Nihat Genç’in Kişiliğinde ve Kitaplarında Trabzon – Salim CONOĞLU

Tam boy görmek için tıklayın.

Karadeniz’in hırçın ağabeyine….

Bir yıl önceydi zannederim. Telefonun ekranında yabancı bir telefon numarası. Açtım. “Salim kardeş, ben Nihat Genç” diyen bir ses çınladı kulağımda. Şaşkınlıktan donakaldım. Gençliğimde Leman’daki yazılarını her hafta dört gözle beklediğim, altını çizerek defalarca okuduğum Nihat Genç, Karadeniz gibi gür ve muhteşem sesiyle, Salim kardeş diyerek telefonun diğer ucundaydı. Yıllar önce kitaplarındaki Karadeniz ve Trabzon üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı yeni gördüğünü ve okuduğunu söyledi. Sonra görüşmek için telefon numaramı sormuş soruşturmuş. En sonunda üniversiteden sınıf arkadaşım Prof. Dr. Kemal Üçüncü’den numaramı bulmuş. Yarım saate yakın konuştuk. Daha çok o konuştu ben dinledim. Karadeniz’den, Trabzon’dan, karayemişten….

Özgür Çelik’in bugün senin için yazdığı yazıda da söylediği gibi, Karadeniz’in dalgaları kıyıya vurmaktan vazgeçer mi? Sen demiyor muydun: “Her fırsatta önü alınmayan bir sel gibi memlekete akıp gidelim.” Sen demiyor muydun: “Büyük şehirde yaşamaktan kaçanlar, bir süre sonra kanı tutuşmuş bir halde, delirmiş bir sabırsızlıkla her yıl Trabzon’a dönerek toprağını koklamak ve ona dokunmak isteyecektir.” Sen demiyor muydun: “Karadenizli olmak demek, işte bu şiddetli toprak bağlılığı ve sevgisi ve bu tarifsiz dinvari, aşkvari toprağına tapınma.”

O zaman yine senin sözlerinle bitireyim: “Memleketim, toprağım benim. Duy sesimi. Bu evladını, kütüphaneler değil, uçurumların büyüttü. Uçurumlardan düşerken, bu evladını, işte bu soylu ağaçların boynundan sarılarak tuttu.”

Tutunmaya devam et ağabey…

NİHAT GENÇ’İN KİŞİLİĞİNDE VE KİTAPLARINDA TRABZON

Dışarıdaki İçeridelik: Trabzon ve Gurbet

Gurbette olma, dışarıda garip kalmaktır. Bir anlamda içinde yaşamaya çalışılan şehirde/toplumda sürekli olarak öteki olarak boy göstermektir. Gurbette olma aynı zamanda yalnızlığı da getirir beraberinde. Ancak kimi zaman gurbet, yalnızlık duygusunu doğurduğu gibi kimi zaman da yalnızlık gurbet duygusuna zemin hazırlar. Bu bağlamda gurbet ve gurbetin besleyip çoğalttığı yalnızlık farklı farklı tezahür edebilir kişilerde: Sevdiklerinden ayrı olma, içinde yaşadığı topluma küsme, kalabalıklara tutunamama, memleketten ayrı olma vb.

Bu açıdan bakıldığında büyük şehrin insanı boğan gündelik yaşamında ve kalabalıklar içinde kendisini yalnız hisseden Nihat Genç’in, varlığını sürekli içeride yani Karadeniz’de/Trabzon’da aradığını söylemek doğru olur. Nihat Genç’in eserleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde Trabzon’dan ve Karadeniz’den ayrı geçirdiği günleri soğuk ve ürpertici olarak algıladığını ve algılattığını söyleyebiliriz. Büyük kentin kalabalıkları ve Trabzon’un dinginliği sürekli bir tezat olarak karşısına çıkar okuyucunun. Nihat Genç, bu tezat arasındaki gelgitleriyle bir anlamda varlığını sıcağın yani memleketin içinde arar. Sıcak Trabzon’dur. Gurbet ise her zaman soğuk, korkutucu ve ürperticidir. Elbette memleketinden uzak olmak, taşradan gelerek büyük şehrin içinde yaşamaya çalışmak, hasretli bir kişi için dayanılması güç biri durumdur. Yazar, “Dün Korkusu” adlı kitabında bu durumu şöyle ifade eder:

“Bir otobüsle ilk yolculuğum, En ön sıradaydım, Ve gidiyordum. Böyleydi galiba. Yollar sana geliyor, sen yollara gidiyorsun. Düşlerin gözlerinle pencereden dışarı uçuyor…

Pencereden dışarı tarlalar, tarlaların üstünde tepeler, tepelerin üstünde ağaçlar, ağaçlarda çırpınan binlerce kuş. Onlar nereye gidiyor? Sanki dostlarınmış gibiler. Sanki seni, hep bizi bekliyormuş gibiler. Diyorsun ki gitsem de öpsem onları. Bir masal yazıyordum farkında olmadan, diyorsun ki gitsem de öpsem oraya. Hadi şimdi de gözlerini kapatıver. Yollar içerde bir yerde devam etsin. Hindistan’a doğru mu? Bitmeyen bir sahra yolu. Yok yok. Sen Karadeniz’den başka, hiçbir yolu sevmezsin.”

Aynı kitabın Rüzgâr isimli yazısında ise:

“Birdenbire gecekondu içinde kayboldum. Aylardır bu kentteyim. Rüzgar, yağmur yok artık. Deli, karanlık bir soğuk, uzayan ışıklar, kaçacak hiçbir yer yok. Su hareket etmiyor, evler, beton, beton, insanlar, otobüsler, kuyruklar, kaldırım, uzayan ışıklar, herkesin başı yerde, yurt odaları, bekar odaları, arabalar üst üste binmiş, çıldırası bir şey, aylardır rüzgar yok. …Çıldıracağım, rüzgar yok. Yumurta yiyoruz, kaçacak neresi var, toprağı nerede bu memleketin.”

derken de aslında bu arayışların peşinde olduğunu hissettirir. Ancak bütün bu arayışların gelip dayandığı en son nokta hiçliktir. Yazar, aradığı yakınlığı ve dost sıcaklığını hesapçı kişiliklerinin oluşturduğu büyük şehrin mekanlârı içerisinde bulamayacaktır. Bu mekânlarda yaşayanlar penceresiz monadlara dönüşmüş ve şehirdeki her bir obje, daire, “birbirinin ölüsünden dirisinden habersiz küçük bir babil” olmuştur.

Yukarıdaki satırlardan da anlaşıldığı gibi gurbet sadece dışarıda olma hali değildir. Aynı zamanda, hiç hareket etmeyen nesnelerin, insanların ve arabaların, kuyrukların; deli, karanlık bir soğuktan farkı yoktur. Soğuk onu nasıl ürpertiyor ve büyük kentte yalnız olduğunu hissettiriyorsa, etrafını saran canlı cansız bütün nesneler de aynı işlevi üstlenirler. Diğer yandan bir leit motif gibi sürekli tekrar edilen rüzgâr kelimesi ve gurbette dost bir rüzgârın yokluğu da önemlidir. Çünkü rüzgâr, Karadenizde dost olduğu ve yalnızlığına ortak olduğu, Ağustos ayında Ağustos sıcağını, fındık bahçelerinde tozu dumana karıştıran, yazarın hayallerindeki sıcaklığı dindiren eski rüzgâr değildir. Nihat Genç, yüzünde ürpertisini hissettiği rüzgârın tarlalardan, dağlardan ve canından çok sevdiği memleketi Karadeniz’den gelmiş olabileceğine ihtimal bile vermez:

“Bu şehre girdikten sonra, çiçekler saksıda, balıklar akvaryumda, insanlar büroda ve sen de gökdelenlerin uzaylılara benzeyen sert gövdelerinde boşuna çırpınıyorsun. Sen tabiatın sahici kokusu değil misin? Kucaklarımızdan içerilerimize, soluğumuzdan taç yapraklara, dallara uzanan, bütün asumanı dinlendiren, delirten, dirilten haşarı ve yaramaz çoçuğu değil misin? Nerede dizginlerini kopartıp parlayan atlar gibi Pazar yerine dalışın? Ebedi dostum  değilsin artık. Itır kokularının narin ve ince sarhoşluğuyla oralara çağırmıyorsun beni.”

Bu yalnızlık ve gurbet duygusu yazarı kendi iç yolculuğuyla başbaşa bırakır. Rüzgâr aracılığıyla yapılan bu yolculukta gidilecek olan yer elbette Trabzon’dur:

“Boztepedeki, Mendirekteki rüzgar! Tarihinin ve ilahi hikmetinin oradaki sırrınla artık hayallerimde övünmene hakkın yok. Eğer adına yeniden bir tarih biçeceksek, yeniden mısır tarlalarımın belini bükecekse, yeniden bu şehirde şapka çıkartacaksa insanlar önünde, işte bu kaldırımlarda, buralarda rüzgar ol. Sen o mezar toprağını Sülüklü’den alıp, her ezan vakti üstümüze serpen, mezar soğuğunu Karşı’dan söküp her daim ruhunuza katan rüzgar değilsin! Ben plastikleşiyorum, sen meteorolojik oyuncak oluyorsun. Oynuyorlar bizimle! Dalgalarımın üstünde değil, sekiz otuz haberlerindesin. Sen yoksun. Karadenizin Mart sularının derin soğukluğunu bu gurbette her zaman ardımda ve yanımda olacağını düşünerek aldanarak geldim buralara. Nerde, yatsılardan sabah ezanlarına kadar selvi ağaçlarında çıyanlar ve binbir karanlık böcekle çocukluğumun gecelerine en müthiş ürpertileri yaşattığın günler. Sen artık mayıs ayının karayemiş dallarından, uzakta geçen gemi düdüklerine kadar uzanan yolda  bütün kainatımı saiklayan o eski anne değilsin.Senin de salıncağın kayboluyor.”

Bu satırlarda geçen ve Karadenizi anlatan/hatırlatan ifadeler yaptığı iç yolculukta onun memleketine duyduğu hasreti ve özlemi besleyen/büyüten ifadelerdir. Ve o, yaptığı bu yolcuğu sonsuza değin nihayetlendirmeyecektir:

“Sazlıklarıma girer, binlerce ney olurmuşsun binlerce ilahinle! Ama ben Karadenizliyim! Vur yalçın dağlarıma bu gece bir kaç tokat.! Bir taşım daha düşsün! Kat önüne gezdir beni bulutlarını dağlarımda, bir mezar taşı, biraz daha  toprağına gömülsün.”

Öte yandan metinlerde karşımıza çıkan ve yazarın sık sık kulandığı kelimeler, içindeki gurbet duygusunun yoğunluğunu anlatmaya da yardım eder.  Akşam, gece, yalçın dağlar, ıssızlık, mezar taşları vb. Ama diğer yandan bütün bu yalnızlık ve kimsesizliğine rağmen içinde sılaya dönüşün sevinçlerini büyüttüğünü izlemek de mümkündür. Kalabalık şehirlerde kendisini hayata bağlayan ve yaşama gücü veren en önemli sebeplerden biri de budur. Belki de bir daha ele geçmeyeceğine inandığı mutluluğu Trabzon’da aramaktadır. Bu arayış sadece ferdi bir arayış da değildir. Kimi zaman yaşadığı bu duyguları tüm Karadeniz insanlarına şamil edecektir. Yazara göre Trabzon, dünya coğrafyasında en çok hemşehri turizmi yapan şehirdir ve memleket topraklarını ziyareti, kutsal bir ayin gibi yapmayı geleneklerin en büyüğü ve en değerlisi olarak görür. Ancak yapılan bu ziyaret bir yayla şenliği, köy ya da yakınların mezar ziyareti anlamına gelmez. Çünkü Karadeniz’de yetişenlerin başka dünyaları, yabancı memleketleri sevmeleri mümkün değildir ve her fırsatta önü alınmayan bir sel gibi memleketlerine akar giderler. Dünyanın dört bir tarafına yayılmış Trabzonlular ne kadar uzakta olursa olsun, gelirler ve köylerine, memleketlerine bakıp ağlayarak özlem giderirler ve para kazanmak için yine geri dönerler.

Bu duyguyu birkaç cümleyle anlatmak imkansızdır. Çünkü toprağı ziyaret insani her duygunun önüne geçer. Her şeyini geride, büyük şehirlerde bırakıp Trabzon’a koşanların tavrını sadece özlem duygusuyla açıklamak da mümkün değildir. Burada yaşamaktan kaçanlar, bir süre sonra kanı tutuşmuş bir halde, delirmiş bir sabırsızlıkla her yıl Trabzon’a dönerek toprağını koklamak ve ona dokunmak isteyecektir. Yazara göre Karadenizlileri diğer dünyalardan ayıran en önemli özellik de budur: “Karadenizli olmak demek, işte bu şiddetli toprak bağlılığı ve sevgisi ve bu tarifsiz dinvari, aşkvari toprağına tapınma.”

Yeniden Doğuşun Kaynağı: Eve Dönüş

İnsanların doğup büyüdüğü ve yetiştiği şehirler, onların hayatlarında ayrı bir önem taşır. Çünkü kesilen göbekler bu topraklarda gömülüdür, Daha doğrusu insanın kesilen ilk ölü parçası gömülüdür bu topraklarda. Bu bağdan gelen kuvvet, dışarıdayken bile insana içeride olma hali sağlar. Nihat Genç’in eserlerinde sık sık karşımıza çıkan eve dönüş duygusunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. O, kitle kültüründen kaçarak, yaşamına anlam verecek bir yere geri dönmek ve sığınmak isteğindedir. Özellikle eserlerinde sıkça dile getirdiği şehrin karmaşası ve şehirin insani değerleri yok eden kimi özellikleri, onu Karadeniz’e ve Trabzon’a yönlendiren itici bir güçtür. Bir anlamda büyük şehirlerle Karadeniz arasındaki tezat ya da çelişki, onun varlığını memleketinde bulmasına sebep olmuştur. Yazara göre Trabzon, dünya coğrafyasında en çok hemşehri turizmi yapan şehirdir. Karadenizliler dünyanın neresinde olursa olsun memleket ziyaretlerini kutsal bir ayin gibi yapmayı geleneklerin en büyüğü ve en değerlisi olarak görür.

Bachelard, Mekanın Poetikası adlı eserinde: Yeni evimizde aklımıza eski evimizin anılan geldiğinde, devinimsiz çocukluğun ülkesine, çok çok eski olan o devinimsiz ülkeye gideriz. Saptamaları yaşarız, mutluluk saptamalarını. Saklanmış anıları yeniden yaşayarak kendimizi avuturuz.” Der. Bu düşünce bir anlamda altın bir çağa geri dönüştür. Yeni evinde huzur bulamayan insan, huzursuzluk  psikolojisiyle, içerisinde sevgiyi, saygıyı, mutlulukları saklayan çocukluk günlerine geri dönmek ister. Nihat Genç de eserlerinde sık sık mutlu çocukluk günlerinin Trabzon’una geri dönerek avunmaya çalışır:

“Daha fazla bir şey arıyor kalbim bu evde. Akşam olur, şehre duman çöker, okul dönüşü, önlüğümü çıkartıp, annemim benim için yaptırttığı tahta masaya kitaplarımı açıp, ödevimi yapıversem, birazdan ağbilerim gelecek, yemek için sofraya otursak. Bu katıksız, dünümden kopup gelen bu güzel koku, allak bullak ediyor beni, yaklaşıyorum kapıya, içeride annem hala patates kızartıyor! İnsan1 yaşlandıkça, çocukluğu başka bir yatak, başka bir kucak gibi açılıyor önünde!”

Veya:

“Şu, bütün hayata kuvvet veren, tüm ormanı kucaklayan, şu arkası karanlık ağaçların yanına, usulca girebilsem. Şu zırva dünyadan kurtulup, karanlıklara gömülü köyün ardındaki ormanların içine… Kuşlar geliyor, “o dünyanın en güzel ağbisi, işte bak okuttu seni, öğretti sana, soylu bir mesleğin oldu, sakın ağlama” Başka bir serinliği var ağaçların, çiğ damlaları başka, kurumuş kuş tüyleri başka, yabancısı olmadığım bir yer. Geniş bir düzlük saklıyor içinde.”

Bir bayram arifesinde de, parasızlıktan babasının mezarına bile gidemeyişinin duyduğu üzüntüyle Trabzon’u hatırlayacaktır: “Ertesi gün bayram. Şimdi Trabzon Kisarna’da yemyeşil çimenler, karayemişler, uzun incecik bir yağmur.”

Yazarın bu hatırlayışları bir anlamda modern hayatın yarattığı bir takım sıkıntılardan, geçmişe ait şeylerin hatırlanmasıyla, mekanların kazanılmış şeyleri koruyan ve bunları sürekli kılan özelliğine de geri dönmeye vesiledir.

Trabzon’un ve Karadeniz’in Kelimede Kalan Hayali

Nihat Genç’in eserlerinde kimi zaman geride kalan kimi zaman da hatıralarda yaşatılmaya çalışılan Trabzon ve Karadeniz, dönüş izlekleri olarak tabir edilen bir takım kavram ve kelimelerle yeniden halde tasarlanır. Bir bayram arifesinde babasının mezarını senelerdir ve parasızlık yüzünden ziyaret edemediğini söyleyen yazar, içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumdan Trabzon’u düşünerek kurtulmaya çalışır:

“Sekiz-on yıl babamın mezarına hiç gidemedim, parasızlık. Ertesi gün arefe. Neye baksam babama, toprağıma vefasızlığın utancından yüzüm…Ertesi gün bayram. Şimdi Trabzon’da Kisarna’da yemyeşil çimenler, karayemişler, uzun incecik bir yağmur.”

Bu satırlarda geçen “yemyeşil çimenler”, “uzun incecik bir yağmur”, “karayemiş” yazara memleketini hatırlatan değerlerin başında gelir. Bir anlamda bu kelimeler aracılığıyla, uzak geçmiş, bir imgenin parlamasıyla, yankılanmalarla titreşmekte ve bu yankılanmaların hangi derinliklerde yansıyacağı, nerede sönece ği hiç kestirilememektedir.

Nicolai Hattman’a göre, bir insan için dayanılması en güç ıstırabın, değersizleşmiş ve büyüsü bozulmuş bir ortamda yaşamaktır. Böyle ortamlarda kişi geçmişe ait bir takım kavramları zihninde canlı tutarak, kişinin benliğinin parçalarını yeniden birleştirmeye imkan verir. Nihat Genç de kimi yazılarında değersizleşmiş ve kendisine sıkıntı veren ortamlarda, Karadeniz’e ait bir takım kelime ve kavramları zihninde canlandırarak bu parçalanmışlığın önünü kesmek ister:

 ”Şimdi fındıklıkların içi pamuk gibidir. Kemençenin telleri geriliyor, Haziran bitmek üzere. Üşüyorum. İşte Zigana’dan buz taşıyor kamyonlar…Yalan söylemeden büyümeyi başarabilecek miyim? İnsanlar çoğaldıkça, kalabalıklara, kitaplar, düşünceler, olaylar karmaşıklaşınca ne yapacağım? Bir bunu biliyorum şimdilik, benden başka herkes yalan söylüyor….Oysa henüz, düşlerimde Boztepe’den limana kanat çırpıyor, köprülerin üstünden uçup, dalgalarla yarışıyordum.”

Diğer taraftan Nihat Genç’in eserlerini değerlendirirken, özellikle Trabzon’u ve Karadeniz’i yansıtan bir takım kelimeler üzerinde de durmak gerekir. Bu kelimeler yazara kaynağını memleketinden alan zengin bir imge dünyasının kapılarını da  aralarlar, Karadeniz, Boztepe, Karayemiş, Yemyeşil çimenler, mısır tarlaları, fındık bahçeleri, Ganita, Sümela yazar için çocukluğunu geçirdiği şehrin zihninde kalan görünümleridir ve hafızasında her daim canlıdır.

Sonsuzluğa Açılan Pencere: Doğa

Doğa, özellikle edebiyatta ve sanatta insanoğlunun düşünce ve duygularını dillendirmesinde, farklı olaylar karşısındaki ruh durumunu ifade etmesinde önemli bir araç olarak kullanılmıştır. Diğer taraftan doğanın güzelliği, sonsuzluğu, doğayı meydana getiren unsurlar insanoğlu için sürekli bir merak konusu olmuştur. Bütün bunların dışında insanoğlu, doğayı, dinginliği ve asudeliğiyle, gündelik hayatın dertlerinden ve sıkıntılarından kurtaracak bir kucak ve sığınak olarak da algılamıştır. Bu bağlamda insanoğlu için doğanın koruyucu ve kollayıcı bir gücünün olduğundan söz etmek mümkündür. Doğa bir arınma aracıdır. İçinde yaşadığı dünyaya saf ve masum olarak gelen insanoğlu, akıp giden hayat içerisinde kendisini kirlenmiş olarak hissettiğinde doğaya dönecek ve orada bütün kötülüklerden ve kirlerden arınmaya çalışacaktır. Çünkü doğa, onun dünyaya ilk geldiğinde sahip olduğu masumluk ve saflık gibi kavramları henüz kaybetmemiştir. Böylece, dağları, suları, rüzgarıyla başlangıçta dış dünyaya açılan doğanın kapıları, insan ruhuna hitap etmesiyle doğaya döner. Öte yandan, Bachelard’ın ifadesiyle: “kırlara açılan kapılar bize, dünyaya sırtı dönük bir özgürlük sunar gibidir.”

Bu anlamda Nihat Genç’in eserlerinde genelde Karadeniz’in, özelde Trabzon’un tabiat ve tabiat varlıklarının geniş bir yer tuttuğu görülür. Hikayelerinde, yazılarında, ferdi ya da toplumsal hangi konuyu ele alırsa alsın mutlaka tabiata göndermelerde bulunur. Yazarın düşüncesine göre bu şehir kadar hayal kurulan bir başka toprak parçaşı yoktur. Zaten bu şehirde veya coğrafyada yaşayan insanların bu yüksek enerjiyle hayal kurmaktan başka çareleri de yoktur. Ama bunu sonsuz bollukta yaparlar. Bu yüzden kabına sığmaz bir enerji hayal kurmayla birleşince, Trabzon’un çocuklan en uzak ülkelere, en uzak adalara kaçıp giderler.

Bu şehirde henüz keşfedilmemiş başka şeyler de vardır. Bunlardan ilki kendine aşırı güvendir. Bilim, sanat, yönetici hangi alanda olursa olsun coşkuyla kendini kaybetmiş kimi görürseniz o insanın mutlaka Trabzon’lu olduğunu söyler Nihat Genç. Bir başka özelliği “huzur”dan ne anladıklarıdır. Dünyalılar için huzur sakinlik, dinginlik, sabır ve bekleyiştir. Ama Trabzonlu için huzur “coşku”yla eş  anlamlıdır. Delilendikçe, kafaları karıştıkça, kendilerini kaybettikçe “huzur” bulurlar:

“Bu yüzden horon demek, yüzleri kıpkızıl oluncaya kadar oynamak, tepinmek demektir. Horon, bitmeyen bir ayin gibidir. Etleri / kasları iyice kızdırıldıktan sonra bedenlerinden harlı alevler çıkmadıkça oyunu bitirmezler. Bu şehrin yetiştirdiği bilim adamları, din adamları, yazarlar, sanatçılar bu yüzden “normal” değildir, sakin, oturmuş, dingin hiç olamazlar. Bilimi de dini de sanatı da çıldırmışçasına yaparlar. Her şeyi kudurmuşcasına yapan bir iştah,

O denli hızlı konuşur o denli hızlı düşünürler ki, sizin bir ömürde sarfettiğiniz cümleleri, onlar, bir günde, hatta, öğle vaktine varmadan dünyayı konuşup, bitirirler, Yani, rüzgarın en çok estiği, yağmurun en çok yağdığı, toprağın en çok kaydığı bu şehirde büyüyen çocuklar, bedenlerine toprağın kattığı zalim bir enerji yüzünden dünyaya ayak uydurmakta zorluk çeker. Dolu dizgin parlamış at gibi yaşarlar. Belki de biz Trabzonlular bu yüksek enerjinin kurbanı olarak hayatımız çatışma, çarpışma ve şok ve trajedi ve kavgayla başlar ve biter!”

Tabiat kimi zaman kır-kent çatışmasını yansıtacak şekilde ele alınır Nihat Genç’in eserlerinde. Bu bir anlamda doğaya kaçma isteği veya şehrin dışında sığınılacak bir mekan arama isteğinden de kaynaklanmaktadır. Doğayla ilgili düşüncelerine bakıldığında, yazarın doğanın/tabiatın içinde memleketini, Karadeniz’i bulduğunu, şehrin karşısına tabiatı çıkararak tüm varlığıyla Karadeniz’in yanında olduğunu söylemek mümkündür. Rüzgâr başlıklı yazıdaki rüzgârın fonksiyonu yazarın büyük kent karşısındaki konumunu ifade etmesi açısından önemlidir. Yazar, yüzlerce gecekondu içinde kendisini boğulmuş olarak hisseder, Bu şehirde Karadeniz’deki gibi yağmur ve rüzgâr yoktur. Su bile hareket etmez. Ağaçlar bildiği ağaçlar değildir. Bir pop-art tablosunda cocacola şişesinin yanına civa renkli bir ataçla iliştirilmiş, o kadar çok şey anlatan, sıradan, ürkütücü, o kadar tarifsiz metaların yüzeyinde, çağımızın ötesini gösteren geri renkli objeler gibidir ama ağaç değildir. Diğer yandan rüzgâr, dizginlerini kopararak pazar yerine dalan rüzgar da değildir. Karadeniz’de olduğu gibi ıtır kokularının narin ve ince sarhoşluğuyla oralara bile davet etmez onu. Büyük şehrin içinde tabiata ait nesnelerin bu tarzda idrak edilmesi, yazarın bir anlamda Trabzon’a duyduğu hasreti ve özlemi ortaya koymakta ve diğer yandan yaşadığı şehirden kaçarken diğer yandan memleketinin tabiatına sığınma isteğini de beraberinde getirmektedir:

“Sahi! İnandır beni! Sen, erik çiçeklerinin ince tüylü boyunlarında oynaşan, koklaşan rüzgar mısın? Sen, dalgalarla ta Sibirya’dan memleketimin sahiline binlerce bıldırcınla kopup gelen ve o büyük maratonu tarihin ilk gününden beri bık madan usanmadan yenileyen rüzgar mısın?”

“Büyük Kaptan” başlıklı yazısında Anadolu’nun kutsal varlığı olarak değerlendirdiği çınar ağaçlarından bahseden yazar, fantastik ağaç türlerinin bu topraklarda tutmadığından söz açarak, kökleri tarihin derinliklerine gömülü olan çınar ağaçlarının, gövdelerini sağanak yağmurlara, fırtınalara siper ederek ruhlarımıza kutsal bir tarihi ateş dayanıklılığı verdiğinden söz eder. Aynı yazıda çınar ağaçları; büyük kent ve Karadeniz arasında yapılacak olan bir karşılaştırmanın da sebebi olacaktır. Nihat Genç, Ankara’nın gölgesiz büyüyen bir şehir olduğundan bahsederek, artık sade ve kanaatkar gölgeliğin kimsesi kalmadığından yakınır ve sözü hemen Trabzon’a getirir:

“Çocukluğumun Trabzon’un da Atapark’ta dev gibi bir çınarın gölgesinde büyüdüm. Her akşam bir dizi sıralanmış ihtiyarların kaçak tütün sarmaları, keesik kesik öksürükleri ihtiyarlıktan değil, çok sert tütündendi. Çok sert tütünün ciğerlerindeki infilakı, hayatla ölümcül bir şaka gibiydi, eğlenir dururlardı. Her akşam aynı ihtiyarlar doluşurdu, ama, sanki her gün başka bir şarkı söylerdi bu dev çınar onlara.”

Doğanın bu denli güzel tasvir edilişi aynı zamanda şehirden kaçış ve doğaya sığınma isteğini de tetikler/ beraberinde getirir. Bu kaçış tavrı, kentleşmenin sıkıştırdığı insanın cenneti doğada aramaya başlamasıdır. Doğa ise kentin henüz uzanmadığı bir yerde, henüz kentleşmemiş yerlerde, yani geleceğin kentleşmiş şimdisindedir. Ancak kaçış yalnız  büyük şehirle sınırlı değildir. Gençlik diyarlarının lezzetini çıkardığı büyülü şehir Trabzon’u da artık tanıyamayan yazar, kalabalık, trafik ve büyük camlı iş yerlerinin karşısında hatıralarının birbiri içine girdiğini ve karıştığını hisseder. Çocukluğunu geçirdiği eski evde kalbi daha fazla şeyler arar: “Çocukken çiziktirdiğim duvar bu, ne arıyorum şimdi bu duvarda didik didik, yüzüm sapsarı, kurumuş, kederli, karışık bir tütün yaprağına dönüşüyor!

Belki de, memleketinden servet ve para için çıkmayanlar, döndüklerinde, olduğundan çok daha fazla şey arıyor.”

“Hasım Sahibi Halim Dayı”da Karadeniz insanının ve tabiatının tasvirini yapan Nihat Genç, ömrü boyunca ne zaman canı sıkılsa, odasında bunalsa Karadeniz’in heyecanlı ağaçlarını düşünerek sıkıntılarını uzaklaştırmaya çalışır:

“Bin yaprağı da çiçek açmış, ismini cismini hala bilemediğim ulu, iri boy nuzlu ağaçlar gördüm orada. Ömrüm boyu ne zaman canım sıkılsa, bunalsam odamda, işte bu her bir yaprağı heyecanlı ağaçları düşünürüm. Derin uykulara yatmışken bile gülen, saman sarısından kestane kabuğuna kadar her an mutlulukla köpüren, tabiatın en güzel kakülleri, yapraklan delik delik kızılağaçlar, kurumuş siyah yaprakları deniz gibi dibini doldurmuş karaağaçlar…”

Diğer yandan içinde yaşadığı dünyada pek çok şeyin anlamını yitirdiğini düşünen insanlar için doğa bir sonsuzluk kaynağıdır. “Ladin Ormanları” başlıklı yazısında şunları söylüyor:

“Bütün bilgilerimizi toplayıp yeni baştan konuşalım. Dağlar kapkara ve sık ormanlar, geniş ağaçlar, deniz ve dalgalar iri kaya ve iri dağ gölgeleri, bunlara tabiat denir, insana yücelik, güzellik, derinlik gibi ilahi duygular verir, İnsanlar, Tanrıya, ötelere, coşkuya, estetiğe, çalışmaya, aşka, buraları görerek, yaşayarak ulaşır. Ey benim aptal milletim. Coşkuyla didinip çalışan fırtınalı ruhları bu muhteşem tabiatın rüzgarları ve güzellikleri yaratır, Bu aşk dolu, coşku dolu sahilleri, ormanları, ırmakları göstermezsek, insanları yetiştiremeyiz. İnsanlar eğitimini, tabiatın muhteşem, bu esrarengiz ve kıran kırana heyecanlanndan, rüzgarlarından, dalgalarından, bulutlarından alır. Bu beton yığınlarından neyi alacaklar!”

Ulaşılmaz yüce tepeler ve yağmur ormanlarından bahseden Nihat Genç, Maçka’dan Zigana’ya kadar uzanan kapkara ormanların hala bilinmeyenler ve hâlâ el değmemiş büyüleyici güzellikler taşıdığından söz ederek şunları ekler:

“Mideleri açlıktan guruldayan Orta Anadolu’yu gördükten sonra insan Karadeniz’in bu eşsiz kara tepelerine tapınıyor. Gür ormanlar, gürül gürül sular! İnsanı içten içe coşturur. Neden tepelerden dökülen bu sular bizi sevindirir. Neden bu kapkara ormanları görünce, içimizde tarifsiz mutluluklar buluruz. Kalbimiz, ruhumuz onların içinde bir yerde saklı gibi…Ruhlarımızı sürekli uyaran ve ayartan bu muhteşem tabiat hala topraklarımızın içinde ve hala gürül gürül yaşamakta! Yağmur tanelerinin her biri ladin ağacının küçücük iğnelerinde bir mücevher, bir  pırlanta taş gibi parıldar. Ormanın beyaz şarabı gibidir yağmur. Bulutlar, tepelerden geçiveren lüks kupalı eski zaman arabaları gibi. Ah bu yağmurları bilmezsiniz, ne şehvet düşkünüdür onlar. Geceyi birlikte geçirdikleri o kapkara ormanlara yayılan, hayale sığmaz, göz kamaştırıcı binbir tür sarhoşluk taşırlar! Şapşal hayvanlar, yaban domuzları ve ayıların yağmurun ve rüzgarın gürültüğüyle oraya buraya kaçışması, kara ve sürmeli gözlü karacaların çıplak ayakla şakırdayan derelerin üstünden atlaya zıplaya koşuşturması, topraklarımızın ve dağlarımızın en güzel şarkılarıdır! En heyecan vericisi ruhlara! Ve ladinler! Anadolu toprağının en soylu, en kibar ağaçları! Yüce dağ başlarında, bu denli incecik ve upuzun duruşları, bu denli centilmen ve her rüzgarda kırılışları! Kalem gibi ince ve upuzun boylu bu ağaçlar çok şey öğretir bize! Aklın, inceliğin, zaferi gibidir ladinler! İnce, uzun, kibar duruşları, sanat zevkimizi büyüler, çünkü ladinler, sanki orada doğmamışlar, şehirden, bilmiş, okumuş, bakımlı insanların, dağbaşlarına gidip yerleşmesi gibi, burunları havada, dik, ince ve neden yaşamak için en sert rüzgarlarını çağırırlar Karadeniz’den!”

Tabiat, Nihat Genç’in verdiği mücadelenin kazanılmasında böylece etkin bir rol üstlenecek ve kurtuluşa, güzelliklere giden yolu açacaktır: “Memleketim, toprağım benim. Duy sesimi. Bu evladını, kütüphaneler değil, uçurumların büyüttü. Uçurumlardan düşerken, bu evladını, işte bu soylu ağaçların boynundan sarılarak tuttu.”

Sonuç

Trabzon’da doğan ve ilk gençlik yıllarını burada geçiren Nihat Genç’in eserlerinde ve kişiliğinde Karadeniz ve özellikle Trabzon’a ait mekânların izleri oldukça baskın bir durumdadır. O, kitle kültüründen kaçarak, yaşamına anlam verecek bir yere geri dönmek ve sığınmak isteğindedir. Özellikle eserlerinde de vurgu yaptığı şehrin karmaşası ve insani değerleri yok eden kimi özelliklerin vurgulanması onu Karadeniz’e  ve Trabzon’a yönlendiren itici bir güçtür. Bir anlamda büyük şehirlerle Karadeniz arasındaki tezat ya da çelişki, onun varlığını memleketinde bulmasına sebep olmuştur.

Nihat Genç’in eserlerinde Trabzon ve Karadeniz, doğasıyla, tarihiyle ve bütün yaşama biçimiyle kendisini gösterir. Ancak o, bir taraftan mekanlar aracılığıyla geçmişi ve bugünü anlamlandırırken, diğer taraftan da içinde yaşadığı toplumun sesini ve yaratıcı gücünü bugüne taşıyarak, gelecekteki yaradışları için gerekli olacak malzemeyi de yine oradan toparlamaktadır.

[i] Prof.Dr., Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi

Yazar
Salim CONOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen