Dünden Bugüne Popülizm ve Demokrasi Paradoksu

“Halkın egemenliği”, ya da bizde sık kullanıldığı gibi “milli egemenlik” demokrasi için gerekli bir evre. Ama liberal demokrasiden söz ediliyorsa, bu niceliğe yönelik unsur sakıncaları beraberinde getirebiliyor. Rousseau’nun “halkın egemenliği” anlayışı demokrasiye açılıma olduğu kadar, otoriter ve totaliter rejimlere de yol gösterebiliyor. İki dünya savaşı arası Avrupa’da faşist liderlerin çoğu kez seçimle iş başına geldiklerini unutmamak gerekiyor.

*****

Prof.Dr. Zafer TOPRAK

Popülizm demokrasinin inşa sürecinde önemli getirileri olan bir anlayış. Geniş kitlelerin siyaset alanına çekilişinde önemli katkıları var. Ama sakıncaları beraberinde getirebiliyor, otoriter ve totaliter rejimlere de yol gösterebiliyor.

Avrupa Birliği Başkanı Herman Van Rompuy Nisan 2010 günlü Frankfurter Allgemeine Zeitung’da Avrupa’nın karşılaştığı en büyük tehlikenin popülizm olduğunu yazıyordu. Popülizm konusunda bu tür bir anlayış günümüzde epey yaygın olsa gerek. Sokaktaki insan popülizmi demokrasinin yozlaşması olarak algılıyor. Oysa akademik çevrelerde popülizm farklı yorumlanıyor. Popülizmle demokrasi arasındaki ilişki artıların ve eksilerin yoğun olduğu bir alan.

Popülist politikaların demokrasiye katkıları olabildiği gibi demokrasinin kan kaybına da neden olabiliyor. Bu ilişki günümüz Türkiyesi için de son derece anlamlı. Halkçılık popülizm olarak tanımlandığında Türkiye popülizm literatürüne en erken adım atan ülkelerden biri sayılıyor. Yüzyılı aşkın bir geçmişe bakıldığında popülist politikaların Türkiye’de demokrasiye getirileri olduğu kadar götürüleri de olmuş. Bu muhasebeyi yapabilmek için popülizm ile demokrasinin tanımlarını yapmak, ‘hangi demokrasi’ ve ‘hangi popülizm’ sorularını sormak gerekiyor. Öncelikle her iki terim için minimalist tanımlar gerektiriyor. Yoksa demokrasi de, popülizm de kolaylıkla dal budak sarıyor ve farklı yönelimler içerebiliyor.

Popülizm günümüz yazınında belli bir entelektüel bakış açısı ve toplumsal harekete yönelik olarak kullanılan bir tipolojik kategori. Değişik ülkelerde ve farklı tarihsel dönemlerde küçük burjuva katmanların ideolojik ve siyasal tavrını anlamaya yaradığı gibi günümüzde gelişmiş kimi ülkelerde karşılaşılan darboğazların üstesinden gelmeyi amaçlayan tutucu bir anlayışa da açılım sağlıyor.

Akademik çevrelerde popülizmin doğuş öyküsü 19. yüzyılın ikinci yarısına çekiliyor. ABD’de Popülist Parti ve Rusya’da Narodnik Hareketi popülizmin ilk göstergeleri. Bugün literatürde popülizm başlığı altında yer alıyorsa da her iki deneyim farklı gerekçeleri ve gerçekleri ifade ediyor. Amerikan popülizmi siyasal yapıda köklü bir dönüşüm beklentisi içerisinde olan çiſtçilerin öncülüğünde bir kitle hareketini ifade ediyor. Popülizm teriminin etimolojik kökeni 1870-1890 döneminde ABD’deki “Grangers” ve “Greenbackers” diye bilinen çiſtçi hareketine dayanıyor. 1892’de ABD’de Demokratlar’a ve Cumhuriyetçiler’e karşı Halk Partisi adıyla yeni bir parti kurma çabasında olan aktivistlerin buldukları bir terim. İsim babası ise David Overmeyer.1 Diğer bir deyişle Amerika’da bir üçüncü yol arayışı. Ancak o günden sonra popülizm söylemi geniş bir alana yayılıyor.

Rus popülizminin öncüleri ise Narodnikler. Narodnizm 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde kırsal yaşamı yücelten romantik bir orta-sınıf entelektüel hareketi. Çarlık Rus popülizmini dar anlamından koparan ve onu kuramsal bir temele oturtarak bir dizi Asya ülkesine genelleyen Lenin2 “İki Ütopya” başlıklı yazısında Sun Yat Sen’in Çin’i ile Rus pratiğini karşılaştırıyor.3

Nitekim, Asya kıtasının doğusunda ve batısında iki büyük ülkede, iki imparatorlukta popülizm yankılanmakta gecikmedi. Bu iki ülke Çin ve Osmanlı İmparatorlukları. Sun Yat Sen’le birlikte Çin’de “halka doğru” gidenler, Çin’de Mao öncesi halkın değerlerine sahip çıkıyorlar. Seçkinlere özgü “üst kültür” ile Konfüçyüs’çülüğe sırt çeviren Çin gençleri çözümü halkta buluyorlar. Folklor öğelerinden yola çıkarak özellikle köylü şarkılarını, çocuk hikayelerini ve atasözlerini toplayarak Çin popülizminin temellerini atıyorlar. Yerel kültüre, köylü kitlelere ve kırsal sorunlara odaklanan Çin gençleri, ileriki yıllarda Çin komünist devrimcilerinin nüvesini oluşturuyorlar.

Mao Zedong’un iktidara taşıdığı Çin popülizmi, gelenekten köklü bir biçimde kopuşu simgeliyor. Mao’nın esin kaynağı yıllar önce Liu Fu, Zhou Zuoren ve Gu Jiegang gibi “Dört Mayıs” entelektüelleri diye bilinen bir kesimin “halka doğru” hareketi. Çin’de özellikle 1918’den itibaren halk edebiyatının Beijing Ulusal Üniversitesi’nde önemsenmesi, Çin entelektüellerinin edebiyata ve halk kitlelerine yönelmelerine neden olmuş.4

Benzer bir süreç Osmanlı Türkiyesi için de geçerli. Tıpkı “Dört Mayıs” entelektüelleri gibi Osmanlı topraklarında 1908 Devrimi ertesi Ziya Gökalp, Ali Canib, Ömer Seyfeddin, Köprülüzade Mehmed Fuad, Rıza Tevfik vb. [10 Temmuz 1324] 1908 Jön Türk devriminin uzantısı “On Temmuz” entelektüelleri uluslaşma sürecinde halkı, “halkiyyat”ı, folkloru keşfetmişler; “halka doğru” gitmişler. Bu gelişmelere Türkiye’de Popülizm adlı kitabımızda genişçe yer verdik.5

Rus Narodnizminin ve onun çağdaş popülist uzantılarının gelişen ülkelerde değişik türleri oluşturmaları popülizmin entelektüel ve kültürel gelenek yelpazesini genişletmiş. Ancak “küçük burjuva” ideolojileri diye nitelenebilecek popülist türlerin 19. yüzyıldaki biçimiyle 20. yüzyıldaki yapıları arasında dünya koşullarından kaynaklanan önemli farklar var.

Yukarıda saydığımız Amerikan ve Rus popülist çizgilerine, iki ana çizgiye, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arası Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki köylü hareketlerini de eklemek mümkün. Bu hareketlerin ortak noktası, köylülüğün tarımsal programlarını toplumun ve ekonominin omurgası olarak görmeleri. 1929 sonrası Büyük Buhran’la birlikte küresizleşen bir dünyada popülizm Latin Amerika ülkelerinde de zemin kazanıyor. Arjantin’de Juan Domingo Peron’la, Brezilya’da Getulio Vargas’la popülizm iki önemli önder kazanıyor. Bu iki lider yeni nesil siyasetçileri simgeliyorlar; “işçi sınıfı”ndan çok “halk”a hitap ederek, sınıflar arası koalisyonlar oluşturuyor ve alt toplumsal katmanları siyaset arenasına çekiyorlar. Böylece popülist partiler Latin Amerika’da Marksist Sol’a karşı bir alternatif oluşturuyorlar.

İdeolojik saplantılardan arınmış olarak, entelektüel öncü kesim yerine geniş bir seçmene sesleniyorlar.6

Fransa’da 1950’li yıllarda gündeme gelen eklektik yapıya sahip bir popülist hareket olan Poujadizm’i bir kenara koyarsak, Batı Avrupa’da popülizm 1970’lerin stagflasyonu ertesi sahne alıyor. Bu alanda Fransa başı çekiyor. Kanada’da “Sosyal Kredi” hareketi olarak, ABD’de ise Huey Long, Father Coughlin, ve George Wallace gibi siyasal kimliklerin söylemleriyle 1930’larla 1970’ler arası bu iki ülkede popülizmin yeni yüzü gözlemleniyor.

Çağdaş siyaset biliminde popülizmin kuramsal içeriği ilk kez Londra’da London School of Economics and Political Science’da düzenlenen “Popülizmi Tanımlamak” [To Define Popülism] adlı konferansta ele alınıyor. Edward Shils, Peter Worsley, Jean Leca gibi birçok ünlü yazarın katkıda bulunduğu bu toplantının tebliğleri, ardından İonescu ve Gelner tarafından 1969’da bir kitaba dönüştürülüyor.

Konferansta popülizme her yazar farklı boyutları vurgulayarak yaklaşmış. Angus Stewart gibi bazı düşünürler popülizme tek bir tanım vermenin olanaksızlığından söz ediyorlar.7 Peter Wiles gibi “cesur” bilim insanları ise en geniş tanımı yeğliyorlar. Wiles’a göre popülizm “fazilet, basit, olağan halkta ve onun ortak, kolektif geleneklerinde yaşar” tarzında özetlenebilecek bir ana öncüle yaslanan bir inanç veya hareket.8 Londra Konferansı’nda popülizmin değişik tarihsel ve coğrafi koşullarda, ancak özel bir toplumsal durumda sık sık gözlenen bir zihniyet olduğu önerisi kabul görüyor. Burada özel toplumsal durum çok geniş anlamda kullanılıyor. Hızlı toplumsal dönüşümün uzlaşmazlığı, yeni ile eski arasındaki çatışma, kentleşme, modernizasyon, kırsal nüfusun yoksulluğu toplumsal durumu belirleyen temel etmenler. Yapılan tanıma göre popülist hareketler, köklü ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal değişikliğin baskısına, başta var olan siyasal yapıdan yabancılaşmış entelektüeller olmak üzere, başkaldıranların; ya da tepki duyanların tüm halkın çıkarları için iktidarı hedefledikleri hareketler. Halktan, özellikle onun faziletin yuvası olarak değerlendirilen arkaik kesiminden kaynaklanan basit ve geleneksel biçim ve değerlere dönme; ya da bunları benimseme inancı bu hareketlerin temel niteliği.

Amerikalı sosyolog Edwad Shils’in Peter Worsley’le paylaştığı bir başka tanıma göre ise popülizm iki ilkeye yaslanıyor: Bunlar her türlü siyasal standardın üstünde “halkın iradesi”nin önceliği, liderlerin ara siyasal kurumları aşarak kitleyle doğrudan teması.9 Burada hemen akla Jean-Jacques Rousseau geliyor. “Halkın iradesi” onun Toplum Sözleşmesi adlı ünlü eserinin ana teması. Bireyler kişisel iradelerini üst konumda soyutlayarak “halk”a devretmiş oluyorlar ve ona boyun eğmek zorunda kalıyorlarlar.

Fransız siyaset bilimcisi Jean Leca ise popülizmin kentin, kent cazibesinin ve onun yozlaşmış liderlerinin “kirletmediği” basit insanın faziletlerine körü körüne bağlılık; her türlü iktidara güvensizlik; siyasetçiyi ve resmi kisve taşıyanı, bürokratı küçümseme gibi unsurlardan oluştuğunu savunuyor. Yine Leca’ya göre popülizm genel iradeyle, ─ki bu “halkın iradesi”nden başka bir şey değil─ birleşmiş ve egemen olma özlemindeki diğer toplumlarla kavgalı bir toplumun ideolojisi.

Öte yandan popülizmin sosyo-siyasal çıkarsamaları açısından da uzlaşma sağlanamıyor. Popülizme devrimci, dönüşümcü görev yükleme konusunda çekingen davranan yazarlar olduğu gibi, köktenci niteliğini ve sosyalizmle yakın bağını vurgulayanlar da var. Batılı yazarlar popülizmin aşamaları ve tarihsel niteliği konusunda da görüş birliğine varamıyorlar. Ernesto Laclau popülizmin sosyo-tarihsel gelişimin bir aşaması olmadığını, toplumun hakim ideolojisinin ve iktidar yapısının çöküşüyle, diğer bir deyişle genel olarak bir toplumsal krizle bağlantılı olduğunu savunuyor.10 Gelişen ülkelerdeki siyasal trendleri popülizm başlığı altında toplayan Amerikalı siyaset bilimcisi David E. Apter ise tüm bu gelişmeleri “demokrasi-öncesi” aşama olarak görüyor.

Latin Amerikalı yazar Gino Germani popülizmi geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde bir “asenkronizm” ürünü ve değişik siyasal güçlerin olur olmaz at oynattığı, halka şirin gözükme yarışına giriştiği bir ortamda, kitlelerin siyasal yaşama hazırlıksız; ya da “erken” katılımının sonucu oluşan bir siyaset anlayışı olduğunu savunuyor.11 Arjantinli bilim adamı Torcuato di Tella, Germani ile aynı fikri paylaşarak geleneksel toplumdan sanayi toplumuna geçişin doğurduğu çarpıklıkların ve “asenkronizm”in ürünü olarak değerlendirdiği popülizmi “gösteri etkisi” ve “artan beklentilerin devrimi”nden kaynaklanan durumla açıklıyor.12 Ancak di Tella’nın popülist hareketler için çizdiği ana hatlar epey muğlak: Bunlar “anti-statüko”yu ve “geniş duygusal devlet”i gündeme getiren bir ideolojiyi savunan ve kitle hareketleri dalgaları üzerinde doğan bir seçkin kesimin eylemleri. Tüm bu yazarların çalışmaları, popülizmin belirleyici özellikleri ile unsurlarının içi karma karmaşık bir bohçaya benzediği izlenimini veriyor. Bu bohçada aynı zamanda siyasal davranışta “mistisizm”, anti-Semitizm, fesat korkusu, anti-entellektüalizm, yabancı düşmanlığı (zenefobi) da yer alıyor.

Aslında popülizmi kendine özgü bir siyasal hareket olarak tanımlayan Martin Lipset. Political Man’de (1960) önerdiği bir tanım epey revaç buluyor. Lipset, Arjantin’de Peron’un, Brezilya’da Vargas’ın yükselişini Avrupa’da faşizme benzetiyor. Her iki durumda da aşırı kitle hareketleri söz konusu. Ancak önemli bir farkı da belirtmeden edemiyor. Latin Amerika’da iktidar alt toplumsal katmanlara yaslanırken, Avrupa faşizmi orta sınıf hareketi olarak beliriyor. Gino Germani popülizmi tanımlarkenki çıkış noktası da Lipset’inkine benzer. Popülizmi karizmatik lider önderliğinde çok sınıflı bir hareket. İşte son kertede popülizmin temel niteliklerinden biri ortaya çıkıyor: Güçlü bir lider önderliğinde heterojen, yani çok farklı unsurları, toplumsal kesimleri içeren bir eylem.

Nitekim, bu farklı unsurlar “halk” sözcüğüyle ifade ediliyor. “Halk” tanımını kullanarak popülist lider, ortak bir fikir çatısı altında topladığı değişik katmanları hedefliyor. Burada kullanılan diğer bir kavram “halk egemenliği”. Popülizme göre elit kesim “halk egemenliği”ni yozlaştırıyor. Farklı toplumsal katmanların bir araya getirilişi popülizm için temel göstergelerden biri. Yoksa Avrupa’da Hıristiyan Demokrat ve Sosyal Demokrat partiler de benzer kitlelere sesleniyorlar ve oy topluyorlar. Otto Kirchheimer’in adını koyduğu Volksparteien (catch-all parties) modeli değişik sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel kesimden gelen farklı seçmen kitlelerine hitap eden programlara sahip partileri tanımlıyor.

Popülizmi farklı bir bağlamda kullananlar da var. Kimi düşünürlere göre popülizm iktidarı kazanmaya ve siyasal gücü elde etmeye yönelik siyasal liderle seçmen arasındaki gevşek ve oportünistik bağdan oluşan bir yöntemi, bir stili ifade ediyor.

Popülizmin minimal bir tanımı “halk”la “kurulu düzen” arasında bir çatışmayı gündeme getiriyor. Hemen tüm popülist eğilimler “halk”a çağrıda bulunuyor ve bu açıdan “anti-elitist” bir nitelik taşıyor. Genel kitlenin “irade”sini engelleyen ve güç odakları olan azınlıklara karşı tavır koyuyor. Bu açıdan popülizm son kertede toplumu iki homojen ve antagonist kampa bölüyor: Bir yanda “saf halk kitlesi”, öbür yanda “yoz elit kesim” yer alıyor. Öte yandan siyasetin “genel irade”den ibaret olması gerektiğini savunuyor. Diğer bir deyişle popülizm bir tür “ahlak” siyasetine, “halk” ile “elit”ler arasında “saf” ve “yoz” ayrımına yönelerek, din, etnisite gibi sosyo-kültürel, ya da sınıf gibi sosyo-ekonomik ayrımlardan uzak duruyor. Böylece minimum düzeyde popülizm üçlü sacayağı üzerine inşa edilmiş oluyor: “halk”, “elitler” ve “genel irade”.

Demokrasinin tanımına gelince, bugün demokrasiden genellikle liberal demokrasiyi, en azından temsilci ve dolaylı [doğrudan olmayan] demokrasiyi anlıyoruz.

Herhangi bir sıfat eklemeden demokrasiyi tanımladığımızda, halk egemenliğini ve çoğunluğun yönetimini hedefliyoruz. Doğrudan; ya da dolaylı, liberal; ya da “illiberal” [liberal olmayan] demokrasi genel tanımın altında yer alan türleri. Terimin etimolojisinden “halkın kendi kendini yönetimi”, halkın yönetimde bulunduğu siyasal sistem anlaşılıyor. Herhangi bir sıfatı eklemeksizin demokrasinin tanımını yaptığımızda, demokratikleşme yazınında yaygın kullanımı olan, Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter’inkine başvuruyoruz: [Genel] ‘iradesini gerçekleştirmesi için halkın seçimle bir araya getirdiği kişilerin siyasal karar aldığı kurumsal düzenleme’. Bu tanımda, demokrasi her şeyden önce bir “yöntem”i ifade ediyor. Yöneticiler rekabet ortamında serbest ve adil seçimlerle iş başına getiriliyorlar.

Demokraside serbest ve adil seçimler esas oluyor. İktidarı zor gücüyle değiştirmek yerine, halk kendi yöneticilerini çoğunluk esasına göre seçiyorlar. Minimal bir tanım olsa da bugün dünyanın önemli bir kısmında bu anlayış henüz benimsenmiş değil.

Temsili demokrasi diyebileceğimiz yukarıdaki minimal tanım doğası gereği “pasif” bir yurttaş anlayışına gönderme yapıyor. Çağdaş dünyada siyasal topluluklar, dünün Yunan; ya da Roma kent devletlerinin ölçeklerini fersah fersah aşıyorlar. Demokrasi artık halkın kendi çıkarlarını savunacak temsilcilerin seçimini örgütleyecek bir siyasal sistemin yapılanmasını gerektiriyor. Bu bizi liberal demokrasiye, ya da anayasal demokrasiye götürüyor. Siyasal partilerin, baskı ve çıkar gruplarının, sivil toplum kuruluşlarının, halkoyunun anayasal güvence altında yer aldığı, temel hak ve özgürlüklerin, genel “halk” terimini ötesinde azınlıkta kalanların gözetildiği bir düzenden söz ediyoruz. Diğer bir deyişle anayasa güvencesi altında bir dizi kurumsal güvenceler demokrasiyi şekillendiriyor. Örgüt kurma ve örgüte girme özgürlüğü, ifade özgürlüğü, seçme hakkı, siyasal liderlerin seçilmek için rekabet özgürlüğü, kamu görevlerinde liyakat ilkeleri, farklı ve alternatif iletişim kaynakları, serbest ve adil seçimler, seçmenin tercihlerini yansıtacak hükümet politikalarını uygulayan kurumlar ve benzeri güvenceler.

İlk bakışta popülizmin halkın egemenliği ilkesiyle anayasal demokrasi arasında bir çelişki gözükmeyebiliyor. Popülizm ile demokrasi uyum içersinde algılanabiliyor.

En azıdan kuramsal düzeyde böyle bir görünüm oluşabiliyor. Popülizmde demokrasiyi düzeltici unsurlar olduğu söylenebiliyor. Popülizm, elitlerin göz ardı ettiği o güne kadar “sessiz çoğunluk”la ilgili bir dizi sorunun su yüzüne çıkmasına vesile olabiliyor. Siyasette dışlanmış kesimleri harekete geçirerek onların siyasete ısınmalarını sağlayabiliyor. Böylece popülizm toplumun marjındaki insanları temsil edebiliyor. Popülizm, geniş kesimlere açılım sağlayarak, sınıfsal ayrışmayı aşıyor ve sosyal ve siyasal koalisyonları oluşturabiliyor. Birçok kez popülizmin kamuoyunu canlı tutan söylemleriyle “demokrasiyi demokratikleştirebiliyor”.13

Siyaset literatür dışlanmış kitleleri siyasete katan olumlu yönlerine karşılık popülizmin olumsuzluklarına da dikkat çekiyor. Kimi düşünülere göre popülizm “topyekün” anlayışıyla bazı toplumsal grupları dışlayabiliyor. “Halkın iradesi” ne de olsa bütüncül bir anlayış. Kimi kurumsal yapıların güç yitirmesi nedeniyle özellikle azınlık haklarını görmezlikten gelebiliyor. Bu açılardan popülizm nicel olarak katılımı genişletirken nitel olarak demokratik teamülleri yıpratabiliyor. Diğer bir deyişle “halk egemenliği”, ya da “milli egemenlik” demokrasinin güvencesi olan, “checks and balances” diye bilinen güçler ayrımına ters düşebiliyor. Siyasette yeni kırılma noktaları yaratarak istikrarı bozabiliyor. Siyasette “ahlak” sorununu ön plana çıkararak, uzlaşıyı zorlaştırabiliyor. Plebisiter yöntemleri benimseyerek parti ve parlamentoları, başarılı yönetişim için seçimle oluşturulmuş kurumsal yapıları, bu arada anayasanın ta kendisini sorgulatabiliyor.

Özetlersek, popülizm demokrasinin inşa sürecinde önemli getirileri olan bir anlayış. Geniş kitlelerin siyaset alanına çekilişinde popülizmin önemli katkıları var.

“Halkın egemenliği”, ya da bizde sık kullanıldığı gibi “milli egemenlik” demokrasi için gerekli bir evre. Ama liberal demokrasiden söz ediliyorsa, bu niceliğe yönelik unsur sakıncaları beraberinde getirebiliyor. Rousseau’nun “halkın egemenliği” anlayışı demokrasiye açılıma olduğu kadar, otoriter ve totaliter rejimlere de yol gösterebiliyor. İki dünya savaşı arası Avrupa’da faşist liderlerin çoğu kez seçimle iş başına geldiklerini unutmamak gerekiyor.

——————————————————

Kaynak:

https://www.academia.edu/13837681/D%C3%BCnden_Bug%C3%BCne_Pop%C3%BClizm_ve_Demokrasi_Paradoksu

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen