtlere “müslüman kardeşliği- ekonomik çıkarlar- naif kardeşlik” yaklaşımlarıyla seslenen dönem partileri, hatta devletin, “uçuk- kaçık” üslubuna nazaran görece gerçekçi hava sezinlenilmektedir. Böylelikle MÇP, Kürt sorununa yönelik açıkladığı ilk raporda soruna ciddi çözüm öneremese bile çatışmanın kaynağına yönelik en gerçekçi söylemi geliştirerek, Kürt sorununda içinde milliyetçilerin yer almadığı hiçbir çözümün işe yaramayacağını tanıtlamış gibidir.

 

Zor yıllar: MÇP “bıçaksırtı” dengede

1989-1991 MÇP’nin sorunlu yıllarıdır. Mamak’ta başlayan görüş ayrılıkları iyice gün yüzüne çıkmış, hareket bir türlü toparlanıp eski gücüne kavuşamamış ve son seçimlerde kaybedilen, “oy depoları” parti önderliğini kenara sıkıştırmıştır. ANAP’ın desteklediği Türk-İslam sentezciler[3], bürokrasi ve üniversitelerde kilit noktaları işgal ederek, MÇP’li gençliği ikileme sürüklemiştir. Parti içindeki Türk-İslam ülkücüleriyse devleti, fonksiyonunu, devlet adına verilen mücadele sırasında uğranılan zararı yüksek sesle tartışır olmuştur. Hareketin aylık yayın organları farklı tellerden çalmakta, hapishane kökenliler Bizim Dergah-Bizim Ocak arasında bölünmüş durumdadır. Bizim Ocak, devleti sınırlı ölçüde eleştirerek, Genel Merkez rotasını izlerken, Bizim Dergah radikal İslamcı çizgiyle ülkücülük arasında gidip gelmektedir.

12 Eylül evvelinde DİSK ile aktif mücadeleye girişen MİSK’in ise iler-tutar yanı kalmamıştır. Ülkücü işçiler çoğu toplu- sözleşmede patronların ve sermayenin yanında tavır alan MİSK yönetimini ağır dille suçlamakta, kimse bu işçi sendikasının bir tarafından tutmaya yanaşmamaktadır. MÇP yönetimi çeşitli girişimlerine rağmen MİSK’i canlandıramamış, teşkilat çökmüştür. Ne var ki, MİSK’in çöküşü ülkücü hareket geneline pek yansımamıştır. MiSK, ülkücü işçilerin belleklerinde, “geçmişte yaşanmış bir şansızlık” olarak çoktan silinip gitmiştir. MÇP önderliğini asıl zorlayan husus, “Papa suikasti” suçlamalarına hedef olan Musa Serdar Çelebi’nin, hareketten ayrılırken beraberinde, önemli ölçüde milliyetçi gurbetçiyi de, partiden kopartmasıdır. Kısacası Avrupa’daki ülkücüler Türkiye’den daha erken çözülüp ikiye bölünmüşlerdir.

Avrupa’da MHP’ye sempati duyan milliyetçilerin belirli bölümü, yeni partiye pek sıcak bakmamaktaydılar. İlk seçimde alınan mağlubiyet, Avrupa’da yaşayan milliyetçileri de vurmuş, “Bu hareket daha ilk seçimde yenildi” imajını yaymıştı. Türkeş ve dönemin MÇP yönetimi, Avrupa’da sabırlı davranmak gerektiğinin bilincindeydi. Avrupa’da kurulan 100’ü aşkın dernek, önceleri çok zorlanmadı. İkna yöntemleri ve 12 Eylül’de mağdur olmuş ülkücülerin ailelerine yardım ulaştırmak hedefiyle açılan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfı, milliyetçilerin “vefa” duygusunu hareketlendirdi, partiye olan inancı arttırdı.

Bir önceki seçimden ağzı yanan MÇP önderliği, 26 Mart 1989 Yerel Seçimleri öncesinde ipleri sıkı sıkıya eline almıştı. Teşkilatlara gönderilen talimatlarda sabahtan akşama marş çalınıp kitlelerin huzursuz edilmemesi tembihleniyor, sert-aşırı söylemlerin tepkiyle karşılandığı hatırlatılıyordu. İstanbul, Ankara gibi büyükşehirlerin meydanlarında ülkücü yayın organlarının en entelektüel sayılarını dağıtan ülkücüler, toplumculuk söylemine ağırlık veriyor ve güleryüzlü parti temsilcilerini halkla bire-bir temasa zorluyordu. Üstelik Yeni Düşünce gazetesi, Genel Merkez ile koordineli olarak, seçimlerde atılması gereken sloganları da yayımlamıştı.

Klasik ülkücü tabana en ters gelen özellik, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganının kesinlikle yasaklanmış olmasıydı. Ülkücüler bu sloganı unutacak ve bir daha da hatırlamayacaklardı. Gazete yazarları yasağın nedenini, “Artık kan akıtma zamanı değildir. Sistemin bütün alçaklığına inat olarak yaşama, yaşatma ve mazlumların haklarını savunma zamanıdır”(YENİ DÜŞÜNCE, 1989-a:1) şeklinde gerekçelendiriyorlardı. MÇP için seçim çetin geçecekti zira ANAP, SHP, DSP ve RP’nin faydalandığı seçim ödeneği hakkı, bu partiye tanınmamıştı. Üstelik MÇP sözcüleri TRT’de propaganda konuşması yapma şansına da sahip değillerdi. Ülkücü yayın organları haksızlığa dikkat çekmekle kalmıyor, devletin parasıyla devlete muhalefete yeltenen RP’ye ağır eleştiriler yöneltiyorlardı. Avrupa Topluluğu meselesi seçim öncesinin gündemiydi. Ancak durum, şimdikinden farklıydı. Avrupalı ülkelerde bile “ortak Avrupa” idealine kuşkuyla yaklaşılıyor, anti-AB mitinglerinin ardı arkası kesilmiyordu. Türk halkının kafası karışıktı. Daha düne kadar “Avrupa Topluluğu Hıristiyan kulübüdür” biçiminde ucuz popülizm yapan merkez partiler, tevilde güçlük çekiyor, halk Avrupa’nın ülkeye ne gibi artılar kazandıracağından emin olamıyordu. Ortam, en çok RP ve MÇP’ye yarayacaktı.

Böylesi bulanık siyasi ortamda, MÇP muhafazakar oyları düşünerek, popülizmde sınır tanımamayı yeğliyordu. “Batılılaşmaya karşı milli bilinçlenme ve manevi kimliğe sahip çıkma” formülünü öneren MÇP sözcüleri, bazı toplum kesitleriyle bütünleşmeyi başarıyorlardı. Aslında MÇP’nin yerel seçimlerden iki beklentisi vardı. İlk beklenti MHP dönemi kemikleşmiş oylara ulaşma, mümkünse onu aşma, ikinci beklenti ise bazı belediyeleri ele geçirerek, halka kendisini ispatlayabilmekti. Özellikle kazanma umudu bulunan il ve ilçelerde MÇP adayları özenle seçilmekteydi. Yerel seçimlerde alınacak başarının milletvekilliğine de yansıyacağından kuşku duymayan Türkeş, olası bir seçim ittifakından, en azından Meclis’te grup kurabilecek tarzda ödün isteyebilmeliydi. Partinin yayın organları sonsuz bir içtenlikle tüm milliyetçileri MÇP’de birleşmeye ve ayrılan, “dostları yuvaya dönmeye” çağırıyordu.(YENİ DÜŞÜNCE,1989-b:1-10)

26 Mart 1989 Mahalli seçimleri, MÇP’ye beklenen açılımı sağladı. Nihat-Cemiloğlu’nun bildirdiği gibi MÇP, MHP’nin “oy deposu” olarak tanımlanan illerde gözle görülür aşama kaydederek başa güreşmeyi başardı. (NİHAT- CEMİLOĞLU,1995:114-115) Kat edilen ivme, MÇP’ye girip girmemekte kararsızlık çeken kadrolara gerekli işareti verdi, seçim sonrasında siyasete ara veren bazı ülkücüler, MÇP saflarında görünmeye başladı. Bir önceki seçimde yüzde 2.9 olan oy oranını 4.1’e yükselten MÇP, dört il ve çok sayıda ilçede belediye başkanlığını kazandı. Yozgat, Elazığ, Erzincan ve Kırıkkale’de MÇP’li adaylar ipi göğüslemiş, özellikle Elazığ ve Erzincan gibi Doğu’nun önemli illerinden gelen iyi haberler, MÇP önderliğinin keyfini yükseltmişti. Yozgat ise geri kalmış olmasına karşın, “büyük hamleye” hazırlanan illerdendi. Kırıkkale daha yeni il yapılmış ve fazlasıyla hizmete muhtaç bir şehirdi. MÇP; her bakımdan, “dört ayak” üzerine düşmüştü.

MÇP’nin programında korporasyonlara dayalı 6 sosyal dilim tezi bir hayli hafifletilmişti. Milli ve manevi kalkınma görüşü tekrarlanmakla birlikte, meşruiyetçilik, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü ve gönül seferberliği kavramları 9 Işık’ın önünde vazediliyordu. 9 Işık hala ülkenin kalkınma projesi olarak önerilirken, mülkiyet hakkına saygı da eski programın izleri arasındaydı. MÇP programı irdelendiğinde ülkücülerin, 12 Eylül pratiğinden ciddi dersler çıkardıkları görülür. Daha önceki metinlerde, demokrasi konusunu üzerinde fazla düşünmeden geçen ülkücüler, bu kez demokrasiye her türlü müdahaleyi ve halk iradesine karşı yaptırım uygulanmasını sadece vahim hata olarak nitelemezler, bunun başlı başına “insanlık suçu” sayılması gerektiğini savunurlar. Bir bakıma MÇP programı, ülkücü hareketin “en demokratik” ve “samimi” metinlerindendir. Demokrasinin yüceltilmesi, insan hak ve hürriyetleri, müteakip ülkücü metinlerde konumlarını hızla pekiştireceklerdir. MÇP programını eski MHP programıyla karşılaştıran Bora-Can şu sonuçlara varır:

“MÇP programında anti-komünizm elbette açıkça belirtilmekle birlikte, MHP programındaki kadar yer kaplamaz. ‘Aşırı liberal’ kapitalistleşme süreci, mülkiyetin korunması temelinden çok, kültürel temelde sorgulanır. ‘Kültürün yaşayış tarzı olduğundan, ekonomiyi de kapsadığı’ vurgulanır. Ancak programın söylemine hakim olan bu kültürel tepki, sistemli bir ifadeye kavuşmamıştır; Türk-İslam ülkücülerinin radikal söyleminden de farklıdır. Tepki duyulan ‘güdümlü kültür değişiminin’ sorumlusu olarak, Türk-İslam ülkücülerinin yaptığı gibi ‘düzen’i değil, ‘bir avuç taklitçi aydını’ saptar.”(BORA-CAN:450)

 

Türk Cumhuriyetleri: Ülkücülüğün “pirus zaferi”

Bu arada Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığını kazanması, ülkücülerin devlet katında, “itibar” görmeye başlamasıyla sonuçlanır. 12 Eylül’den sonra, “bilinçli olarak” hafife alınıp küçümsenen MÇP, tekrar devlet protokolüne katılmıştır. MÇP Genel Başkanı olmaktan başka bir sıfatı bulunmayan Türkeş, Azerbaycan ve Özbekistan’da devlet başkanı gibi karşılanmakta, Dış Türkler, “liderlerini” görebilmek amacıyla birbirleriyle yarışmaktadır. Türk Cumhuriyetleri’nin gerek iktidar gerekse muhalefet kanadı, Ankara’ya ayak basar basmaz soluğu, MÇP Genel Merkezi’nde almakta, Türkeş’in Kafkasya mitinglerindeki kalabalığın toplamı yüz binlere ulaşmaktadır. Türkeş’in Kafkas hinterlandındaki önemini, Rusya da inkar edememiş ve ünlü Pravda gazetesi birinci sayfasına Alparslan Türkeş’in resmini koyarak, MÇP lideriyle tam sayfa röportaj yapma ihtiyacı hissetmiştir. Türkeş söz konusu röportajında MÇP’nin komşu devletlerin toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu, Türk Cumhuriyetler ile ilişkilerin sosyal, ekonomik ve kültüre yönelik sürdürüleceğini kaydediyordu. Bu sözlerden yola çıkan Pravda yazarları, Türkeş’in, “klasik bir faşist” olmadığını, “sorumlu devlet adamı” imajı çizdiğini kaydediyorlardı.

Adı geçen röportaj Türkiye’de de olay olmuş, Cumhuriyet ve Günaydın gazeteleri yaptıkları alıntılarla, Pravda yazarlarının değerlendirmelerini manşetlerine taşımışlardı. Birikim, MÇP’nin “anti-komünist” veçhesini törpülediğini yazıyordu. Dergi kitlelere yakın durup, toplumun önüne İslam Alemi- Türk Dünyası çerçevesinde, “Kitlelerin yaralı Türk onurunca ihtiyaç duyulan ütopya”yı koyan MÇP’nin, artık Demirel’ce de parmak basılan, “Bölgesel güç Türkiye” hedefini, karşılamayı esas alan misyon kazandığını ileri sürüyordu. (BİRİKİM,1990:7-9) Bu bağlamda, “Kuzey-Güney” ayrışmasına da değinilmelidir. 1990’ların ilk yarısında stratejistler, Doğu-Batı kavramının yerini Kuzey-Güney çatışkısına bıraktığını savunmaktaydılar. Ezen, güçlü Kuzey ile unutulan, ihmal edilen Güney eninde sonunda hesaplaşacak ya da Kuzey Güney hattının problemlerini paylaşmaya yanaşacaktı. Gerek SSCB- Rusya gerekse Türkiye bağlamında politika üreten MÇP Güney hattına dahil yapılardı. Eğer MÇP gerçekçi çözümler üretebilir ve sorunu, “Türk Cumhuriyetleri’nin kurtulup SSCB zulmüyle hesaplaşması” çizgisinde görmezse, yıllarca süren düşmanlık yerini pekala işbirliğine, karşılıklı anlayışa bırakabilirdi. Bundan hem Ankara hem de Moskova kazançlı çıkardı.

Aslına bakılırsa devletin resmi görüşü, SSCB’nin çöküp, Rusya’nın kısa-orta vadeli küresel hesaplarda tamamıyla devre-dışı kaldığı yanlış öngörüsüne dayanıyor ve Türkiye’nin 1950’li yıllarda benimsediği hakim Amerikan paradigmasının “her şeyin cevabını üreten ideolojik söylemi”, yukarıdaki öngörünün bilinçaltı propagandasını gerçekleştiriyordu. Oysa Rusya gibi temel bir küresel güç, ruhunu öyle kolay kolay teslim etmezdi. Nitekim öyle de olacaktı. SSCB döneminde, ikinci süpergücün, “iflahını kesen” verimsiz devletçikler, bağımsızlıkları bahşedilmiş olarak eski bloktan arındırılacak, Rusya Federasyonu bu devletçiliklere ideolojik açıdan kendini bağımlı kıldıracak önlemleri aldıktan sonra, verimli coğrafyada tekrar üstünlük mücadelesine girişecekti. ABD’nin sadece Kafkasya’ya değil Ortadoğu’ya da “yüzsüzce çöreklenme” politikası açığa çıktığında, bölgedeki hakim Amerikan paradigması ideolojik kırılmaya uğrayacak ve Rusya Federasyonu, bölgenin temel tümleyeni işlevini yeniden üstlenecekti. Zaman zaman MHP’yi de etkisi altına alan, “Yeni Dünya Düzeni’nin parçası olmakla bölgede ABD’nin ileri karakolu haline dönüşme politikasını karıştıran zihin bulanıklığı”nın, altyapısı sırıtmaya başladığında; başta MHP olmak üzere, klasik Türk devlet geleneği yakasını, ABD eksenli yaklaşımdan kurtarma fırsatı yakalamaya sürüklenecekti. Ancak, Ortadoğu- Kafkasya enerji- doğal kaynak hinterlandında temel unsurlardan birisi olan Türkiye, ABD tarafından bağımsız hareket etme hürriyetine kavuşturulmayacak, Türk politikasını temsil eden klasik güçlerin ilk krizinde, “neo- Osmanlıcı siyasal İslamcı seçenek” devreye sokulacaktır.

ABD’nin Türkiye eksenindeki müttefik değişimi, bir yandan Türkiye’deki iç dengelerin sarsılarak, “iç kargaşa ortamında dışarıda bağımsız oyun politikası üretme imkanı bulamayan” Türkiye profilini yaratmış, öte yandan klasik devlet zihniyetiyle hesaplaşmak, uğruna her türlü tavizi vermeye hazır İslamcı iktidar, ABD’yi Türkiye karşısında, “peşin satıcı” konumuna yükseltmiştir. Böylelikle Özal’ın başlatıp Süleyman Demirel- Tansu Çiller üçgeninin izlediği Kafkasya’da, “ABD’yi kollama misyonu”, orta vadede kurulması muhtemel Rusya Federasyonu- Türkiye stratejik ortaklığını akamete uğratmakla kalmayacak, Türkiye’yi güvenlik sorunu açısından da kısmen savunmasız bırakacaktır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken Bora- Can’ın dikkat çektikleri üzere milliyetçi hareketten yükselen uyarıların parti içinde bile yeterince sesini duyuramadığı ve MHP’nin ancak II. Körfez Savaşı’ndan sonra ABD politikalarına kuşkuyla bakan eleştirel tavır geliştirmeyi benimsediği söylenebilir.

Alparslan Türkeş’in Türk Dünyasına ilgisiyse iki boyutluydu. Milliyetçi önderler bir yandan partinin Türk Cumhuriyetleri’nden etkin politika yürütmesini sağlamaya çalışırken diğer yandan Türk milletlerinin kurtuluşu olgusu, iç siyasette parti imajının parlatılmasında yoğun şekilde kullanılıyordu. Milliyetçi önderlik Türkeş’in, soydaşlar tarafından “bilge lider” olarak karşılandığını kaydederek, Türk dünyasının ancak milliyetçilerin teklif ettiği siyasetlerle kurtarılabileceği tezini işliyordu. Oysa milliyetçilerin Türk Dünyasından edindiği müttefiklerin önemli kısmı, ne ABD ne Rusya’nın itibar etmediği, bölgenin küçük partileriydi. Bu partiler milliyetçi önderlik tarafından makul çizgiye çekilebilseler ve kendi ülkelerinde dönen küresel rekabetin farkına varabilseler, MÇP kendisine biçilen misyonun çok ötesine geçerek, bölgenin kalıcı siyasal aktörü haline gelebilecekti. Ancak bu amaç, MÇP yönetiminin değil ama bölgedeki irili- ufaklı grupların salt iç politikaya dönük aşırı heyecanlı- hamasi tutumlarının kurbanı olacaktı. Böylece Türk milliyetçileri, Türk dünyasında ABD- Rusya’nın hırslarını dizginleyecek, bağımsız denge politikaları kuracak milliyetçi aktörler üretme projesinde başarısız hatta iktidarsız kalacaktı.

MHP çizgisinin, Türk Dünyası’na karşı geliştirdiği tavrın aksayan yönlerinden bir diğeri MHP sözcülerinin, başta Azerbaycan olmak üzere, Türkiye’yi Türk Dünyası’nın “kayıtsız-şartsız önderi” şeklinde betimleyen söylemleriydi. Yeni kurulan cumhuriyetlerin onurlarına ne denli bağlı olacaklarına, dışarıdan gelecek tazyiklere nasıl tepki vereceklerini düşünmeden dile getirilen söz konusu söylem, aynı zamanda Türkiye’nin resmi politikasını da yansıtıyordu. Söylem, “Tüm Türk Dünyası’nın kurtulmak için Türkiye’ye muhtaç olduğu, dolayısıyla Ankara’nın tezlerinin emir telakki edilmesi” yanlış öngörüsüne dayanıyordu. Oysa yeni kurulan devletler genelde “dışarıdan kurtarılma tezi”ne sıcak bakmazdılar.  MÇP yönetiminin, resmi devlet politikasından farklı olarak içine düştüğü ikinci yanılgıysa, Türk Cumhuriyetleri’nde, “devlet algısı- devlet kültü”nün oluşmadığına dair olanıydı. Nitekim Azeri ordusunun Ermenistan karşısında gerilemesi karşısında hüsrana uğrayan, asker kökenli Demirağ, “olgunlaşmamış/ rüştünü ispat etmemiş çocuk” olarak baktığı Azeri toplumunu, “…Henüz millet olma sürecini tamamlayamamış insanlardan kısa sürede devlet olmalarını beklemek iyimserlik olur” (DEMİRAĞ, 1993) sözleriyle yeriyordu. Demirağ’ın söylemi, aynı günlerde Kafkasya sorunu karşısında resmi devlet ağzının dışına çıkmamaya özen gösteren Ertuğrul Özkök’ün üslubundan farksızdır. Azerbaycan’a yönelik kaleme aldığı yazılarda, Azeri toplumuna astı gibi hitap etmekten çekinmeyen Özkök, emir kipiyle dokuduğu yazılarında, bilmediği bir topluma ,“toplumsal mühendislik hizmeti” tutmak gibi hayli tuhaf- nafile çabanın içindedir. 

Türk Dünyasının, Türkiye’yle Türk milliyetçiliğinden öğreneceği sayısız tecrübe elbette mevcuttur ama bu öğrenme süreci karşılıklıdır. “Devlet şuuru- algısı”na sahip olmamakla eleştirilen Türk Dünyası, klasik devlet şablonlarından birisi olan Rus devlet yapısını son derece iyi bilmektedir. Rusya’nın soğuk- seçkinci ama içindeki unsurlara hakim- duyarlı yaklaşımı özellikle Kazakistan devletinin dokusuna epeyce işlemiştir. Tarihte Kazak devletini yanına çekerek, Türk Dünyası’nı bölen, bir arada davranmasını engelleyen Rusya; Özbekistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan’da, her ülkenin iç siyasal dengelerine koşut müttefik- akil devlet adamlarını yetiştirmeyi başarmıştır. İlerleyen yıllarda, hakim Amerikan paradigmasının hoyrat, “tam teslimiyet arzulayan” çizgisine, Kafkasya’dan yükselen tepkileri mantıklı politikalarla besleyecek devlet de Türkiye değil yine Rusya Federasyonu olacaktır. Hele hele Rusya’nın SSCB döneminde güttüğü, “SSCB’nin merkezi Rusya hepsini alır” mantığını, “Rusya Federasyonu kazanırken, müttefikleri de sebeplenir. Moskova, eskiden farklı olarak bölgenin rantını paydaşlarıyla üleşmeye hazırdır” yaklaşımı, bölgede resmi Türk veya Amerikan tezlerinden çok fazla iş yapacaktır. Tüm bu gerçekler, Rusya’nın sanılanın aksine bölgede ciddi bir devlet algısı yaratıp, bu algıyı sınırları içinde yer alan aktörlerle benimsettiği söylenebilir.

BBP’nin ayrılışının ardından Türkeş, Kafkasya sorununda başat politika üretebilmek adına parti yönetiminde asker kökenlilere geniş yer ayırmıştı. Yazıcıoğlu’yla arkadaşları, Türkeş’in tavrını “Bunlar iyice albay partisi” oldular sözleriyle eleştirirken, Türkeş, eleştirileri MÇP’nin Ermeni mezalimiyle savaştığını söyleyerek geçiştiriyordu. Oysa milliyetçi gelenekte askeri kökenliler her daim ağırlıklı yer bulmuşlar, CHP’li olmayan subaylar siyasal merkez olarak MHP’yi benimsemişlerdi. Araştırmacı Dr. Uzun, MHP tabanının dökümünü yaptığı değerlendirmesinde, bu olguyu, “MHP elitinin toplumsal tabanı ve milletvekillerinin mesleki dağılımına bakıldığında orta sınıf tüccar, sanayiciyle birlikte, askerlerin önemli bir ağırlığı oluşturduğu görülmektedir. Örneğin 1977 yılında MHP Parti gurubunu oluşturan milletvekillerinin % 31’i serbest meslek sahibi iken, asker kökenlilerin oranı da % 25 gibi yüksek bir orana ulaşmaktadır. … MHP’de yer alan asker kökenlilerin diğer partilere göre daha çok sayıda olmasının en başta gelen nedeni olarak, Alparslan Türkeş’in emekli bir asker olması gösterilebilir. Diğer yandan partinin, askeri disipline sahip bir örgütsel yapıya yine doktriner bir ideolojiye sahip olmasının, emekli askerlerin MHP’yi tercih etmelerinde önemli bir neden olduğu söylenebilir:” (UZUN, 2005: 327)

 

RP-MÇP-IDP ittifakı: Ülkücüler Meclis’te

20 Ekim 1991 Genel Seçimleri arifesinde gerek RP gerekse MÇP önderliği baraja takılma endişesini açıkça hissetmektedirler. İki parti tabanlarının sesine kulak vererek, seçim ittifakını geliştirmeye çalışmaktadırlar. Ancak bu noktada, özellikle Erbakan açısından, ciddi sakıncalar vardır. Zira Erbakan MÇP’yi sistematik biçimde, “İslam’a engel olma”, “müslüman tabanı bölme” ve “Allah’a şirk koşmakla” suçlamıştı. Şimdi MÇP ile kurulacak seçim ittifakı, RP yönetimince ajite edilmiş tabanı olumsuz etkileyecekti, kuşkusuz. RP önderliği bir ara-formül aramaktadır. Ara-formül, üçüncü bir partinin ittifaka katılmasının sağlanmasıdır.

RP lideri Erbakan, Aykut Edibali’nin IDP’sini ittifaka almayı arzulamaktadır. IDP’nin kemikleşmiş oyları binde 3 civarındadır. Edibali’yi ittifaka dahil etmek isteyen Erbakan, üç parti arasında dağılacak listelerde, MÇP’nin önünü IDP’yle kesmek ve kendi partisine daha çok kazanabilecek “kontenjan” ayırmayı hesaplamaktadır. Türkeş, haliyle bu öneriye karşı çıkmakta, MÇP’nin IDP ile kıyaslanamayacağını öne sürerek, aslan payının RP-MÇP arasında ama “adaletli” şekilde dağıtılmasını öngörmektedir. Erbakan, Edibali’yi yanına çekerek, tüm muhafazakarların seçime cepheleşerek katılacakları imajını sunmayı, böylelikle tabanda oluşan hoşnutsuzluğun önünü kesmeyi hedefliyordu. MÇP kadroları genelde Erbakan’a güven duymuyorlar, RP’nin dizginlenememesi halinde seçimlerden MÇP’nin kayba uğrayarak çıkacağını düşünüyorlardı. RP, her an bir liste oyununa başvurabilir, böylelikle MÇP’nin parlamentoda grup kurulması engellenirdi. MÇP sözcüleri, Türkeş’i uyararak, kesinlikle grup kurma garantisi alınmasının önemini vurguladılar.

MÇP oy oranlarını hesaplayarak, partilerine en az yüzde 30 kontenjan ayrılmasını, 30-35 MÇP kökenli adayın milletvekili seçilme şansına sahip sıralardan gösterilmesini öneriyordu. RP adına temasları sürdüren Rıza Ulucak hemen her konuyu yokuşa sürüyor, işler çatallaştığında mesele, Ulucak’ı “rahmetle aratan” Oğuzhan Asiltürk’e taşınıyordu. (YENİHAFTA,1994) IDP kanadı, Hasan Celal Güzel ve Cemil Çiçek’in “üçlü ittifak” saflarına alınarak, geniş omuzlu yapılanmaya gidilmesini arzuluyordu. Erbakan Türkeş’ten çekindiği ve MÇP’nin aldığı rüzgarla RP’yi dışlayarak, hükümete katılabileceğini hesapladığından; 35 MÇP’liyi TBMM’ye taşımaya kesinlikle yanaşmıyordu. Mümkünse MÇP’lilerin grup kurmaları dahi engellenmeli, “küçük MÇP” RP’ye muhtaç bırakılmalıydı. Ayrıca Cemil Çiçek-Hasan Celal Güzel, “liderlik potansiyeline” sahip isimlerdi, onları ittifaka katmak, bu iki isme fazlasıyla yer vermek anlamını taşırdı. IDP, Edibali’yi TBMM’ye götürecek her formüle “yeşil ışık” yaktığından, o cephede pek problem yaşanmazdı.

21 Ekim 1991 Genel Seçimleri’nde 3’lü ittifak 4 milyon 321 bin 355 oy alarak, seçimlerden dördüncü çıkıyordu. Refah ittifakı, yüzde 16.9 halk desteği kazanmış ve 62 milletvekilini TBMM’ye yollamayı başarmıştı. 40 RP’li parlamentoya girerken Edibali ve iki arkadaşı da ilk kez TBMM’de görev alacaktı. MÇP’ye düşen sandalye sayısı ise 19’da kalmıştı. Seçim sonuçları RP ve IDP’de sevinç gösterileriyle karşılanırken, MÇP’de buruk bir mutluluk vardı. Zira Erbakan ne yapmış yapmış ama partiye TBMM’de grup kurdurmamıştı. Türkeş, RP’den en kısa zamanda ayrılmaya kararlıydı ama gruba topu topu 1 sandalye yettiğinden ayrılığı tatlı noktalamak lazımdı. MÇP lideri için ANAP veya DYP’den bir milletvekili transfer etmek basit işti.

Nitekim sessizce RP’den ayrılan Türkeş ve arkadaşları Demokratik Hareket Partisi (DHP)’ni kurdular. 29 Aralık 1991’de düzenlenen MÇP Kurultayı’nda DHP, MÇP’ye katıldı ve Türkeş tekrar Genel Başkanlığa seçildi. Türkeş, ılımlı siyaset yapılacağını kurultay konuşmasında açıklamış ve MÇP’nin tüm Türkiye’ye demokrasi dersi vererek, gerçek manada, “yapıcı muhalefet”i ülke siyasetine kazandıracaktı. MÇP, ülke menfaatine aykırı hususlarda tavır koyacak ama sırf muhalefet olsun diye her konuda karşı görüşler öne sürmeyecekti. MÇP genel olarak bu karara uyarak, “teorinin pratiği”nde somut adımlar atacak, böylelikle eski sert imajından kurtulup kitleselleşmeye yönelecekti. 27 Aralık 1993’te toplanan son kurultayında MHP ismini alan MÇP kendisini feshetmiş, Türkeş’i ise yeniden MHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturtmuştur.

 

Alevi ve Kürt politikası

1990’lı yılların ilk yarısında Türk-Kürt çatışmasının yanısıra yeniden sağ-sol kavgası ve Alevi-Sünni gerginliği de gündemin ilk sıralarında yer almaktadır. MHP’li gençler, üniversitelerdeki kavgalara katılmamaları hususunda sert bir dille uyarılmakta, uyarılara kulak asmayanlar anında hareketten dışlanarak provokatör ilan edilmektedir. Bazı illerde ülkücü gençler kavgaya karışmamak uğruna imtihanlara bile girmeyip, sene kaybına uğrayabilmektedir. Bu yüzden yeniden sağ-sol çatışması uzak ihtimal olarak görülmekte, yerel kavga- çatışmalar yan fakültelere dahi sıçramamaktadır. Buna karşın Alevi-Sünni gerginliğiyle, Kürt sorunu o denli hafife alınacak çapta gelişmeler değildir. Türkeş ve diğer ülkücü kanaat önderleri (Buna BBP de dahil), Alevi- Kürt sorunlarında benzer eğilimleri benimsemektedir.

Aleviler de Kürtler de Türk milletinin bir parçasıdır ve aynı bayrak altında yaşamaya karşı çıkmadıkları müddetçe, her türlü haktan geniş olarak yararlanmalıdırlar. Ne var ki, MÇP-MHP çizgisi bölücülüğe, kışkırtıcılığa aman verilmemesinden yanadır. Anadilde eğitim ve TV bölünmenin ilk işaretleridir. Zaten Kürtler de Türkiye’den ayrılmamaya niyetlidirler ve PKK denen güruh Ermeni parasıyla faaliyet yürüten, lideri Ermeni olan bir organizasyondur. Kürtler Türklerle ayrıştırılamayacağından “ekstra kültürel haklardan” bahsetmek, vatana ihanetle eşdeğerdedir. Alevilere karşı tutum ise daha ılımlıdır. Alevilerin kültürünün farklılığını kabullenen ülkücüler, bu vatandaşların kendi inanç- kültürlerini yaşatmalarını mühimsemekle birlikte, fazla politize olmuş ve sola kaymış Aleviler’i, “komünizm uşaklığıyla” suçlarlar. Öte yandan hem Aleviler hem de Kürtler istedikleri takdirde, MHP kadrolarından siyasete atılabilirler ve bu partide en yüksek makamlara kadar yükselebilirler. Zaten Alevi- Kürtlerin yoğunlukta yaşadıkları bölgelerde, MHP teşkilatları ağırlıklı olarak bu grupların mensuplarından oluşturulmaktadır.

Ülkücü Hareket, Çorum ve Kahramanmaraş olaylarından sorumlu tutulduğundan, 12 Eylül sonrasında “Alevi karşıtı” imajlını silmek için hayli çaba gösterdi. Alevilerin toplum genelinde ciddi ağırlığı bulunduğunu saptayan Türkeş, bu kesimin ayrılıkçı Alevi partilerine destek sağlamamasından hoşnuttu. Eğer Alevilere yönelik kampanyada ciddi mesafe alınırsa, bu kesim rahatlıkla ülkücü tabana kazandırılabilirdi. Bu da Orta ve Doğu Anadolu ile İç Anadolu’da ülkücülerin ipi kesinlikle göğüslemesi anlamına gelirdi. Ayrıca Maraş ve Çorum olayları evvelinde Alevilerin MHP kadrolarında temsil edilme oranı, iyi bir ilişki için önemli ipucu oluşturmaktaydı.

1980’lerin ikinci yarısında ülkücü yayın organlarında bazı Alevi önderlerinin geniş açıklamaları, tam sayfa mülakatları yayımlanır. Alevilerin uç noktalarını tutan ve bu grup nezrinde pek itibarı bulunmayan Alevi örgütlenmeler hedef alınır ama “muteber” Alevilere, parti kapısı ardına dek açılır. Toplum nezrinde pek itibarı bulunmayan Alevi örgütlenmeler hedef alınır ama “muteber” Alevilere parti kapısı ardına dek açılır. Yeni Düşünce Alevi liderlerinden Nazım dede ağzından aktardığı bilgilerde, solun Alevileri sömürdüğünü, bu kesimin asıl adresinin MÇP olduğunu savunur.(YENİ DÜŞÜNCE, 1989:1) Kahramanmaraş Olayları’nın bir numaralı sanığı Ökkeş Şendiller, bizzat devreye girer ve katliamın sorumlusunun komünist örgütler olduğuna yönelik bir yazı dizisi kaleme alır. Yeni Düşünce ve ülkücü önderler, Aleviler’e yakın ilgi duysalar da, bu ilginin bir sınırı vardır. Ülkücü gazeteler hemen her fırsatta Aleviler’in ülke nüfusunun üçte birini oluşturduğu savına karşı çıkarlar ve bu sayının 7-8 milyonu aşmayacağını ileri sürerler. Aynı sayı Kürtler için de geçerlidir. Türkiye’de en fazla 8 milyon Kürt ve 300-400 bin Arap’la Süryani yaşamaktadır. Ülke nüfusunun 40 milyonu Türk kökenlidir ve çoğunluk ilkesi her zaman Türkler lehine işlemektedir.

Türk milliyetçileri Kürt meselesi karşısında devletten birkaç adım önde düşünceler geliştiriyorlardı. Türkeş, hep Türkler ve Kürtlerin kız alıp- verme metoduyla kaynaşıp, içiçe geçtiklerini anlatırken, MHP’li akademisyenler Kürtlerin temelinde bir Türk boyu olduklarında ısrarlıdırlar. Ünlü teorisyen Seyit Ahmet Arvasi, Türk milletini bölmek ve İslam birliğini parçalamak isteyen Ermenilerin Kürtler arasına nifak tohumları ekerek, Anadolu’yu karıştırma peşinde olduklarını savlamaktadır. Arvasi’ye göre Kürtler Türk’tür. (ARVASİ;1986:7-20) Ülkücü yayın organları, devletin uzun yıllar temel politikasını şekillendiren, “Kürtler dağ Türkleridir. Karda yürürken ses çıkardıklarından öyle adlandırılırlar” tezini alaya almakla kalmazlar, meselenin mantık ve izan çerçevesinde değerlendirmesini öğütlerler. Ayrıca askerlerin, Kürt yoğunluklu illere, “temiz Laz nüfus yollanması” planı da, Bizim Ocak tarafından, “faşist Stalinvari çözüm” suçlamasıyla reddedilir.(BİZİM OCAK;1990)

Bizim Ocak, Kürt meselesinde sistemi sorumlu tutarak, ABD tipi bir milli birlik politikası bile kuramayan Ankara’yı, aşağıdaki gibi hedef alır: “Eğer o bölgelerin insanları farklı bir dil konuşuyorsa, kendilerini başka bir milletten hissediyorsa, siz de Ankara’dan milli kültür yerine tüm Türkiye’ye 70 yıldır Batı kültürü pompalıyorsanız, inançlara savaş açıyorsanız, insanları nasıl birarada tutabilirsiniz? Toplulukları millet yapan en önemli dört özelliğin ilk ikisi dış güçler tarafından ortadan kaldırılırken, diğer ikisini de siz yok ederseniz eşkıyanın kökünü belki kazıyabilirsiniz, ancak kendisini bizden hissetmeyen halkın kökünü asla kazıyamazsınız.” (BİZİM OCAK:3-20) Dergi, Güneydoğu’da Kürt ve Türklerin kaynaştırılacağı, her iki kesimin güven içinde yaşayabilmesinin yollarının aranması istenmektedir. Akan kanın durması ve Kürtlerin tekrar Türk boyu olduklarını hatırlamaları ancak böylesi yapılanmayla mümkündür.

 

Ülkücü hareket ve popüler kültür: Yeni “Milliyetçi Çizgi”ye doğru

Yine de MÇP- MHP çizgisinin biraz daha magazine ihtiyacı vardı. Bu eksiklik, basının MÇP’ye artan ilgisiyle hızla giderildi. Önce Aktüel dergisi ülkücülerin, kolejlerde hızla güçlendiğini, bunun partinin merkeze açılım politikalarının ürünü olduğunu yazdı. Basın, nerede ülkücülüğün “ü”sünü görse üzerine atlıyordu. Üstelik bu ilgi 1975-1985 yılları arasında olduğu gibi olumsuz içerikli değildi. Bozkurt işaretinin sokaklarda, maçlarda, milli refleksin ortaya çıktığı bağlamlarda belirleyici etkiye sahip olması, kurt başlı rozet ve flamaların araba arkalarıyla gençlerin yakalarında boy göstermesi, ülkücü hareketin, “popüler kültürle” kaynaştığının işaretleriydi. Türkeş, yurt gezilerinde 3 yaşındaki çocuklara bozkurt selamını öğretiyor, partililer bayramlarda “toslaşarak” selamlaşıyor, tüm bunlar basının gözünde gayet normal karşılanıyordu. MÇP, çevresini rahatsız eden parti konumundan hızla uzaklaşmıştı. Ülkücü bıyığı bile eskisi kadar eleştiri almıyordu. Sanatçılar, futbolcular hatta siyasiler bu “değişik” bıyığı rahatlıkla bırakıyorlardı.

Bu arada PKK hergün yeni bir can daha alıyor, ülkenin dört yanında tabutlara sarılı şehit annelerinin acıklı sahneleri yaşanıyordu. Sadece kolluk görevlisi uzamında değil sıradan kamu personeli açısından da “acılı bölgede” görev almış çok sayıda ülkücü kamu görevlisi vardı. Ölenlerin devlet hanesine yazılanlarından ciddi bir kısmı, haliyle ülkücülerden oluyordu. MHP yönetimi kendi kayıplarıyla yetinmek yerine tüm şehitlere sahip çıkılması kararını almıştı. Kaldırılan cenazelere MHP yönetimi ve Ülkü Ocakları tam kadro katılıyor, gerektiğinde civar illerden destek isteniyordu. Acılı cenaze görüntüleri yerini, “PKK’ya lanet mitingi”ne bırakıyor, MHP yaptığı maddi manevi katkılarla şehit yakınlarının biricik korunağı, sığınma noktası haline gelmekteydi.

MHP yoğun ilgiyi, kozmopolit şehirlerle metropollere de taşımaya kararlıydı. Her hafta oynanan maçlar gerekli açılımı sağlayacaktı. Ocak kökenli ateşli futbolseverler, tribün hakimiyetinin belirlendiği kapalı tribünün üst-orta bölümünü kolaylıkla ele geçirdiler. Zaten, “delikanlılıklarıyla” genel taraftar kitlesinin sevgisini kazanan bu grup, önce PKK aleyhinde sloganlar attırdı. Ardından birinci ligden amatör liglere hemen her maçta başlama düdüğü evvelinde, ayakta İstiklal Marşı okuma uygulamasına geçildi. Yer yer rakip takıma PKK benzetmesi yapıldı, özellikle Galatasaray’ın marka değeri, bu takımın APO’nun tuttuğu takımı olduğu iddiası sebebiyle hayli zarara uğratıldı. Tribünlerin PKK aleyhtarı tavrı, tüm seyirci nezrinde yerleşmişti. İstiklal Marşı’nın hemen sonrasında taraftarlar, “Mehmetçik APO’nun anasını …”, “Milli bağımsızlığımızdan ve topraklarımızdan asla taviz vermeyeceğiz”, “Serv hayalleri yıkılacak elbet”, “Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir” diye bağırıyor- flama açıyorlardı.

MHP’nin pop kültürü kullanması maçlarla ve kolejlerle sınırlı değildi. Ankara’da orta- üst burjuvazinini çocuklarına eğitim veren vakıf üniversitelerinden Bilkent’te oluşan milliyetçi grup, Yeni Düşünce gazetesi okuyan hatta MÇP- MHP çizgisinin adı geçen yayın organına haftada birkaç kez gidip gelen, şehirli- burjuva milliyetçiliğinin çekirdeğini oluşturuyordu. İslamcı gençliğin aynı yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’nde örgütlenip, okulun hemen dışındaki, “lüks camide” gövde gösterisi yapması gibi Bilkentli ülkücüler de, geleceğin MHP yönetimine girmeleri muhtemel, potansiyel “kitleselleşme aşısı” şeklinde algılanıyorlardı. Kolaylıkla MHP’li elitlerle görüşebilen bu gruptan pek azı MHP çizgisinde yürümeyi sürdürecek olsalar bile, parti yönetimine pop kültürel değerlerle toplumla buluşmanın ne denli hızlı gerçekleşebileceğini öğretmişlerdir. Kozanoğlu’nun tabiriyle neo-liberal değerlerle barışık, “yeni profesyonel” tabakada yer alan kolejli- eğitimli- burjuva milliyetçileri, üst düzey mevkilerde milliyetçi yapılanmanın başarılabileceğine dair umutların yeşermesine aracılık ediyorlardı. (KOZANOĞLU;1993:8-46)

Pop ülkücülüğün varlık sebeplerinin başında, neo-liberal değerler çerçevesinde yetişmiş ama liberalizmle ulusal değerler arasında iç- çatışma yaşayan burjuva gençlerinin, modernizmin yıkıcı etkisiyle mücadele arayışlarının yanısıra, PKK teröründen ürken orta burjuvazinin ülkenin güvenlik sorununa çözüm arama kaygısı yatmaktadır. Pop kültürel değerlerle milliyetçi harekete giren gençlerin mutlaka kazanılmaları gerektiğini savunan eski İstanbul Ülkü Ocakları Başkanı Erdem Karakoç, bu kesimin klasik ülkücü terbiye metotlarıyla harekete bağlanamayacaklarına dikkati çekerek, ülkücü hareketin ilk kez farklı toplumsal altyapılardan gelen gençleri, fikri bütünlüğü içerisinde kapsama sorunu yaşadığını gizlemiyor.  Eğitimli- burjuva milliyetçilerin, MHP’nin orta-uzun vadede içinde bulunmak istediği kentli-şehirli- modern yapıda önemli tutamak noktasına denk geldiğini kavrayan Karakoç, ya bilinen Ocak yetiştirme tarzının sorgulanmak zorunda kalacağının ya da farklı eğitim kanallarının devreye sokulacağının ipuçlarını veriyor. Ülkücü harekete ilişkin araştırmalarıyla tanınan Bora- Can ise dönemin Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alaaddin Aldemir’e dayandırdıkları saptamalarında, pop ülkücülük kavramını şöyle yorumluyorlar:

“Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alaaddin Aldemir,, 1995 Aralık ayındaki konuşmasında, pop ülkücülükle, ‘öz-ülkücülüğün’ ortak zeminini ilan edecektir. MHP yönetiminin tercih ettiği gibi çok da ince eleyip sık dokumayan, pragmatist bir sentezdir bu. Ülkücü Hareket bugün, popüler anlamda bir yaşam süren, sosyal statüsü yüksek, uzun saçlı veya küpeli gençlikteki kaynağı yakalamış; bu gençliği Anadolu’nun ücra yerlerinde yetişen, eğitim seviyesi yetersiz, sosyal standartlar olarak gerekli imkanlardan mahrum gençlikle buluşturmuştur. Ülkücü Hareket’in savunduğu Türk milletinin bölünmez bütünlüğü, Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedi bekası, daha güçlü ve müreffeh yarınlarının kurulması, bilgi ve teknoloji çağının yakalanması ve Türkiye için hep birlikte emek sarfedilmesi gibi ilkeler, bu iki gençliğin ortak paydalarını teşkil etmiştir.” (BORA-CAN:276)

Kısacası MHP, bu iki farklı gençlik grubuna kapılarını açarken aslında gelecek 20 yılki ideolojik yöneliminin planlamasını yapmakla kalmamış, tıpkı modernizmin yıkıcı etkisi karşısında bunalan Anadolu gençliği gibi aynı dertten farklı saiklerle yılmış şehirli gençliği de soğurmasını becermiştir. Bu bağlamda partide hangi eğilimin dengelere hakim olacağı, MHP’de yakın dönemde yaşanan kimi ideolojik çekişmelerin uzun vadeli sonuçlarını oluşturacaktır. Yine İzmir gibi MHP’nin uzun yıllar başarı sağlayamadığı yerleşim birimlerinde, alanlara dökülen milliyetçi kadınlar partinin bu ildeki profilini hayli değiştirecekti. Ağustos 1994’te Zafer Bayramı etkinlikleri sırasında resmi korteje katılacak kadar atılganlık gösteren İzmirli milliyetçi kadınlar, tören alanını lacivert etek- kırmızı fular- üç hilalli kepleriyle turlayıp, MHP’nin kamusal mekanlarda araziye ne denli uyabildiğinin altını çizmiş oldular. Milliyetçi kadınların İzmir’de böyle rahatlıkla eylemde bulunması, partinin Bahçeli döneminde İzmir’de kaydettiği oy artışının psikolojik hazırlayıcısı olduğu rahatlıkla öne sürülebilir.  

 

Türkeş bey “uçmaga vardı”

24 Aralık 1995 seçimlerinde 34 milyon 155 bin 981 seçmen, Türkiye’nin kaderini belirledi. 13 partinin katıldığı seçimlerde MHP tarihi oyunu alarak, “kendi rekorunu kırdı.” Akşamın ilerleyen saatlerine kadar CHP ile barajı aşma yolunda çekişen MHP; 25 Aralık sabah 03:00 sularında parlamento dışında kalacağını anladı. Sonuçta BBP yüzde 1.5’lik oyuyla parlamentoda ve MHP de parlamento dışındaydı. Haber, MHP’deki tüm dengeleri değiştirdi. Artık Muhsin Yazıcıoğlu, ülkücülerin görünürdeki sözcüsüydü. Türkeş’in kaderiyse basının keyfine kalmıştı. Teşkilatlar Genel Merkez’e kafa tutuyor, her kafadan farklı sesler çıkıyordu. Önceden DYP’ye yanaşmaya karşı çıkan eğilimler, “Neden seçim ittifakı yapılmadı”  şeklinde itirazlar dillendiriyor, her eğilim bir diğerini “samimiyetsizlikle” suçluyordu. En büyük tepkiyi partinin ikinci adamı Rıza Müftüoğlu çekiyordu.

MHP’siz TBMM 1995-1999 döneminde hayli sarsıntılı bir süreci yaşadı. Bu dönem siyasette merkez partilerin tel tel döküldüğü zamanı imliyordu. Bir diğer ifadeyle 1995-1999 parlamentosunda, “Merkez sağın tasfiyesi”nin yaşandığı savunulabilir. Böylesi sonuç ancak RP’yle MHP’nin işine yarayabilirdi. Zira DYP- ANAP çekişmesinden bunalarak yeni mecralarını arayan kitlelerin yol üzerinde uğrayabilecekleri iki siyaset dükkanı RP- MHP Genel Merkezleri’ydi. Merkez sol partiler zaten Ecevit- Baykal çekişmesiyle yıprandığından, merkez partilerin içinin boşalmasından görece daha az yararlanabileceklerdi. Her ne kadar bu dönem izlediği dengeli siyasetle merkez sağ seçmenden ciddi oy koparmayı başaran Ecevit, partisini tırmanışa geçirttiyse bile, Türkeş’in arkasında hatırı sayılır MHP grubuyla parlamentoda mücadele etmesi durumunda, DSP liderinin söz konusu başarıya ulaşıp ulaşamayacağı dahi muammaydı. Mahalli seçimlerdeki başarısını Genel Seçimlerle imleyen RP, yerelde para musluklarını kontrol etme şansına, metropollerde başarılı belediyecilik faaliyetleriyle, maddi- siyasal alanda çok ciddi kaynaklara hükmeden konuma yükselmişti. RP’nin Türk siyasetinde dilediğince at oynatması, Türk siyasal hayatının gelenekseli yenilikçisiyle, siyasal İslam’ın cümle renkleriyle tanışması, MHP’nin, yani RP’nin en amansız siyasal rakibinin parlamentoda yer almadığı döneme rastlaması, tesadüf sayılamazdı hiç kuşkusuz. Eğer Yeni Dünya Düzeni’nin dayatmacısı küresel gücün eline Türkiye bir bilgisayar oyunu gibi sunulsa, uygulayıcı 1995 Aralık’ında oluşan tablodan daha mükemmel bir “level flow”[4] tasarlayamazdı.  Türkiye’de Yeşil Kuşak- ılımlı İslam”a uzayan süreç 1995 seçimlerinde açılmış, 1999’da ulusal sağ-sol güçlerin gözkamaştırıcı seçim zaferi, küresel gücün uygulayıcıları açısından “yol kazası” olmuştu. 1999 seçim sonuçlarının sadece tek dönmem sürmesi, belki de Türkiye’nin, önüne önceden döşenen yola geri dönmesine yol açmıştır.

Alparslan Türkeş, siyasete atılışının 30. Yıldönümü dolayısıyla TRT’nin düzenlediği programa katılıp, ikinci 30 yıllık döneminin ana hatlarını kafasında oluşturduğunu, üçüncü 30 yılı ikinci otuz yılın gelişmeleri çerçevesinde planlayacağını vurgulamıştı. (DURAL,1997) Ne var ki, kaderi onu ikinci otuz yıllık siyasal mücadelesinde yakalayacak ve Türkeş geçireceği bir kalp kriziyle 4 Nisan 1997’de vefat edecekti.

6 Temmuz’da MHP delegelerinden 1186’sı oy kullandı. Bahçeli 697 oy alarak yeni Genel Başkan seçilmiş, Tuğrul Türkeş blok oylarına sadece Şemsek taraftarlarının desteğini katarak 487’de kalmıştı. Bahçeli, Genel Başkanlığa ulaştıktan kısa süre sonra, Yeni Şafak’tan Baran Dural’a kısaca şunları söyleyecekti:

 

MHP’de “Devlet”lu dönem: “Merkez MHP’dir”

“MHP Türk milletinin öz ve kök değerlerini, düşüncesinin altyapısı olarak oluşturmuş, kabul etmiş olan bir siyasi partidir. Türk-İslam ülküsünde kaynağını bulan Türk milliyetçiliği fikrini esas alır. Bunun anlamı, bütün moral ve kültür değerleri savunan, koruyan bir siyasi harekettir. O sebeple, merkezin ta kendisidir. MHP bir kanat partisi değildir. Bütün Türk milletine talip olan, Türk milleti ile bütünleşme arzusu taşıyan, bir siyasi partidir. Bu yönüyle de merkezin kendisidir. Onlar merkezin sağında olduklarını ifade ediyorlar. Yani sağ ve sol kanat olarak siyasi yelpazede ifadelerini bulmuş olan siyasi partiler var. DYP ile ANAP merkezin sağında olduklarını ifade eden partiler. CHP ve DSP de merkezin solunda olduklarını ifade eden partiler. ‘Merkez kimdir?’ sorusunun cevabını sormak lazım. Merkez, MHP’dir. Diğer partiler, marjlarına göre bizim sağ veya sol kanadımızda yer alırlar.” (YENİ ŞAFAK,1997-e)

18 Nisan seçimleri MHP ve onun liderinin kaderini belirleyecektir. Tüm ittifak önerilerine kapısını kapatan Bahçeli, rüştünü ispatlayacağından kuşku duymamakta, partisini en azından barajı aşırtarak, koalisyon denklemlerinin merkezine oturtacağını hesaplamaktadır. Parti-içi muhalefet büyük bir iştahla alınacak olası seçim mağlubiyetini düşlemekte ve bu seçenek karşısında partiyi, erken kongreye taşımanın planlarını yapmaktadırlar. Bu arada Tuğrul Türkeş, partisinden ayrılarak ATP’yi (Aydınlık Türkiye Partisi) kurmuş, yanından ayrılmayan sadık adamlarını yönetime getirmiştir. Teşkilatlanma barajını aşamayan ve çok lokal düzeyde temsilciliklerle yetinen ATP, seçimlere katılmayacaktır. BBP, Seçim Kanunları uyarınca seçime katılmak mecburiyetindedir. 18 Nisan’da iki ülkücü parti mücadele edecektir ama Yazıcıoğlu, Bahçeli’yi yıpratma politikalarına başvurmaz. Bahçeli de, direk olarak Yazıcıoğlu’nıu suçlar nitelikte konuşmaz.

5 Nisan 1999’da, “Yeni Türkiye’ye Doğru” başlıklı uzun seçim beyannamesini kamuoyunun ilgisine sunan Devlet Bahçeli’nin programı; yolsuzluklarla mücadeleden ekonomiye, terörden siyasi ahlaka geniş perspektife dayanır. 1999 seçimlerine en iyi hazırlanan parti ANAP ve DYP’dir. DSP, kamuoyu desteğini rüzgara çevirmiş, ANAP ise iktidar olmanın avantajlarına bel bağlamıştır. CHP, bilinen eski söylemini sürdürecektir. İdeolojik açıdan en olumlu vaatler MHP’yle DYP’nin, “2. Demokrasi Paketi”nde mevcuttur.

MHP, “oy deposu” olarak tanımlanan illerde eski oylarını almakla kalmamış, neredeyse bu seçim birimlerinden “zaferle” çıkmıştır. Ancak genelde küçük Anadolu kasabalarından devşirilen bu şehirler ve henüz gelişimini tamamlayamamış kentlerden toplanan oylar, MHP’nin seçim başarısının sınırlarını çizmeye yetmez. MHP’nin asıl başarısı, merkez-sağ partilere ve yolsuzluklara isyan eden metropollerde gösterilen çıkıştır. 12 Eylül öncesi ve sonrasında MHP’nin İstanbul’da, “esamesi” bile okunmazdı. Türkeş, İstanbul’dan çıkacak yüzde 3’lük oyu “başarı” sayar, bu yüzde 3’ün Türkiye barajının aşılmasının ön koşulu sayardı. Oysa Bahçeli yönetiminde İstanbul’dan % 10.09 oy alan MHP, Bursa ve İzmir’de de geleneksel oylarını dörde katlayarak, artık bir “şehir- metropol” partisi haline geldiğini kanıtlamıştır. Doğallayın bu sonuçlar, MHP’de Türkeş’in son yıllarından beri uygulamaya sokulan “Yeni Çizgi politikası“nın, sarkık bıyıklarla mücadelenin çok ötesinde anlam taşıdığını, partinin eşiğine geldiği yeni ufuklara yelken açmaya artık hazır olduğunu gün yüzüne çıkarır niteliktedir. Nitekim bu seçimin akabinde de, “oy deposu” olarak tanımlanan Anadolu kırsalının, her seçimde sağ partiler arasında farklı şekilde bölünmesine karşın, kentlerde MHP’nin benimsediği yeni değerler- mücadele stratejisiyle koşut güvenilir oy haznesine ulaşabildiğini kanıtlayacaktır.   

MHP; sadece Güneydoğu Anadolu’da az sayılabilecek bir seçmen desteğine ulaşmıştır. MHP’yi RP geleneğiyle bir tutan, “aşırı uçlarda” algılayan, dolayısıyla da bu partiye sempatik bakmayan Trakya ve Ege sahil kesiminde parti, oylarını yine üçe katlamıştır. Kocaeli, Ankara, Balıkesir gibi merkezi şehirlerde alınan sonuçlar, Türk halkı nezrinde MHP imajının bir hayli değiştirdiğini gün yüzüne çıkarmaktadır. MHP, taşralı partisinden şehir partisine evirilirken, aşırı ucun penceresinde RP’yi yalnız bırakarak, DYP ve ANAP’ın bulunduğu konuma yani merkeze taşınmıştır. Zaten kemikleşmiş oyları yüzde 7-8’lerle ifade edilen bir partinin, toplumun farklı kesitlerinden yüzde 11 destek bulması da başka türlü açımlanamaz. “MHP merkezin tam ortasındadır” söyleminin, gerçekten tutup tutmayacağı, parti yönetiminin alacağı kararlar ve değişik konulara önereceği yaklaşımlarla netlik kazanacaktı.

Bu bağlamda MHP’nin genelde çevre oylarını temsil ettiği savı ancak eksik bir veri olarak değerlendirilmelidir. MHP, siyasal söylemi itibarıyla sosyalizmle olduğu kadar küresel bazda hakim liberal paradigmayla da arasına mesafe koyan yapıya sahip. Dolayısıyla da sosyalizmi benimsemeyen, liberalizmden ağzı yanan taşralı- kasabalı nüfus için MHP, her zaman “sığınılacak liman” olma özelliğini bünyesinde barındırdı. Ancak 1999 seçimlerinde MHP’yi klasik tabanıyla düşümdeşen mantıkta değerlendirmek, bu partinin 1990 sonrasında merkeze yönelen bilinçli edimselliğini gözden kaçırmak demektir. İşte 1999 seçimleri söz konusu edimselliğin iyice ete- kemiğe büründüğü, sandığa yansıdığı tarihsel durak biçiminde algılanmalıdır. Bu seçimde MHP’yi ikinci parti yapan güç, liberalizme güvenmeyen/ sosyalizmden hoşlanmayan taşralı kesimlerin yanısıra, merkez partilerin artık merkezi toplama, modern hayatın sorunlarına yanıt oluşturma işlevlerini yitirdiklerini gören kentli- burjuvalaşmış (sınıfsal açıdan), toplumsal statülerini yitirme endişesine düşmüş, umudu çevreden türetilecek değerler yerine, merkeze içeriden müdahalede karar kılmış partilere yönelmiş kesimin, MHP’yi deneme, mümkünse ona “demir atma” azminde aranmalıdır.

Bu kesimin MHP’den beklentisi, Weberyan terminoloji uzamında değerlendirildiğinde, tıpkı bugün siyasal İslamcı hareketten beklendiği gibi, “MHP’nin protestanlaşması” benzeri bir formülün gerçekleşerek, kentli milliyetçi değerler çerçevesinde siyasal tutumun yeniden yapılandırılmasıdır. Artık bu tutumda, “Bir lokma bir hırka” felsefesinin yeri yoktur. MHP’den beklenen halkı aza tamah ettiren, yoksulluğu üleştiren bir siyasal hareket olması değil; kaynak yaratan, bu kaynağı halkın refahı yönünde kullanmak amacıyla toplumsal bölüşüm kanallarını adil biçimde yeniden değerlendiren, zenginliğe- başarıya prim veren, siyasal başarıyı ekonomik utkuya koşut algılayan yeni siyaset çizgisini benimsemesi, hatta bu çizginin başat aktörü olmasıdır. MHP çevrenin partisi olarak kalmayı tercih etse doğal olarak, bu hedefleri gütmeyeceği gibi halka seçim öncesinden bu yönde siyasal mesajlar da vermezdi. Oysa partinin kentlerden elde ettiği oy oranı, Dağı’nın tespitlerinin tam da aksine, MHP’nin Türkeş zamanında başlattığı yeni söylemi halka ulaştırabildiğini ispatlamaktadır.

 

28 Şubat müdahalesine karşı tutum

28 Şubat’ta MHP gerilimli bir dönemin içine girmişti. Parti üst yönetimi Türkeş’in son yıllarda başlatılan, merkez sağdaki boşluğu doldurma projesi çerçevesinde daha kentli, burjuvalaşmış/ burjuvalaşma eğiliminde olan toplum kesimlerine yelken açmıştı. Üstelik bu kesimden alınan destek yabana atılmayacak derecede önemliydi. Zira eğer MHP, kentli- siyasal sözcülerini kaybetmiş- siyasete güvenini yitirme girdabına kapılmış bu kesimden sağladığı desteği, sürekli hale getirebilirse, siyasal İslamcı partilerle paylaştığı gerilimli- siyasal projelere kısa vade tanıyan muhafazakar tabanın dışına açılmış olacaktı. Zaten merkezde kalıcılığı elde edecek parti de, kendi radikalliğini merkeze taşıyan değil, omurgasını koruyarak yeni toplumsal taleplerin sözcüsü olabilmeyi başaran siyasal hareket olacaktı. Bu kesimin siyasal İslam’dan çekingenlik duyduğu, muhafazakarlaşmayı, “tehdit” olarak algıladığı açıktı. Tıpkı Kıta Avrupa’sında, 20. yüzyılın başında proleterleşme tehdidini aşmak adına, herhangi bir siyasal harekete destek vermeye hazır, küçük burjuva kitleler gibi Türkiye’de de, merkez sağın içinin boşaldığı dönemde, muhafazakarlaşmaktan hazzetmeyen bir toplumsal damar doğmuş, üstelik doğmakla da kalmamış MHP’ye göz kırpmaya başlamıştı.

Alparslan Türkeş’in son dönemlerinde izlediği, MHP’nin taşra kökenli geleneksel tabanını gücendirmeyecek, devrimci değil ama evrimci bir laiklik anlayışını sürdüren Bahçeli ekibi, geleneksel tabanıyla kentli yeni seçmenlerini orta noktada uzlaştırmanın çabasını veriyordu. MHP’nin laiklik konusunda izlediği tutum, BBP ve siyasal İslamcı partilerin saldırısını beraberinde getiriyordu. Ancak mütedeyyin, İslami değerlerine bağlı MHP seçmeninin ne rejimle, ne rejimle özdeşleşen Mustafa Kemal imgesiyle, ne de İslam dininin inanç alanıyla sınırlı tutulup, siyasal emellere alet edilmemesine özgü, laik değerler dizgesiyle sorunu bulunmaması, MHP yönetiminin elini kuvvetlendiriyordu. Hiç kuşkusuz MHP önderliği halkın siyasal İslamla sandıkta veya terör eylemleriyle kirlenmeyen sokak gösterileri vasıtasıyla hesaplaşmasını tercih ederdi. Ancak olağanüstü şartlar altında gelen olağanüstü “post-modern darbe” süreci, MHP’nin manevra alanını da hayli daralttı. 

MHP’nin, Refahyol döneminde yapılan hataları düzeltme gibi kendisinden kaynaklanmayan bir sorunla yüzleştiğine işaret eden MHP sözcüleri, muhafazakar tabanın RP- FP çizgisinin yaptığı hataların düzeltilmesi için MHP’ye güvendiğini belirtiyorlardı. MHP 1999 seçimlerine dek, 28 Şubat’a ilişkin bu söylemi sürdürecektir. Devlet Bahçeli’nin, 9. Erciyes Zafer Kurultayı münasebetiyle 2 Ağustos 1998 tarihinde yaptığı konuşma,  MHP’nin 28 Şubat ve ülkedeki gergin siyasal ortam hakkındaki görüşlerini özetler niteliktedir:

“Dünkü hükümet ile bugünkü hükümet arasında bir tek önemli fark var. Biri, mübarek dinimizin ve demokrasinin arkasına sığınıyordu, şimdi ki ise laiklik ve cumhuriyet arkasına sığınıyor. Bunların aralarında ciddi farklar olmadığı, erken seçim konusunda çok kolay anlaşmalarıyla, yolsuzluklar konusundaki tutumlarıyla bir kez daha ortaya çıkmadı mı? Bir gün önce söylediklerini, bir gün sonra yine kendileri tekzip etmedi mi? Türk demokrasi tarihinde bu kadar kaygan bir zemine, bu kadar kaypak siyasetçilere hiçbir zaman şahit olunmamıştır. Sizlerin huzurunda bu partileri Türk Milletine şikayet ediyorum.  Bu haklı şikayetimizi, siyasi kirlenmenin ve yozlaşmanın, iktidar krizinin milletin eliyle son bulması için, millete giden yolların en kısa zamanda açılması için yapıyorum.” (BAHÇELİ;2006:26-27)

Aslında MHP tam da seçim öncesinde oldukça akıllı taktik güdüyordu. 28 Şubat’a karşı, rejimin Kemalist kökenine duyduğu derin saygı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni arkalama siyasetiyle, rakiplerinin açıklarını kollayan MHP önderliği, resmen elini taşın altına sokmamış gibi görünerek hem rejime arka çıkmış, hem gerek merkez seçmenin endişelerine dolaylı yoldan tercüman olmuş hem de muhafazakar kitleleri seçim arifesinde ürkütmemeyi başarmıştır. Yeni lider, gireceği ilk seçimde elini güçlü tutmak istemiş, üstelik oy patlaması yapmayı planladığı seçim arifesinde, bu ereğini uygulamayı bilmiştir. Nitekim MHP’nin 1999 seçimlerinde topladığı oylarda, hem merkez siyasetin saikleriyle hareket eden laik kesimin, hem de İslamcı siyasetin ülkeyi sürüklediği kaostan çekinen mütedeyyin kitlenin desteğini, aynı potada toplayabilmesinin rol oynadığı açıktır.     

MHP’nin sokaklara inerek siyasal inisiyatif sahibi olması 1998 yılı noktalanırken gerçekleşti. Bahçeli Genel Başkan seçildikten sonra uzun zaman tabanı kendisine bağlamanın, milliyetçi kitlenin yeni yönetimle görüş birliğini sağlamanın mücadelesini verdi. Partide hala Tuğrul Türkeş’e sıkı sıkıya bağlı kadroların bulunması yeni yönetimi zorlayan faktörlerin başında geliyordu. Seçimlerin yaklaştığını bilen MHP lideri, çıktığı yurt gezilerinde hem güven tazelemek hem de teşkilatı seçim hazırlıklarına sürüklemek için çabalıyordu. Nitekim MHP, 1999 seçimlerinin hazırlığına Bahçeli göreve gelir gelmez başlamasının meyvelerini, ilk seçimde toplayacaktı.1998 yılı sonlarında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılıp Yunanistan üzerinden İtalya’ya geçmesi ve devletin istihbarat birimlerinin Amerikan istihbaratıyla eşgüdüm halinde yürüttüğü sıcak takibin, Türk kamuoyunca duyurulmasından sonra, MHP beklediği “rüzgarı” yakaladığını fark etti.  (BORA, 1998: 10-13) Öcalan’ın Türkiye teslim edilmesini sağlamak amacıyla düzenlenen protesto gösterilerinde MHP, Ülkü Ocakları’nı yerinde kullanarak, sivil toplum üzerinde egemenliğini kurmayı başardı. Terör konusunda tavizsiz tutumuyla zihinlerde yer eden MHP’nin, APO konusunda hamle yapması zaten kaçınılmazdı. Bilinçli olarak sivil toplum eksenli hegemonya mücadelesi verme ihtiyacı hissetmeyen MHP’nin, sokaklarda pop- kültürel kodlamasıyla, meydanlarda düzenlediği mitinglerde toplanan farklı toplumsal kesimlerin, terörün bitirilmesine ilişkin ortak çıkarını, söylemiyle bütünleştirebilmesi önemlidir. MHP’nin benzer bir hegemonik üstünlüğü, 12 Eylül öncesinin taşradan büyükşehirlere akan üniversite gençliği üzerinde yine insiyaki olarak yakaladığı düşünüldüğünde, yeni yönetimin terör karşısında yakaladığı toplumsal damarı, gayet iyi kullandığı söylenebilir.

 

Koalisyon dönemi ya da “Kurtlarla” dans/ “kurtlar”ın sistemle dansı

Koalisyonda MHP’nin belli başlı amaçları, iktidar nimetlerinden oyuyla münasip bir oran kapmak, uyumlu ortaklık çizgisi izleyerek partiye yönelik kamuoyunda dillendirilen kuşkuları boşa çıkartmak, koalisyon hükümetlerinin de uyum içerisinde çalışabileceklerini ispatlayıp demokratik kültüre somut katkıda bulunmaktı. Bir diğer amaç, devletin içinde tecrübe edinip, olası bir tek başına iktidarın gereklerini karşılayacak manevra kabiliyetini kazanabilmekti. Daha önce de belirtildiği gibi parti yönetimi bu denli görkemli bir seçim zaferi beklemiyordu. Türk sağının en büyük partisi konumuna yükselen MHP’de, üçüncü sıra ve altındaki adaylıklar üzerine etraflıca fikir jimnastiği yapılamamıştı. Dolayısıyla tabanı kırmamak uğruna normal şartlarda aday gösterilmeyecek veya daha gerilerden aday yapılacak kişiler, “Nasılsa kazanamazlar” anlayışıyla kendilerine görece üst sıralarda yer bulabilmişlerdi. Bu bağlamda partide çok iyi, devleti bilen, tecrübeli politikacılar, genç- yetenekli isimlerin yanısıra oldukça sıradan isimlere de rastlanıyordu. MHP, bu dengesizliğin faturasını, parti-içinde patlak verecek krizlerin yönetiminde ödeyecekti. Ancak Bahçeli, Bakanların kimler olacağı konusunda kılı kırk yarmış, iç dengelerle ülke menfaatleri arasında orantıyı yakalamıştı. Önemli komisyonlara soğukkanlı, aktif tutum alma kabiliyetine sahip isimleri öneren MHP yönetimi, ulusal konularda DSP’ye, Türk sağının kimi hassasiyetlerinin dengelenebilmesi uğruna ise ANAP’a yakınlık gösteriyordu.

DSP-MHP’nin Batıya, “haddinden fazla ulusal” gelen çizgisine yönelik olumsuz uluslararası tutum, ortakların aldıkları karar neticesinde, özellikle AB ile iyi ilişkiler içinde bulunan ANAP dolayımıyla geçiştirilecekti. Güvenlik maddesinde tüm ortaklar eşgüdüm içinde hareket edecekler, ANAP’ın sosyal refah devletini hafifseyen liberal talepleri, DSP- MHP’nin kamucu refleksiyle “zaptu rapta” alınacaktı. Esasına bakılırsa, medyanın ilk başlarda pekbir şeye benzetemediği ve işlemesini “sorunlu” bulduğu koalisyonun iç- mekanizması tutarlı bir denkler etrafında şekillenmişti. Başbakan Ecevit, son iktidarında Demirel’in Cumhurbaşkanlığı sırasında izlediği toparlayıcı politikaların benzerlerini koalisyon dengeleri üzerinde uygulamayı benimsemişti. Siyasal İslam’a karşı tatlı-sert ama karşı tarafı da anlayabildiğini ortaya koyan bir edayla yaklaşmayı seçen Ecevit, siyasal gerginliğin azalmasına koşut olarak, 28 Şubat’ın etkilerini asgariye indirecek, süreç normalleştirici politikalara yönelmeyi tasarlıyordu. MHP lideri Bahçeli’nin gerginlikten ziyade anlayış- uzlaşıya odaklı tutumu Ecevit’i yüreklendiriyordu

 

Depremle dans

DSP-MHP- ANAP hükümeti, kendi seyrini tutturup, kalıcı projelerini uygulama fırsatına erişebilseydi, Türkiye’nin siyasal haritası bugün oldukça farklı gelişmelere sahne olabilirdi. Ne var ki, adı geçen hükümeti; küresel durgunluk, ekonomik kriz ve doğal afetlerle dolu, çoğu Cumhuriyet hükümetinin yaşamayacağı kadar sıkıntı yüklü bir süreç bekliyordu. Bu meyanda hükümeti vuran ilk kriz, 17 Ağustos 1999 tarihinde vuku bulan Büyük Marmara Depremi’ydi. Hükümet kurulalı daha üç ay bile olmamıştı ki, merkez üssü Gölcük olan 7.4 şiddetindeki deprem, ülkenin sanayileşme- yapılaşma skalasında, en yoğun alanlarından birisi olan Marmara Bölgesi’ni sarstı. Resmi rakamlara göre 17 bin 480 kişinin yaşamını yitirdiği Büyük Marmara Depremi’nde 23 bin 781 kişi yaralanmış, 505 yurttaşsa sakat kalmıştı. 16 bin 649 binanın yıkıldığı veya ağır hasar gördüğü depremde, 90 bin 536 konutun orta derece hasar aldığı saptanmıştı. 43 binin üzerinde prefabrik konut talebi doğuran depremde, devlet hızla 40 binin üzerinde prefabrik konutu ihtiyaç sahipleriyle buluşturmayı başarmış  (ÖZMEN, 2000)hatta kesilen eğitim- öğretim hayatının devam ettirilebilmesi için Sakarya ile Kocaeli Üniversiteleri yerleşkelerinde, prefabrik derslikler hizmete sokulmuştu. Hükümetin sadece depremin ilk günlerinde yetişmekte güçlük çektiği acil talepleri, asgari yaşamsal ihtiyaçlar düzleminde kısa sürede temin edilebilmişti.

Depremin sosyal- psikolojik etkilerinin günyüzüne çıkmasıyla 9-13 milyar dolarlık açığın daha da artabileceğine dikkat çekilen DPT raporunda, hükümetin o günkü şartlarda depremin zararlarının sarılabilmesi yolunda, gereksinim duyulan kamu harcamalarını finanse edecek ekonomik güce sahip olmadığına yer verilmektedir. İç borçlanmaya gidilmesinin en son çare olarak düşünülmesinin önerildiği raporda, kamu finansmanında doğacak 3.7 milyar dolarlık açığın, bütçeye katlanarak yansımaması için bedelli askerlikle ek vergilendirme usullerinin yürürlüğe sokulması salık verilmektedir. Nitekim depremden sonra koalisyon hükümetince alınan mali tedbirlere bakıldığında hükümetin, deprem maliyetini katlamamak uğruna bazı acil vergileri çıkardığı görülmektedir. Muhalefet partilerince ilerleyen zaman zarfında şiddetle eleştirilen bu uygulamaların, öne sürülen iddiaların aksine, Türkiye’yi doğal felaketten en az hasarla çıkarma uğraşının, parçaları olduğu anlaşılmaktadır.

Depremin MHP’yi ilgilendiren boyutuysa, doğal afetlerle mücadele etmesi beklenen Bakanlık- bağlı kuruluşların önemli kısmının MHP’nin inisiyatifinde olmalarıdır. Deprem yardımlarını koordine eden Ulaştırma Bakanlığı, evsiz kalan 600 bin insanın barınma sorununa çözüm sağlaması beklenen Bayındırlık- İskan Bakanlığı’nın, tıbbi müdahaleyi örgütleyip deprem mağdurlarına bakım hizmeti veren Sağlık Bakanlığı’nın yanısıra Şuayip Tükenmez, Sadi Somuncuoğlu’nun işbaşında bulundukları Devlet Bakanlıkları’nın MHP’ye ait olması, bu partiyi her aksaklıkta öfkeli yurttaş kalabalıklarıyla karşı karşıya getirecekti. Ne var ki, MHP’li Bakanlar kısa süreli bocalamayı atlatır atlatmaz, bazen kamuoyunun tepkilerini göğüslemeyi de göze alarak, MHP’nin bürokrasi- devlet yönetimindeki iddiasına en azından halel getirmeyecek bir uygulamaya imza attılar. İslamcı kesimin doğal afeti, “Tanrı’nın gazabı” olarak nitelemeye dönük, “7.4 Yetmedi mi?*” sloganını üreterek, toplumla- asker, toplumla devlet, rejimle- toplumu karşı karşıya getirmeyi hedefleyen ucuz ama tehlikeli provokasyonu, hükümetin, “zor zamanda akil davranmak” edimliliği sebebiyle geri püskürtüldü.           

 

APO meselesinde ortaklarla dans

Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirilen PKK lideri Abdullah Öcalan’ın akıbeti, koalisyonda MHP açısından en çetrefilli sorunu oluşturuyordu. MHP seçim stratejisinin sacayaklarından birini, “APO’nun asılması” fikri ekseninde kurmuştu. Özellikle Anadolu’da ve teröre fazla şehit veren illerde yapılan propagandada, MHP’nin idamdan yana olduğuna dair görüş sıklıkla tekrarlanmıştı. Hükümet kurulduktan sonra, hatta teröristbaşı Öcalan’ın idamının ertelendiği günlerde bile MHP’nin tutumunda ciddi değişiklik gözlenmiyordu. MHP tabanı, milletvekillerinin önemli bölümü APO’nun asılmasını hararetle destekliyorlardı. Ancak Öcalan’ı asmak o kadar kolay değildi. Zira Öcalan’ın asılmasına karşı ilk engel hükümetin başı Bülent Ecevit’in, idama yönelik genel kabulleriydi. Ecevit, ölüm cezasını içine sindiremeyen bir liderdi. Başta olduğu dönemlerde idam cezalarının uygulanmasına tepkili davranan, muhalefet yıllarındaysa ateşli idam karşıtı kesilen Başbakan, Öcalan’ın bile idamına yanaşacağa benzemiyordu. Ayrıca Öcalan’ın teslim alınış sürecinde MİT’ten ziyade başta CIA olmak üzere başka devletlerinin istihbarat örgütlerinin payı vardı. Bu örgütler, Öcalan’ın paketlenerek Türkiye’ye götürülmesine bazı “şartlar” dahilinde destek çıkmışlar, hükümetlerin taleplerini Türkiye’ye dayatmaktan geri kalmamışlardı.

Doğallayın, “Öcalan pazarlığı”, kelimenin tam anlamıyla bir “çift boyutlu oyun kuramı”ydı. Bir yandan Türkiye’nin hassas dengeleriyle toplumsal kesimler arasında Öcalan’ın idamına dair beklenti kapışırken, PKK liderinin yakalanmasını “yardımlayan” güçler, PKK lideri üzerinden Ankara’ya siyasal çözüm baskısı yapmak niyetindeydiler. Uluslararası güçler, PKK liderini teslim alan Türkiye’de bir yandan Başbakan Bülent Ecevit’in, “idam karşıtı tutumuna” güveniyorlar, diğer yandan AB’ye üyelik pazarlıkları doğrultusunda ANAP’ın da Öcalan’ın asılmaması formülünü arkalayabileceğini düşünüyorlardı. (TEKİN, 2009:7-64) Koalisyonun iki ortağı birden bastırınca, MHP’nin manevra alanı bulamayacağını uslamlayan Batılı güçler, parlamentodaki milliyetçi tepkiyi atlattıktan sonra, uzun vadede (muhtemelen MHP’siz bir iktidar modelinde), ayrılıkçı terörü örgütüyle devletin siyasal çözümü sağlamak amacıyla, gayrıresmi temaslar geliştirebileceğini umuyorlardı. Nitekim DSP- MHP- ANAP hükümeti dağıldıktan kısa süre sonra, Türkiye’deki durumun, Batılı güçlerin öngörülerine yakın seyrettiği gözden kaçmayacaktı.

APO’nun asılması konusunda, “içerideki aktörlerin” de kafası karışıktı. İnfazın gerçekleştirilmesinin AB’nin Türkiye’ye dayattığı, “idam cezası kaldırılsın” talebiyle çelişeceğini sezinleyen devletin “derin yanı” bile Öcalan’ın, hem teröre hem AB’ye karşı koz olarak kullanılmasının daha akıllıca olacağı eğilimindeydi. Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte terörün gerilediğini, adeta “savaşsızlık” durumuna gelindiğini öne süren bu çevreler, Öcalan’ın yerine geçecek daha radikal bir örgüt yönetiminin, devlete hapiste, “el altında” tutulan liderden daha fazla zarar verebileceğinden çekiniyorlardı. TBMM’deki tüm partilerin, içlerinden gelmese bile, sergiledikleri AB yanlısı tutum, Öcalan’ın asılmaması/ AB şartlarıyla çelişkiye düşülmesi ikileminde işleri zorlaştırıyordu. (SANCAR, 2000) AB’den alınan gayrıresmi duyumlar birlik liderlerinin, Öcalan’ın asılması halinde Türkiye’nin Kürt sorununu barışçıl yollardan çözemeyecek konuma sürüklenmesinden endişe ettiklerini ortaya koyuyordu. Oysa AB liderlerinin Öcalan’ın canını filan düşündükleri yoktu. Dünyanın en küçük kıta parçasında konumlanmış olmalarına rağmen, küresel pazarlıkların sürekli içinde bulunan, dünyaya yönetme- yönlendirme arzusunu hiç bırakmayan AB hinterlandının temel güçleri, pek aralarına almak istemedikleri Türkiye’ye hemen her konuda ikircimli yaklaşıyorlardı. Hakim görüş eğer birgün Avrupa’nın Türkiye’yi arasına katmak gibi “kaçınılamaz bir talihsiziikle“ karşılaşması durumunda, Ankara’nın AB’nin başını ağrıtacak tüm sorunlarından “arındırılmış” olarak masadaki yerini alması yönündeydi. AB, Ortadoğu’nun sorunlu İran- Irak- Suriye hattıyla komşu olmaya yanaşmıyordu. Dolayısıyla en kötü şart gerçekleşip Türkiye Avrupa!’ya alınsa dahi, AB coğrafyasıyla Ortadoğu arasında laf dinleyen bir “katalizatöre” ihtiyaç vardı. Bu “katalizatör”, hem İran- Irak- Suriye ile AB’nin arasındaki tampon bölgede, “kontrol edilebilir bağımlı kuvvet” biçiminde konumlandırılacak, hem de bölgedeki tüm ülkeleri dağınık nüfus yapısıyla tedirgin edebilecek, Kürt varlığından başkası değildi kuşkusuz. Ankara ister bu Kürt varlığıyla tüm bağlantısını keser isterse onu kontrol etmeye yeltenebilirdi. Bu yüzden PKK’nın başında laf dinleyecek, “yeri- yurdu” belli bir ismin olması şarttı. İşte yukarıda sıralanan tüm bu şartlar, APO’nun asılmasının basit bir iç-politika sorunu olmanın çok ötesine taştığını, PKK liderinin, küresel oyunun Türkiye sayfasında kullanılmaya müsait “değerli piyon” özelliği taşıdığı söylenebilir.

PKK liderinin cezasının infazının tartışıldığı “Liderler Zirvesi”ne katılan Bahçeli, 7 saat süren zirvede, muhataplarını hayli zor anlar yaşattı. Sürekli MHP’nin kırmızı çizgilerini, devletin terörle- teröristle pazarlık etmeyeceğini hatırlatan Bahçeli, kendisine sunulan MİT raporuyla ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın AB sürecini önselleyen açıklamaları karşısında tavrını değiştirerek, Öcalan’ın cezasının infazının, uluslararası taahhütlerden kaynaklanan adımlar atılana dek, Başbakanlık’ta bekletilip TBMM’ye yollanmaması “ara- kararını” benimsedi. “Liderler Zirvesi”yle ilgili bilgi veren DSP’nin güçlü isimlerinden Hüsamettin Özkan, Bahçeli’yi 7 saatte zor ikna ettiklerini, MHP liderinin ancak APO’nun asılması halinde, ülkede ciddi güvenlik sorununun patlak vereceğine dair MİT raporunu gördükten sonra yumuşadığını kaydediyor.

Öte yandan bu kararı MHP kamuoyu ve terörden zarar görmüş kesime anlatmak, oldukça güçtü. Dolayısıyla MHP süreçten, APO’nun asılmasını canı yürekten istemesine karşın, en ciddi zararla ayrılan siyasal hareket olarak çıktı. Hatta o dönemden kısa süre sonra AB müktesebatı nedeniyle, önce savaş zamanı işlenen kimi suçlar dışında ölüm cezasını kaldıran düzenlemeye, ardından idam cezasını bütünüyle tarihe gömen değişikliğe, TBMM’de yaptıkları ateşli savunma konuşmalarıyla destek olanların, MHP’yi, “idam sizin yüzünüzden kalktı” türünden suizanlarla hedef almaları, kimi siyasilerin Türk halkının “siyasal balık hafizası”na fazla güvenmelerinden kaynaklanıyor olsa gerekti.

MHP, idam konusunda ayak direyip, devletin neredeyse tüm kurumlarıyla çatışmaktan, hatta koalisyondan çekilip meydanı güvenmediği siyasal partilere bırakmaktan ziyade, hükümette kalarak, “içeride vuruşarak direnmek” metodunu seçmişti. Daha güçlü parlamentoya geleceği veya tek başına iktidara ulaşacağı zaman APO’ya acımayı düşünmeyen MHP yönetimi, APO’yu idamdan kurtarmak isteyen cepheye, şüphesiz, en uzak siyasal hareketti.

Türk sağının birinci partisi konumuna erişen MHP, o gün hükümetten çekilseydi Türkeş’in son dönemlerinde açıkça yürüttüğü, “merkezi devletle yakın ilişkisini koruyarak dolduracak parti” hedefinden vazgeçilmiş olacak, MHP merkez değil çevrenin parti olduğunu kabullenmek zorunda kalacaktı. ANAP ve DYP’nin tükenişin eşiğine geldiğini sezinleyen MHP lideri, ulusal menfaatleri korumak noktasında hayli zayıf bulduğu siyasal İslam’a merkez sağı teslim edemezdi. ANAP- DYP’nin siyasal intiharın önüne; AB umudunu parlatmak, AB’nin benimsediği refah dağıtıcı siyasal hareket olduklarını seçmene ispatlayarak geçmeyi tasarladıklarını anlayan MHP önderliği, MHP’nin yalnız bırakacağı bir Ecevit hükümetinin, Başbakan’ın ulusalcı çizgisine rağmen, “AB’ye temel ulusal konularda taviz verme iktidarına” dönüşeceğinden emindi.

 

Bahçeli ve Kürt sorununa karşı tutum

Bahçeli döneminde MHP, genel olarak Kürt sorunu karşısındaki bilinen tutumunu eklemeler yaparak sürdürmüştür. MHP’nin Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarla, bölücü terörü kesin olarak birbirinden ayırma politikasını sürdüren Devlet Bahçeli’nin eli, partinin kurucu lideri Alparslan Türkeş kadar rahat değildi. Ne de olsa Türkeş 1980’li yıllara dek Kürt sorununun gündemi pek fazla belirlemediği, ayrılıkçı Kürt hareketi mensuplarının diğer radikal sol örgütler içerisine “karışmış- sinmiş” vaziyette palazlanmaya çalıştıkları dönemde politika yapmıştı. Kürt sorununun, devlet ricalince de, “Güneydoğu meselesi” olarak takdim edildiği, “Kürt” kelimesinin daha çok ayrılıkçı Kürt hareketi liderlerince dillendirildiği yıllardı. Türklerle Kürtler arasında temel bir farklılığın bulunmadığını, iki etnik grubun gerek aile ilişkilerinde gerek sosyal yaşamda gerekse geleceğe ilişkin ulusal yazgıda birbirlerini dışlamaktan ziyade, tamamladıklarına değinen Türkeş, 1000 yıllık kardeşlik söylemi içerisinde, Kürt kökenli yurttaşları rencide etmeyecek söylem kullanıyordu. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğuna dair tezlere, “Ne mozaiği ulan?” gibi çok sert bir söylemle karşılık veren Türkeş, “Kürt realitesi” olarak tanımlanan kimlik sorunsalının resmi devlet ağzınca tanınmadığı ve/veya “kerhen tanındığı”, yıllarda devletin Kürt sorunu hakkında benzer dili konuştuğu süreçte, Güneydoğu politikalarını yapılandırıyordu. Aynı süreç Kürt sorununun, ekonomik temelli bir problem olduğu inancını seslendirmek açısından da mümbit zemin oluşturmaktaydı.

Yine de Kürt sorununun daha yüksek sesle tartışılmaya başlandığı günlerde, işler Türkeş için bile o denli kolay değildi. Özellikle devletle iyi geçinen Kürt aşiretlerle ilişki kurarak, MHP’nin Güneydoğu’daki varlığının salt Özel Harekat Timi, ordu mensupları, devlet memurlarıyla kaim olmadığını tanıtlamaya çabalayan Alparslan Türkeş, parti içindeki Kürt kökenlilerin kullandığı söyleme bilinçli olarak müdahalede bulunmuyor, bu kişilerin isminin başına konulan “Kürt” ön-ekinin, parti-içindeki Kürt kökenliler çoğaldığı oranda, MHP’de fiili “Türk- Kürt kardeşliği”ne yol açacağını varsayıyordu. Yine aynı yıllarda Kürt kökenli yurttaşlara yönelik ayırımcı faaliyetlerde sanılanın aksine MHP kökenliler başı çekmiyor, Batı bölgelerinde taban tutan İslamcı tarikatların, Güneydoğu Anadolu hatta Doğu Anadolu bölgelerinden gelen yurttaşlara karşı, “sıradan MHP’lilere rahmet okutturacak” derecede insafsız tutum aldıkları gözden kaçmıyordu. Çok şehit verilen illerde yaşayan ülkücüler, diğer bölgelerdekilere nazaran Kürt kökenlilere yönelik daha olumsuz bir yaklaşıma sahipken, bu olumsuz düşünce düzeyinin aynı illerdeki genel toplumsal kanıdan daha uç-noktaya varmadığına dikkat çekilmelidir. İşte bu şartlar doğrultusunda Türkeş’in öncelikli hedefi, Kürt kökenlilere rahatsızlık vermeyecek şekilde bölücü terörün üzerine gitmek ve partisinin bölücü teröre, bölge halkını da terör belasından kurtaracak biçimde son vereceğini ortaya koymaktı.

Aslına bakılırsa milliyetçi harekette Güneydoğu Anadolu’ya yönelik ilk açılımı, partisini kurduğu sırada BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu yapacaktı. Kürt kökenli yurttaşlara özel gönderme yapmaksızın kullandığı “kilim” imgelemiyle, “Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz” sloganını gündeme getiren Yazıcıoğlu, bir yandan Türk ve Kürt kökenliler arasındaki farklılığı zımnen kabul ediyor ama hemen ardından bu farklılığın ancak kilimin desenleri arasındaki farklılık kadar olabileceğini söylüyordu. Böylelikle desenler arası farklılık, kilimin bütünlüğünü bozacak unsurdan ziyade, birlikteliğin gücünü (bilişsel)- estetik (duygusal) güzelliğini anlatmaya yarıyordu. Sonuçta, “Çokluk içinde birlik ulusal platformda” yakalanıyordu.

Bu bağlamda Bahçeli, Kürt sorunu karşısında “ulusal mutabakatın” bozulduğu dönemin siyasal liderlerinden birisi olarak göze çarpmaktadır. Kürt sorununu, Türkiye’nin çözümlemesi gereken “iç sorun” şeklinde algılayıp, konuya ilişkin her türlü dış baskıyı geri çeviren son hükümette yer alan MHP, DSP-MHP- ANAP koalisyonunun parçalanmasıyla beraber, kendisini; giderek meseleye dış telkinlere kulak kesilerek çözülecek, “yarı-iç sorun” düzeyinde yaklaşılan sürecin eşiğinde buldu. 2000’li yılların ortasında Kürt sorunu karşısında kendi içinde tutarlı, birlikçi siyaset perspektifinde yaklaşım üreten tek parti haline gelen MHP, bir yandan toplumu bir arada tutmak diğer yandan çeşitli medya kuruluşları, iç-dış mahfiller tarafından halka “öğretilmiş bıkkınlık” psikolojisiyle mücadele etmekle uğraşıyordu. MHP, söyleminde de bazı değişiklikler yaptı. Bu arada yine Kürt sorunu bağlamında MHP’nin tam aksi cephesinde konumlanmasına rağmen, kendi-içinde tutarlı sayılabilecek politikalar izleyen siyasal Kürtçü hareketin usdışı talepleriyle çatıştığından; kamuoyunda kendini Kürt milliyetçiliğine endekslemiş parti gibi gözükme şansızlığına uğrayan MHP, diğer toplumsal sorunların çözümüne yönelik önerdiği toplumsal reçeteleri, halka yeterince duyurma fırsatından mahrum kaldı. 

MHP’nin Kürt sorunundaki söylem değişikliğinde adımı atmak partinin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye düştü. Yazıcıoğlu’nu andıran bir metaforla, Türkiye’yi “çiçek bahçesi”ne benzeten Bahçeli, bu bahçede her renk ve kokunun bulunmasını doğal sayacaklarını hatta zenginlik olarak algılayacaklarını anımsattıktan sonra, “ayrık otlarının” zenginliğe katkı sağlamayacağını vurgulayarak, bölücü teröre dair tutumun değişmediğinin altını tekrar çizdi. Etnik temelli ırka dayalı milliyetçiliği reddettiğini söyleyen MHP lideri, partisinin “ırkçı” olmakla suçladığı Kürt ayrılıkçı hareketiyle aynı çizgide değerlendirilemeyeceğini belirterek, “Türk Milliyetçiliği, Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan, her türlü ayrımcılığı ve dışlamayı reddeden, birleştirici, toparlayıcı ve bütünleştirici bir zihniyeti temsil eder. Bu anlamıyla Cumhuriyetin teminatı ve sivil barışın koruyucu unsuru olan Türk Milliyetçiliği, aynı zamanda milli egemenliğin kültürel hassasiyetinin de bir ifadesidir. Ülkemiz bugün çok nazik bir dönemden geçmektedir. Etnik tuzaklara ve hain kuşatmalara karşı milli birliğimizi ve kardeşliğimizi korumak ortak görevimizdir”[5] dedi.  

Bu söylem değişikliğiyle birlikte MHP, şehit cenazeleri ve gerektiğinde ayrılıkçı terörü telin eden sokak eylemlerine katılıp, toplumsal acıyı paylaşmayı sürdürdü. Ne var ki, MHP lideri şehit cenazelerinin miting havasında geçmesini yasaklamakla kalmadı, Ülkü Ocakları kanalıyla cenazelerde parti flama- işaretlerinin kullanılmasını da önledi. Ülkücüler katıldıkları defin törenlerinde ülkenin birlik- bütünlüğünü simgeleyen sloganların dışına çıkmazken, etkinliklere imzalarını kalabalığın arasından görülen, “bozkurt işaretleri”yle attılar. 2005-2006 yıllarında terörün boyut kazanması üzerine, hükümete sert dille yüklenen Bahçeli, giderek bölücü terörün AKP’den yüz bulduğunu, mevcut iktidarın probleme çözüm bulmakta hayli ağır kaldığını ileri sürecekti.

 

Ekonomik krizle dans

Tüm bu olaylar yaşanırken, koalisyonun ipini çeken asıl gelişme ekonomide patlak verecekti. Türkiye’yi önce Kasım 2000’de ardından Şubat 2001’de vuran iki ekonomik kriz, ülkeyi darboğazın eşiğine getirmişti. Ekonomistlere göre Kasım krizine dair ilk veriler, Eylül ayı içinde toplanmaya başlamıştı. Türkiye’nin döviz stokunun erimesi, yapısal ekonomik tedbirlerin alınmasında hükümetin yavaş kalışı, Asya- Latin Amerika ve Rusya’da yakın dönemde gözlemlenen ekonomik krizler, IMF yönetimini, “riskli bölgeler” sınıflandırması yapmaya itmişti. Türkiye, bu sınıflandırmada, “kırmızı hattın” içinde yer alsa bile ülkede ne zaman ve hangi çapta krizin baş göstereceğini saptamak zordu. Fakat halkın dayanıklı tüketim mallarına karşı artan ilgisi, ülkede yerli- yabancı otomotiv satışındaki patlama, hızlı bir ithalat yönelimi, ülkedeki ekonomik tahminleri karıştırıyordu. Özelleştirme politikalarında işbaşında bulunan partilerin kamucu niteliği, hızlı- blok satışlara gidilmesini engelliyor, büyüyen cari açık, dış sermaye girişlerini kısıtlayıp faizlerin yükselmesine neden oluyordu. Kasım ayında kendisini hissettiren finansal kriz, IMF’nin devreye girip, Türkiye’ye 7.5 milyar kredi açmasıyla yatıştırılabilmişti. (UYGUR, 2001:16-22)

Aslına bakılırsa gerek Kasım gerekse Şubat krizlerinin faturasının sadece işbaşındaki hükümete yüklenmesi büyük haksızlıktı. Zira Türkiye, 1980’lerden beri piyasalarda hakim olan neo-liberal politikaların geri dönüşümüyle yüzleşiyordu. Borçlanarak büyümek, hep denk olduğu ileri sürüldüğü halde daha açıklandıktan altı ay sonra her tarafından delinen bütçeler, piyasalardaki kronik istikrarsızlık süreci ANAP iktidarlarıyla doruk noktasına çıkmış, ANAP’ı izleyen Tansu Çiller liderliğindeki DYP hükümetlerinde devam ederek, adeta Türkiye’nin kaderi halini almıştı. Daha 2000’in ilk aylarında hükümetin borçsuz ayakta kalamayacağı, memur maaşlarının ödenebilmesi, devletin gündelik işlemlerinin döndürülebilmesi için bile dış borca ihtiyaç duyulduğu konuşulur olmuştu. İç piyasaların dengesizliği- dayanıksızlığı sebebiyle ülke dış borç bulmak zorunda kalıyor, piyasaya sokulan dış sermaye genelde kısa vadeli ve yüksek kar hedefi güden yatırımlar olduğundan iç ekonominin istikrar bulması hedefiyle düşümdeşemiyordu. (KİBRİTÇİOĞLU, 2002) Makro ekonomik krizlerin siyasal krizleri tetiklediğine dikkat çeken Kibritçioğlu, Türkiye’de de özellikle Şubat 2001 kriziyle yerinden oynayan ekonomik göstergelerin hükümetin sona ermesine yol açacak gelişmelerin kapısını araladığını ifade ediyor. O güne dek 16 kez İMF’yle masaya oturup hiçbirinden sağlıklı sonuç alamayan hükümetlerin, İMF’ye her başvurusunun toplumda ekonomik hayata dair olumsuz kanıyı daha da güçlendirdiğini savunan Uygur ise ekonomik makro krizin, ülkenin siyasal dengelerini sarstığını kabulleniyor.

Gelişmelerin hükümeti Cumhurbaşkanı Sezer’le kapışmaya dek sürüklediğine değinen ekonomistler, 21 Şubat 2001 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu’nda Sezer’le çok sert biçimde tartışan Başbakan Bülent Ecevit’le DSP’li Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan’ın, sadece “malumu” ilan ettiklerini bildiriyorlar. Ekonomistler, borcun faizini ödeyebilmek adına dışarıdan borç arayışına giren hükümetin, son 20 yıldır uygulanan ve kendi politik anlayışlarıyla örtüşmeyen hükümetlerin ekonomik programlarının yükünü sırtladığına değiniyorlar. DSP- MHP- ANAP koalisyonun hem İMF politikalarını tavizsiz uygulayacak, hem de dış piyasalara güven verecek bir isim olarak, Dünya Bankası’nın tanınmış uzmanlarından Kemal Derviş’i, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı sıfatıyla çağırdığını belirtiyorlar. Başbakan Ecevit’in 1970’li yıllarda danışmanları arasında yer alan Derviş’in hükümetin, “dördüncü ortağı” gibi koalisyona alınıp onurlandırılmasına içerleyen MHP ise bu dışarıdan destekli ekonomistle hiç güvenmeyecekti. Bora- Can, Derviş’in başlattığı programın bankacılık- maliye sistemini dış piyasalarla uyumlu biçimde disipline etmeyi hedeflediğini kaydederek, dalgalı kriz politikasına geçen Türkiye’nin özelleştirme- kamu yatırımlarında verimliliği arttırıcı tedbirleri içerdiğini vurguluyorlar. “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı verilen yeni ekonomik tedbirlerin sonuçlarına da dikkati çeken Bora- Can, “Böylece, Türkiye birkaç ay içinde hızlı bir yoksullaşma ve kitlesel bir işsizlik artışıyla karşı karşıya kaldı. Kısa vadeli iyileşme umudunun da görülmediği bir tabloydu bu” (BORA- CAN, 2004: 490) diyorlar.

2002 senesine Kürt sorunu, APO meselesi ve AB ile ilişkiler damgasını vurdu. MHP, uyumlu tavrına rağmen kamuoyunda, özellikle AB- Kopenhag kriterlerinin uygulanması konusunda “uyumsuz” davranmakla suçlanıyordu. Önce ima yoluyla yapılan göndermeler giderek liberal- II. Cumhuriyetçi kalemlerin ağzından dökülen açık suçlamalara dönüştü. Aslında aynı kesim DSP’den de hiç hazzetmiyordu. Ecevit’in sağlık sorunları, DSP’de yüzü AB’ye dönük modern, parlak bir “hoşnutsuzlar grubu” oluştuğu ancak bu ekibin, hakim Ecevit kültünü aşamadıklarından, partiye ağırlıklarını koyamadıklarına yönelik yorumlar, MHP’nin devre-dışı bırakılması halinde, “daha uyumlu koalisyon modeli” yaratılabileceği ortak inancıyla sona eriyordu. MHP yönetimi, “birileri”nin MHP’siz hükümet senaryosunu yürürlüğe koyduğunu fark etmişti. AB’ye uyum yasaları TBMM’ye geldiğinde, parti yönetiminin idam cezasıyla düşünce suçlarına yönelik düzenlemeler dışında, düzenlemelere destek sağladığı görüldü. Ancak yukarıda sayılan iki konu, MHP’nin “kırmızı çizgileri”ydi. MHP’li vekiller, bu çizgilere kıskançlıkla bağlı kalırken, diğer iki ortağın TBMM’deki muhalefet partileriyle birleşip, kanunları Meclis’ten geçirmeleri Bahçeli’nin tepkisiyle karşılaştı. Her meselenin muhalefetin desteğiyle çözümlendiği, ortaklar arasında fikir birliğine varılamadığı ortamda, MHP’nin koalisyonun geleceği dahil her konuyu tartışmaya açabileceğini ifade eden MHP lideri, artık tabanın hükümetin geleceğine dair kaygılarına kulak verme zamanı geldiğine inanıyordu.

Bahçeli, Bursa’da düzenlenen 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda, beklenen çıkışını gerçekleştirdi. Çoğu siyasal gözlemcinin nedense “sürpriz” olarak nitelendirdiği çıkış, partiyi yakından takip edenler açısından, “beklenen olası gelişme”ydi. MHP lideri, “Madem Türkiye’de  bir siyasi belirsizlik var, her türlü ekonomik programın başarıyla uygulanmasını engelleyen faktör bu olarak görülüyor. Gelin siyasi belirsizlikten neyi kastediyorsanız ki kastettiğiniz 57. Cumhuriyet Hükümetinin bozulmasıdır, o zaman bu amaçlarınızı Millet iradesine dayalı olarak yapmaya cesaret ediniz.  1 Eylül’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni toplantıya çağıralım, 3 Eylül’de erken seçim kararı alalım, geçmiş dönemde olduğu gibi 60 günlük bir seçim takvimi içerisinde seçimleri yapalım ve seçim tarihini 3 Kasım olarak belirleyelim. Böyle bir durum 57. Cumhuriyet Hükümeti ile bir erken seçim yapılması demektir” (BELGENET, 2002) dedi.

 

Siyasal İslam’ın iktidar yürüyüşü- Genç Parti vakası

3 Kasım seçimleri, Türkiye’nin Siyasal Hayatı’na damgasını vuracak süreçlerden birisinin başlangıç noktası olarak anılacak kuşkusuz. Ancak seçimlere geçmeden önce MHP açısından hayli önemli bir uğrak teşkil eden Genç Parti (GP) olayına parmak basmak şarttır. Bilindiği gibi Uzan Grubu’nun 46. Kuruluş yıldönümü kutlamaları sırasında hız verilen Genç Parti’nin kuruluş çalışmaları, kısa sürede ivme kazanarak, 10 Temmuz’da nihayete erecekti. Uzan Ailesi’nin en parlak ismi olarak tanıtılan Cem Uzan, siyasete atılmayı isteyen “prezantabl”- hırslı bir isimdi. Ailesinin içinden geçtiği ticari açıdan sarsıntılı dönemin panzehiri olarak TBMM’ye kapağı atmaya heveslenen Uzan, siyasal faaliyetlere kısa zamanda kendisini kaptıracak, propaganda- siyasal iletişimin tüm olanaklarını kullanarak, birden ülkenin gündem yaratacak siyasi partisinin başına Kurucu Genel Başkan sıfatıyla geçiverecekti. Bugüne dek hakkında çok yazılan, fakat katıldığı ilk seçimdeki başarısının anlaşılmasına yetecek donelerle ilgilenilmediğinden, siyasal tarihin, “pop kültürel- siyasal” öğelerinden birisine indirgenmeye çalışılan Genç Parti olayı, aslında; Türk siyasal hayatının eşiğine sürüklendiği bunalım karşısında kentli- burjuvalaşma aşamalarını yaşayan yığınların, tepkisi biçiminde okunabilir. Böylesi bir okuma, milliyetçi camiada sanıldığının aksine GP’nin, salt MHP’yi baraj dışı bırakmak amacıyla sergilenen, “oyun” olduğuna dair güdük yargının çok ötesinde önem taşıdığının saptanmasına yarayabilir. Gerçi GP olayı, en olumsuz tesirini MHP üzerinde bırakmıştır ama Cem Uzan hareketinin, gerek içeriği boşaltılmış, merkez gerekse o merkezi doldurmaya çabalayan merkez- kaç partilere mesaj niteliğinde olduğu belirtilmelidir.

 

Türkiye’nin geleceğinde yeni seçmen kitlesinin rolü

GP’nin oy aldığı bölgeler, genelde kentli, modern, genelde o güne dek merkez partilerine oy veren, ülkenin “modüs vivendisi”yle barışık kesimlerin yoğunlukla yaşadığı yerlerdir. Aynı kesim, ülkenin iktisadi yapısını kuşbakışı izleyen, ekonomik durgunluğun kendilerini mülksüzleştireceğinden korkan yurttaş profilini vermektedir. Rejimle barışık fakat kendi çıkar- yaşam dizgesini koruyabilmek adına, gerektiğinde “şeytanla bile ittifaka hazır” bu yeni kentli kitlenin, siyasal partilere tanıdığı vade, kırsal kesim seçmeninin aksine bir yıl değil, oy verilen beş yıllık dönemle sınırlıdır. Genelde lümpen/ küçük burjuvazinin sempatiyle baktığı bir parti olarak öne fırlayan Genç Parti’nin sanal tabanıysa sadece burjuvazinin en alt katmanlarıyla, yani burjuva toplumunun kaybedenleriyle sınırlı değildir. Bu meyanda Genç Parti, resmi, sitesinde, 2002 yılında GP’yi tercih eden seçmen kitlesinin; kentli, eğitimli, belli becerilere sahip, teknolojiyle haşır- neşir orta sınıflardan oluştuğuna dair tespit elbette haklıdır. Burada GP yönetimi, kimi yayın organlarında seçim öncesinde yayımlanan tektip yorumlara karşı çıkarak, Cem Uzan’a duyulan ilginin büyük kentlerin kıyıya köşeye itilmiş, tinerci, serseri, gecekondulara hapsolmuş (Örneğin 20 yıldır İstanbul’da yaşamasına rağmen her nasılsa denizi bile görmemiş), hatta ucundan kıyısından suça bulaşmış, “hayran kitlesi”nden ibaret olmadığını vurgulamaktadır. Zaten siyasetin temel kuralları çerçevesinde düşünüldüğünde yüzde 7.2 gibi kitlesel bir destek toplayan liderle partisinin, sadece modern hayat karşısında güç yitiren sınıf/ sınıf fraksiyonları ya da statü gruplarına oynadığını ileri sürmek, hem akıldışı hem acınası bir yorumdur. GP, ismi geçen kitlelerden oy almaktadır ama partide 2002’de bütünleşen oyların içinde, modern dünyanın nimetlerinden yararlanmalarına karşın, sistemden sağladığı refah pastasının hakkından düşük olduğunu düşünen, toplumsal statüsünü korumaya, hatta yükseltmeye azimli kalifiye, orta sınıf mensuplarının azımsanmayacak oranda bulunduğu kabullenilmelidir. Kentlerden kırsala gidildikçe düşen GP oy oranı, GP seçmeninin sistemden somut beklentileri olduğunu ortaya koymaktadır.

Örneğin adı geçen kesim için öte dünya beklentisi ancak muallak bir anlam taşımaktadır. Bu kitleye yönelecek İslamcı partinin, cenneti yeryüzüne indirmedikçe GP seçmeninden zırnık koparamayacağı açıktır. “Bir lokma bir hırka” anlayışı bu taban için ancak “tiksinilerek” uzak durulacak yaklaşımlardandır. Aynı kitlenin merkez sol partiye vereceği destek, sosyal demokrat partinin soyut, “hak-hukuk- adalet” söyleminde değil, sosyal demokratların toplumsal bölüşüm mekanizmalarında aslan payını kendisine ayırmasıyla kaimdir. Milliyetçi partinin, “Ezan- bayrak” söylemine pek az prim tanıyan yeni kentli seçmen kitlesinin zihninde, “yurttaşlık bilinci, bir arada yaşamanın gerekliliği, yurttaşlığın bireye sağlayacağı somut kazanımlar”ın sürekli olarak üretilmesi ve yeniden üretilmesi gerekmektedir. Düşman bayrağını karşısında görmeden “bölünme tehdidini” ciddiye almayan, teröre karşı verilen şehitleri ancak stadyumda, mahallede, işyerinde, kahvede, meyhanede yan yana bulunduğu arkadaşı toprağa düştüğünde veya şahsen askere çağrıldığında aklına getiren yeni kentli seçmenin tutumu, siyasette belirleyicidir. Kapitalist piyasa şartları içerisinde biçimlenen, kapitalizmin hızla yeniden “vahşileşmeye” başladığı, çağın sivil toplum örüntüsünde yaşayan yeni kentli seçmen, egoist çıkarları peşinde diğerleriyle mücadele halindeki atomize bireylerden ibarettir. Hassasiyetleri sivil toplumdaki piyasa mekanizmaları çerçevesinde anlaşılabilecek yeni kitle için ekonomik çıkarları tatmin edildiği, mülksüzleşme endişesi taşımadığı siyasal atmosferde ezanın susması da hiç susmaksızın gökleri kaplaması da, ancak “dekoratif” değerde önem taşır.

Siyasal İslamcı söylemin, iktidara gelmeden önce kaçak yapısına ruhsat verip belediye hizmetlerini ayağına götürdüğü bu kesim, siyasal İslam’la olan rabıtasını, “Ayet ya da sloganla” değil, her seçim döneminde tekrarlanan; sonradan ruhsatlandırılmış yapısına yeni kat çıkma müsaadesi, evine taşınan yardım torbaları, devlet- belediye kapısına bağlanarak “maaşyap” edilmesiyle koşullandırmıştır. Bu bağlamda siyasal İslam’ın özellikle kentlerde kazandığı zaferlerin din, Tanrı veya Kitab ile pek az ilgisi vardır. Siyasal İslam eğer iktidarını sürdürmek isteyecekse, adı geçen kesimi tüm devlet hastanelerine “sözde bedava” sokmak, yeterince eğitim veremeyeceğini bile bile üniversite sayısını arttırarak yüksek eğitim kurumlarında “istihdam etmek”, belediye- kamu ihalelerini bölüp tek yatırımcı yerine yine bu kesimin içinden türeyen 10- 15 hırslı “iş bitirici”yi zengin etmek durumundadır. Aksi takdirde “saadet zinciri”, iktidardaki parti aleyhine ve tek taraflı olarak bozulacaktır.           

Mazotun 1 TL olacağını, dileyen her gencin yüksek öğretim fırsatına kavuşturulacağını, kalanların mesleki eğitimle onurlu geleceklerine hazırlanacaklarını vaaz eden, toplumu sürekli çalışan, çalıştığının karşılığını hatta “daha fazlası”nı alacağına ikna etmeye çabalayan, devleti oy isterken “kaynakları bölüşüm”, seçimden sonra rakiplerine meydan okuyacak “kudretli bölgesel güç” aygıtı biçiminde düşünen GP, AKP’nin sanal rakibiydi. GP’nin, bu seçmeci- çıkarcı vaatlerinin hemen hepsinin iktidara yürüdükten sonra takipçisi olan AKP, bir anlamda Uzan’a ne kadar kızsa haklıydı.[6] Üstelik GP ve AKP’nin, “yumuşak karınları” da ortaktı. Zira her iki partinin söylemi, “deniz tükeninceye” dek, sınırsız bölüşüm, denizin darlandığı zamanlarda dışarıdan borç- harç destek bulup, yeni “iç- denizler” yaratma çıkarımına endeksliydi. Seçmeniyle mantıklı, orta- uzun vadeli tarihsel blok oluşturma gayretinden uzak bu politikalar, AKP- GP’de toplanan yeni seçmenin, klasik politika açısından dışarıya, “kimseye faydası dokunmayan çağcıl mikrokozmos istismarcıları” gibi görünmesine yol açıyordu. Oysa aynı kesimin varlığını AKP- GP’den önce okuyan parti MHP’ydi. Denenmemişlik, klasik siyaset yaklaşımına duyulan güvensizliği yeni lider- yeni imajla birleştirip, “Şimdi MHP zamanı” sloganıyla bütünleştiren MHP, kentli yeni seçmen yığınlarını partisinde buluşturmayı başarmıştı. GP- AKP’nin aksine yeni kesimi anlamaya, onun diline kendi söylemi içerisinde yer ayırmaya çalışan MHP, bu grubu sürekli daha çok taviz verip satın almak yerine “kazanmaya”, bu kesimi de içeren yeni bir “yurttaşlık algısı”-inşa etmeyi hedeflemişti. MHP, adı geçen kesimle, paylaşılan somut çıkarlarla düşümdeşen ortak duygusal zemin- yaratmayı denemişti.

MHP haklı olarak, atomize bencil çıkarları peşinde koşan dağınık- egoist yeni seçmenlerin var olduğu alanda aynı zamanda, “komünitern uğrağa”[7] da varılabileceğini öngörmüştü. Ne de olsa, bireyin tüm çıkarlarına tek başına ulaşamayacağı dağınık piyasa mekanizması- siyasal/ toplumsal ağlar örüntüsünde, bazı yaşamsal gereksinimlere sadece yığınlar halinde erişilebilirdi. Bu olgu yeni seçmen kitlesini, bazı ilkeler çerçevesinde örgütlenip, “kırmızı hatları” saptanmış toplumsal yaşam düzeninde birleşmeye zorlamaktadır. İşte MHP, kendi önceliklerini dikkate alarak, Türkeş döneminden beri, yeni toplumsal düzenin oluşumuna katkı sağlamayı, sürecin belirleyicilerinden birisi olmayı hedeflemiş, 1999 seçimlerinde hedefine kısmen ulaşmıştı da. Kentlerde biriken yeni seçmen kitlesini, “dizginlenemeyen bireysel açlıktan”, “paylaşılabilir kolektif açlığa” taşımayı seçen MHP, belli ki işin zor yanıyla ilgileniyordu. Ulus-devletin günümüzdeki gibi sistematik aşındırılma programına tabi tutulması durumunda kaynakların daha kısa zamanda tükenip, “dizginlenemeyen açlığın” büyüyeceğini hesaplayan MHP; ulusal bütünlük, “borçlanarak değil” fiilen kalkınarak büyüme, ulus- devlet ekseninde belki geçmişten farklı ama yine inat- toplumsal kararlılıkla savunulabilecek tarihsel bloğa ulaşma mücadelesi yürütüyordu. Ne var ki, ekonomik dengelerin altüst olduğu, 20 yıllık hesapsız liberalleşme programının hasadının geldiği bir dönemde yeni seçmen kitlesinin, faturayı kesecek somut muhatap arayacağı belliydi. Bu fatura MHP’nin de içinde olduğu 57. Koalisyon Hükümeti’ne kesilecek, Türkiye yeniden vahşi kapitalistleşmenin az gelişmiş hedefi konumuna sürüklenecekti. Yine de, “denizin tükeneceği” gerçeği, ülkeyi borçlandırarak ayakta tutandan ziyade, mantıklı- tarihsel blok kuracak organik partiye duyulan ihtiyacı ayakta tutmaktadır. Bu bağlamda, uzun erimli politikalar itibarıyla, Gramsci’nin terminolojisiyle dağılan ülkeyi yeniden toparlayacak “Çağdaş Prens” yani organik parti olabilme edimine, Türkiye’yi küresel rüzgarlar karşısında “dalgalandırarak” yöneten partilerden ziyade MHP’nin yakın durduğu teslim edilmelidir. 

Seçimde alınan sonucun MHP’ye bildirdiği diğer olgu, bu partinin klasik oy tabanına dayanarak mevcut siyasal dizgede ayakta duramayacağı, barajı aşmak/ iktidara ulaşmak yolunda farklı toplumsal kesimlerin, partiye besledikleri rızanın sürekli yeniden üretilmesinin, zorunluluk olduğu gerçeğiydi. MHP, tıpkı geçmişin kimi sınıf partileri gibi, kendi kitlesinin dışında kalan kesimlerin de temsilcisi olduğunu; bu kesimlere kabul ettirmeli, hatta onların üzerinde hegemonyasını kurabilmeliydi. Elbette MHP’liler, kendilerinden bunca oy çalarak baraj altında kalmalarına neden olan GP’ye kızmakta haklıydılar. Fakat GP pratiğinin, MHP’nin yeni vizyonunu belirlediği sırada tecrübe edilmesi önemlidir. Nitekim ileriki seçimlerde, GP pratiğinden gerekli dersleri fazlasıyla çıkarsadığı anlaşılan MHP yönetiminin, kritik anlarda vardığı kararlar, MHP’nin yeni seçmenin taleplerini tutmak, kitlelerle bütünleşebilmek adına sosyal demokrat partilerden çok daha iyi manevra kabiliyetine sahip olduğunu kanıtlamıştır.

2002 seçimlerinde barajı geçmesi durumunda öyle beklendiği gibi yüzde 15- 16 oyla seçimden ayrılmasa bile yüzde 11-12’lik halk desteğiyle yetinmek zorunda kalacağı anlaşılan MHP, en az 60 üyesini TBMM’ye sokabilecekti. AB, Kürt sorunu, azınlık hakları, rejim tartışmaları tipi “hassas konuların” tartışılacağı bir Meclis’te MHP’nin de hazır bulunması, Türkiye’nin kimi iç-dış dengelerinin korunması, toplumsal barışın daha derli toplu tesisi, yurttaşlığın sağlam temellerde yeniden tartışılması, uluslararası dengelerin farklı perspektiflerden sorunsallaştırılmasına hizmet ederdi hiç kuşkusuz. Sürecin böyle gelişmesi, AKP’nin ülkeyi “otoriter hakim parti” modeline sürüklemesini engelleyebilir, siyasal İslam iktidardan ayrıldıktan sonra bile yaraları kolay sarılacağı benzemeyen, “Güdümlü hukuk- parçalanmış toplum- sanık muhalefet” iddialarını engelleyebilirdi. Olmadı… 2007 seçimlerinde parlamentoya tekrar giren MHP, ilk iki AKP hükümeti döneminde eski seçmeniyle yeterince bütünleşememe sorunu yaşayacaktı. Buna karşın MHP oyları 2002’den sonra kademeli olarak artacaktı.

 

12 Eylül 2010

İkinci AKP iktidarı sırasında muhalefetin çabası 12 Eylül 2010 Halk Oylamasını, hükümete güvenoyuna dönüştürmüş ve sonuçta kaybeden muhalefet olmuştu. Seçmen profilinin pek değişmediği belli olan seçim sonuçlarında, AKP’ye değil fakat Anayasa’ya oy verenlerin oranı yüzde 58, “red cephesi”nin oranıysa yüzde 42 olarak tecelli etmişti. Kampanyası boyunca Anayasa oylamasının, hükümete güvenoylaması anlamını taşımadığını ısrarla vurgulayan AKP sözcüleri, sonuçlar belli olunca ağız değiştirip, hükümetin “psikolojik eşiği” aştığı değerlendirmesini dillendiriyorlardı. Aslında hükümet sözcüleri bu öne sürümlerinde haklıydılar. Zira seçimin nedenleri, oy vermenin akılcı saikleri hakkında pek fazla düşünmeyen sıradan Türk seçmeni, referandum sonuçlarıyla beraber kendi kendisini “efsunlayacak”, şahsen AKP’ye değil, 12 Eylül’ü protesto amacıyla sandık başına gidenler bile AKP’nin büyüsüne kapılarak kabuklarına çekileceklerdi. Oysa referandum kampanyası aşamasında seçmen ne oy verme nedenini sorgulamış ne de torba yasayla karşısına çıkacakları bütünsel olarak ölçüp biçmişti. Çoğu sıradan yurttaş torba düzenlemede, şahsına, yakın çevresine hitap eden öğeler lehine oy kullanmış, siyasi saiklerle sandığa koşarken, 12 Eylül Anayasası’nın daha 57. Hükümet döneminde tarihe karıştığını unutarak, tercihlerini belirlemişlerdi. Referandumdan sonra yapılan düzenli kamuoyu araştırmaları, “evet” cephesi seçmenlerinin, ne için oy verdikleri hususunda oldukça bilinçsiz davrandıklarını saptamış, halkın torba düzenlemenin yarısından memnun, yarısından gayrı memnun olduğunu belirlemişti.

Seçimin en tuhaf sonucu 12 Eylül’ün mağduru konumundaki CHP’yle MHP’nin “hayır” cephesini oluşturmaları, “evetçi” AKP’nin ise 12 Eylül’ün gadrine neredeyse hiç uğramamasıdır kuşkusuz. Bilhassa 12 Eylül Askeri İhtilali, siyasal İslam’ın önünü açarak, bu hareketin kitleselleşmesini zımnen teşvik etmiş, ancak; CHP- MHP darbenin travmasından tam 30 senede kurtulabilmişlerdi. Büyük ihtimalle 12 Eylül Anayasası’na, gerçek tahribatını yapmak yolunda 1982 Halk Oylaması’nda “ayıla bayıla” destek veren siyasal İslamcı kanadın, travmanın yaratılmasındaki katkısı mı, yoksa 2010’daki siyasal tutumu mu gerçek görüşlerini yansıtmaktadır, o bilinmez ama Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’la arkadaşlarına, “Siz 1982’de evet oyu vermediniz mi? Açıklayın oyunuzun rengini” diye serzenişi ve iktidar cephesince bu sorunun, “sümen-altı” edilişi anlamlıdır.

Ancak son kertede 12 Eylül 2010 Halk Oylaması’nda, AKP’nin 2011 Genel Seçimleri arifesinde elini rahatlatıp, psikolojik üstünlüğü ele geçirmesi ve oyların renginin birden “hayırdan evet”e dönmesinin nedeni, CHP- MHP’nin orta yaş kesimi seçmenine laf geçiremeyişidir. Halk oylamasının peşisıra birbirlerini suçlayarak, diğer muhalefet partisinde daha çok fire verildiğini savunan CHP’yle MHP’nin davranışı eşit ölçüde yanılgı yüklüdür. Hatırlanacağı üzere 12 Eylül’ün insafsızca ezip, biçtiği kuşak referandum yapıldığı sırada orta yaş dönemine erişmiş kesimdir. Bu kesim CHP’de de MHP’de de darbenin mağdurlarından bir araya gelmektedir. Gerek CHP gerekse MHP yönetimi 12 Eylül’de işkence gören, ezilen, horlanan, yaşamları alt-üst olan seçmenlerine lafını geçirememiş, bu grubun attığı oylar, blok halinde iktidar partisinin ekmeğine yağ sürmüştür. Bir anlamda ortada solcuyla ülkücü bırakmayıp siyasal İslam’ın önünü açan 12 Eylül mantığı, ortadan kaldırılırken yine aynı siyasal grubun elini güçlendirip, mağdurlarını ikinci defa ezmiştir. 

MHP’ye kaset terörü

Fakat referandumdan sonra AKP yönetiminin ülkenin kaderini belirleyecek temel konularda bocalayıp, kendi kendini panik havasına düşürmesi, AKP’nin referandum sonuçlarıyla yarattığı havanın geçici olduğunu ortaya koyuyordu. Hatta 2011 yılında siyasal ibre, MHP’nin pek çok açıdan avantajlı sürece girdiğini işaret ediyordu. Gerek AKP’nin başarısız siyasal icraatlarını gerek toplum üzerinde kurulmaya çabalanan baskıyı gerekse Siyasal İslam’ın kendi içindeki çekişmesini, Bahçeli’nin çok iyi kullanması bekleniyordu. 2007 yılından beri girdiği her seçimden, oylarını gözle görülür düzeyde arttırarak çıkan MHP’nin, 2011 Genel Seçimleri’nde yüzde 19-20 bandını tutturacağı, yani 1999 seçimlerinde olduğu gibi “patlama” yapacağı konuşuluyordu. CHP’nin lider değiştirerek arkasına aldığı rüzgar olmasa, MHP’nin seçimden ikinci parti olarak çıkabileceğini öne süren siyasal araştırma kurumları, Bahçeli’nin AKP’den oy kazanacağı görüşünde birleşiyorlardı. Bu yorumları ciddiye alan siyasal İslamcı iktidar, MHP karşıtı söylemini bileylerken, MHP, Türk siyasal tarihinde eşi benzerine rastlanmayan bir “kaset terörü”nün kurbanı haline getiriliyor, gelişmiş Batı demokrasilerinde yaşanmayacak “karalama kampanyası”, MHP’nin başına “bela ediliyordu.”

“Kaset terörü”, 2011 seçimlerine günler kala piyasaya sürüldü. Kamuoyuna 27 Nisan’da yansıyan olay hızla boyut kazandı. Mayıs ayı içerisinde önce MHP Genel Başkan Yardımcıları Recai Yıldırım’la Metin Çobanoğlu’nun, özel hayatlarına ilişkin görüntüler medyaya servis edildi. Seçim arifesine peyda olan, “farkliulkuculuk” başlıklı sanalağ sitesinde yayımlanan görüntülerde, MHP’li üst düzey yöneticilerin özel hayatlarının en mahrem kısımları saygısızca ortaya saçılıyor, ülkede çok ciddi bir hukuk- insan hakları ihlali, 70 milyonun gözü önünde sahne alıyordu. Esasına bakılırsa, Türkiye’yi şoke eden “kaset terörü” önce CHP’de gündeme gelmişti. CHP lideri Deniz Baykal’ın Ankara milletvekili Nesrin Baytok’la “uygunsuz ilişki” yaşadığına dair “siyasal şantaj kaseti”, Vakit gazetesinin sanalağ sitesince yayımlanmış, Antalya milletvekili Deniz Baykal, CHP Genel Başkanlığı’nı bırakmak zorunda kalmıştı. “Kaset terörü”nün ardından gelen açıklamalarda, Fethullah Gülen, AKP ve CHP parti- içi muhalefetin isimleri “olağan şüpheliler” arasında sayılmış ama somut ilerleme kaydedilememişti. Türkiye’nin “en ilerici partisi” olduğu öne sürülen CHP, bu ahlaksız saldırıyı sineye çekip, Genel Başkanı’nın arkasında durma zafiyeti göstermişti. Anadolu’daki seçmen kitlesini kızdırmaktan korkan CHP, hızla kendi içinde birbirine düşmüş, partiyi Genel Başkan’ın ahlaki tavrı kurtarmıştı. Oysa CHP’nin, Baykal’ın kişisel ahlak gösterisiyle yetinmeyip, hem liderine hem partiye karşı işlenmiş bu açık- ahlaksız hak ihlaline isyan etmesi beklenirdi.

Girdiği her seçimde yeterli olmasa bile CHP oylarını yükselten, Başbakan Recep Erdoğan’ın, “siyasal kriz yönetememe” açığını en iyi değerlendiren lider olan Baykal’ın, tam da AKP’nin eleştiri oklarının hedefi olduğu dönemde koltuğundan edilmesi, CHP’yi 12 Haziran seçimlerinde yeterli cephaneden yoksun bırakmıştı. Üstelik sürekli halka uzak kalmakla suçlanan CHP, sanki o güne kadar ki eleştirilere hiç kulak asmaksızın, bürokrat kökenli bir önderi liderliğe taşıyarak, kendisini toplumla mesafesini kapatma şansından mahrum kılmıştı. CHP’ye karşı gerçekleştirilen siyasal komplonun yeterimce tepki toplamaması, 12 Haziran seçimleri evvelinde siyasal yaşamı biçimlendirmeye çabalayan mahfilleri özendirmiş, muhtemelen aynı mihraklar, bu kez şanslarını MHP karşısında denemişlerdir. 

Kim ne derse desin MHP’ye karşı girişilen “kaset terörü”nün iki boyutu vardı. Birinci boyut yüzde 19’lara ulaşması tahmin edilen ve iktidar partisinden özellikle Anadolu’nun iç kesimlerinde oy çalması beklenen MHP’nin, mümkün olduğunca geriletilmesi hatta baraj altında bırakılmasıydı. Bu meyanda iktidar partisine yakın medya kuruluşlarının, kaset iddialarıyla beraber MHP’nin baraj sorunu yaşadığı, Türk siyasal sisteminin kendiliğinden iki partili dizgeye geçebileceği iddialarını dillendirmeleri tesadüf sayılmasa gerekti. Dolayısıyla “kaset olayı”, demokratik dizgeyi iki partili sisteme dönüştürerek, çoksesliliği alabildiğine kısıtlamak, güçlü bir sağ partinin görece zayıf kalacağı düşünülen sol parti üzerindeki sistematik hakimiyetini kurumsallaştırmaya yönelikti. Bir anlamda “kaset terörü”nün ardındaki güçler, ülkenin demokratik teamüllerine, halkın yönetimini belirleyebilme hakkına açık saldırı halindeydiler. Olayın diğer boyutuysa yine “çevre kuramı” çerçevesinde ele alınabilir. CHP’yi lidersiz bırakan komplonun benzerini MHP’de tatbik etmek isteyen siyaset mühendisleri, Bahçeli’nin partisine hakim olduğunu, MHP’nin içsel dinamikleri itibarıyla CHP’ye nazaran daha sakin sularda seyrettiğini bildiklerinden, lideri düşüremeseler bile etrafını boşaltma amacını güdüyorlardı. Sonuçta Bahçeli’yi devirip, muhalefeti seçimlere rüştünü henüz ispat edememiş liderlerle taşıma emellerine muvaffak olamayan kesim, en azından MHP liderinin kurmay kadrosunu, önemli ölçüde tasfiye etmeyi başardılar. Bu bağlamda, MHP karşıtı kesimin, “kaset terörü”nden elde ettiği kazanımın, parlamentoya görece güçsüz bir MHP Grubu’nun taşınması olduğu öne sürülebilir.

Genel bir değerlendirmeye geçilecek olunduğunda “kaset terörü”nün, Türkiye’nin siyasal ikliminin ne denli kısır olduğunu gösterdiği vurgulanabilir. Gelişmiş Batı demokrasilerinde, özel alanla kamusal alan birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığından, MHP’nin başına gelen türden saldırıyla karşılaşan bir siyasal parti, hatta onun lideri, olayın kahramanları makul bir süre “ti”ye alınabilir, haklarında erotik espri- şakalar üretilebilir, TV şovlarında bu partiyle inceden dalga da geçilebilirdi. Ancak gelişmiş demokrasilerde seçmen de, kamuoyu da, siyasal alanın diğer aktörleri de, hızla toparlanır ve mağdura yüklenmek yerine o siyasal partiye alçakça saldırıyı gerçekleştirenlerin peşine düşerdi. Yine gelişmiş demokrasilerde, benzeri olayın magazinel boyutu sürerken, sağduyu sahibi siyasal mahfiller ortaya çıkarak gerçekte neyin ahlaksızlık olduğunu halka anlatır, bugün belli siyasal partiye saldırıdan nemalananların, ileride benzer hatta çok daha ağır bir saldırıların muhatabı olacaklarını anımsatırlardı. Ne de olsa cinsel içerikli mesajlar her ne kadar ilgi çekici- cazip görülürse görülsünler, ülkenin geleceğinin “şantaj kasetlerine- özel hayatın hiçe sayılmasına” değil, ideoloji- program- fikre- projeye bağlı olduğu unutulmamalıdır.

Türkiye’de Ziya Gökalp tarafından savunulan, her milletin uygarlık ailesinin inşasına emek katan birer unsur olduğuna dair inanç, Herder’in Romantik milliyetçiliğinde de belirgindir. Ulusların ifade ettikleri tikel dil, kültür, kimlik hatta dinsel tezleri, evrensel kozmolojinin parçası olarak algılayıp yadırgamayan Herder, ulusların çoğulculuğu, çeşitliliği ve farklılığının korunmasını insani zenginlik addetmiştir. Evrensel- kapsayıcı uygarlığın içinde yükselen akortlu sesler olarak milliyetçilikler, varlığından- geçerliliğinden kuşku duyulması gereken Aydınlanmanın soyut felsefesine karşı, milliyetçi elitlerin seslendirip insanlığın eline tutuşturduğu, bir katkıdır. Aydınlanma felsefesini bir yandan olumlarken diğer yandan karşı- kültürel tezlerle zenginleştiren milliyetçilikler, sanılanın aksine ne ideolojiler arenasının külhanbeyi ya/ ya da ayrıkotu ne de insan düşününün karanlık aksidir. Dolayısıyla ideolojik anlam dünyasında milliyetçiliğe usun “sokak çocuğu “ ya da “tinercisi” muamelesi yapılamaz.

Bu bağlamda, emperyalizme karşı verilen mücadelede kitlesel özgürleşmenin ete- kemiğe bürünmüş hali olan milliyetçilik, tarihsel süreçte, Üçüncü dünyada da yankısını bulmuştur. Ne var ki, çoğunlukla gelişmiş ulus milliyetçiliklerinin farklı veçhelerinden türetilen Üçüncü Dünya milliyetçiliklerinde, geç Aydınlanma, ulusallaşma, modernleşme sıkıntısının izleri görülür. Bu yüzden gelişmiş Batı milliyetçilikleriyle karşılaştırıldığında Üçüncü Dünya milliyetçiliğinde hep “eksik bir yan” kalmış gibidir. Esasına bakılırsa bu sorunsal, üçüncü dünya milliyetçiliğinin henüz katılmadıkları, tam parçası olamadıkları bir süreci yani modernleşmeyi onun içine girerek değil, karşısında konumlanarak eleştirme tuhaflığına kapılmasıdır. Ne tam içeride kalmak ne de direk karşısında durarak mücadele etmek değil, eşikte bekleyerek lafazanlık yapmak şeklinde de açıklanabilecek bu garip durum, üçüncü dünyayla gelişmiş Batı’nın birbirini anlaması çabalarına da ket vuruyor. Dolayısıyla küresel dünyada zaten ekonomik bazda yeterince yaşanan uçurum, yeni fikirleri üretip tartışmayı, gelişmiş küresel güçlerin tekelinde bırakıp, çevreye; ezenlerin öne sürdükleri alternatifleri tartışıp, kendilerine uygun “sömürülme” yolunu belirleme biçiminde, “sömürülme çoğulculuğu” seçeneğini sunuyor.

Yine yukarıda dillendirilen açıyı aşan yeni milliyetçiliğin edinmesi gereken yeni paradigma ekseninden soruna yaklaşıldığında milliyetçiliğin, liberalizmle hesaplaşarak küresel saldırıya küresel yanıt vermek zorunda olduğu daha net anlaşılacaktır. Bu bağlamda Türk milliyetçileri de, Erivan’daki anne ekmek bulamadıkça, Bakü’deki Azeri’nin Dağlık Karabağ’a geri dönemeyeceğini, Belgrad’taki işsizlik sürerken Saraybosna’nın özgür kılınamayacağını, Batı medeniyetinin gerçek kökeni Atina’da medeniyet, liberalizmin ekonomik saldırısı- sömürüsü altında can çekişirken, Doğu medeniyetinin miğfer güçlerinden Türkiye’nin Ankara’da onurlu biçimde yeniden yapılanamayacağını bilmelidirler. Sadece bu yüzden, günümüzün saldırgan küreselleşme dalgasının, ancak diğerlerinin haklarına, kendi haklarını çiğnenmesine göz yummaksızın saygıyla yaklaşan ve dünyanın herkese yetebileceğini haykıran, bütünleşmiş bir milliyetçi karşı- saldırıyla durdurulabileceği tezi yabana atılmamalıdır. Muarızlarının tüm aleyhteki söylemlerine karşın milliyetçi güçlerin geçmişte birbirleriyle ittifak kurmakta başarılı oldukları hatırlanmalıdır. “Bu dünya hepimize yeter” sloganını ateşleyecek “yeni milliyetçiliğin”, imza atıldığı an, tarihe karışacak sözde barış anlaşmalarına karşı, insanlığı, gerçek “toplumsal sözleşmesi”ne ulaştırması heyecanla beklenmelidir.

 

Yurttaşlığı yeniden tanımlamak

Türk halkı resmi tarihi hakkında en ufak bilgiye sahip olmaksızın, gayri-resmi tarih “uleması kesilmek” gibi tuhaf- irrasyonel bir iddiaya sahip. Tarihi kaynaklara aldırış etmek yerine, tıpkı kendileri gibi çok fazla tarihsel bilgiye- geçerliliğe sahip bulunmayan üst kuşakların aktarımından mütevellit çapraşık hayli “magazinsel” bir tarih bilgisiyle yetinen Türk insanı karşılaştığı kökeniyle alakalı tartışmalarda bile sıklıkla bocalıyor. Dolayısıyla ne resmi tarihini sağlıklı biçimde bilmeyen ulusların gayrıresmi tarihleri hakkında da sağlıklı bilgiye sahip olamayacağını ne de üst kuşaklardan aktarılan her kulaktan dolma bilginin, “verimli sözlü tarih geleneği” oluşturmayacağını değerlendirme zenginliğine ulaşabiliyor.

Tüm bunların, “Anayasal yurttaşlık” denecek olduğunda verilecek yanıt çok basit. Marx, “Tarih kimi düşünürlerin zihinlerinde oluşan söylencelerden ibaret olamaz. Soyut idealizm tarihin dışavurumunu vermez” derken haklıdır. Zaten bunu bilmek için Marx olmaya da, Marxist olmaya da gerek yoktur. Eğer ülkenin toplumsal yapısı Ziya Gökalp’in savunduğu üniter- duyguda- düşüncede- hedefte ortak bir ulus fikrine ihtiyaç duymasaydı, bugün üzerinde tartışılacak bir Ziya Gökalp’imiz de olmazdı. Yine tarihsel serencamımız ulus devleti kuracak, özelliklerini saptayacak bir kadroyu gerektirmeseydi Türkiye ne Kemalist Devrimi yaşardı, ne de bugün siyasal İslam’ın “günah keçisi” olarak addettiği Kemalist önderliğimiz başa geçme fırsatını yakalayabilirdi. Hatırlanırsa Osmanlı’yı ortadan kaldırmayı gerektiren paradigmanın her taşı somut tarihsel bir gerçekliğe dayanıyordu. Yarın da eğer toplumsal gerçeklikler o şekilde oluşursa, Türkiye daha pozitivist, daha İslamcı, kökten- milliyetçi, radikal/ılımlı liberal, koyu muhafazakar, yeni Kemalist bir yapıya dönüşebilir. Hatta bu tartışmalar çerçevesinde ülkenin üniter yapıda mı kalacağı, federatif nitelik mi kazanacağı da, farklı görüşler çerçevesinde konu edilebilir. Ne de olsa bir şeyin tartışılması onun öyle alacağı anlamına gelmez. Ancak tüm bu tartışmalarda anahtar kavram, ideolojik öngörü- küresel dayatmalardan ziyade taleplerimizin- hülyalarımızın, “somut tarihsel gerçekler”e dayanıp dayanmadığıdır.

Bu bağlamda Türkiye gibi, tartışmaların bir ayağının somut tarihsel gerçeklere- taleplere dayanmadığı az gelişmiş ülkelerde, siyasal iktidar genelde, “Bu toz bulutunda ne dayarsan gider” mantığıyla hareket eder. Zihinsel tembellik içinde, üstelik Batılı anlamda güçlü bir sivil toplum geleneğine sahip olmayan yapısıyla, belli dönemlerde iktidarda kim bulunursa bulunsun onu resmi görüşü olarak kabul edip benimseyen toplumlar, kısa süre geçmeden bu sefer karşı kutbun görüşlerini aynı düzeyde kabullenirler. Ülkede anayasal vatandaşlık, çokkültürlülük tartışılıyormuş gibi görünür ama tarihin mücadele alanı olarak sivil toplum olgusunu kabullenmemiş Türkiye gibi ülkelerde, sorun hep, “devlete kimin hakim olduğu- olacağıyla” sınırlı kalır, devlet halk egemenliğinin hakim kılındığı rafine bir yapıya yine kavuşturulamaz. Yani tartışma, “Devletin baskın niteliği değiştirilsin, devlet topluma hadim kılınsın” diye başlar ama varılan nokta iptidai iktidar değişikliğinden öteye geçmez. Halk devlete hadim kılındığıyla kalır.

Elbette tüm siyasal ideolojileri kirleten iktidar, doğası gereği milliyetçiliği de kirletecektir. Milliyetçilerin de geçmişlerinde kirli kalmış, hatırlanmamak istenen acı olaylar, pişmanlıklar, yanılgılar olacaktır. Ancak siyasetin doğası gereği, siyaset oyununu oynayan hiçbir aktörün, bir ölçüde kirlenmekten kendini alıkoymamsı değildir. Asıl mesele, üstü başı kirlenen ideolojilerin, üstü başı paralı biçare çocuklar gibi ağlaşarak veya evde yiyecekleri dayağı düşünerek suskun gözlerle, kendilerini güdüp- yönetecek mahallenin “o en pis” çocuğunu bekleyip beklemedikleridir. Milliyetçiliğin, diğer ideolojilerden, eğer varsa, tek üstünlüğü, temizlenme işlevini başkasının “itip kakmasına” gereksinim duymaksızın hissedip, gereğini yerine getirebilmesidir. Milliyetçiliği çağımızda gerek tek tek bireyler gerekse insanlığın geneline karşı açılan savaşa karşı koyabilecek tek örgütlü siyasal güç haline getiren de, dünyanın eski efendilerinin milliyetçiliği, “öcü” gibi göstermelerinin tek nedeni de budur. Hangi yoldan gitmesi gerektiğini dünyanın efendilerine sormaya gereksinim duymayan tek ideoloji olan milliyetçilik, bugünkü zalimliğin “öcüsüdür”, insanlığın değil.

Gelinen noktada, adına ister milliyetçi ister ulusalcı güçler deyin bu kesimlerin aralarında birleşip işbaşındaki İslamcı-liberal cepheyi ideolojik açıdan mağlup edip marjinalleştirmesi, ulusal kimliğin düzlüğe çıkmasının tek yolu gibi görünüyor. Hatta bu da yeterli olmayacaktır. Zira Türkiye gibi az gelişmiş ülkeler küresel bazda bir saldırıyla karşı karşıya. Dünyanın süpergücü tek başına kaldığı ve dengelenemediği müddetçe liberalizm, ortadaki boşluktan da yararlanarak artık bir ayakbağı olarak gördüğü ulus-devlet, ulusal karakter ve milliyetçi akımları aşındırmaya çalışıyor. Gerçi liberaller dünyanın yeniden çok-kutuplu modele evrildiği günümüzde, rakiplerini ortadan kaldıramayacağını iyi biliyor, bu yüzden de mümkün olduğunca aşındırmaya, korunaksız bırakmaya uğraşıyor. Yukarıda açıklanan mantık doğrultusunda küresel saldırıya verilecek tepkinin de küresel nitelikte olması gerektiği anımsatılmalı ve milliyetçi-ulusal güçlerin acilen, “Her milliyetçi model farklıdır. O yüzden de m illiyetçi evrensel doğrular yoktur. Sosyalizm ve liberalizmin aksine milliyetçiliğin evrensel düzlemde geçerli laik peygamberleri yoktur” anlayışından yüzgeri edilmesi gerekiyor. Küresel mücadelenin, karşı-küresel mücadeleyle yanıtlanması ve dengelenebilmesi için farklı milliyetçi grupların, “Eğer söz konusu devlet ve milletin varlığıysa gerisi teferruattır” anlayışıyla asgari müştereklerde birleşip gerekirse kendi “laik peygamberlerini” ve ortak dillerini kurmaları tek çıkar yol gibi gözüküyor.

 

Sonuç: Değerlerin içerik değiştirmesi ve soru işaretleri

Bu açıklamalar eşliğinde konuya Türkiye merkezli yaklaşıldığında eskiden kentlerin çeperinde tutunmaya çalışan kırsal alandan göç eden nüfusun kimi değerlerine sahip çıkarak kente alışmasına katkıda bulunmak milliyetçi bir değer yargısı imlerdi. Günümüzde artık bütünüyle kent toplumuna alışmış özgür bireyin, sokaklarda dalgalanan yığınlar içerisinde kendisine yabancılaşmasını, yalnızlaşmasını engellemeye çabalamak siyasal bir erdem olsa gerektir. Geçmişte kente erkeğiyle beraber gelen kadının ahlakını, nispeten dışa yarı-kapalı bir sosyal çevre içinde gözetmek ahlaki bir değerken, bugün; toplumun her alanına nüfus etmiş kadının modern taleplerine kulak tıkamamak, onunla yanyana yürümeyi hazmetmiş bir siyasal kitle oluşturmak, en azından erkekler açısından, bir erdemdir. 1960’lı yıllarda çocuğu kentin kimi kötülüklerinden esirgeyerek ahlaklı kılmak erdemli (bir o kadar da pasif) çocuk yetiştirmenin şartı olarak görülürdü. Şimdi sadece kentin olası kötülüklerini değil, dünyanın tüm iyilik ve melanetini kusma potansiyeline sahip teknolojinin olanakları arasında, kişisel gelişimine en uygun seçenekleri alabilme yetisine sahip (aynı zamanda aktif) çocuk yetiştirme bir erdemdir. Görüldüğü gibi modernleşmeyle beraber erdem kavramı değer yitirmemiş ama içeriği çarpıcı bir şekilde değişime uğramıştır.

Hatırlanacağı gibi Türk milliyetçiliği de en hareketli olduğu dönemde, kendi döneminin dilini, kuramlarını alabildiğine içselleştirmiş, gerçekçi bakış açısına yönelmiş ve devrinin temel kavramlarını karşılayacak yerli kavramlar aramanın peşine düşmüştü. Burada kimi düşünürlerin biraz haksız biçimde “köksüzlük- başarısızlık”la suçladığı, ancak; Türk tarihine yön veren ileriki dönemlerini önsellemiş bir süreç olarak hayli oturmuş, başarılı olmuş bir süreç olarak nitelendirilmesi gereken Tanzimat’a dönmek gerekir. Tanzimat’la beraber temelleri atılmaya başlanan modern Türk milliyetçiliği, en şaşalı dönemine Osmanlı modernleşmesinin sonlarıyla yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı dönemde, Türk Ocakları içerisinde ulaşmıştır. Yakın siyasal tarihin özgürlükçü akımları olarak sunulan İttihat Terakki ve bu örgüt içinden filiz veren Kemalist hareketin ideologlarının aynı isimler olması bir rastlantı mıdır? Bu teorisyenlerden Yusuf Akçura’nın, “Milletin hizmetinde İslamiyet”, Türklerin tarihine getirdiği neredeyse devrimci bir kuram niteliğinde olan dört dönem yaklaşımı ve yine Osmanlı’nın son günlerinde “hakimiyetin yurdu” olarak sunduğu daraltılmış ama gerçekçi vatan fikri, onu izleyen kuşaktaki milliyetçi aydınların din, devlet, toplumsal ilişkiler, dünyevilik görüşlerinin temeli olmadı mı?

Aynı dönemde ülkenin neredeyse tüm fikir akımlarının ünlü teorisyenlerinin Türk Ocakları’ndan koparak yollarına devam etmeleri hatta Ethem Nejat gibi ünlü sosyalist aydınların bile yollarının Türk Ocakları’yla kesişmesi, Tanrıöver’in Cumhuriyetin ilk yıllarında Ocakları, “Türk devriminin mabetleri” şeklinde değerlendirmesi, Türk milliyetçiliğinden ne anlaşılması gerektiğini yeterince ortaya koyuyor. En azından Türk milliyetçiliğinin bundan yıllar önce Türk modernleşmesinin itici gücü, sorunların önyargısız tartışıldığı, kendine güveni olan aydınların barındığı bir merkez olduğunu kanıtlıyor. Şahsen o günlerde Ziya Gökalp, Akçura, Ethem Nejad, Mehmet Akif, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerin onca farklı görüşe karşın oturup, “Milliyetçilik- ulusalcılık farklı kavramlar mıdır” gibi beyhude tartışmalarla vakit öldürdüklerine ihtimal verilmemelidir. Hatta “Söz konusu vatan olduğunda gerisi teferruatsa” bu tartışmanın da fazlaca uzatılmış bir laf ebeliği olarak tadında bırakılması gerekmektedir. Zira aksi takdirde ya a) Vatan tehlikede değildir ve milliyetçiler halkı umacı hikayeleriyle korkutmaktadırlar ya b) sunacak bir çözüm olmadığından sorunun müttefiki “ötekileştirmek” vasıtasıyla savuşturulması yoluna gidilmektedir ya da c) vatan gerçekten tehlikededir ve milliyetçiler teferruatla uğraşmaktadırlar.

Bu bağlamda Türk milliyetçiliğinin İttihat Terakki’nin, Jön Türk Devrimi’ne altyapı hazırlayarak geç- Osmanlı toplumunu özgürleştiren, daha sonra bu kadroya kapitülasyonları kaldırtarak siyasal özgürlüğün ancak ekonomik özgürlükle yürütülebileceğini aşılayan, Türk kadınını üniversitede- çalışma hayatında erkeğiyle eşitlemek yolunda adım attıran, döneminin çağdaş- modern- kentli ruhu olduğu unutulmamalıdır. Aynı milliyetçiliğin Kurtuluş Savaşı’nı, bu savaşın temel hedefini ortaya koyan Misak-ı Milli’yi hazırlayan bilinç, amacını ülkeyi bir ümmet topluluğundan modern ulus- devlete ulaştırarak taçlandıran siyasal inanç olduğu bilinmelidir. Kemalist Devrim sürecinin halka aktarılmasında siyasal dil, 1960’lı yıllarda kentlere akan insanların modernleşmeye ulaşma yollarına yardımcı söylem, ülkenin karşılaştığı tehlikeli sorunlarda ortak akıldır Türk milliyetçiliği. Dolayısıyla Enver- Talat- Cemal üçlüsüne, Kemalizm’in kazanımlarına, ülkenin bağımsızlığına, Misak-ı Milliye, ulus-devlete, bunların hepsi/ biri ya da birkaçına kin gütmek aynı zamanda Türk milliyetçiliğine kin gütmek demektir. Türk milliyetçiliğinin her bir şıkka aynı sertlik ve ciddiyetle cevap vermesi gerekmektedir.     

Görünen o ki, Türk milliyetçiliği üzerinde yürütülen tartışmalar hiç bitmeyecek. Yine de Avrupa tarzı ya da Afrika’nın kabileci, Asya’nın aşiretçi yapılanmalarına nazaran daha avantajlı gözüken Türk milliyetçiliği, devletle arasına mesafe koyup, aksiyoner faaliyetlerini sürdürdüğü müddetçe Türk siyasetinin temel yapıtaşları içindeki yerini koruyacak. Merkez-sağın içeriğinin değiştiği günümüzde, kendisini yineleyen yönüyle milliyetçiler, hem politika oyununa aktif katılacaklar hem de ülkeye yerleşmeye başlayan, olumsuz küreselleşme, ulus-devlete rağmen Batılılaşma gidişatını dengeleyip, tersine çevirecek kadroları oluşturacaklardır. MHP’nin dar fikir particiliğinden fikri üstün gören kitle partisine doğru ilerleyişi, bu parti açısından umut vericidir. MHP’nin, yukarıda sayılan hedeflere ulaşıp ulaşmayacağı ileriki yıllarda açıklık kazanacaktır.

Bir başka deyişle, kavgacı değil uzlaşmacı, hırçın değil sakin, tek boyutlu değil çok boyutlu düşünen, ülke menfaatlerini birinci planda tutan, yersiz “öteki” düşmanlığına sapmamış bir MHP, Birikimin deyimiyle, “Pembe faşizme”, daha az eleştirel bir söylemle, “Pembe-ılımlı milliyetçiliğe” yelken açacaktır. MHP geleneğini, “faşist” olarak nitelemek, sol ideolojinin içerisinde bile fazlasıyla marjinal kalmış arkaik kalıplara hapsolmak anlamına geleceğinden, “olumlu milliyetçilik” kavramını işlemek daha yararlıdır. Kürt, Alevi ve İslam konularında uzlaşmacı tavır geliştiren ülkücü hareket, milyonları aşan taraftarlarıyla, küresel- bölgesel güçlerin de yakından izlediği bir hareket haline gelmeye adaydır.

 

KAYNAKÇA:

ALPTEKİN, Orhan (1990), Yeni Düşünce 4 Eylül 1990 (Yeni Çığır, Ankara)

ARVASİ, Seyit Ahmet (1986), Doğu Anadolu Gerçeği (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara)

BAHÇELİ, Devlet (2006), “MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Yazılı Açıklaması”, www.mhp.org.tr, Erişim Tarihi: 18 Temmuz 2006

BORA, Tanıl- CAN, Kemal (2000), “MHP’nin Güç Kaynağı Olarak Kürt Meselesi”, Birikim dergisi Haziran- Temmuz 2000  (Birikim, Ankara)

BORA, Tanıl- CAN, Kemal (2004), Devletle Kuzgun: 1990’lardan 2000’lere MHP (İletişim, İstanbul)

BORA, Tanıl (1998), “Türkiye’nin ‘Kriz İdaresi’ Yöntemi: Milli Refleks ve Linç Orjisi”, Birikim Aralık 1998 (Birikim, İstanbul)

DEMİRAĞ, Yavuz Selim (1993), Ortadoğu 15 Şubat 1993 (Ortadoğu, İstanbul)

DOĞAN, Mehmet (2000), Alparslan Türkeş, MHP ve Gölgedeki Adam (Ocak, Ankara)

DURAL, Ahmed Baran (2011), Pratikten Teoriye Milliyetçi Hareket (Bilge Karınca, İstanbul)

DURAL, Ahmed Baran (1997), “Fırtınalı Yıllar”, Yeni Şafak 10 Nisan 1997 (Yeni Şafak, İstanbul)

DURSUN, Haluk (1997), “Türkeş Niçin AP’ye Gitmemişti”, Son Çağrı, 9 Nisan 1997 (Son Çağrı, İstanbul)

KİBRİTÇİOĞLU, Aykut (2002), “Türkiye’de Ekonomik Krizler ve Hükümetler”, Yeni Türkiye Ekonomik Kriz Özel Sayısı (Yeni Türkiye, Ankara)

KOZANOĞLU, Can (1993), Cilalı İmaj Devri (İletişim, İstanbul)

KÖSOĞLU, Nevzat (2008), Hatıralar Veyahut Bir Vatan Kurtarma Hikayesi (Ötüken, İstanbul)

MÜFTÜOĞLU, Rıza (2004), Derin Sayfalarıyla Milliyetçi Hareket (Ortadoğu, İstanbul)

NİHAT, M. – CEMİLOĞLU, E. (1995), Milliyetçi Hareket (Turkuaz, Ankara)

ÖZMEN, B. (2000), 17 Ağustos 1999 İzmit Körfezi Depreminin Hasar Durumu (Rakamsal Verilerle) (Türkiye Deprem Vakfı, İstanbul)

PEKMEZCİ, Necdet- BÜYÜKYILDIZ, Nurşen (1999), Ülkücüler: Öteki Devletin Şehitleri (Kaynak, İstanbul)

PUTNAM, Robert (1988), “Diplomacy and Domestic Politics: The Logic of Two Level Games”, International Organization s. 42-3

SANCAR, Mithat (2000), Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti (İletişim, İstanbul)

TEKİN, Arslan (2009), İmralı’daki Konuk (BilgeOğuz, İstanbul)

TEKİN, Arslan (2000), Alparslan Türkeş’in Liderlik Sırları (Okumuş Adam, İstanbul)

TÜRKEŞ, Alparslan (1990), Alparslan Türkeş Anlatıyor (MÇP, Ankara)

UYGUR, Ercan (2001), “Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım Ve 2001 Şubat Krizleri”, Türkiye Ekonomik Kurumu Tartışma metni (TEK, Ankara)

UZUN, Turgay (2005), Türk Milliyetçiliği ve MHP (Ebabil, Ankara)

YANARDAĞ, Merdan (20002), MHP Değişti Mi? Ülkücü Hareketin Analitik Tarihi (Gendaş, İstanbul)

——————— (2002), “Bahçeli’nin Basın Toplantısı”, http://www.belgenet.com/2002/bahceli_150702.html, Erişim Tarihi: 29 Aralık 2011

——————– (1990), Brikim Şubat 1990 (Birikim, İstanbul)

——————- (1990), Bizim Ocak Nisan 1990 (Bizim Ocak, Ankara)

——————— (1997), Haftaya Bakış 26 Nisan 6 Mayıs 1997

——————— (2011), “12 Eylül Sonrasında MHP”, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı, http://www.ulkuocaklari.org.tr/12-eylul-sonrasinda-mhp-s274.html, Erişim Tarihi: 04-11-2011

———————- (1989-a), Yeni Düşünce 17 Mart 1989 (Yeni Çığır, Ankara)

———————- (1989-b), Yeni Düşünce 24 Mart 1989 (Yeni Çığır, Ankara)

———————- (1989-c), Yeni Düşünce 1 Eylül 1989 (Yeni Çığır, Ankara)

——————– (1994), YeniHafta 7 Mart 1994 (Kardelen, Ankara)

—————————————————————————————————-

Kaynak:

https://www.academia.edu/10750789/%C3%9CLK%C3%9CC%C3%9C_HAREKET%C4%B0N_ANAL%C4%B0T%C4%B0K_YAKIN_TAR%C4%B0H%C4%B0

************

ÖZGEÇMİŞ:

  1. Baran DURAL:

Doç. Dr. Aslen Balıkesir Gönen nüfusuna kayıtlı olan yazar, 1972 yılında İstanbul’da doğdu. Sırasıyla İstanbul Özel Amerikan Robert Lisesi, YC. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü (Lisans ve yükseklisans) mezunu. Doktorasını TC. Ankara Üniversitesi SBF Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Siyaset Bilimi Bilim Dalı’nda, “Yakın Dönem Türk Siyasal Tarihi” alanında tamamladı. Doktora tez konusu, “Türk Muhafazakarlığı ve Nurettin Topçu” olan Dural, halen Trakya Üniversitesi İktisadi Bilimler Fakültesi Kamu Yönetim Bölümü’nde Siyasal ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmaktadır. “Tarihi Roman”, “Turan İdealine Farklı Bir Bakış”, “Siyaset Biliminde Kuram- Yöntem- Güncel Yaklaşımlar” “Onun Hikayesi”, “Türk Muhafazakarlığı ve Nurettin Topçu”, “His Story: Mustafa Kemal and Turkish Revolution”, “Pratikten teoriye Milliyetçi Hareket-I/II” ve “Türk Modernleşmesinde Temel Tartışmalar” isimli kitapları yayımlanan Dural, Leo Tolstoy’un “Sanat Nedir” başlıklı eserini İngilizce’den tercüme etmiştir. 2009 yılında, Siyasal Hayat ve Kurumlar Anabilim Dalı, “Türk Siyasal Hayatı” Bilim Dalı’nda Doç. Dr. olmaya hak kazanan Dural’ın yerli ve yabancı yayın organlarında yayımlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.

 

 

[1] TC Trakya Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü.

[2] Ne var ki Ülkücü Hareket’in önemli bir ayağını oluşturan BBP hareketi burada ancak MHP ile yaşadığı kimi tartışmalar ekseninde ele alınacaktır. Başlı başına bir hatta birkaç bölüm oluşturması gerektiğini düşündüğüm BBP hareketine, sayfa darlığı nedeniyle ayrıca değinemeyeceğim. (yn.)

[3] Aydınlar Ocağı, Cedit Grubu çevresi.

[4] Bilgisayar oyunlarında ve oyun teorisinde basamak atlama düzeyi.

[5] Açıklamanın tamamı için MHP liderinin, 4 Mayıs 2005’te düzenlediği basın toplantısı metnine başvurulabilir.

[6] AKP tarafından güdülen İslam püritenliği politkaları son bölümde uzun uzadıya masaya yatırılacaktır. (yn.)

[7] Hegel- Marx sivil toplum anlayışında, “komünitern uğrak”, komünizmi değil, bir arada yaşama kararlılığı, toplumsal değerler üzerinde birleşme, sivil toplumla örtüşen kamusal alana kavuşma edimini temsil eder.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen