İslâm Dünyası’nda İlim Niçin Geriledi?

Dr. Mehmet Niyazi ÖZDEMİR Hocamız, Yeni Şafak Gazetesi’ndeki köşesinde, İslâm Dünyâsı’nda ilmin gerilemesinin sebepleri üzerine değerlendirmelerde bulundu…

*****

Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 2 ve 9 Temmuz 2017 târihli nüshalarından derlenmiştir

***

Mehmet Niyazi ÖZDEMİR

1 – Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?[1]

Davul ve zurna ile gelen inkılâplar çok önemli değildir. Gümbürtüleri fazla olur, fakat hayattaki etkileri yüzeyde kalır. Yeni bir moda rüzgârı ile çok çabuk sarsılırlar. Önemli olan zihniyetteki inkılâplardır; çünkü her toplum zihniyetine göre dünyasını kurar. Zihniyetin oluşmasında itikadı hususlar en temel unsurlardır. Nasıl ki sağlıklı bir insanda zihniyet ile itikadın uyumu şartsa, toplumlarda da öyledir; aksi bir durum şizofrenik bir olaya sebebiyet verir.

***

Ne diğer dinler, ne de beşeri bir ideoloji İslamiyet kadar ilmi ve âlimi övmemiş, lüzumuna işaret etmemiştir. İslamiyet bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olduğunu ve hepsinin de ‘Tarak dişi’ gibi eşitliğini ilan eder. Yalnız iki insanın farklılığına işaret etmektedir:

“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”

İlmin ve düşüncenin önemini zihinlere nakşeden pek çok ayet ve hadisi kendilerine rehber kabul eden Müslümanlar, İslamiyet’in ilk yüzyıllarında derin heyecanlarla çeşitli ilimlere sarıldılar. Dönemin imkânları elverdiği ölçüde, ilim öğrenme gayreti ile dünyanın çeşitli bölgelerine dağıldılar. Buralarda öğrendikleri ve kendi ürettikleri bilgiler ile Medine, Mekke, Bağdat, Şam ilim merkezleri haline geldi. Daha sonraları Taşkent, Semerkant, Buhara gibi diğer Orta Asya şehirleri bunlara katıldılar. O dönemde bu şehirlere gelen kervancılar, şehrin giriş kapılarına asılı kâğıtlarda, hangi âlimin, hangi cami veya medresede, saat kaçta ne gibi konular hakkında ders ve sohbet yapacağını okurlardı. Vakit buldukça ilgi duyduklarına katılırlardı. Daha sonraları, Müslümanların kurdukları ilme hizmet eden vakıflar, İslam ülkelerinin en ücra köşelerine yayılmıştı. Bütün İslam dünyasında baş döndürücü ilmi bir seferberlik hâkimdi. Zaten bunun içindir ki, İslamiyet kısa zamanda doğuda Çin Seddi’ne, batıda Atlas Okyanus’una dayanmıştı.

***

Peygamber Efendimizden bir süre sonra İslam dünyasında çok değişik telakkilere rastlıyoruz. Sahte peygamberler, şirke esas olacak inançlar ortalıkta cirit atıyordu. İslamiyet’te, Allah’ın birliği ve Peygamber Efendimizin Onun Resulü olduğu her şeyin esası idi. Dolayısı ile şirk bütün kötülüklerin anası idi. İmamı Eşari Hazretleri bunlarla mücadeleyi şiar edinmişti. Bunun da biricik yolunun Kur’an ve hadisleri zihinlere yerleştirmek olduğuna inanıyordu. Onun kanaatince ilim sevabını sadece Kur’an ve hadisler verirdi. Asıl olan onlardı. Diğer ilimleri bilmek faydadan hali değildi, çünkü bunlar ilim sevabı vermezlerdi. ‘Allah indinde makbul olmayan ilimleri ben ne yapacağım?’ gerekçesi ile Müslümanlar diğer ilimleri medreseden atmaya başladılar. Peygamber Efendimizden birkaç yüzyıl sonra insanlığın ışık kaynağı olan Mekke, Medine de ilimin durakladığını, hatta sönen ilimlerin kabuk bağladıklarına şahit oluyoruz. Bu dönemde, İslam dünyasında ilim sadece Maveraünnehirde üretiliyordu. Çünkü burada yaşayanlar, yani Türkler, Gök Tanrı dininden İslamiyet’e geçtikleri için şirkin hortlamasından endişe etmiyorlardı. Kur’an ve hadisin dışındaki ilimlere felsefe deniyordu. Buralarda felsefe; yani matematik, fizik, kimya, astronomi gibi ilimler okutulmaya devam edilmişti. Zira söz konusu bölgede itikatta Mâtürîdî mezhebi hâkimdi; onlara göre bu felsefi bilimlerde ilim sevabı veriyordu. Çünkü bunlarda Allah’ın azametini ortaya koyuyordu; bunlardan haberdar olanın inancı ile haberdar olmayanın inancı bir değildi. İbni Sina, Farabi, Biruni gibi ilimde köşe taşı olan daha pek çok âlim bu bölgeden yetişmişti.

Bu konuda bir hususun altını mutlaka çizmeliyiz. Elbette ki Eşari ve Mâtürîdî mezhepleri haktır. Eşari mezhebini tenkit etmek kesinlikle aklımızın ucundan geçmez. Buna da hattimizin olmadığına inanmaktayız. Burada ortaya koymaya çalıştığımız husus, biz Müslümanların mezhep imamlarının fonksiyonlarını değerlendiremediğimizdir. Zira imamlar, yaşadıkları dönemlerdeki ümmetin ihtiyaçlarına göre içtihatta bulunurlar; sonra şartlar değişince, imamın ve takipçisinin içtihadı da değişir. Bu durumu, İmam-ı Şafi’nin hayatında net bir şekilde görüyoruz. Mısır’daki içtihadı ile Bağdat’ta ki içtihadı farklıdır. Tabi bu yeni içtihadı da yine Kur’an ve sünnet esasına dayanır.

Sonuç olarak bizler İmam-ı Eşari hazretlerinin böyle bir içtihadı niçin yaptığını değerlendiremediğimizi söylemeye çalışıyoruz.

*****

2 – Fikir dünyamızda kavga başladı[2]

Yavuz Sultan Selim zamanında Mısır ve daha pek çok Arap ülkesi Devlet-i Aliyye’ye dâhil olunca Osmanlı medreselerinde oraların halkı için de kadı, beylerbeyi gibi bürokratların yetiştirilmesi gerekiyordu.

Osmanlı inanca çok değer verirdi, inancın hayatın kanunu olduğunun şuurundaydı; onlara göre yönetenler, idaresi altındaki tebaanın itikatlarını bilmeliydiler. Aksi takdirde yöneticiler bilmeyerek de olsa zulmetmiş olurlardı. Dolayısıyla Osmanlı medreselerinde ikisi de hak olan Maturidilik ve Eş’arilik yan yana okutulmaya başlandı. Adı konmasa da zaman içinde giderek Eş’ari zihniyetinin Osmanlı medreselerinde hâkim olduğunu müşahede ediyoruz. İnsanın fıtratında kolayı tercih etmek vardır; matematik, fizik, kimya gibi müspet bilimler müderris ve mollalara zor geliyordu. İlim sevabı vermiyorlar gerekçesiyle Osmanlı medreselerinden atıldılar. İslam âleminin merkezi İstanbul’du; buradaki telakkiler İslam dünyasına hâkim oluyordu. Zaten Maveraünnehir’deki Müslümanlar boyculuk telakkisiyle birbirlerine girmişler, kalabalık Rusların pençesine düşmüşlerdi. İslam dünyasının gelişmesi Osmanlı’nın omuzlarında kalmıştı. Onun da medreseleri müspet bilimlere sırt dönünce, Osmanlı’daki teknik gelişme de durdu. Böylece dramatik dönemimiz başladı, savaşların getirdiği yıkımlar Batı ile aramızın açılmasını hızlandırdı.

Endülüs’te okuyan Avrupalılarla, Kuzey Afrika ile sürdürülen temaslarla, İstanbul’un fethinden sonra Konstantinopolis’ten İtalya’ya göç eden Bizanslı âlimlerin gayretiyle Batı’da müspet bilimler gelişmeye başladı. Müspet bilimler geliştikçe, mukaddes kitaplarında insanlığın geçmişiyle ve fizik kanunlarıyla ilgili birçok yanlış bilginin bulunduğunu anladılar; bu da mukaddes kitaplarına inançlarını zaafa uğrattı. Böylece dünyanın bu sisli bölgesinde Ortaçağ’da din ile müspet bilimin kavgası başladı. Kanlı mücadelelerden sonra müspet bilimler galip gelince, kilise kendi kabuğuna çekildi; Batılı aydınların nezdinde Hıristiyanlık inanç boyutunu yitirdi; kültür unsuruna dönüştü. Hür tefekküre kavuşan Batılılar adeta müspet bilimleri kutsallaştırdılar. Bunlar geliştikçe dinin hayattaki önemi azaldı. Tabii bu müspet bilimler tekniğe yansıdı; Osmanlı’ya, yani Müslümanlara karşı galip gelmeleri de onların nezdinde müspet bilimlerin cazibesini artırdı.

Osmanlı, geçmişteki parlak günlerini yeniden ele geçirmek için büyük gayret sarf etti; ilk baştan biricik emeli ‘Kanun-ı Kadim’e dönmekti. Bu hasretle nice fermanlar yazdılar, sayısız kelleler uçurdular; ne yazık ki bir türlü ‘Kanun-ı Kadim’e işlerlik kazandıramadılar. Ordularımızın yenilgisi devam ediyor, şartlarımız giderek daha da dramatikleşiyordu. Yöneticilerimiz Batılılaşmamızın tek çare olduğu kanaatine vardılar. Batı’nın bilimini almak için o diyara elçiler, öğrenciler gönderdiler. Bir medeniyeti analiz etmek, ona güç veren unsurları tespit etmek zannedildiği kadar kolay değildi. Yaşantı tarzları ise göz önündeydi, arka planını araştırmanın lüzumunu duymadılar. Aramızdaki farklılıktan her şeyin kaynaklandığını zannettiler. Batı’nın hayat biçimini benimsemek için inkılâplara başladık. Tabii bu arada medreselerimizde müspet bilimlerden eser kalmayınca, dünyayı idrak etmek yeteneğimiz iyice sakatlandı; ister istemez Kuran’a ve hadis yorumlarına hurafeler karışmaya başladı. O canım medreselerde zamanla ‘Sinek pisliğinin değdiği ipliği gömersek nane çıkar’ veya ‘Sansar derisinin gömüldüğü köye yıldırım düşmez’ ve benzeri hezeyanlar yazılmaya başladı. Medreselerde anlatılanlar, yazılanlar, Avrupa’ya gönderilenlerde, Batılı zihniyetle açılan okullarda yetişenlerde, medeniyetlerine ve inançlarına dair çok ciddi şüphelerin oluşmasına sebep oldu. Onlar bu hususların kişilerin hezeyanları değil de, Kuran’da, hadislerde  yani İslam’ın esasında bulunduğunu zannettiler. Fikir dünyamızda kavga başladı. Devletimizi yönetenler, aydınlar yenilgilerimizin önüne geçmek, milletimizi kurtarmak istiyorlardı. Halk, değerlerinden kopmak istemiyor, aydınlarla geniş zümreler karşı karşıya geliyordu.  

———————————————–

[1] Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 2 Temmuz 2017 târihli nüshasında yayımlanmıştır; http://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmedniyaziozdemir/hic-bilenle-bilmeyen-bir-olur-mu-2038763

[2] Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi’nin 9 Temmuz 2017 târihli nüshasından alınmıştır; http://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmedniyaziozdemir/fikir-dunyamizda-kavga-basladi-2038887

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen