21. Yüzyılda Milliyetçilik ve Ulus Devlet: Türkiye’de Ulus Devlet ve Türk Milliyetçiliği

Tam boy görmek için tıklayın.

Muhammed Cihat GÜNAY[i]

 

ÖZET     

‘Ulus’ ve ‘milliyet’ anlam yakınlığı taşıyan, ortak alanları olan kavramlardır. Tarihsel süreçte ve kelime kökeni bağlamında incelendiğinde ise birbirinden ayrılan, birbirini ötekileştiren bazı farklılıklar ortaya çıkıyor. Bu farklılıklardan en bariz olanı ise ulus kavramının ‘seküler’, ‘milliyet’ kavramının ‘tinsel’ bir yönü olduğudur. Ortak alanları bulunan bu kavramların türevleri olan ‘ulus devlet’  ve ‘Türk milliyetçiliği’ araştırmamızın ana hatlarıdır. Ulus ve ulus devlet kavramları tarihsel süreçte anlam karmaşası yaşamamış kavramlar olarak yorumlanabilirken Türk milliyetçiliği kavramı anlam karmaşasından halen kurtulamamış, kimi zaman ulusçuluk ve türevleriyle de karıştırılarak kullanılmaktadır.       

Kavramsal olarak Osmanlı Devleti’nin son yıllarında kısmen ithal, kısmen de yerli olarak yerini alan ‘Türk milliyetçiliği’ yılların yıpranmışlığıyla günümüze kadar anlamsal karmaşıklıklardan kurtulamayarak gelmiştir. Tinsel yönü olan bu kavramın farkını otaya koymak bu çalışmanın amacıdır.      

Ulus devlet ise kavramsal olarak, Türkiye’de, cumhuriyeti kuran ulusçu ve seküler ruhun somut halidir. Tarihsel sürecin yıpratmadığı, belli bir anlam düzeyi olan bu kavram günümüzde de var olduğu alanı muhafaza etmektedir ancak Türkiye örnekleminde var olan ‘ulus devlet’ kavramının Türk milliyetçiliğiyle nasıl anlaştığı veya ne tür çatışmalarının olduğunu ortaya koymak da yine bu çalışmanın amacıdır.       

Ana hatlarıyla bu şekilde olacak çalışma, Türk milliyetçiliği kavramıyla ulus devlet kavramanı eleştirel bir gözle yeniden ele alarak anlamsal ve zamansal farklılıkları belirginleştirerek; inanç-değer sistemi üzerinden bir takım sonuçları ortaya çıkarmıştır. Türkiye’de ulus devlet ve Türk milliyetçiliği anlayışlarının geleceğinin nasıl olacağı da tartışılmıştır.

Anahtar kelimeler: Ulus devlet, Türk milliyetçiliği, seküler, tin.

  1. GİRİŞ

İnsanlık var olduğundan beri kavramlarla iç içe olmuştur; kavramı oluşturan da, var olan kavramın içinde yer arayan da kendisidir. Çalışmanın ana hattını oluşturan ‘ulus devlet’ ve ‘Türk milliyetçiliği’ bu bağlamda incelenecek kavramlardır. Tarihsel süreci incelediğimizde ulusçuluk ve milliyetçilik kavramlarının ortaya çıkışını tetikleyen olgular yakın hatta eşanlı olmasına karşın, Türkiye’de ulusçuluk anlayışı ve türevi olan ‘ulus devlet’ kavramı ile ‘Türk milliyetçiliği’ kavramlarının ne hitap ettiği insanlar, ne de anlamları yakındır. Bu kavramların algılanışlarının zaman zaman benzerlik gösteriyor olması ise en garibi ve çalışmanın asıl sorunsalı.

Ulusçuluk, seküler ve modern bir kavramken, Türk milliyetçiliği teorinin ötesinde ve kendi öz dinamikleri, tinsel ve geleneksel yönleri olan, adeta halkın içinden bir kavramdır. Yine tarihsel süreci incelediğimizde görüyoruz ki kavramlara atfedilen değerler olayları ve olguları tetikleyebiliyorken, olaylar ve olgular da hakeza kavramları etkileyebiliyor, dolayısıyla Türkiye’de, bahsedilen kavramlar da bu şekilde değerlendirilmektedir.

Çalışmanın eksenini oluşturan meseleye değinerek şunu söyleyebiliriz; Cumhuriyet’i oluşturan ulusçu ve seküler anlayışın somut hali/türevi olan ‘ulus devlet’ zaman zaman, bazı çevrelerce sorgulanmaktadır ve bu sorgulamaya, özünü kaybetmemiş şekilde karşı durabilmektedir çünkü ulus devlet olgusu kendini her türlü tehlikeye karşı koruyacak niteliktedir.  Ancak, Türkiye’de ‘ulus devlet’ anlayışının ilham kaynağı olan –ki aşağıda bu durum değerlendirilecek- Türk milliyetçiliğinin kavram ve algı olarak hak ettiği konuma gelemeyişi üzücüdür. Bu düşünceden hareketle ‘Türk milliyetçiliği’ ve ‘ulus devlet’ bahsedilen sorunsal çerçevesinde incelenecektir.

Son olarak şunu da belirtmekte fayda görüyorum; yaptığım okumaların çoğunda ‘ulus’, ‘ulus devlet’ ve ‘milliyetçilik’ kavramlarının aynı anlamlarda kullanıldığını; Türk araştırmacılar tarafından dile getirilen konulardan biri olan ulus ve millet kavramları üzerindeki anlaşmazlığın ve bu konuda Türkiye’de pek araştırma yapılmadığı da dikkate alınmalıdır. Özgün, anlamlı ve ufuk açıcı bir çalışma olması dileğiyle…

 

  1. TÜRKİYE’DE ULUS DEVLET

Konu başlığından kopmamak adına Ulus devlet kavramının tarihsel sürecini üç alt başlık halinde incelenecek. Alt başlıklar, kavramın, dünü-bugünü ve yarını olarak da düşünülebilir. Ulus devlet beraberinde taşıdığı modernleşmeyle birlikte yol üstünde karşılaştığı küreselleşmenin olumsuz etkisinde kalacağı düşüncesinden hareketle; 19.yüzyılın son yıllarından Cumhuriyet’e, 1923-1980 arası dönem ve 1980 sonrası dönem hem başlık-konu bütünlüğü hem de sorunsalı ele alma noktasında daha faydalı olacaktır. Öncesinde ise kuramsal çerçevede ‘Ulus devlet’i incelemek gerekir.

Ulus tartışmalı bir kavramdır, mesela (ERÖZDEN, 2008) ‘ulus devlet’ adlı kitabının giriş bölümünde ulus yerine millet, ulusçuluk yerine milliyetçilik kavramlarının kullanımında sorun olmadığını düşünür. Kavramlar henüz çok net olmadığı gibi ‘ulus devlet ‘in başlayış ve gelişme süreleri; ‘tarih içi mi, tarih üstü mü ’gibi tartışmaları da devam etmektedir. (ŞEN,2004) ise ‘ulus kavramı, sosyolojik ve kültürel boyutları olmasının yanında, siyasal içkinliği de geniş olan bir kavramdır ve bu içkinlik devlet ve ulus ilişkisi düzleminde somutlaşmaktadır.’ Konu bakımından bu netâmeli tartışmayı derinleştirmekten ziyade tanımını ve Türkiye’deki yansımalarını incelemek daha yerinde olacaktır.

‘Ulus devlet’ hemen hemen herkesin çıkış noktası olarak kabul ettiği tarihsel olay 1789 Fransız İhtilalidir. Birçok kaynakta dört temel üzerine oturtulmuş tanımı ise şöyledir;  soy birliği, kültür birliği, dil birliği ve din birliği sağlamış siyasi topluluk.(ŞEN, 2004):  Ulus ve devlet kurma süreçlerinin birbirinden kesin çizgilerle ayrılamaması, modernleşme bağlamında da ulus kurma ve devlet kurma olgularının beraber ele alınmasını gerektirir. (ERÖZDEN, 2008), literal düzeyde şöyle bir tanım yapar; 20. yüz yılın ikinci yarısından itibaren, küresel ölçekte yaygınlığa ulaşmış bir siyasi yapılanma.’ Gerçekçi bulduğum bu tanımlamaya ve yine bir yönüyle yaptığı eleştiriye katılaraktan, ayrıca yapmış olduğum okuma ve gözlemlerden hareketle ‘ulus devleti’ adeta bir ‘bukalemun’ gibi görüyorum. Bukalemun, bilindiği gibi, şeklen sabitken önüne bırakılan yahut önünde var olan cismin rengini alır. Bu benzetmeye tekrar döneceğim. Şimdi tekrardan dönersek (ERÖZDEN, 2008) ‘ilke olarak din kurumu, ulus düşüncesiyle ilişkili olmayan bir kurum niteliğindedir.’ der ve Alman prensliklerindeki ulus devletin tinsel anlayışını şöyle belirtir ‘uyruklar, prensin dinini benimsemelidir’. Bu eleştiriyi destekler nitelikte Türkiye’den örnek verirsek; cumhuriyeti kuran iradenin ‘devletin dini İslam’dır’ ibaresini çıkarması olgusuyla yeniden ‘bukalemun’ benzetmesine değinerek; gücü elinde bulunduran ya da kurucu iradenin düşünce sistemine göre ‘renk’ alan ‘sınırlı’ bir yapıdır. Ulus devlet sistem olarak uygulandığı ülkelerin iç ve dış dinamiklerine göre zaman zaman ‘renk’ almak durumunda olan bir yapıdır keza ulus devletin seküler gerçekliği bunu zorunlu kılar. Dolayısıyla konunun çıkış kaynaklarından olan ulus devlet kavramının tinsellik ve sekülerizm üzerinden tepkimeleri bu bakış açısından değerlendirme gerektirir.

2.1) 19.Yüzyılın sonlarından Cumhuriyet’e

Tartışmasızdır ki, aziz ve büyük Türkiye Cumhuriyeti devleti, aziz ve büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun 20.yüzyılın başlarından itibaren ‘ulus devlet’ sistem ve anlayışını benimsemiş halidir. Gazi Mustafa Kemal’in ‘benim en büyük eserim Cumhuriyet’tir’ veciz sözü ve beraberinde benimsenmiş olunan demokrasi de bizler için çok değerli ve önemlidir. Bu düşünceler ışığında, Osmanlı’nın çözülme dönemine yani 19.yüzyılın sonlarından itibaren karşımıza çıkan ‘Osmanlıcılık’ , ‘İslamcılık’ ve ‘Türkçülük’ akımlarından cumhuriyetin kuruluşuna kadar olan süreci incelemekte yarar vardır. Bu yenilenme ve var olanı koruma hareketlerinde Batılılaşma da var ama konuya bağlı kalmak adına bu üç akımla ilgileneceğim.

Bu dönemlerin hem ön bilgi olması hem de konumuza temel teşkil etmesi bakımından önemi vardır, dolayısıyla genel haliyle, derinleştirmeden incelenecektir. Bu dönemlerden ‘Türkçülük’ ise ileriki konularda daha da derinleştirilecektir.

2.1.a) Osmanlıcılık

Batılılaşma hareketlerinin istenilen sonucu vermemesi üzerine, ‘Osmanlıcılık’ fikri ‘Batılılaşma’ fikrine karşı bir akım olarak çıkmıştır. Osmanlı Devleti, sosyal yapıdaki etnik ve dini yapıyı modern dünyanın talepleri ve gayrimüslimlerin istekleri ışığında çözüme kavuşturmak için ‘Osmanlıcılık’ fikrini geliştirerek uygulamaya koydu.(DEMİR,2011). 1839 Tanzimat Fermanıyla başlayan bu fikri akım, Fransız İhtilali’nin ‘ayrılıkçı’ etkisini kırmaya yönelik, İmparatorluk içinde yaşayan insanları din, dil, kültür ve ırk ayrımı yapmaksızın tek çatı altında tutmayı hedefleyen, eşitlik, hürriyet ve adalet olgularını temin eden bir anlayıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Hristiyan grupların ayrılıkçı hareketleri engellenememiştir ve çözülme hızlanarak devam etmiştir.

2.1.b)  İslamcılık

Osmanlıcılık akımının başarılı olamaması üzerine ve Balkan Savaşlarının da etkisiyle İslamcılık akımı kendini göstermiştir. Amacı Osmanlı Devleti içinde yer alan aynı dine sahip insanları bir arada tutmaktır. 19.yüzyılın ikinci yarısında belirginleşen bu akım, ikinci II. Abdülhamid Han tarafından da desteklenmiş, 1908’den sonra ivme kazanmıştır (KUNSHER, 1977). Ancak, İslamcılık anlayışına rağmen ayrılıkçı davranan bazı müslüman gruplar yüzünden bu akım da çökmüştür. Dinsel bir proje olarak da, otoritenin temel meşruiyet kaynağı olan İslam dinini ilerleme ve kalkınma gibi Batılı kavramların İslam dini içerisinde meşruiyetini sağlayarak, İslam dininin yeniden yorumlanmasını hedeflemiştir.(MERT,2005)

2.1.c) Türkçülük

‘Her şey zıddıyla birdir’ sözünü belki de en iyi karşılayan olgulardan biridir Türkçülük, şöyle ki; Osmanlıcılık ve İslamcılık ‘tan beklenen ve olması gereken verim alınamayınca kendi mevcudiyetini gören ve kendini ayrılıkçı hareketler dışında tutma ve adeta koruma altına alan öz ve gerekli bir akımdır. İstenmeyen ayrılıkçı hareketler olmasaydı ve dışarıda ki soydaşlar yüzlerini Anadolu’ya dönmeseydi belki de bu akım olmayacaktı…

Devleti kurtarma adına Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarından sonra doğal sürecinde oluşan Türkçülük akımı, kültür hareketi olarak başlayıp daha sonraları siyasi bir hal almıştır. Dil, din, kültür ve soy birliğini sağlaması bakımından halk tarafından içselleştirilmiş olan bu akım Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında da birinci derecede önemli rol oynamıştır. Konu bakımından Türkçülük özellikle incelememiz gereken bir başlık olduğundan ileriki bölümlerde Türkçülüğü ve gelişimini daha detaylı bir şekilde ele alacağız.

2.2) Ulus Devletin Gelişimi(1923-1980)

Bir önceki bölümde cumhuriyete kadar olan süreç siyasi çerçevede incelendi, şimdi ise 1923-1980 yılları arasında yolculuk yaparak gelişim süreci incelenecek. Daha önce yapılan çalışmalar incelendiğinde bu kronoloji farklı bir sistematik üzerinden ilerliyor ancak başlık çerçevesinin dışına çıkmamak adına, Türkiye’nin kendi olgu ve dinamikleri üzerinden incelenecek, bu bağlamda 1980 darbesi önemlidir zira sonrasında yaşanan süreç hem Türk milliyetçiliği, hem de ulus devletin açısından etkilidir. Bu başlık altında Türkiye’de, ‘ulus devlet’ anlayışından halka doğru, bir takım olgular ışığında inceleme yapılacak.

29 Ekim 1923 günü Cumhuriyetin ilan edildiği tarihtir. Cumhuriyet bizlere Gazi Mustafa Kemal’in en güzel armağanıdır ki zaten kendisi de en büyük eseri olarak Cumhuriyeti görmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti de tarihsel süreç incelendiğinde ve 1980 anayasasının ilk üç maddesine bakıldığında ‘ulus devlet’ şeklinde oluşturulmuş, modern, seküler ve üniter bir yapıya sahiptir. Dönemin koşulları incelendiğinde en mantıklı oluşumun ‘ulus devlet’ olduğu görülmektedir ancak asıl sorun ‘ulus devlet’ anlayışının ne kadar tutarlı olup olmadığıdır. Şöyle ki, Osmanlı devletindeki ‘tebaa’ geleneksel yaşam şartlarını yaşayan, birçok konuda şeriat düzenine bağlı, sosyal ve kültürel açıdan ulus devlet, seküler anlayış ve modern yaşama uygun değildi. Günün dinamiklerine göre mantıklı ama tutarlı olmayan ‘ulus devlet’i,  yaptığım okuma ve gözlemlerle şöyle değerlendiriyorum; yeni savaştan çıkmış, Anadolu parçalanmanın eşiğinden dönmüş, ekonomi kötü, devlet düzeni ortadan kalmışken her şeye sil baştan başlamak ve günün dinamiklerine uygun yapılanma en mantıklısıydı. ‘Ulus devlet’ şunu diyordu; modernleşin ve sekülerleşin, Cumhuriyet de ‘demokrasi’ diyordu. Ancak toplum bu kavramlardan o kadar uzaktı ki siyasi hayata canlılık bile ulus devleti oluşturan hâkim güç tarafından sağlanıyordu; ‘çok partili hayata geçiş denemeleri.’ Bu denemeler de elbette mantıklıydı ama bu defa da yeni kurulan partilerin ‘ulus devlet’le karşı karşıya gelmesi ayrıca bir tutarsızlık örneğiydi. Somutlaştırmak gerekirse Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının oluşumu gelişimi ve kapatılışı, durumu özetlemek için en uygun olgudur.

1944 yılında ‘tabutluklar’ denen olay ise ‘ulus devlet’ anlayışının başka bir yaklaşımıdır şöyle ki; devlet, mevcudiyetini sağlama ve koruma adına, kendilerini ‘Türkçü’ olarak adlandıranları bile cezalandırmıştır. Konuyu derinleştirerek incelemekten ziyade Türkiye’de ‘ulus devlet’ anlayışını ortaya koymak amaçlandığından değinip geçiyorum.

1946 yılında ise çok partili hayata geçiş denemeleri artık yavaş yavaş oturmaya başlamıştır denebilir. Aynı yıl kurulmuş olan Demokrat Parti, 1946 yılı seçimlerinde CHP’nin %85 oyuna karşı %18 almıştır. 1950 seçimlerine gelindiğinde ise DP %52,9 oy oranı, CHP ise %39 oy oranına sahip oldu ve artık çok partili hayat geçiş gerçekleşmişti.1

1960’lara gelindiğinde, 10 yıllık DP hükümeti askeri cunta tarafından görevden alınarak hem Türk siyasetine hem de çok partili hayata ‘darbe’ vurulmuştu. İç ve dış dinamiklerin tartışılma hakkı saklı tutularak; ‘ulus devlet’in yeni hâkim güçleri cumhuriyetin ‘demokrasi’ sesini kesmişti diyebiliriz.

‘68 hareketi’ diye bilinen dünyada etki uyandıran gençlik hareketleri Türkiye’de de görülmüştü, sendikaların da işin içinde yer almasıyla olumsuz olaylar yaşanmıştı ve ordu bu konuda da kendine vazife çıkarmış, ‘ulus devlet’ in tehlikeye girdiği düşüncesiyle dönemin hükümetine 1971’de ‘12 Mart’ muhtırası olarak bilinen uyarıyı yapıp istifaya zorlamıştı.

1971 tarihinden sonraki siyasi çalkantı dönemi ve istikrarsızlıklar 1977 yılına kadar artarak devam etti, tabi bu süreç halka da yansıdı ve sokaklar sağ-sol kavgalarına tutuştu. 1980’e kadar giden bu süreç de 12 Eylül darbesiyle sonuçlandı. Bu olaylar Türk milliyetçiliği açısından ileriki konularda detaylıca incelenecek çünkü bu süreç ‘Türk milliyetçiliğinin aktif rol aldığı en önemli süreçtir.

2.3) Ulus Devletin İşlerliği (1980 ve Sonrası)

1980 tarihinden sonra fiilen bir darbe girişimi yaşandığı söylenemez. ‘28 Şubat’ post-modern darbesi ve 2007 e-muhtırası kimi çevrelerce darbe girişimi olarak adlandırılsa da literal düzeyde bunu söylemek pek de doğru sayılmaz dolayısıyla 1980 tarihi Türkiye Cumhuriyeti’nin son darbesi sayılabilir. ’24 Ocak’ kararları da darbeden sonra yine ekonomik açıdan ve halka olumlu yansımasından dolayı önemlidir. Liberal politikaların işlerliği, halkı rahatlatmış, dış dünyayla olan ilişkilerde olumlu bir düzey yakalanmıştır; konjonktüre eklemlenme açısından önemlidir. İşte tam da bu noktada şundan bahsetmek gerek; küreselleşme.

Türkiye, dış politikada, ekonomi politikasında ve bunların iç politikaya yansımalarıyla adeta küreselleşme yolunda önemli adımlar atmıştır. Somut olgusu ise 31 Aralık 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşmasıdır. Hem iç politikaya yansımaları hem de konjonktüre uygun davranılması açılarından önemli süreçler yaşanmıştır. Bu süreçlerin bize gösterdiği en önemli sonuç ise şudur; ‘ulus devletlerin dahi uluslararası, uluslar üstü ilişkiler içinde olma gerekliliğidir. Son yıllarda yaşanan teknolojik gelişmeler de bunu zorunlu kılmaktadır. Artık sınırlar uluslararasıdır hatta küresel ölçektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti de küresel ölçekli örgütlerde aldığı yer ve görevlerle bu küreselleşme sürecini bizzat yaşamaktadır çünkü siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeler bunu gerektirmektedir. Konu gereği küreselleşmenin fayda veya zararlarını derinleştirerek incelemekten ziyade etkilerini bu şekilde özetlemek yeterlidir.

  1. TÜRKİYE’DE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

Breuilly milliyetçiliği üç grupta sınıflandırır; siyasal alanda, sosyal alanda ve kültürel alanda yaşanan milliyetçilikler olarak (ÖZKIRIMLI, 2008). Çalışmamızda biz de bu boyutları gözetleyeceğiz.

Türkçülük akımını işlerken ileriki konularda derinleştireceğimi söylediğim konu ‘Türkiye’de Türk Milliyetçiliği’ başlığıdır. Ayrıca bu konuda ki alt başlıklar da işleniş ve tarihsel süreç olarak “Türkiye’de Ulus Devlet’ konusuyla paralel olacaktır. Bu başlık bağlamında Türk Milliyetçiliğinin oluşum, gelişim ve işlerliği üzerinden Ulus devlete ışık tutulacak. Giriş bölümünde bahsedilen sorunsalın cevabı bu başlık altında değerlendirilerek ele alınacak.

3.1) Türkçülük Akımından Cumhuriyet’e

Devleti kurtarma adına Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarından sonra doğal sürecinde oluşan Türkçülük akımı, kültür hareketi olarak başlayıp daha sonraları siyasi bir hal almıştır. Dil, din, kültür ve soy birliğini sağlaması bakımından halk tarafından içselleştirilmiş olan bu akım Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında da birinci derecede önemli rol oynamıştır. Balkan Savaşları sonrası ve SSCB baskısından kurtulmak isteyen dışardaki bir kısım Türkler yönlerini Anadolu’ya çevirmişlerdi. Resmi olarak 1908’de kurulan Türk Derneği ve aynı isimle çıkarılan dergiyle başlayan sürece sultan II. Abdülhamid Han da destek olmaktaydı’ (KUNSHER, 1977). Türkçülük akımı daha sonraları birçok dernek ve dergilerle de desteklenmiştir.  Sosyal ve kültürel alanda başlayan ve gelişen Türkçülük akımının, olgusal etkilerini siyasal alanda da görmek mümkün. Türkçülük, sadece Osmanlı’nın son dönemlerinde belirleyici olarak kalmamış, ulus-devlet inşa etme sürecine girişen Cumhuriyet kurucularının benimsediği milliyetçilik düşünce ve pratiğinin de temellerini oluşturmuştur.(KARADAĞ, 2015)

Ulus devlet anlayışının dünyayı kasıp kavurduğu dönemi Türkiye’de Ulus Devlet başlığında incelemiştik, atıf yaptığımız ulus devlet tanımlarında ise ‘dil, din, soy ve kültür’ birliğinin sağlanması gerekliliğini vurgulamıştık. Türkçülük anlayışını derinleştirmek adına Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın anlayışları üzerinden Giriş bölümünde bahsedilen sorunsalı ele alacağım.

3.1.a) Ziya Gökalp ve Türkçülük

Diyarbekir’li (Diyarbakır) olan Gökalp, İttihat ve Terakki tarafından Selanik’e tayin edilir. Ömer Seyfettin’le tanışır ve hayatının dönüm noktasını yaşar. Dilde Türkçülüğü savunan Genç Kalemler dergisinde yazmaya başlayan Gökalp’in etnik değil, kültürel bir anlayışa sahip olduğu görülür.

Türkçülük, balkanlardan ve Kafkaslardan gelen soydaşların dil ve soy birliği anlayışında şekil alırken Türkiye’de doğan anlayış daha çok din, dil ve kültür birliği üzerine inşa edilmiştir. Bu bağlamda Ziya Gökalp’i Türkiye’de doğan Türkçülük anlayışının öncüsü kabul edebiliriz. Gökalp’in anlayışının seküler olmadığını, Türkiye’de doğan Türk milliyetçiliğinin İslam diniyle olan kuvvetli bağı bu bağlamda değerlendirilmelidir.(OBA, 1995) kitabında şu ifadelerle Gökalp’in farkını ortaya koyar: “Gökalp’in millet tanımı; ‘dilce, dince ve ahlakça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep topluluk.’ Gökalp 1913’e gelindiğinde idealin ‘Türkleşmek, İslamlaşmak’ olduğunu söyler. Gökalp, Türlük, İslam ve Osmanlılığı bir tarafa koyarken, bunun karşısına kozmopolitliği yerleştirir.” Gökalp’in bir kısım makalelerinin bir araya toplandığı  ‘Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmak’ adlı kitaptan, ‘Üç Cereyan’ makalesinden şu düşüncelerini öğrenmek mümkün: ‘milliyet mefkûresi, ibtida gayrimüslimlerde, sonra Arnavut ve Araplar ’da, en nihayet Türklerde zuhur etti’(14), ‘Türklük cereyanı Osmanlılığın muarızı olmak şöyle dursun, hakikatte en kuvvetli müeyyidedir’(17), ‘Türklük kozmopolitliğe karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakiki istinatgâhıdır’(17). Türklük ve Müslümanlık ilişkisini nasıl tanımladığı ise şu cümlelerde çok açıktır: ‘Türklerin de vicdanları tahlil olunursa görülür ki bir Türk, kızını bir Arap’a, bir Arnavut’a, bir Kürt’e, bir Çerkez’e tezviç edebilir; fakat katiyen bir Finlandiyalıya, bir Hristiyan Macar’a tezviç edemez, bir Budist Moğol’un, bir Şamani Tunguz’un kızını da İslam yapmadan alamaz.’(18), ‘Trablusgarp, Balkan muharebeleri esnasında Türklerin felaketine iştirak edenler Macarlar, Moğollar, Mançu’lar olmadı. Bilakis Çin’in, Hint’in, Cava’nın, Sudan’ın ismini bilmediğimiz Müslim kavimleri matemimize ortak oldular; manevi yardımlarını esirgemediler. Bundan dolayıdır ki Türkler lisanca Ural-Altay şubesine mensup olmakla beraber, kendilerini İslam milletlerinden addederler.’(19), ‘Binaenaleyh Türklükle İslamlık, biri milliyet diğeri beynelmileliyet mahiyetlerinde oldukları için aralarında asla tearuz yoktur. Türk mütefekkirleri Türklüğü inkâr ederek beyneledyan bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaşmak ihtiyacını duymuyorlardı. Hâlbuki Türkleşmek mefkûresi doğar doğmaz İslamlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı.’(19), ‘Türk milleti, Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.’(20)

3.1.b) Yusuf Akçura ve Türkçülük

Azeri/Tatar Türkü olan Kafkas göçmeni Akçura, ‘Türkçülük anlayışını SSCB Türklerini bir araya getirme ve Rus baskılarından kurtarmaya yönelik geliştirmiştir’(GEORGEON, 1986). Akçura’nın millet tanımına bakınca Gökalp’le olan farkını dahi iyi kavrayabiliriz. Akçura 1928 yılında yayınlanan Türk Yılı dergisinde millet tanımını şöyle yapar: ‘ırk ve dilin esasen birliğinden dolayı içtimai vicdanında birlik hâsıl olmuş bir cemiyeti beşer.’ Jön Türklerin ‘milliyetlerin birliği’ tezine muhalif olan Akçura, Osmanlı milletini(Osmanlıcılık)  uydurma olarak görüyordu isteyen ulusların ayrı devlet kurabileceğini düşünüyordu (GEORGEON, 1986).

Akçura’nın seküler bir anlayışı olduğunu ve İslamiyet’e olan bakışını ise şu cümlelerden anlıyoruz; ‘zamanımızda muhtemel ittihadı Türklerin büyük bir ekseriyeti Müslümandır. Bu cihetle dini İslam büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir (AKÇURA, 1904). Akçura için şu yorumda dikkat çekicidir (GEORGEON, 1986) ‘ İslami yasalarla, Türk törelerini aynı düzlemde ele alarak şeriatın mutlak olma özelliğini bir kenarda bırakıyor, böylece ona tarihsel bir değer yüklüyordu, kısaca İslamiyet’i sadece bir gelenek olarak görüyordu. Namık Kemal’in anılarında geçen şu hatıra ise manidardır ‘Ziya Gökalp, Akçura’yı İttihat Terakki’nin merkez komitesine girmeye ikna eder, sıra yemin etmeye gelir ancak yemin metninde bulunan ‘İslam’ ve ‘Osmanlı’ ibareleri onu caydırır’.(OBA, 1995)

Yusuf Akçura ile Ziya Gökalp arasındaki düşünce farkı ise yine Akçura, Gökalp’in ölümü nedeniyle yazdığı makalede şöyle ifade eder; ‘Balkan muharebesini takip eden kışta, Ziya Bey, hemen her sabah ‘Türk Yurdu’ idarehanesinin üstünde bulunan odama gelir. Bana geçmiş hayatını… kendi ıstılahıyla ‘içtimai’ düşüncelerini anlatırdı. Münakaşaların hitamında, bazen fikirlerimizin tetabuk etmediğine şahit olurduk(…) . Türklük, İslamlık ve Avrupalılık umdelerini asıl yaşatan ve Türkçülere iyiden iyiye benimseten Gökalp Ziya olmuştur..’ (OBA, 1965).

Yapılan bu iki karşılaştırma gösteriyor ki Anadolu’dan doğan Türk milliyetçiliği tinsel ve gelenekçi iken, Kafkaslardan doğan Türk milliyetçiliği daha seküler ve modern yani ‘ulus’ kıvamında. Giriş bölümünde bahsettiğimiz sorunsalın kaynağını burada görüyoruz.

3.2) Türk Milliyetçiliğinin Gelişimi (1923-1980)

Bir önceki bölümde Türk milliyetçiliğinin doğuş sürecini ele aldım. 1923 ulus devlet ’in kurumsallaşmaya başladığı yıl olması sebebiyle Türk milliyetçiliğinin de bu tarihten itibaren kurumsallaşma sürecini inceleyip, ulus devlete Türk milliyetçiliği açısından bakmaya çalışacağım. Önceki bölümlerde kuramsal çerçevede hem ulus devleti hem de Türk milliyetçiliğini ele almıştım ve böylelikle sorunsalın kaynağına inmiştim. Bu bölümde ise sorunsalı, olayları ve olguları inceleyerek bazı farkları belirginleştirmeye çalışacağım.

1923’de ulus devlet şeklinde kurumsallaşan cumhuriyetimiz, Türkçülük akımının genel etkisindeydi. Ulus devlet Türkiye, kurulurken birçok zorluk ve acıyla hemhal olmuştur. Yeniden kurulan devlet, Osmanlı’nın mirasını da devralmıştır. Bu miras hem maddi, hem manevi hem de sorunlardan oluşan bir mirastır. ‘Manevi miras’ ve ‘sorunlar’ yeni devletin seküler ve modern yapısına uygun olacak şekilde evirtilmiştir. İçimizde görülen bir takım toplumsal sorunlar -ulus devlete geçiş sürecinde işlendi- ve dış dünyayla olan sorunlar bağlamında geliştirilen “yurtta sulh, cihanda sulh’ politikası ‘ulus devletin’ aldığı ‘yeni renk’ olmuştu ve böylece Türkçülük akımıda etkilendi çünkü bu akım SSCB Türklerini de kapsamaktaydı, Türkiye merkezli bir akım olması sebebiyle Rusya ile karşı karşıya gelmek akıllıca olmayacaktı. 1924’de Ziya Gökalp’in vefatı ve 1931’de Türk Ocağı Cemiyeti’nin kapatılması Türkçülük akımını Türkiye ile sınırlamıştır. Bu boşluğu gören seküler H. Nihal ATSIZ 1931-1944 yılları arasında Türkçülüğü esas alan çeşitli dergiler çıkarmış ve yazılar yazmıştır. Yazıları, Muhsin Yazıcıoğlu’nun tabiriyle, Türk kahramanlıkları üzerine bina edilmiş; ‘İslam öncesi Savaşçı Türk’ imajını anlatır. Atsız’ın milliyetçiliğinin Kemalizm’den etkilenen İslam öncesi Türk tarihini merkeze alan ve seküler içeriğinin, bizzat hareketin kitleselleşebilmesinin önündeki en büyük engel olduğu açıktır (TAŞKIN, 2007).

1944 Türkçülük akımı için önemli bir tarihtir. Atsız dönemin milli eğitim bakan Sebahattin Ali’ye bir açık mektup yazar; Marksist eğilimli çevrelerin faaliyetlerine göz yummakla suçlar ve bunun üzerine hakkında davalar açılır. Yine aynı yıl ‘tabutluklar’ olayı yaşanır ki içlerinde Alparslan Türkeş ve Nihal Atsız gibi insanlar vardır. 1950 yılına kadar çeşitli dergi ve dernekler Türkçüler tarafından kurulmuştur.

CHP’nin tek parti iktidarı döneminde bu tip olumsuzlukla karşılaşan Türkçüler, siyasi olarak tam anlamıyla kurumsallaşamadıklarından dolayı kendilerini en yakın hissettikleri DP’ye yönlerini dönmüşlerdir. 1950 seçimlerinde iktidar olan DP ilk birkaç yıl Türkçülerle iyi geçinmiştir diyebiliriz. 1950 DP iktidarı döneminde çeşitli milliyetçi kuruluşlar Türk Milliyetçileri Derneği çatısı altında birleştirilmiştir (…) İzlenecek eğitim, kültür ve siyasi içerikli politikaların Türkçü ilkeleri yansıtması bekleniyordu. Ancak 1953 yılında bu dernek 75-80 şubesiyle birlikte kapatıldı (TAŞKIN, 2007). Nurettin Topçu derneğin kapatılması üzerine kaleme aldığı ‘Son Hadiseler ve Biz’ adlı bildirisinde bu kapatmayı milliyetçiliğe ve müslümanlığa yapılmış bir yanlışlık olarak değerlendirir. Bu gibi sıkıntılardan dolayı bazı DP’li milliyetçi vekillerin 1952’de kurulan Türkiye Köylü Partisi’ne katıldıkları görülür. Bu partiyi siyasal alanda kurumsallaşmanın başına koymamızda bir sakınca olacağını zannetmiyorum. Bu parti de daha sonra Cumhuriyetçi Millet Partisi ile birleşerek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni meydana getirmiştir. Artık kurumsallaşan bir Türk milliyetçiliği olduğu için kurumsal süreç üzerinden ilerleyeceğim.

1960 yılına gelindiğinde içlerinde Alparslan Türkeş’in de bulunduğu bir grup genç subay, 27 Mayıs günü darbe yaparak ülke yönetimine el koymuştur. Alparslan Türkeş ismini 1944 yılında ‘Türkçü’ olarak duyurmuştur. 1955 yılından itibaren ülkenin içinde bulunduğu kötü şartları düşünerek darbe yapan grubun içinde bulunmuştur, darbecilerin kendi içlerinde bölünmesiyle Alparslan Türkeş ve 13 arkadaşına “14’ler” adı verilmiştir. Bu grubun darbe gerekçeleri ülkeyi huzuruna kavuşturup, yönetimi demokratik yollardan sivil iradeye teslim etmektir ancak komuta kademesinde bulunan diğer grup “14’ler”i yurt dışı görevine yollar ve daha sonrasında Alparslan Türkeş’in yapılmasını istemediği, onarıcı uyarılarına rağmen Adnan Menderes’in asılmasına varan olaylar yaşanır. 1963 yılında Türkiye’ye geri dönen Türkeş, Türk Ocakları’nda konferanslar vermiştir, bir süre sonra arkadaşlarıyla CKMP’ ye katılmıştır. Tabi bu yıllarda milliyetçilerin dergi ve dernekleri de komünizmle mücadeleye girişmişlerdir. 1965 yılında partinin genel başkanı seçilen Türkeş, teşkilatlanmaya ve programa önem vermiş, 1967 yılında Türkeş, 9 Işık adlı doktrini Türk milliyetçilerine sunmuştur. 1969 yılında da partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi olmuştur.

Sorunsalımın cevabını 9 Işık doktrininde geçen şu cümlede buluyorum ‘Türkiye’de son yıllarda hükümetlerin gafleti yüzünden hızla yayılma imkanı bulan komünist ideolojiye karşı bizler, Türk milliyetçiliği ideolojisini geliştirdik ve komünizme karşı Türkiye’nin kalkınmasını ve yükselmesini sağlayacak milliyetçi, modern bir doktrini oluşturduk. (…) Biz ne kapitalizm, ne komünizm, üçüncü bir yol, yani İslamiyet ve Türk milliyetçiliğinin manevi temeline dayanan modern ilmin önderliğinde iktisadi ve sosyal bir doktrini ortaya koyduk.’ Ahlakçılık ilkesine göz attığımızda ise ‘Türklük şuuru ve İslam ahlakı’ vurgusunu görürüz.

1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi Türk milliyetçiliğinin kurumsal oluşumunun liderinin ortaya koyduğu kuramsal yaklaşımda ve davranışlarda da görüyoruz ki Türkiye’de milliyetçilik anlayışı İslami bir zeminle birliktedir. Alparslan Türkeş’in öğreti babındaki şu cümlesi Türk milliyetçileri tarafından çok önemsenmekle birlikte yine sorunsalıma adeta bir cevap niteliğindedir; ‘Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur; ruhsuz beden cesettir.’

1968’de dünyada zemin bulan 68 hareketi Türkiye’de de kendini göstermişti. Sıradan eylemlerden olmayan bu olaylar sağ-sol kavgasının derinleştiricisi olmuştu. Bir şekilde bu olayların içine çekilen sağ görüşlü/Türk milliyetçisi/ülkücü insanlar da kendilerine karşı yapılan baskılar karşısında refleks göstermişti. 1970’li yıllarda Türk milliyetçileri, Seyyid Ahmet Arvasi’nin Türk İslam ülküsünü sahiplenen ülkücülerdir. Arvasi, Türk milliyetçiliğiyle ilgili düşüncelerini şu ifadelerle dile getirir; ‘Türk milliyetçisi her şeyden önce bir iman adamıdır.’ ‘Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse İslam dünyası da güçlüdür.’

1980 yılına gelindiğinde 12 yıllık siyasi istikrarsızlık, anarşi, kan, terör adeta zirve yapmıştı, Türkiye’de sistem tıkattırılmıştı ve Türk milliyetçilerinin de acı dolu hatıralarıyla 12 Eylül darbesi yaşandı. Binlerce ülkücü genç zulme uğradı, idam edildi, MHP kapatıldı, Türkeş siyasi yasaklı oldu. MHP’nin gençlik örgütü olan Ülkü Ocakları’nın o zamanlarda genel başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu da yıllarca hücrede ve işkence altında, ülkücülerin ‘Medrese-i Yusufiye’si olan Mamak Cezaevi’nde yüzlerce arkadaşıyla birlikte işkenceler gördü. 1980 yılı ülkücüler için çok zor geçti.

 

3.3) 1980 Sonrası Türk Milliyetçiliği

Darbeyi yapan Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliği tarafından hazırlanan ‘12 Eylül Öncesi ve Sonrası’ adlı kitapta Kenan Evren, kamu düzenini sağlayıp, idarenin sivil iradeye teslim edildiğini söyler. Toplum, yönetim, basın ve asker gözünden bakışla darbeye giden süreç anlatılır. Burada şunu görmek mümkün, ulus devlet mantığıyla hareket eden kademelerin, vatansever ülkücüleri de, vatanı bölmeye çalışan anarşikleri de aynı gözle değerlendirmesi buna mukabil vatansever ülkücülerin ‘vatan ve millet’ kutsiyetinden dolayı ulus devlete sadece saygı ve sadakat gözüyle baktığıdır. Sorunsalın bir cevabı olarak da son cümleyi düşünebiliriz.

Darbe sonrası siyasi yasaklar ve parti kapatmalar MHP’yi de etkiledi. 1983 yılında yeni siyasi partilerin kurulmasına izin verildi, MHP’yi temsilen Muhafazakâr Parti kuruldu. 1985 yılında adını Milliyetçi Çalışma Parti’si olarak değişti. 1987 yılında yapılan referandumla birlikte liderlerin yasağı kalktı ve ülkücülerin ‘Başbuğ’u Alparslan Türkeş de siyasete geri döndü ve aynı yıl yapılan kurultayda MÇP’nin genel başkanı oldu.2 Takip eden yıllarda, Ülkü Ocakları genel başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları da tahliye edilince Türkeş tarafından partiye davet edildiler.

1992 yılına kadar MÇP, kimi zaman konjonktürel kararları nedeniyle, kimi zaman parti içi kademelerden kaynaklı iç sıkıntılar yaşadı. Bu sıkıntıların nedenlerinden biri çok önemli hatta sorunsalımızın ikinci kaynağı bile denebilir, şöyle ki; Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları, partiye giren yeni insanların ve yeni yönetim kademelerinin partiye ve düşünceye uygun olmadığı yönünde kanaat oluşturdular ve ‘Başbuğ’a bu konuda eleştiriler getirdiler; kendilerinin Türk-İslam ülkücüleri olduklarını iddia ettiler ve 1992 yılında ‘Büyük Birlik Partisi’ (BBP)  olarak örgütlendiler (BORA-CAN, 2004). 1993 yılında yapılan kongrede MÇP tekrardan, MHP adını aldı ve böylece Türk milliyetçiliği iki kurumsal yapıya dönüştü. 1997 yılında Türkeş’in vefatıyla partinin yeni lideri olan Devlet Bahçeli ile 70’li 80’li yılların ruhunu kaybettiği söylenebilir. Bu boşluğu her ne kadar BBP doldurmaya çalıştıysa da siyasi olarak başarılı olamadı, dolayısıyla kavramsal düzlemde de kuramsal düzlemde de Türk Milliyetçiliği kavramının karmaşaya uğradığını görmek mümkün.  Bu noktada sorunsala bir kaynak daha oluşuyor ve Türk milliyetçiliği kavramı yeniden ele alınması gereken bir kavram oluyor, kime göre ve nasıl bir Türk milliyetçiliği?

 

  1. SONUÇ

Tarihsel süreçte hem ulus devlet mantığını hem de Türk milliyetçiliğinin kavramsallığını var olduğu şekilde ortaya koymaya çalıştım. Birinci bölümde amacım, ulus devletin mantığını ve günün şartlarına gerekliliğini ama bazı olumsuzlukları taşıdığını anlatmaktı; ikinci bölümde amacım, tarihsel süreçte hem ulus devleti hem de Türk milliyetçiliğini aynı potada eritip, süzmekti; üçüncü bölümde amacım; süzülmüş olan Türk milliyetçiliğini Türkiye üzerinden incelemekti.

Her örgütte olduğu uç karakterli insanlar da yer yer Türk Milliyetçiliğini yıpratmak adına bu düşünce sisteminin içinde yer almaya çalışmışlardır ancak tarihsel süreç de bizlere gösteriyor ki hakiki Türk milliyetçiliği inancına sahip yürekler her zaman vatanın ve dinin varlığına hizmet etmişlerdir.

1980 yılına kadar komünistlere karşı mücadele veren kutlu yürekler, 1980 sonrasında da bölücü anlayışa karşı meşru ve ahlaki tepkisini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda farklı cumhuriyetlerde yer alan Müslüman-Türk kardeşlerimize kurumsal yapı çerçevesinde de destek çalışmaları yapılmakta ve bu konuda bilinç oluşturma gayretini göstermektedir. 1993 yılına kadar tek yürek olan Türk milliyetçileri, faaliyetlerine ‘Alperen’ ruhlu; ‘Bozkurt’ bakışlı kardeşler olarak ayrı kollardan aynı amaç için çaba sarf etmektedirler.

Türk milliyetçiliği, dünya üzerindeki bütün milliyetçiliklerin dışındadır. Tarihsel süreçte de işlediğimiz gibi; özünü tarihin derinliklerinden ve İslam’ın kucaklayıcı felsefesinden alan, Türklük şuurunu birlik, güç ve özveri çerçevesinde oluşturmuştur. İdeolojiden yahut siyasi bir olgudan daha fazlasıdır Türk milliyetçiliği. Bu noktadan hareketle, Türk milliyetçiliğinin, içinde bulunduğumuz seküler Ulus Devlet anlayışını değil de üniter yapı ve vatan çerçevesinde sahiplendiği Türkiye Cumhuriyetini canı pahasına sevdiğini ve koruduğunu söylemek yanlış olmayacaktır dolayısıyla ulusçu anlayışın Türk milliyetçiliğiyle aynı çerçevede düşünülmesi yahut anlamlarının yakın olduğunun düşünülmesi yanlışlık arz etmektedir. Giriş bölümünde bahsettiğim ‘anlam yakınlığının’ bu şekilde çürütüldüğünü söyleyebilirim.

Beni bu çalışmaya iten ana sebep şuydu; Türk milliyetçiliğinin yıllardan süre gelen anlam karmaşasından kurtulamayışını ulus devlet üzerinden anlamak. Ve şunu gördüm Türk milliyetçiliğinin ufku ulus devletin sınırları içinde hapsedilemeyecek kadar geniş; seküler ve tekçi olamayacak kadar tinsel ve kucaklayıcı. Küreselleşme sürecine kapılıp yok olmayacak kadar güçlü; küresel ölçekte çare olacak kadar donanımlı ve dinamik bir sistemdir. Türk milliyetçiliğini daha iyi idrak edebilmek ümidiyle…

 

KAYNAKÇA

1.Kitaplar

ERÖZDEN, Ozan (2008), Ulus-Devlet, Ankara

GEORGEON, Francis (1986), Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri 2, İstanbul

MERT, Nuray (2005), Türkiye İslamcılığına Bakış, İstanbul

MGK GENEL SEKRETERLİĞİ(1981), 12 Eylül Öncesi ve Sonrası, Ankara

OBA, Ali Engin (1995), Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Ankara

ÖZKIRIMLI, Umut (2008), Milliyetçilik Kuramları, Ankara

ŞEN, Y. Furkan (2004), Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet, Ankara

TAŞKIN, Yüksel (2007), Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya, İstanbul

TANIL Bora, CAN Kemal (2004), Devlet ve Kuzgun, İstanbul

TOPÇU Nurettin, (1978) Milliyetçiliğimizin Esasları, İstanbul

1.Derlemeler

GÖKALP, Ziya (2015), Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Ötüken Yayıncılık, İstanbul

KARADAĞ, Ahmet (2015), Türkiye’de Siyasal Hayat, İstanbul

iii. Makaleler

AKÇURA, Yusuf  (1904), Üç Tarz-ı Siyaset, Kahire

DEMİR, Şerif (2011), Tanzimat Döneminde Bir Devlet Politikası Olarak Osmanlıcılık, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırma Dergisi

KUNSHER, David (1977), The Rise Of Modern Turkey

————————————–

Kaynak:

https://www.academia.edu/38616939/21_Y%C3%9CZYILDA_M%C4%B0LL%C4%B0YET%C3%87%C4%B0L%C4%B0K_VE_ULUS_DEVLET_T%C3%9CRK%C4%B0YE_DE_ULUS_DEVLET_VE_T%C3%9CRK_M%C4%B0LL%C4%B0YET%C3%87%C4%B0L%C4%B0%C4%9E%C4%B0

[i] İnönü Üniversitesi SBKY lisans öğrencisi, e-mail: [email protected]

Yazar
Muhammed Cihat GÜNAY

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen