Bizim denizin en güzel şiiri ve romanı bir gün yazılır mı bilmiyorum. Fakat başımı alıp geçmişe doğru bir his yolculuğuna çıktığımda anlıyorum ki çocukluğumuz bu denizin sahillerinde bir şiir gibi gelip geçmiş. Devr-i kadim kroniklerinde hâs bahçeler içinde kurulmuş yüksek deniz ülkesi olarak tavsif edilen bu şehrin şimdi her yerini kaplayan hidayetsiz beton ormanlarını görünce bizim neslin bu şehrin ve zevkin bahtiyar zamanlarına şahitlik eden son nesil olduğunu daha iyi anlıyorum.
Evet biz esâsında şehri baştan başa sarmış kanallarıyla Şamranıyla Kehrizleriyle, Vangölüyle bir su medeniyetinin çocuklarıydık. Denize olan ülfetimiz ve ünsiyetimiz bundandır. Ruhumuzda bize ait bu tâd ve lezzete olan âşinalığımız bir zamanlar Fidanlıkta, Edremitte İskelede gönlümüze dolan o serin rüzgarlardan geliyor. Bu şehrin hâs bahçeleri içinde hâyal ve melâl mevsimlerini geçirmiş bizim gibi çocuklar için esâsında tarih ve takvim yoktu. Sadece mevsimler vardı. Şehrimize baharın ayları erişince sümbüller envâi renkte çiçekler bahçelerimize serilince gönlümüzü bir huzur kaplardı. Bağlarda toplanıp yakılan gazellerin dumanları birbirine karışırdı. O yaşlı erik ağaçlarının bembeyaz çiçekleri altındaki o yeşilliğin parlak ışıltısı gönlümüzü mest ederdi. İlkbahar serin ürpertili yerini nihayet yaza bırakır, Yazla birlikte deniz mevsimine erişmiş olurduk. Deniz mevsimi Van’da Haziran sonlarında başlar. Ağustos’un sonlarında sona ererdi. Yazın bütün sıcaklığı gönlümüze dolunca mahalle çocukları arasında bir kıpırdanmanın kanlarımıza üşüştüğünü hissederdik. Deniz mevsimi erişince biz mahallenin çocuklarıyla bir mutluluk imparatorluğu kurardık. Şehrin tozlu topraklı sokaklarında koşuşturup oynadıktan sonra serinlemek için soluğu sokak ve bahçeleri birbirine bağlayan kanallarda alırdık. Şehrin toprakları henüz beton ve asfalta yenilmediği zamanlardı; Kanallar o yaşlarda bizim yüzme kariyerimizin ilk basamağını oluştururdu. Yüzme kariyerimizin ilk basamağını ikmal ettikten sonra kanallar dar gelmeye başlar kanalların şâhı olan bu kez Şamrana terfi ederdik. Van’da yüzme kariyerimizin ikinci basamağı olan Şamran bizim çocukluk yazlarımızda Semiramis’in göz yaşları kadar temiz akardı. Kanal ve Şamran’da yüzmek kıdem olarak ancak çocukluk yaşlarının eğlenceleriydi. Bizden büyük çocuklar ve abilerimiz Denize giderdi. Biz de denize gitmeliydik. Fakat denize gitmek!!! Biz yaştaki çocuklar için her zaman korkulu ve sakıncalı bir mâceraydı. Onun için ancak bir büyüğün refâketinde denize gitmemize izin verilirdi. Büyükler de her zaman bu refâkati ve sorumluluğu kabul etmedikleri için biz çocuklara tek çare kalıyordu. Gizlice deniz gitmek!!!
Evdekilere denize gidebilir miyiz? Yollu bir soru sormak bugünkü zamane çocukların safdilliğidir. Onun için bizim kuşağın çocukları denize her zaman gizli ve izinsiz giderdi. Van Gölü’nün neşeli sularının davetinin biz çocukları baştan çıkaran cazibesi karşısında bir hafta önce anamızdan yediğimiz temiz köteğin üstüne sıkı sıkıya “Sakın bir daha Denize gitmeyesiniz!!!! Tembihini
Kim dinler?
Denizin harikulede güzelliği karşısında bütün o azar ve tembihler bir kulağımdan girip hiçbir tesir uyandırmaksızın öbür kalağımdan çıkması için bir hafta yeterli bir süreydi. Her defasında deniz dönüşlerinde iç donumuzu kurutmamıza saçlarımız ve yüzümüzü tatlı suyla yıkayıp bütün delilleri karartmamıza rağmen yine de kaçın kurası anneler tarafından yakayı ele verirdik.
Denize gittiğimizde evden çıkarken kilerden aldığımız domates otlu peynir ekmek. İskele ya da Fidanlığa gidiş dönüş bilet parasını denkleştirdin mi deniz sefası için yeterli sermayeyi ikmal etmiş olurduk. Bazen de mahalledeki bağları ziyaret edip göz hakkını ve komşuluk hakkını habersiz tahsil edip biraz elma armutla deniz nevalemizi zenginleştirirdik.
Fidanlığa gittiğimiz zamanlarda otobüs son durağa varır varmaz. Otobüste çocuklardan biri “Son durak kara toprak!!!” diye bağırır. Bu sesi duyar duymaz otobüsten iner inmez bütün hızımızla kekliklerin çimenlerin, çayırların, sazlıkların arasından koşarak denize vasıl olurduk. Deniz o vakitler biz çocuklar için müjde gibiydi. Sazlıkların sonunda göle vasıl olduğumuzda Van Gölü’nün güneşin altında billur bir kadeh gibi parlayan müsterih durgun sularına atılırdık. O cılız körpe kollarımızla gün boyunca çılgınlar gibi Van Gölünün serin sularında çimmeyle yüzme arasında su altından gitme, sırtüstü hareketsiz kalma denemeleri suyun dibinden taş çıkarma dalışları, taklalar balıklama dalışlar suyla oynaşarak, boğuşarak gün akşam olurdu. Akşama doğru sahillere nefti bir loşluk ve mağribin kızıllığı düştü mü dönme vaktinin geldiğini anlardık
Dönüşler her zaman hüzün birazda korkuyla karışık pişmanlık hissiyle dolu olurdu. Bütün delilleri ortadan kaldırmama rağmen Her defasında iç donumuzu kurutup başımızı tatlı suyla yıkamamıza rağmen kaçın kurası anneler tarafından yakayı nasıl ele verdiğimizi çocuk aklımla bir türlü fehm edemezdim.
Anam önce çok kızar, sonra her zamanki gibi öfkesi kızgınlığı annelik şefkatine merhametine mağlup olup mintanımı atletimi çıkartıp banyoya alır. “Yine bu kez de gidersen canımdan ğer görmiyim bu sefer seni babana söyleyeceğim” diye tehdit ederdi. Şimdi düşünüyorum da o sahillerdeki demler ve neşeler vakitler ne mutlu zamanlarmış.
Şimdi artık ne o Fidanlık eski fidanlıktır, ne de İskele eski iskeledir.