Türk Müslümanlığının Mahiyeti, Kaynakları ve Temel Değerleri

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof.Dr. Sönmez KUTLU

İslam, yayıldığı coğrafyada karşılaştığı farklı kültür ve medeniyetlerle güçlü bir etkileşime girmiştir.  Bu kültürlerdeki insanlığın ortak mirası olan değerleri korumuş ve yeni bir medeniyetin inşasında onlardan istifade etmiştir. İslam’ı benimseyen topluluklar,  Allah’ın gönderdiği ilahî dini ve onun kaynağını kendi ihtiyaçlarına, bilgi ve kültür düzeylerine göre birbirinden farklı anlamışlar.  Bu durum onların dini yaşama biçimlerine ve dindarlıklarına da yansımıştır. Tarihsel süreçte bundan en fazla nasibini alan milletlerden birisi Türk toplumu olmuştur. Onlar, İslam algılarının inanç, ahlak, ibadet ve sosyal ilişkiler boyutu, kendileri tarafından oluşturulmuştur. Kendilerine özgü bu İslam yorumuna ve dindarlık biçimine Türk Müslümanlığı adını vermekteyiz. Başka bir ifadeyle İslâm’ın Türk kültürü ve örfü ile mezc olmuş, bunlar vasıtasıyla yorumlanmış hâli ve yaşanmış biçimidir. Türk Müslümanlığının mahiyeti, kaynakları ve genel özellikleri, nev-i şahsına münhasırdır. Bu makalede günümüz tartışma konularının başında yer alan Türk Müslümanlığı sorunu, Türklerin tarihsel dinî tecrübesinden ve dinî düşünce dünyasından hareketle analiz edilecektir. Günümüzde Türk Müslümanlığının imkânının tahlili başka bir makaleye bırakılacaktır.

a. Türk Müslümanlığının Mahiyeti

İslam, Hz. Adem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlere vahiy yoluyla gönderilen dinin adıdır. İslam, Allah’ın akıl sahiplerini kendi iradeleriyle dünyada iyiliğe ve mutluluğa, ahirette kurtuluşa ermeleri için gönderdiği ilahî kurallar bütününden oluşur. Bu din, Hz. Muhammed’e gelen vahiylerin toplamını içeren Kur’an ile birlikte kemale ermiş, Hz. Muhammed’in örnekliği ve önderliğinde inanç, ahlak, ibadet ve muamelat boyutu ile hayata geçirilmek suretiyle tarihsel bir gerçeklik kazanmıştır. Akıl sahibi insanlar için gönderilen İslam, insanın yaratıcısı, kendisi ve toplum ile sağlıklı ilişkiler kurmasına yardımcı olur. Ayrıca insanın anlamlı bir varoluş bilinciyle hareket eden ahlaklı bir birey olmasına ve onun çabalarıyla iyiliklerin hâkim olduğu bir toplum oluşturmasına destek olur. İslam’ı diğer dinlerden ayıran en önemli özellikleri arasında aklilik, fıtrata uygunluk, güç yetirilebilirlik ve yaşanabilirlik, evrensellik, zorluğun kaldırılması, kolaylaştırıcılık, barış ve güven; zarara, zulme ve haksızlığa karşı direnmek, yıkıcı değil yapıcı ve yaratıcı olmak ve benzeri vasıflar bulunmaktadır.  Bu sebeple İslam’ın bütün emir, yasak ve tavsiyeleri, insanların can ve mal güvenliği, düşünce özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, özel hayatın mahremiyeti ile nesillerin ahlaki gelişimini korumaya yöneliktir.

Hz. Muhammed, bu dinin hayatın içerisinde nasıl yaşanacağını örnek uygulamaları ile bize göstermiştir. İslam, ortaya çıktığı Arap Yarımadası’nın sınırlarını aşarak dünyanın çeşitli bölgelerinde yayılmaya başladığı süreçte, gelenek ve görenekleri, dinî, kültürel ve ahlaki değerleri Araplardan farklı milletler ve topluluklarla karşılaşmıştır. İslam, bu toplumların dinî, toplumsal, siyasi, iktisadî ve kültürel hayatında köklü değişim ve dönüşümlere sebep olmuştur. Diğer yandan bu toplumlar, sahip oldukları ve içinde yaşadıkları farklı siyasi, toplumsal, psikolojik, iktisadî, kültürel ve coğrafî şartların ve ortamların etkisiyle İslam’ı farklı şekilde anlamaya, anlamlandırmaya, yorumlamaya ve yaşamaya başlamışlardır. İslam, bu toplumları derinden etkilerken İslam kültür ve medeniyeti de onlardan etkilenmiştir. Böylece aynı dinle ilgili çok sayıda farklı algılar, yaşam biçimleri ve İslam anlayışları ortaya çıkmıştır. İslam’ın değerler sitemi, kendisine inanan milletlerin tarihsel dinî, ahlaki ve kültürel değerlerinde önemli değişim ve dönüşümlere sebep olmuştur. Bunun sonucunda İslam’ın farklı anlayıp yorumlayan fırka, mezhep, tarikat ve benzeri yeni dinî-toplumsal veya dinî-siyasi yapılar ortaya çıkmıştır. Bu yapılar, içinde doğdukları toplumun siyasi, toplumsal, iktisadî ve dinî değerlerini tamamıyla terk etmemişler. Bilakis onları İslam’ın değerleriyle sentezleyerek kendilerine özgü bir dinî tecrübe oluşturmuşlardır.

Hz. Muhammed’in hayatında vahyin öncülüğünde kurumsallaşan İslam dini ile onun vefatından sonra gerek Arap toplumunda gerekse diğer toplumlarda İslam’ın inanç, ahlak, ibadet ve muamelat boyutu ile ilgili geliştirilen beşerî ve toplumsal yorumların varlığı tarihsel bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Bu yorumların inanç ve siyaset ile ilgili olanlarına siyasi ve itikadî mezhepler (fırkalar), ahlak boyutu ile ilgili olanlarına tasavvufî oluşumlar, ibadet, gündelik hayat ve hukuki boyutla ilgili olanlarına amelî-fıkhî mezhepler, felsefi boyutu ile ilgi olanlara felsefi mektepler adı verilmiştir. İslam’ın etkisi, bunların dışında sanat, estetik, musiki, mimari, siyaset, kültür, bilim, medeniyet ve diğer alanlarda da görülmüştür. İslam’ın değerler sitemi ile etkileşime girdiği toplumların değerler siteminin sentezinden oluşan düşünce/yorum geleneklerine ve fikri/beşerî kurumsallaşmalara İslam düşüncesi veya İslam Medeniyeti adını veriyoruz. İslam düşüncesinde ortaya çıkan mezhepler, tarikatlar ve cemaatlerin her birinin temsil ettiği belli bir zihniyet ve dünya görüşü vardır. Onların buna göre şekillenmiş İslam anlayışları, İslam yaşayışları, Müslümanlık tarzları ve dindarlık biçimleri söz konusudur.

Toplumların kendine özgü oluşturdukları çeşitli dindarlıkları, Batılı araştırmalarda olduğu gibi, “Türk İslamı”, “Arab İslamı”, “İran İslamı” ve benzeri şekilde tanımlamak veya kavramsallaştırmak toplumbilim açısından yanlıştır. “Türk Müslümanlığı”, “Arap Müslümanlığı”, “Fars Müslümanlığı”, Hint veya sayılabilecek diğer Müslümanlıklar, sosyolojik açıdan delaleti olan kavramlardır. Dinî açıdan bu Müslümanlıkların tamamı İslam kaynaklıdır, ancak bunların hiçbirisi din değildir. Dolayısıyla tek bir İslam ve birden fazla Müslümanlık tarzı ile karşı karşıyayız. Müslüman ülkelere yapılacak kısa süreli müşahedelerde dahi, bunun yansımalarını gözlemlemek mümkündür. Aynı şekilde toplumların sözlü ve yazılı dinî kültürüne de yansımıştır. Özellikle Türk toplumlarının ürettiği yazılı dinî edebiyat ve sözlü gelenek, bunun ispatı ile ilgili verilerle doludur.

Sosyolojik açıdan, herhangi bir dinin o dini benimseyen toplum üzerindeki tezahürleri, yeni bir din değildir, o toplumun kendilerine özgü bir dindarlık inşasıdır. İslam’ın Türk toplumu üzerindeki tezahürlerini esas aldığımızda da Türklerin İslam’la karşılaşmalarından itibaren kendilerine özgü üretmiş oldukları İslam algısı ve bir dindarlık söz konusudur. Başka bir ifade ile Türklerin kendilerine özgü bir Müslümanlık tarzları vardır. Bu bakımdan İslam’ın Türk toplulukları üzerindeki tezahürleri ve onların İslam’ı yaşama biçimlerini tanımlayacak toplumsal karşılığı olan en iyi kavramsallaştırma “Türk dindarlığı” veya “Türk Müslümanlığı”dır. Köklü bir tarihe ve kültüre sahip toplumlar, farklı din ve kültürlerle karşılaştığında, sosyolojik açıdan “içselleştirme”. “özümseme” ve “dışsallaştırma”  kavramlarıyla ifade edilen üç aşama söz konusudur. Güçlü kültür, diğerini mutlaka dönüştürmek ister. Fakat Türk toplumları, İslam inancını kendi iradesiyle benimsedikten sonra onun değerlerinden derinden etkilenmiş olmasına rağmen, kendi değerlerini bütünüyle terk etmeyerek İslam’ın değerlerini kendi bakış açısıyla yeniden ifade etme yoluna gitmiştir.

Milletlerin sahip oldukları maddi ve manevi değerleri, onların bazı mezheplere yönelmelerine veya kendi İslam anlayışları ve dindarlıklarını oluşturmaya sevk etmiştir.  Örneğin Türk toplumlarının, genel olarak akli ve ahlaki dindarlığın ağır bastığı Hanefî-Maturidî-Yesevî anlayışa,  kısmen Mutezile’ye yönelmesi; Farsların İslam öncesi dönemin etkisiyle Batınî yaklaşımı temsil eden Şia’yı (Onikiimamiyeyi ve Caferiliği) benimsemesi; Arap dünyasının genel olarak Hz. Peygamber sonrası ilk üç neslin kabilecilik ve asabiyete dayalı oluşan İslam algısına (Malikilik, Şafiilik, Hanbelilik, Zahirilik ve sonraki dönemde Eşarilik)  yönelmeleri böyle bir durumla izah edilebilir.

Tarihsel süreçte İslam dünyasında pek çok dindarlıklar ortaya çıkmakla beraber, en genel anlamda belli zihniyetlerin milletlerin ortak değerleriyle birleşmesi sonucu, ilk üç neslin (Selef) kutsallaştırılan dinî geleneği ve kültürünün hâkim olduğu Arap Müslümanlığı/Dindarlığı; aklın, akli ve ahlaki değerlerin ağır bastığı Türk Müslümanlığı/Dindarlığı ve belli bir soy veya şahıs karizmasının ağır bastığı Şiî irfancılığına dayalı Fars Müslümanlığı/Dindarlığı olmak üzere üç önemli Müslümanlık tarzı veya tipi ortaya çıkmıştır. Bunları üç tarz-ı dindarlık: Zahiri Dindarlık (Arap Müslümanlığı), Batınî Dindarlık (Fars Müslümanlığı) ve Akli-Ahlaki Dindarlık (Türk Müslümanlığı) olarak kavramsallaştırabiliriz. Yukarıda sıralanan dindarlık veya Müslümanlık tarzları, birbirinin zıddı olmayıp bir arada yaşaması mümkün benzer cinsten yorumlardır. Hepsini birleştiren,  Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret inancından oluşan İslam inanç ortak paydasıdır. Birbirlerine karşı kin, nefret ve düşmanlık beslemedikleri,  birbirlerini dönüştürmedikleri, İslam’ı temsil iddiasında olmadıkları, İslam ile kendilerini aynileştirmedikleri sürece ve genelde insanlığın özelde Müslümanların sorunların çözmede birlikte hareket ettikleri veya yeni bir medeniyet inşasında yarıştıkları sürece, bu dindarlıklar çeşitlilik ve zenginlik olarak işlev görecektir.

Bu üç İslam anlayışından birincisi, metinlerin zahirine ve ilk üç neslin yaşayışının şekilsel boyutuna takılıp kalan Zahiri İslam algısını; İkincisi, metinleri belli maksatlara ve ahlaki değerlere uygun olarak akılla tevil eden Akılcı İslam algısını; Üçüncüsü ise ilahî sırlara ve gizli bilgiye sahip karizmatik siyasi kişiliklere veya Sufi şeyhlere bağlanmayı savunan Batınî-İrfancı İslam algısını temsil etmektedir. Bu üç Müslümanlık tarzından birincisi İran’ın, üçüncüsü Suudi Arabistan’ın millî ideolojisi hâlini almıştır. İkincisi ise Hanefî-Maturidilik olarak Türkiye’de ve Türk Cumhuriyetlerinde dinî kimliğin ayrılmaz bir parçası olarak görülmektedir.

Türk Müslümanlığı kavramı ile ilgili, bugüne kadar, pek çok tanımlama yapılmış ve isteyen istediği anlamı yüklemeye çalışmıştır. Bu durum kavram ile ilgili büyük bir karmaşaya ve anlam kirliliğine sebep olmuştur. Bu konuda yapılan bazı ciddi hatalara dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi, Türk Müslümanlığı, inanç boyutu olmakla beraber, hak-batıl veya sapık-kurtuluşa eren paradigmasına dayalı karşı tarafı görmezden gelen veya kendileri için toptan kurtuluş vadeden sırf inanç merkezli itikadî bir sınıflama değildir. Çünkü İslam’ın temel felsefesinde hiçbir şahsa, aileye, millete veya dinî bir gruba özel imtiyaz tanınmamıştır. Bu İslam algısında, insanların Müslüman olup olmamaları kendi özgür iradelerine bırakılmıştır. Çünkü kendileri de isteyerek ve millî iradeleriyle İslam’ı benimsemişlerdir. Zorlamaya ve cebre yer yoktur. Kurtuluş ve sorumluluk bireyseldir. Dinde, temsil değil, hayırda ve dünyayı ıslah etmekte yarış vardır. Hiç kimse yaptıklarının hesabını Allah’ın karşısında vermeden ne cennete ne de cehenneme girecektir.

İkincisi, bu kavramsallaştırma, Müslümanlığın etnik bir sınıflandırması olarak değerlendirilemez. Türk milletinin, İslam’ı kendi tarihsel ve kültürel birikimine uygun olarak anlayıp yaşaması tecrübesini ifade eder. Dolayısıyla Türk Müslümanlığı, Türk toplumunun müşterek ortak İslami kültürünü; itikadî sistemi, ahlaki değerleri ve fıkıh anlayışından oluşan İslam algısını ve yaşam biçimine karşılık kullanılmıştır. Tabii ki tarihin değişik dönemlerinde Türk topluluklarının veya Türk âlimlerin İslam algılarında vahdet-i vücudcu sufi algı veya zahirî anlayış etkili olmuştur, ancak bunlar Türkistan’dan Anadolu’ya taşınmış değildir, Horasan ve Anadolu’da hazır bulunmuştur.

Üçüncüsü, Türk Müslümanlığı Sünniliğe, Osmanlı Sünniliğine veya Aleviliğe indirgenemez. Çünkü farklı yorumlara saygıyı telkin etmekte ve yorumun olduğu yerde tekfire yer olmadığını savunmaktadır. Bu yaklaşım, “zat-ı alinize diyeceğim yok ama fikrinize karşıyım” veya “72 millete aynı gözle bakmayı” öneren bir hoşgörüyü içermektedir. Ayrıca akli ve ahlaki değerlere bağlı kaldıkları sürece Yesevî geleneğe mensup Alevilik-Bektaşiliği ve Sünni gelenekten akılcı-yenilikçileri içine alacak kadar geniş şemsiye bir kavramdır. Osmanlı döneminde yazılan Erkannameler başta olmak üzere Bektaşilere ait yazılı ve sözlü edebiyatta, Ebû Hanife ve Ahmed Yesevî olan ilgi ve bağlılık bunun açık göstergesidir.

Dördüncüsü, bu kavramın Türkiye’de 28 Şubat sürecinde tartışmaya gelmesi sebebiyle bazılarının anladığı gibi, “toplum mühendisliği” veya “İslam’ın reformasyonu” olarak tanımlanması doğru değildir. Çünkü Türklerin İslam’a girmesinden günümüze kadar yaşadıkları dinî tecrübenin adı olan Türk Müslümanlığı, Hanefilik, Maturidilik ve Yesevîlik olarak Cumhuriyet Dönemi’nden çok önce oluşmuştu.

Beşincisi, diğer ırk ve din mensuplarını dışlamak gibi bir içeriğe sahip değildir. Yaratılanı yaradandan ötürü sevmek esastır. Hatta Osmanlı Dönemi’nde Türk ismi bir ırkın isminden çok Müslüman yerine kullanılmıştır. Balkanlarda bu algının hâlâ devam ettiğini görüyoruz. Orhan Gazi, Anadolu’da fethettiği yerlerdeki gayr-i Müslimler, onun adil uygulamaları karşısında, “Nolaydı da bunlar bize daha önce bey olaydı” demişlerdir. Bu Müslümanlık tarzında, akıl ve akli yorumlara saygı duyulur, ahlaki değerleri sahiplenilir. Bu bakımdan tarih boyunca diğer din mensuplarıyla ilişkiler evrensel insani değerler ve hukuk çerçevesinde yürütülmüştür.

Altıncısı, Türk Müslümanlığı, günümüzde bazı araştırmacılarca Osmanlı dinî tecrübesi olarak da tanımlanmaktadır, ancak bunu son 600 yıla hapsetmek veya Osmanlı’ya indirgemek doğru değildir. Çünkü bazı dönemlerde Sünni irfancılığın ve Nizamiye medrese geleneğinin etkisiyle Türk Müslümanlığı kimliğinde önemli kırılma ve değişimler yaşanmıştır. Osmanlı İslam tecrübesinde bunların izlerine rastlanmaktadır.

b. Türk Müslümanlığının Tarihsel Kaynakları

İslam’ı ilk benimseyen toplumların tarihsel süreçte kurumsallaştırdıkları dinî düşünceleri, tecrübeleri ve dindarlık biçimleri genel olarak pratik uygulamalar üzerinden amelî-fıkhî; inanç konusunda siyasi ve itikâdî; bireysel dinî tecrübeler konusunda tasavvufî-ahlaki olmak üzere üç farklı boyutta tezahür etmiştir. Aynı durum Türk toplumlarının İslam algısı ve Müslümanlık tarzında da görülmektedir. İslam’ın inanç, ibadet-muamelat ve ahlak alanları Türklerin toplumsal, dinî ve kültürel yapısına, toplumsal ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yorumlanmış ve her üç alanda bilgi gelenekleri oluşturulmuştur. Birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili olan ve iç içe geçen bu gelenekler Türk dindarlığın itikadî, amelî ve ahlaki cepheleri olmak üzere üç boyutunu temsil eder. Bu dindarlığın amelî cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi Maturidilik ve Tasavvufî-ahlaki cephesi Yesevîlik olarak kurumsallaşmıştır. Türk dindarlığının üç boyutu temsil eden bu kimlikler, birbirini tamamlayan tek bir kimlik hâline gelmiştir. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya ve Afrika’nın en ücra köşelerine kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu akılcı din anlayışı, bin yılı aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde ve İslam’ın dünyaya tanıtılmasında başat rol oynamıştır. Bu üç geleneğin Türklerle ve Türk Müslümanlığı ile ilişkisine kısaca değinmek istiyorum.1

1. Hanefîlik

Türklerin İslam tasavvurunun önemli unsurlarından biri olan Hanefîlik, Ebû Hanife’nin fikirleri etrafında oluşan bir fıkıh mezhebinin adıdır. İsmini, mezhebin esaslarını belirleyen Ebû Hanîfe(150/767)’den almıştır. Ebû Hanife ve öğrencileri, itikadî ve fıkhî sorunların çözümünde akla ve akıl yürütme yöntemlerine önem vermeleri sebebiyle Akıl Taraftarları (Rey Taraftarları) olarak adlandırıldılar. Hanefîlik, İslam’ın doğu coğrafyasıyla ve özellikle Türk bölgeleriyle özdeşleşmiş bir mezheptir. Farklı ırk ve milletleri içinde barındıran bu coğrafyada Hanefîlik, özgürlüğe ve hoşgörüye önem vermesi, serbest düşünce ve görüşlere açık olması dolayısıyla halkın yoğun ilgisiyle karşılaştı. Türkistan’da yerleşik hayatın köklü bir şekilde kurumsallaşması ve devlet geleneğinin yerleşmesi, İslam’ın yayıldığı dönemde de bu hayat tarzının devamını gerekli kılmaktaydı. Bu sebeple bölgede kurulmuş olan, genelde merkezî otorite Abbasilere bağlı, özelde mahallî devletlerin çoğu, hukuki ihtiyacı karşılayacak sistem olarak Hanefîliği gördüler. Devlet geleneğine sahip toplumlar, kurdukları yeni devletlerde, çoğunlukla bu mezhebi tercih ettiler. Çünkü bu mezhep devletin ihtiyaç duyduğu iç hukuk ve devletler hukuku alanında son derece gelişmiş bir hukuk sistemine sahipti. Hanefîlik, insana ve insani değerlere büyük önem veriyordu. İslam’ı bir kabilenin dinî olarak değil, bütün insanlığa gelen ilahî bir mesaj olarak anlıyordu. Türkleri bu mezhebe çeken, Ebû Hanife’nin din anlayışı, özgürlükçü ve hoşgörülü görüşleri olmuştur. Çünkü Hanefîlik bu bölgede değişen siyasi ortamı ve yaşanan olayların gerçek sebeplerini ve sonuçlarını dikkate alarak halkın gerçek ihtiyaçlarına uygun çözümler üretmeyi, mevcut şartlarla daha iyi mücadele edebilmeyi çok iyi başardı.

Hanefîlik, sivil bir fıkıh hareketi olarak Kufe’de başlamıştı. Ebû Hanife, dinî bilgi üretme süreçlerinde siyasetten uzak durmaya çalıştı. Sorunları kendi yetiştirdiği oldukça donanımlı bir grup alimle, akli yöntemler kullanarak ve enine boyuna tartışarak çözmeye çalıştı. Herkesin fikrini aldıktan sonra kendi görüşünü ortaya koyardı. Diğer görüşleri asla yok saymazdı. Bazen görüşlerinde tek kalır bazan Ebû Yusuf ile bazen İmam Muhammed veya diğerleri ile aynı görüşte birleşirdi.  Bu durum Hanefiliğe, büyük bir zenginlik kattı. Çünkü her konunun birden fazla çözümü vardı. Bundan dolayı Hanefilik, sadece Ebû Hanîfe’nin görüşlerinden oluşan ve tek imamı olan bir mezhep değildi.  İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi başka imamları da vardı. Bu özelliği dolayısıyla Hanefîlik, mezhepler arasında, mezhepiçi çoğulculuğu temsil eden tek mezheptir. Bu geleneğin Türkistan’da devam ettirildiğini görmekteyiz. Hanefîliğin bu çoğulcu yaklaşımı, ekol içinde “Belh Meşayıhı”, “Buhara Meşayıhı”, “Semerkand Meşayıhı”, Merv Meşayıhı” ve “Fergana Meşayıhı” olarak tanımlanan farklı eğilimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Hanefilik, altın çağını Karahanlılar döneminde Türkistan bölgesinde yaşamıştı. Hatta Türkler, Hanefîliğe o kadar sıkı sıkıya bağlandı ki bazı tarihçiler onların İslam’a girişinden “Hanefî dinine girme”2 olarak söz etmişlerdir. Maveraünnehir kültür havzası,  genelde İslam fıkhının, özelde Hanefî fıkhının gelişmesine önemli bir görev üstlenmiştir. Çünkü Türkler, Hanefîliğin Fıkıh usulünü ve Füruu fıkhını âdeta yeniden yazmışlardır. Örneğin Karahanlılar döneminde toplam üç yüze yakın fakih çıkmış ve bunların büyük bölümü bu topraklardaki eğitim kurumlarında yetişmişti. Karahanlılar döneminde ilim merkezleri durumunda olan elliyi aşkın şehir vardı. Bunların en önemlileri Buhara, Semerkand, Nesef, Kâş, Uşrusana, Ferğana’dır. Müslüman olduktan sonra İslam’a çok çabuk intibak eden Karahanlılar,  Hanefî fıkıh tarihi açısından bir dönüm noktasını temsil eder.  Bu konuda müstakil bir araştırma yapan Kavakçı, Karahanlılar döneminde 300’e yakın İslam hukukçusu ve 350’ye yakın eserin kaleme alınmasını Türklerin sonraki tarihini etkilemesiyle ilgili şu tespitleri yapar:

“Müslüman Türklerin ilim ve irfanıyla İslâm’a ve hususiyle İslâm Hukukuna intibakları ve 300’e varan İslam hukukçusu yetiştirmeleri, hatta onların fıkha dair eserlerinin 350’den fazla oluşu fevkalâde calib-i dikkattır. Bu hal onların ileride kuracakları Türk-İslam İmparatorluklarına ne derece layık olduklarını göstermekte idi. Fetva kitaplarının 20 kadar olduğu 350’den fazla Fıkıh eserinin % 98’i Hanefî Fıkhına dâirdir. Filhakika, Mâvarâ’ al-Nahr, Hanefî mezhebinin kal’ası olmuştur. Öyle ki, bu mezhebi, hususiyle Hanefî Fıkhını Mâvarâ’ al-Nahr mezhebi ve Fıkhı saymak mümkün olsa gerektir. …”3

Türkler tarafından yazılan fıkıh kitapları, Horasan, Anadolu, Balkanlar ve Kafkaslar’da dinî-toplumsal hayatın işlediği hukuki zeminini oluşturmuştur. Maveraünnehir fıkıh havzasında yazılan bu eserler, daha sonra bu bölgelerde yıllarca medreselerde okutulmuş, üzerine yüzlerce şerh ve haşiye yazılmıştır.

Sonuç olarak üç kıtaya hâkim olan Türklerin son bin yıllık tarihinde, milyonlarca kilometre karelik bir coğrafyada onlarca farklı etnik yapıdan gelen toplumların hukuki sorunlarını çözebilme başarısını Hanefîlik mezhebine borçludur.

2. Maturidilik

Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının inanç boyutunu Maturidilik oluşturur. İslam kültür ve medeniyeti açısından en önemli gelişmelerden biri Türkistan kültür çevresinde, IV./X. asırda yeni bir kelamî geleneğin doğmasıdır. Akıl Taraftarlığının Ebû Hanife’den sonraki önemli temsilcilerinden birisi olan İmam Mâturîdî, Ebû Hanife’nin fikirlerini geliştirerek köklü bir kelam ekolünün oluşmasını sağladı. Türkistan’da kurulan bu kelamî gelenek, onun adına nispetle Maturidilik olarak adlandırıldı. İslam inancının esaslarının tespiti ve ona yöneltilen eleştirilerin çürütülmesi için akıl ve vahyi birlikte kullanan bu ekol, Türkistan coğrafyasında yetişmiş mütekellimlerce kurumsallaştırıldı. Maturidilik, Hanefîlikle birlikte Türk toplumları arasında yayıldı ve günümüze kadar korunmaya çalışıldı. Türkistanlı alimler, meydana getirdikleri zengin edebiyatla Maturidiliği bu coğrafyada yaymakla kalmadı Balkanlar’a ve Kafkasya’ya kadar taşıdılar.

Türk bilginlerinin tamamına yakını Maturidî mezhebine mensuptur. Onlar yazdıkları eserlerle İslam kelamının gelişmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Türk kelamcılar, sadece kelamla ilgili değil, diğer alanlarda da eserler yazmışlardır. Osmanlı medreselerinde görev alan Hızır Bey, İbn Kemal Paşa, Hayali Ahmed Efendi, Gelenbevî, Akkirmanî gibi pek çok alim Maturidiliği Eşariliğe karşı müdafaa etmiştir. Aynı şekilde Tatar ceditçilerinden Mercanî, Kursavî, Rızauddîn b. Fahreddin, Musa Carullah, Gaspıralı ve diğerleri de Maturidiliği savunan ve onun görüşlerini yaymaya çalışanlar arasında yer almıştır. Balkanlarda da Maturidî geleneği benimseyen alimler yetişmiştir. Kısaca Türk dindarlığın itikadî boyutu Maturidilik tarafından temsil edilmiştir.

Maturidiliğin dışarıdan ithal bir fikrî sistem olmadığı, Türkistan’da Türk toplumunun ve Türk aklının ürettiği bir kelamî anlayış olduğu, konunun uzmanları tarafından benimsenen bir husustur. Bu gerçeği, en güzel şekilde merhum Yusuf Ziya Yörükân şöyle dile getirmektedir: “Maturidilik, İslam harsının Türk muakelesinden süzülmüş ve İslam esaslarının Türkler tarafından işlenmiş din fikriyatına müstenid resmî mezheptir.”4 Türkler arasında propaganda ve dâîlik sistemi yoluyla ithal olarak yayılmak isteyen anlayışlar olmuştur. Bunlardan bazıları İsmailik gibi, Şiilik gibi, Haricilik gibi ekollerdir. Ama bunlar Türk kültüründe ve Türk din anlayışında kalıcı bir yer edinememişlerdir.

3. Yesevîlik

İsmini Türkistanlı büyük mutasavvıf ve alim Ahmed Yesevî’den alan Yesevîlik de Maveraünnehir Türk kültür havzasında üretilmiştir. Türklerin İslam’ı kabulleri ile beraber Orta Asya’da başlayan en erken sufilik geleneğini birinci temsilcileri, Yesevî ocağında ve Hanefî-Maturidî medreselerde eğitim gören Türkistan Erenleri olmuştur. Ahmed-i Yesevî (öl. 1167), Türk halk sufi geleneğinin kurucusu sayılır ve bu yüzden de Pîr-i Türkistan diye nitelendirilir.5 Ahmet Yesevî, İslam’ın mesajlarını o günün insanının anlayacağı bir sadelikte Türkçe yazarak özellikle konar-göçer hayat yaşayanlar üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Yesevîlik ile ilgili önemli araştırmalar yapmış olan Fuat Köprülü, Yesevîliği, “bir Türk sûfisi tarafından hâlis bir Türk muhitinde kurulan  ilk büyük Türk tarîkatıdır.” şeklinde tanımlamıştır. Ahmet Yesevî, tasavvufî sisteminin merkezinde koyduğu dört kapı kırk makam anlayışı ile İslam’ın inanç, ibadet ve ahlaki ilkelerini yazılı kültürden uzak göçebe Türk kavimlerinin kavrayacağı şekilde sistemleştirdi ve bu ilkeleri, onların hayat felsefeleri hâline getirdi. Bu sebepler Yesevîlik, İslam’ın ahlaki değerlerini konar-göçer topluluklar arasında yaymaya çalışan bir ahlak hareketi olarak da görülebilir.

Yesevîlik, XIV. Yüzyılın sonlarına doğru Maveraünnehir’de teşekkül eden ve genelde Türk coğrafyasında etkili olan Nakşibendiliğin ve XV. asırda Anadolu ile Balkanlarda teşkilatlanan Bektaşî geleneğinin doğuşuna kaynaklık etmiştir. Ahmet Yesevî’nin bu etkisi sebebiyle kendisine Hâce-i Türkistan unvanı verilmiştir.6 Yesevîlik, gerek Ahmed-i Yesevî’nin sağlığında, gerekse vefatından sonra, halifeleri Hakîm Ata (öl.1186), yani Süleyman Bakırganî, Mansur Ata (öl. 1119), Saîd Ata (öl. 1281), Hacı Bektaş Veli ve diğer Yesevî dervişler yoluyla gelişerek  bütün Türkistan’da, Harezm, Horasan, Azerbaycan ve İran’da yayıldı.7 Moğol istilasıyla birlikte, büyük göç dalgalarıyla Anadolu’ya girmekle kalmadı Balkanları da etkisi altına aldı.8 Yesevîlik, sadece kendi milletine mensup insanların Müslüman olmasını sağlamamış Avrasya coğrafyasında yaşayan pek çok milletin de İslamiyet’e girmesini kolaylaştırmıştır. Ticaret kervanlar ile beraber seyahat eden Buhârâ ve Semerkand Medreselerinde yetişen dervişler ve din adamları, ilgili topraklarda yaşayan insanların gönüllerini fethederek ve akıllarını aydınlatarak bu toprakları fetih için hazır hâle getirmişlerdir.9 Maveraünnehir’de üretilen Yesevîlik, kendine özgü bir zühd anlayışı geliştirerek Safevî tekkesi ve diğer bazı sufi oluşumlar gibi Şiiliğe ve aşırı batınî yorumlara karşı kendini korumasını bilmiştir.

Hanefîlik, Maturidilik ve Yesevîlik, Türklerin dindarlık tecrübesinde etle tırnak gibidir. Akla, bilime, hukuka ve ahlaka önem vermeleri dolayısıyla İslam medeniyetinin aklileşme ve evrenselleşme sürecine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu üç fikri yapının birbiriyle uyumu, hayata ve sorunlara inanç, ahlak ve sosyal hayat açısından bir bütünlük içerisinde bakmayı sağlıyordu. Türkistan ilim havzasında kelam, tasavvuf ve fıkıh birbirinden ayrı gelenekler ve fikir sitemleri olarak işlemiyordu. Fakih, zahid ve mütekellim aynı medreselerden ilim alıyorlardır. Anadolu’ya Türk göçleriyle gelen ulemaya baktığımızda onların bu üç vasfı bir şahsında topladıkları veya bu vasıfları taşıyanlarla birlikte sorunları çözdüklerini görüyoruz. Türk sufi geleneği, Hanefîliğe ve Maturidiliğe bağlı kaldığı sürece özgünlüğünü korumuş, kişilerin ahlaklı olmasına, toplumda iyiliklerin hâkim olmasına hizmet etmiştir. Bu geleneklerden uzaklaştıkça dergahlar ve tekkeler dışına çıkmamış, sadece oraya gelenlere hizmet etmiştir. Bu da onların hayattan, sanattan ve düşünceden kopmalarına sebep olmuştur.

Türkler, gittikleri bölgelerde bu üç gelenek yoluyla İslam’ı yaymıştır ve gönülleri fethetmiştir. İslam medeniyetine asırlar boyu hizmet eden Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük devletlerin kurulması, bu üç anlayışın rehberliğinde başarılmıştır. Türk Müslümanlığını Kuzey Müslümanlığı olarak tanımlayan medeniyet tarihçilerinden Arnold Toynbee, 1955 yılında yazmış olduğu ve Kaliforniya Üniversitesi Saint Diyago kütüphanesinde saklanan çok gizli damgalı bir  araştırmasında, Suud merkezli Selefi-Vehhabi ve Mısır Merkezli Eşarilik’ten oluşan Güney (Arap) Müslümanlığını kabile şeyhleri üzerinden kontrolünün kolay olduğunu söyleyerek Mustafa Kemal gibi isyancılar çıkarabilecek ve batı medeniyeti için alternatif  olabilecek “Semerkand-Buhara-İstanbul eksenindeki Hanefî-Maturidî Türk Müslümanlığına” karşı dikkatli olunması gerektiğini yazmıştır.10

c. Türk Müslümanlığının Ortak Değerleri

Türklerin Müslüman olmadan önceki tarihleri ve kültürleri hakkında bilgi veren kaynaklar, onların yerleşik hayata geçen ve devlet kuran boylarda, tek Tanrı inancının varlığından, aklı Tanrı’nın bir “kut”u olarak görmelerinden, ilme saygı göstermelerinden, özgürlüklerine ve vatanlarına düşkünlüklerinden, ahlaki değerlere sahip olduklarından bahsetmektedir. Türklerin İslam ile şereflenmelerinden sonra gerek Ebû Hanîfe’nin öncülüğünde oluşan Hanefîlik gerek İmam Mâturîdî’nin fikirleri etrafında sistemleşen Maturidilik ve gerekse Ahmet Yesevî ve onun adına nispetle kurumsallaşan Yesevîlik’te tezahür eden bazı ortak değerleri ele almak istiyorum. Ancak günümüzde akıl düşmanlığını Kur’an’ın bir emri imiş gibi gösteren anlayışın hezeyanları ve sefaletine karşı akıl ortak değerine biraz geniş yer vereceğim.

1. Akıl Taraftarlığı

Akıl insanlara iyi ve kötüyü, yararlı ve zararlıyı, güzel ve çirkini ayırt edebilmek için Allah tarafından verilmiş bir yetenektir. İnsanların sorumlulukların kaynağı akıldır. Çünkü dinî bilgiye ulaşmada en güvenilir iki kaynakta birisi akıl, diğeri nakil (vahiy)dir.11 Bir üçüncü delil duyulardır. Akıl sadece dinî bilginin değil ahlaki bilginin de kaynağıdır. İnsan, ahlaki iyi ve kötüyü aklıyla bilir. Akıl; vahiy, duyular ve haberlerle elde edilen bilgilerin doğruluğunun sağlamasını yapan bir ölçüttür. Gerek duyu yoluyla gerekse haber yoluyla bilgi edinirken akıl gereklidir. Duyuların yetersiz kaldığı durumlarda ve doğru bilgiyi yalandan, gerçek peygamberi de sahte peygamberden ayırmada akıl yürütmek zorunludur.12 Akılla vahiy asla çelişmez. Aklın mutlak doğru ve zorunlu gördüğünü, vahiy de doğru görür. İmkânsız gördüğünü, vahiy de imkânsız görür. Bu yüzden Kur’an’da akla ters düşen akılla çelişen bir şey yoktur. Kur’an, Hz. Muhammed’in peygamberliğine ait akli bir mucizedir. Aklın birden fazla seçenek sunabileceği konularda vahiy rehberlik etmiştir. Aklın bilgi edinme gücü ve alanının sınırlı olduğundan eşyayı ve hadiseleri, bütün yönleriyle ve her şeyi teferruatıyla bilemez. Ama bu durum aklı, güvenilir ve doğru bilgiye ulaştıran bir kaynak olmaktan çıkarmaz. Akıl yürütmeyi reddeden kimse, çelişkiye düşmüştür.

Kur’an’ın dışındaki bilgiler ve haberler “aklî delillere ve Kur’an’a aykırı olduklarında, reddedilmelidir.”13 Akıl yoluyla elde edilen bilgilere “Akliyyât” denilir. İnsanlarda bulunan azaların kendine özgü şükrü ve ibadeti vardır. Aklın ibadeti, onun tefekkürü ve fikir üretmesidir. Vahyin ve onu getirenin doğruluğu akıl ile bilinir. Allah’ı varlığının bilinmesi, aklen vaciptir. Allah’ın birliğine ulaşmada, ahlaklı olmada ve kullukta/şükürde mazeret söz konusu değildir. Akıllı Allah’a inanmakla, ahlaklı olmakla ve şükretmekle yükümlüdür. İnsan aklı, bu konularda vacip ve haram koyabilir. Mesela yaratıcının varlığının gerekliliği şeklinde bir hükmü (vâcibu’l-vücûd) akıl koymuştur. Şirkin ve cehaletin haramlılığını akıl koymuştur. Aklın, terbiye edilmeye ihtiyacı yoktur. Nefsin terbiyeye ihtiyacı vardır. Vahiy, aklı değil nefsi terbiye için gönderilmiştir. Akıl, küllilerde yanılmaz. Cüzilerde yanılabilir, ama onu da ya kendisi veya başkası ya da vahiy düzeltebilir. Ahiretin varlığı da akılla gereklidir. Akıl, Allah’ın bir hüccetidir. Gerçeğe ulaşmak ve doğru yolu bulmak için aklı kullanmak, Allah’ın bir emridir. Görüşlerin ve inançların doğruluğu onunla anlaşılır.

Türk toplumlarında akla önem vermek ilmin, felsefenin, tefekkürün gelişmesini ve İslam medeniyetinin inşasını sağlamıştır.  Farabî, İbn Sina, Birunî, Sadruşşeria, Kâtip Çelebi ve benzeri pek filozof, mütekellim ve alim yetişmiştir. Farabî, ilk muallim Aristo’dan sonra insanlığın ikinci muallimi olarak görülmüştür. Birunî’nin yaşadığı asır, onun ilme katkılarından dolayı “Birunî asrı” olarak isimlendirilmiştir. İlim farz, cehalet haram kabul edilmiştir. Kadının ilim hakkı, kocalık haklarından daha üstün görülmüştür.

Türk Müslümanlığının kurucu metinleri olan Hanefiliğin fıkhî, Maturidiliğin kelamî ve Yesevîliğin tasavvufî metinleri aklın, akıl yürütmenin, tevilin, istihsanın ve kıyasın önemini yücelten örneklerle doludur. Ahmet Yesevî Kur’an ve hadisten anladıklarını akli hikmetler olarak divanında toplamış, Yunus Emre, bir tür akıl destanı olarak kaleme aldığı Risâletu’n-Nushiyyesi, aklı canın, gönlün ve ruhun üzerinde bir konuma yerleştirmiştir. Ona göre, gönül mülkünde ruhanî ve nefsanî olmak üzere iki sultan vardır.14 Bu sultanların üzerinde vücud kalesinin sultanı akıldır.15 Aklı başında olan hayır ve şerri birbirinden ayırır.16 Gönül aklı yoldaş edinirse sultan olur.17 Eğer gönül akıl tarafını tutarsa ve ikisi bir işi ortaklaşa yaparlarsa düşman hiçbir şey elde edemez. Bunu bir şiirinde şöyle dile getirir:

Eger ‘akıl başdayısa gönül de ol tuşdayısa

İkisi bir işdeyise düşman bana kâr eylemez18

Türk Müslümanlığının diğer edebî metinlerinde de akıl taraftarlığının güçlü bir şekilde savunulduğu görülmektedir. Örneğin Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserindeki tiplemelerden biri olan Ögdilmiş aklıdır.19 Zaten Farabî ve İbn Sina felsefî metinleri, akılcılığın şaheserlerini temsil eder. Fars Müslümanlığının Batınî-Şiî metinlerinde ve Arap Müslümanlığının Zahirî-Selefî metinlerinde, genel olarak akıl taraftarlığı değil akıl aleyhtarlığı hâkimdir. Şiî metinlerde imamın aklı hâkimdir, başkalarının imama veya Merci-i taklitlere uyması şartı vardır.

Kutadgu Bilig’de aklı öven onlarca söz vardır. Onlardan bir kaçına burada yer vermek istiyorum:

“Onun için akıl, bilginin ve kılgının (eylemin) temelidir. İdareciler akıllı olmak, akıl danışmak ve aklını iyi kullanmak zorundadır.” 20

“Akıl yüceltir, bilgi büyütür. İnsan her ikisi sayesinde saygı görür. Bütün saygı ve itibar akıl içindir. … İnsanın insanlığı akıl ile tayin edilir. Akıllı olan asalet kazanır. … En çok beğenilen işler akıllıca yapıldığı için takdir edilmiştir. Aklın azını küçümseme, yararı çoktur.”21

“Akıllı insana aklı yeterli bir eştir. Akıl senin için iyi bir arkadaş, bilgi de çok merhametli bir kardeştir.”22

“Allah insanı yaratırken akıl ve gönül bağışlar. … Kısacası akıl ve gönül Allah vergisidir, amma bilgi insanın kendi emeğidir. … Akıl Allah vergisidir. …  İnsan akıl sayesinde Allah’ın verdiği nimetlere ulaşabilir. Akıl, insan için her türlü erdemin başıdır.” 23

“Akıl insan için bir ölçüdür. … Akıllı insanın davranışları doğru ve yaptıkları ölçülüdür.” 24

“Akılsız ölü gibidir. Akıllı ise diridir. Her türlü iyilik akıldan gelir.”25

“Akıllı, doğrudur; hareketinin temeli doğruluktur. Dili ve sözü yumuşaktır. Akıllı insan yavaş, telaşsız, dayanıklı ve sabırlıdır.”26

2. Özgürlük, Ailenin Mahremiyeti ve Vatan Sevgisi

Türk toplumlarında özgürlük hayati bir önem taşımaktadır. İslam’ın vecibelerini uygulamak insanların özgürlüğüne bağlıdır. Özgür olmak pek çok ibadetin yerine getirilmesinin şartı olarak görülmüştür. Örneğin özgürlüğün olmadığı ve vatanın herhangi bir parçasının işgal edildiği durumlarda Cuma ve Bayram namazı kılınmamıştır. Bu durumda genel seferberlik ilan edilir ve kadın-erkek herkes özgürlüğünü savunmak için silaha sarılır. Kadınların, savaşa katılmaları için anne-babalarından, kocalarından izin almalarına gerek yoktur.

Bütün ibadetlerde insan iradesi ve ihtiyarı şart koşulmuştur. İrade ve ihtiyarın bulunmadığı iman ve küfür geçersiz, ibadet ve taat faydasızdır. İnsanın sorumluluğu, onun cüz-i iradesinin sonucudur. İnsan iyiliği veya kötülüğü seçmekte hürdür. İnanmak ve inanmamak insanın özgürlüğüdür. İnsan,  yaratılmamış cüz-i iradesiyle iyi ve kötü seçeneklerinden birisini seçer ve Allah’ın verdiği güçle o fili yapar. Kul fiilinin sahibidir. Allah, ise fiili yaratandır.

Türklerde özgürlük, aile ocağı ve vatan tutkusu ile bunların sonucu olan devlet de önemli bir unsurdur. İslam öncesine ait Orhun Yazıtları’nda vatanın kutsallığından bahsedilir ve Ötüken için kutlu ötüken ifadesi kullanılır.27

İslam öncesi dönemde var olan ailevî değerler Müslüman olduktan sonra da devam ettirilmiştir. Toplumun ve devletin en küçük ve en güçlü birimini, üyeleri kan bağı ile birbirine bağlı olan aile oluşturmaktaydı. Türklerde erkek evlada büyük önem ve değer verilmekle birlikte, kadına da kısıtlayıcı engeller konulmazdı. Ailenin bütün işlerinde kadın da görev alırdı. O, erkekler gibi ata biner, silah kuşanır ve avcılık yapardı. Ailenin namus ve iffeti son derece önemliydi.28 Ana hakkı Tanrı hakkıydı. Hatta ana-babanın hayır dualarını almak bir gelenekti.29 Aile’nin mahremiyeti ve ocağın devam ettirilmesi önemliydi. Milletin bekası bunların, sağlam olmasına ve devamına bağlıydı. İslami şahsiyet aile ocağında töre ve ahlaki değerlerin yaşanmasıyla şekillenirdi.

Türk toplumlarındaki bu özgürlük tutkusu ve vatan aşkı Müslüman olduktan sonra da güçlü bir şekilde devam etmiştir. Türk yurtlarını İslam’la tanıştıran Kuteybe b. Müslim, Türklerdeki güçlü özgürlük ve vatan duygusunu şöyle ifade etmiştir: “Vallahi, onlar vatanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar.” Zira deve Oman’da iken Basra’daki yerini vatanını ve yerini özler. Her şeye basarak, her vadiyi çiğneyerek ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan tekrar memleketine gelir.” 30

Türklerle karşılaşan ve onları tanıma fırsatı bulan ilk dönem İslam bilginleri ve coğrafyacıları Türklerdeki özgürlük fikri ve vatan sevgisi ile ilgili önemli bilgiler vermektedir. Örneğin Yezîd b. Mazyad, Türklerdeki özgürlük anlayışının ne kadar güçlü olduğunu şöyle ifade eder:

“Allah’a yemin olsun ki, Türk eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa mutlaka bir çaresini bulup kurtulur.” 31

3. İnsan Sevgisi ve İnsana Saygı

İnsanlar, aynı maddeden yaratılmıştır.32 Bu sebeple kadın ve erkekler arasında yaratılış açısından farklılık değil eşitlik vardır. Hiçbir insanın, yaratılış ve nesep yönünden bir başkasına asla üstünlüğü yoktur. Çünkü insanlar en güzel şekilde yaratılmıştır. Aynı nefisten yaratılan kadın ve erkekler birbirinin kardeşidirler. İnsanlar, İslamiyet ve insaniyet açısından kardeştirler. Birincisi, bütün insanlar, insan olmakta (ademiyette) birbirinin kardeşidir. Ancak Müslümanlar, İslam’a mensup olmaları sebebiyle birbirinin din kardeşidir.

İnsanlar arasındaki üstünlük kendi iradesi ile hayra yönelmek, iyilik yapmak ve ahlaklı davranmaktadır. Allah, bütün insanları aynı cevherden yarattığı için, hiçbir insan cevheri bakımından diğerinden üstün değildir. Üstünlük sadece salih amel işlemekle sağlanır.33 İnsanın diğer varlıklardan üstün kılınması, onun en güzel şekil ve görünümde akıl sahibi bir varlık olarak yaratılmasındadır. 34 Buna rağmen insanlar, farklı arzu ve tabiatlara sahiptir. Çünkü insanlar tek bir arzu ve tabiatta yaratılmamıştır. Eğer insanların arzu ve istekleri aynı ve tek bir şekilde olsaydı gelişme (menafi’) ve kültür (mearif) yok olurdu.35

İnsanlar, doğuşta günahsızdır. Mümin ve kâfir olarak doğmazlar. Bu vasıfları sonradan kazanırlar. Her bir insan, inanma ve inanmama özgürlüğüne sahiptir. Yani insan için inanmak da inançsızlık da bir haktır. Bu düşünce özgürlüğüne ve insana saygının bir gereğidir. Bu sebeple, kâfirler, küfürleri sebebiyle öldürülemez. Çünkü Allah’a karşı işlenen küfrün cezasını, insan veremez. Küfrün sahibini Allah, ahirette sorgulayacak ve cezasını verecektir. 36

İnsan, Allah tarafından en güzel şekilde yaratıldığı için saygın bir varlıktır. İnsanların farklı düşünmesi, şirk koşması veya küfür fiilini işlemesi, onu varlık olarak necis kılmaz. Yani müşrik ve kâfirler, varlık olarak (ahval) necis olamaz. Necis olan ve kınanan onların küfür fiilleri ve ibadetleridir.37

Allah, insanı güç yetirebileceği şeylerle sorumlu tutar. Dolayısıyla insanlar, dinde güç yetirilemeyecek şeyle asla sorumlu tutulmazlar. Herhangi bir şeyle sorumlu tutulmanın öncelikli şartı, emredilen veya yasaklanan şeyin, insanın yerine getirebileceği türden olmasıdır. Buna göre, insanları güç yetiremeyeceği ibadet ve taatlerle veya yapamadığı şeylere karşılık daha ağırıyla cezalandırmak dinin sorumluluk mantığına aykırıdır.38

Ahmet Yesevî, insanın Allah tarafından yaratılan saygın bir varlık olarak kabul ettiklerinden dolayı, insanın şerefinin korunması, onun incitilmemesi, açlık ve yoksulluğa terk edilmemesi, yetim ise sahip çıkılmasını öğütlerler.39 Çünkü fakir, yetim ve kimsesizin genelde halkın rızasını kazanan Hakk’ın rızasını kazanır. Hatta Hacc’a gitmeğe niyetlenen kimsenin Allah’ın evi olarak görülen Kabe’ye, yani Allah’ın huzuruna kul hakkı ile ve kul rızasızlığı ile çıkmaması gerekir.40 Ahmed Yesevî, insanları incitmemeyi, kalp kırmamayı, onlara yapılan haksızlığa direnmeyi, inançsız bile olsa onlara saygı gösterilmesini salık verir:

Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar

Gönlü katı, gönül inciticiden Allah şikayetçi41

Yusuf Has Hacip, insanın bu dünyada varoluş amaçlarından birinin diğer insanlara insanlık yapmak olduğunu şu şekilde açıklar: “Yürü, insanlık yap; insanlara karşı insanlık yap. İnsana bu ad, yaptığı insanlık yüzünden verilmiştir. İnsanlık yapmayan insan değildir. Şekil ve görünüşte insan gibi olsa bile hayvan gibi davranana insan denebilir mi?” 42

İnsan sevgisi ve ona saygı, Yunus’un şiirlerinin ana temasını oluşturmaktadır. Yunus Emre’nin yüreği içten ve samimi bir insan sevgisi ile doludur. Onun bu sevgisinin kaynağı Allah sevgisine dayanır. Çünkü Yaradan’ı sevdiğimize göre, onun yarattığını sevmemek olmaz. Bundan dolayı “Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü” demiştir. Allah’ın hakiki sevgisine nail olan insan, başka insanlara kin gütmez, düşmanlık beslemez, onları incitmez ve cümle alem kardaş olur.43  İnsanoğlu, bu dünyaya birbiriyle kavga etmeye, birbirine karşı kin ve nefret beslemeye değil tanış, biliş olmaya, sevmeye ve sevilmeye gelmiştir. İnsanlar arasında, din, dil ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın yetmiş iki milleti sevmek, onlara hoşgörüyle yaklaşmak gerekir. Çünkü yetmiş iki milletin yaratıcısı birdir. Hiç kimse hor ve küçük görülemez. İnsan gönlü Kabe’den daha değerlidir. Gönül yıkmak Kabe’yi yıkmaktan daha ağır bir günahtır. Gönül yıkanların ibadetlerinin hiçbir değeri yoktur. 44

Ahlaki değerler, insan sevgisi ve ona saygının bir parçasıdır. Türk kültüründe ve İslam’da öncelikli bir yere sahiptir. Büyüğe saygı ve küçüğe sevgi Türk kültürünün önemsenen değerlerin başında gelir. Kaşgarlı Mahmud, Türk’ü tanımlarken onun vasıfları arasında şu ahlakî değerleri saymaktadır: “… Bunların yanı sıra Türklerin güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer, sayısız iyilikler görülmektedir.”45  Kutadgu Bilig’de ise, “büyüğü büyük tut, onun itibarını gözet, sana da devlet ve ululuk, saâdet gelir.”( 4151. Beyit) denilmektedir. Başka bir yerde, “Gayret et; küçüklerin sana tahakküme kalkışmalarına meydan verme, onlarla ağız şakası yapma, diline hakim ol.” denilerek küçüklere nasıl  davranılacağı ile ilgili ilkelerden söz edilir. ( 4184. Beyit)46 Türk kültüründe “cömert” ve cömertlik anlamında kullanılan ve tamamen ahlaki bir niteliğe işaret eden “akı” veya “akılık”, tarihsel süreçte Ahilik veya Fütüvvet teşkilatı olarak kurumsallaşmıştır. Ahilik geleneğinde, bir ahide bulunması gereken niteliklerin başında cömertlik ve eli açıklık gelmektedir.

4. İman-Amel Ayrımı

İman, Allah’ın varlığı ve birliğini, resulün getirdiklerini kalp ile tasdik etmektir. Bu tasdikin kesin bilgiye dayanması, inananın inancını sağlam bilgi ve sağlam delillerle desteklemesi şarttır. İmanda taklit mazur görülemez.47 Hakiki iman, kişinin özgür iradesi ve ihtiyarıyla gerçekleşen akli imandır. Şartlı ve şüpheli iman olmaz. Kişi Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in resul olduğunu gönülden benimsemekle mümin ve Müslim sıfatını kazanır. İmanın Allah’ı sevmek, ona saygı duymak, tevekkül, kibri terk etmek gibi kalbî/duygusal hasletleri de bulunmaktadır. Ancak bu duygusal hâllerin durumu, müminin psikolojik durumuna göre değişebilir. Değişmeleri dolayısıyla onlar, imanın asıl rükünleri değildir.

Ameller imanın bir parçası olmayıp imanın dışında birer farzdır. Amellere inanmak ayrı, farz olduğunu bildiği hâlde yerine getirmemek ayrı şeydir. Farz olduğuna inanmayan kâfir, farz olduğuna inandığı hâlde yerine getirmeyen günahkâr mümin olur. Onlara göre namaz, oruç, zekât, hac iman değil, imanın dışında birer farz veya İman ve İslam’ın ilkeleridir (şerâi’). İslam’a girmenin şartı ameller olmayıp Allah’ı tasdiktir. İnsanlar, amelleri terk etmekle mümin vasfını kaybetmez, ama tasdiki kaybetmekle iman vasfını kaybeder. Ameller imanın bir parçası olmadığı için amelleri işlemekle iman artmaz, onları terk etmekle veya günah işlemekle de azalmaz. İnsanların farzları işlemeleri iman etmiş olmalarından dolayıdır. Yoksa imanları farz olan şeyleri işlemiş olmalarından doğmuş değildir. Müslümanlar tasdikte, yani imanlarında birbirine eşit, fakat amellerde birbirinden farklıdır. Birinin imanı diğerinden daha üstün veya daha az değildir. Farklılık sadece amellerde söz konusudur. İman ismini kazanan bir kimse aynı zamanda İslam ismini de kazanmıştır. Yani bütün Müslümanlar mümin, bütün müminler de Müslüman’dır.

Bir Müslüman işlediği büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O, bu dünyada hakiki mümindir. Yalnız işlediği günahı dolayısıyla fasık, yani ahlaksız mümindir ve Allah’ın cezalandırma tehdidinin muhatabıdır.  Böyle birinin ahiretteki durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır; Allah isterse onun günahını bağışlar, isterse cezalandırır. İnsan, ne günahından dolayı ümitsizliğe kapılıp korku içerisinde ne de affedileceği ümidiyle ümit içerisinde yaşamalıdır. İnsan korku ve ümit arasında bir tavır takınmalıdır.

5. Din-Şeriat Ayrımı

Din, Allah’ın Nuh ve diğer bütün peygamberlere tavsiye ettiği Allah’ı birlemek (tevhîd) ve ona ibadet etmekten ibarettir. Bu din peygamberlerin hepsi için, tek ve aynı dindir. Elçilik görevini üstlenen bütün peygamberler ve nebiler, tevhid, Allah’a kulluk ve ahlaki ilkelerden oluşan ortak ve tek bir din üzeredirler. Fakat onların şeriatları ve hukuki hükümleri birbirlerinden farklıdır. İnanç ve itikat anlamına gelen din, şeriattan ayrıdır. Şeriat, ibadetler, emir ve yasaklar ile diğer dinî hükümleri içerir. Peygamberler, ibadetlerin miktarını ve sınırını bildirmek için gelmiştir. İman dindir, dinler ise inanılan inançlardan ibarettir. İnançların bulunduğu ve varlığını kendisiyle sürdürdüğü yer kalptir. Tasdikin baskı ve cebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan tarafıdır; çünkü imanın bu noktasına herhangi bir yaratığın tahakkümü nüfuz edemez.

Mâturîdî’nin fikri sisteminde din, hiçbir dış etkinin baskısı ve zorlaması altında kalmaksızın özgür iradeyle ve kalbî tasdikle gerçekleşen bir inançtır. Bu din, Allah katında mutlak olan, neshedilmeyen ve değişmeyen hak din İslam’dır.  Çünkü İslam, bütün akılların gerekli kıldığı ve bütün yaratıkların yaratılışının şehadette bulunduğu bir dindir. Bu itibarla “mutlak yol” Allah’ın yolu; “mutlak din” Allah’ın dini; “mutlak kitap” Allah’ın kitabıdır. O, bu dini “tevhid dini”, “hak din”, “hanif dini”, “fıtrat dini”, gerçek ve burhana dayanan, kesin delil ve hüccetlerle ayakta duran “akıl dini” olarak tanımlar.48

Mutlak dinin içerisine, tevhid, inanç esasları, ibadetin sadece Allah’a ait olması, Allah’a şükrün zorunluluğu ve ahlaki ilkeler girmektedir. Dinin unsurları, akılla bilinebilenlerle (Akliyyât) birebir örtüşmektedir. Farîzalar, hadler, emir ve nehiylerden oluşan şeriat, Peygamberin geldiği dönemin şartlarına ve toplumsal maslahatlara göre oluşturulan değişen toplumsal boyutu ifade etmektedir. Din kalbin fiili iken şeriat diğer azaların filidir ve daha çok duyulara hitabeden haram-helal gibi hususları ilgilendirir. Ancak kıyamete kadar bir başka Peygamber gelmeyeceğinden Hz. Muhammed’in şeriatı, başka bir şeriat tarafından asla nesih edilmeyecektir.

Mâturîdî’ye göre, sabit unsurlardan oluşan din, hiçbir dönemde değişikliğe uğramaz; ancak değişebilen unsurlar içeren şeriat, peygamberden peygambere değişir. Bütün Peygamberlere aynı din indirildiğinden dinde nesih ve değişiklik olmaz. Şeriatlara gelince, birbirinden farklı şeriatlar vardır. Aslında belli dönemin şartları içerisinde şekillenen şeriatın, beşerî ve ilahî olmak üzere iki yönü vardır. Bu sebeple Mâturîdî, bir şeriatın kendi içinde de neshin olabileceğini kabul etmiştir. Fakat ona göre, nesih “ bir hükmün yürürlükten kaldırılma vaktinin açıklanmasıdır. Allah herhangi bir hükmün süresi bittiğinde geçici, süresi belirli yeni hükümler ve şeriatlar koyar. Bunu da bazen bizzat kendisi kitabıyla bazen de Resulü’nün diliyle açıklar.” O, şeriattaki herhangi bir hükmün varlık sebebinin ortadan kalkması veya süresinin sona ermesi durumunda beşerî müdahaleyle yani içtihatla bir hükmün sona erdirilebileceğini söyler. Hz. Ömer’in kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlara (Müellefe-i Kulûb) zekâttan pay verilmesinin iptalini örnek verir ve ayetten şöyle bir sonuç çıkarır: “ Bu ayette, hükmün uygulanmasına gerekçe oluşturan mananın/maslahatın yok olması sebebiyle içtihatla neshin olabileceğine dair bir delil bulunmaktadır.” Bu olay için, “ ictihadî nesih” kavramını kullanan ilk kişi Mâturîdî’dir. Şerî’ hükümlerde neshin ne zaman ve nasıl olacağını aklın yetkisine bırakmış ve şöyle demiştir: “ Nesihten kaçınmanın aklen imkânsız hâle geldiği durumlarda nesih caizdir; nesihten kaçınmanın aklen mümkün olduğu durumlarda ise caiz değildir.” 49

6. Diyanet Siyaset Ayrımı

Mâturîdî, bu iki kavram arasında kesin bir ayrıma gider. O, “ İslam toplumunu yönetecek kişinin (İmâm) Kureyş’ten olması” rivayetini bu yolla açıklar. Şöyle ki hilâfetin Kureyş’e tahsisi, diyaneten değil siyaseten doğrudur. Çünkü dinî açıdan, imam olacak kişinin öncelikle Allah’tan en çok sakınan, insanların problemlerini çözmede en basiretli ve onların yararına olan şeyleri en iyi bilen birisi olması gözetilmeli ve bu şartları taşıyan kim olursa olsun imamete getirilmelidir. Ayrıca malların ve ırzların emanet edileceği kişilerde takva özelliğinin aranması da bunun delilidir. Çünkü bu görevi takva vasfı ile yerine getirebilirler. Bu bakımdan diyanet açısından gözetilmesi gereken şey takvadır.50 İmamların Kureyş’ten olması, dinî olmaktan çok siyasi ve sosyolojik bir tercihtir. Çünkü imamet dinî bir yönü olmakla beraber daha çok idari, hukuki ve siyasi bir konudur. Bu yüzden imam olacak kişinin takvanın yanı sıra küçük düşürülmemiş ve nefret edilmeyen bir soydan olmasına ihtiyaç vardır; insanların kendilerini güçlü ve saygın olarak bildikleri bir soya verilmesi de bundandır. Kısaca Siyasi yetki melikleri/emirlerin elindedir, diyanet yetkisi ise Nebilerin elindedir.51

Halife veya devlet başkanları, Müslümanların meşveretiyle seçilir. Yani Halifeler, yetkilerini halktan alır. Siyasi erkin kaynağı ilahî değil beşeridir. Halife, Allah’ın, resulünün veya İslam’ın temsilcisi değil, Müslümanların temsilcisidir. Yönetici atamakta asıl olan liyakat ve ehliyettir, dindarlık değildir. Devlet başkanlarının hutbelerde, adil veya Şah, Şehinşah ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve benzeri sıfatlarla övülmesi, hutbeyi okuyanı dinin dışına çıkarabilecek bir durumdur.  Küfür ve şirk tanımlamaları, kişilerin inancı veya inançsızlığı ile ilgilidir. Devlet, kâfir veya mümin olarak tanımlanamaz. Musa Carullah, bu tanımlamaların yanlışlığına dikkat çekerek, “Devletin imanı adalet; küfrü zulümdür.” demiştir. Ebû Hanife ve İmam Mâturîdî, zulüm yapan yöneticilere karşı çıkmışlar ve onlarla oturup kalkmayı eleştirmişlerdir. Akıl, iyi ve kötüyü bilebileceği için, neyin zulüm neyin adalet olduğunu da bilir.

7. Peygamber Sevgisi

Türklerde Peygamber sevgisi diğer Müslüman topluluklardan farklıdır. Onlar, Peygamber sevgisini kuru ve sözde bir muhabbet olarak görmemiştir. Bu sevgi toplumsal hayatın her alanına yansıtılmıştır. Hz. Muhammed’in adı her anıldığında bir saygı ifadesi olarak ona salat ve selam okunması bu bilincin ve sevginin en somut ifadesidir. Durmuş Hocaoğlu’nun ifadesi ile bu sevginin örtesinde bir “aşk”tır.

“Türkler için Muhammed Resulullah (salât ve selâm O’na olsun) sadece bir din vazıı, sadece ezelî-ebedî hakikatlerin tebliğcisi değildir; bunu da kapsayan ve fakat aşan, çok daha fazla ve çok daha derin bir anlam taşımıştır; O, Türkler için, adetâ herşey demek olmuştur. Türklerin, İslam’ın peygamberine, Allah Elçisi’ne duydukları sevgi bir “aşk” düzeyindedir.”52

Peygamber sevgisinin Türklerin kültürel hayatlarındaki yerini ortaya koyan önemli yansımalarından bir diğeri de yeni doğan çocuklar için seçilen isimlerin, Hz. Muhammed veya onun ailesiyle bir şekilde irtibatlı olmasıdır. Erkek çocuklar için seçilen isimler arasında, Ahmed, Mahmud, Mehmed, Mustafa, Resul ve Ekrem gibi doğrudan Hz. Muhammed’i hatırlatan veya Ali, Hasan ve Hüseyin gibi onun en yakınlarına matuf isimler bulunmaktadır. Kız çocukları için ise Hatice ve Ayşe gibi Hz. Muhammed’in hanımlarından veya Zeynep, Rukiye, Fatıma veya Ümmü Gülsüm gibi kızlarından birinin isimleri tercih edildi.

Öte yandan Türklerde Hz. Muhammed’in isminin doğrudan kullanılmayıp yerine Mehmed’in tercih edilmiş olması Peygamber sevgisine gösterilen titizliği gözler önüne sermektedir. Bunun sebebi, çocuklara kızgınlık ve öfke anında farkında olmadan ağızdan kötü ve çirkin sözlerin dökülebileceği, adı Muhammed olması durumunda da bunun Hz. Muhammed’e bir saygısızlık ifade edeceği endişesidir.

Türklerin Hz. Muhammed sevgisini nesilden nesile aktarma çabası, bu sevginin sürekli canlı tutabilmesinde oldukça etkili oldu. Bu doğrultuda daha dünyaya gözlerini yeni açmış bebekler için Peygamber sevgisini içeren “Ninni Muhammed’im Ninni! Ninni Can Ahmed’im Ninni!”  gibi ninniler söylendi. Mevlid geleneğinin Türk toplumsal hayatında bu kadar yaygın olmasının onlarda bulunan derin bir peygamber sevgisinin ürünüdür. Mevlidlerin Hz. Peygamber’in doğum kutlamalarının dışına taşarak özellikle çocukların doğumu, erkek çocukların sünneti sırasında ve düğün, asker uğurlama esnasında okunan bir gelenek hâlini alması bu gerçekle birlikte düşünüldüğünde son derece anlamlıdır.

Hz. Muhammed’in gül ile sembolleştirilmesi, Türklerin toplumsal ve kültürel yaşamlarında Peygamber sevgisini oldukça farklı bir boyuta taşıdı. Türk İslam edebiyatında Hz. Muhammed’in sevgisini konu edinen Ahmediye, Muhammediye, Mevlid-i Şerif ve benzeri türden pek çok eser yazılmış olması, bu sevginin edebî göstergesidir.53

Günümüzde Türk topluluklarının yaşamakta olduğu dindarlıklar incelendiğinde, geleneksel Türk Müslümanlığının dindarlık ve İslam algısını oluşturan pek çok ortak değerin kaybolduğu ve Türk Müslümanlığı olarak tanımlanamayacak müslümanlıkların ortaya çıktığı görülecektir. Bu dindarlığın belirleyici dinamiklerinden Hanefîlik ve Maturidilik, içi boş sembolik bir kimliğe dönüşmüştür. İslam dünyasında Hanefî-Maturidî olduğunu iddia eden grupların çoğu, bu geleneğe yabancılaşmış, akıl, felsefe ve sanat düşmanı olmuştur. Bugün gönül ehli ve irfan ehli olduğunu iddia edenler, Yunus’un tersine, aklı dost ve yoldaş edinmeyi bırakmışlardır. Mâturîdî’nin bir bilgi kaynağı olarak kabul etmediği ilham ve keşifle, menkıbelerle Müslümanların dinî duygularını istismar etmeyi meslek edinmişlerdir. Ayrıca önüne geleni tekfir eden ve dışlayan bir din dili kullanmaktadırlar. Akla ve fıtrata yabancılaşmaktan dolayı, Türk Müslümanlığını oluşturan inanç, ahlak ve eylem birlikteliği, fikir ve davranış arasındaki uyumluluk (mantık) bozulmaya başlamıştır. Bazı kesimler ise Türk Müslümanlığını veya Maturidiliği ulusalcı ideolojinin bir aracı hâline getirme gayreti içine girmiştir. Hanefîlik ve Maturidilik, İslami değerlerin yenilenmesi ve evrensel değerlere dönüşmesi için önemli bir şanstır. Ancak Türk Müslümanlığı, akılcı ve reyci yönteme dönerek Kur’an ve aklın rehberliğinde önce kendisini yenilemelidir. Çünkü günümüzde Hanefî-Maturidîlerin temsil ettiği gelenek güncellenmediğinden, sorun çözme işlevini yitirmiş, hatta sahte temsilcilerinin elinde sorun hâline gelmiştir. Bunun için klasik Hanefî, Maturidî ve Yesevîliğe ait kaynakların eleştirel süzgeçten geçirilerek akılcı geleneğin yeniden inşası hayati bir önem taşımaktadır. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâturîdî yanılmaz şahsiyetler değildir. Onların bugün gelip sorunlarımızı çözmeleri de söz konusu olamaz. Dolayısıyla bizim için asıl önemli olan sorunların çözümünde onların kullandıkları akılcı metodu kullanmak ve yeni bir İslam medeniyeti kurma hamlesini başlatmaktır.

————————————

Atıf:

Türk Yurdu, Haziran 2017 – Yıl 106 – Sayı 358

Yazar
Sönmez KUTLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen