Türkçülük, Türk Aydını ve Türk Devleti

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof.Dr. Vahit TÜRK

Dünya Türklerinde özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak gelişen ve her geçen gün güçlenip yaygınlaşan,

Türklüğün geleceği için başka seçenek göremeyen Türk aydınlarının sistemleştirdiği Türkçülük düşüncesi;

Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık gibi her birinin ciddi yandaşı bulunan düşünce akımlarıyla karşı karşıya gelip mücadele ederek var oldu.

Türklüğün çok ağır koşulları yaşadığı bir çağda ortaya çıkan bu akım, iyi yetişmiş güçlü aydınların çabalarıyla düşünce dünyamızda kendine yer edindi ve öteki Türk yurtlarında pek çok donanımlı büyük aydın yetiştirmesine karşın başarılı olamasa da güçlü bir devlet geleneğine sahip olan Batı Türklüğünde sonuca ulaştı.

Batı Türklüğü;

yorgun düşmüş, yılların biriktirdiği sorunlarla uğraşan, uzun yıllar pek çok cephede savaşmış, yüzbinlerce genç erkeğini savaş alanlarında bırakmış ya da düşman eline kaptırmış, yoksullaşmış ve Anadolu’da sıkışmış ancak sıkıştığı yurdun bile büyük bölümünün işgal edilmiş olmasına karşın canını dişine takarak girdiği ölüm kalım savaşı sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulması gibi büyük bir başarıyla gücünü ve varlığını kanıtlayıp çağa mührünü vurmuştu.

Bu olağanüstü başarı nasıl ve ne ile açıklanabilir?

Bu başarının arkasındaki akıl ve duygunun kaynağı tam olarak biliniyor mu?

Bu destansı mücadelenin heyecanlarımızı beslemesini sağlayabildik mi?

Bu ve benzeri sorular gerektiği gibi karşılık bulmadı, verilen ölüm kalım mücadelesi genç kuşaklara gerektiği gibi aktarılamadı.

Gerektiği gibi destanı yazılamadı, romanı yazılamadı, şiiri yazılamadı, tiyatrosu yapılamadı, filmi çekilemedi.

Ve dolayısıyla eksik kaldık, eksik kalındı…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti,

Osmanlı Devleti’nin son yüz yılında ortaya çıkan, pek çok aydın ve bilginin emek ve çabasıyla gelişen, kendine göre amaçları, hayalleri olan bir düşünce düzeneğini miras olarak devraldı.

İlk kurulduğu günlerden başlayarak hatta ölüm kalım mücadelesi sürerken bu mirası geliştirmeye çalıştı,

Türk kimliğini onarma yolunda büyük çaba gösterip çalışmalarını sürdürdü, daha önce birtakım kurumlar ve ağırlıklı olarak kişilerin çabalarıyla sürdürülen bu konuyu bir devlet ve bilim sorunu olarak ele aldı, konuyla ilgili çeşitli resmî kurumlar oluşturdu.

Türk kimliği konusundaki bu dikkat, Türk aydınları arasında on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve özellikle İttihat ve Terakki çevresinde toplanan aydınlar, sanatçılar ve devlet adamları, Osmanlı’nın son döneminde bunu bir devlet siyaseti düzeyine yükseltmişlerdi.

Namık Kemal’in vatan diye haykıran sesi;

Ali Suavi’de “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak”a,

Mehmet Emin’de “Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur”a,

Gaspıralı İsmail Bey’de “Dilde, fikirde, işte birliğe”,

Hüseyinzade Ali Bey’de “Turan”a dönüşmüştü.

Ağaoğlu Ahmet ve Yusuf Akçura ile felsefi zeminini sağlamlaştırmış,

Ziya Gökalp’a gelindiğinde artık “Türkçülüğün Esasları”nı yazma çağı gelmiş ve gereği de yapılmıştı.

Bu çabaların sonunda Türkçülük, Türklüğün gününe ve geleceğine yön veren ana akımlardan biri, hatta birincisi olarak devletin ve ulusun yürüyeceği yolu belirlemişti.

Bu yol, Türk’ün yararlarının gözetilmesi, Türk kimliğinin devletin “ana değeri” olarak eğitimin, ulusun ve geleceğin temelini oluşturması, Türklük değerlerinin egemen olacağı bir gelecek oluşturulmasıydı.

Dünyadaki Türklük Bilimi araştırmalarının bir kez daha gösterdiği görkemli, Türklük Bilimi bilginlerinin gözlerini kamaştıran tarih ve uygarlık, Köktürk anıt-yazıtları, Uygur metinleri, Kutadgu Bilig, Dîvânu Lügâti’t-Türk gibi her biri bir kalabalığın ortak değerler çevresinde bütünleşip bir ulus oluşunu sağlayacak anıt eserlerin bulunması, Türk aydınlarının gönlünde yeni heyecanlar doğurdu, kendilerine güvenmeleri gerektiğini anımsattı, Türk’ün büyüklüğünü, Türk tarihinin görkemini, Türk uygarlığının hazinelerini haykırdı.

Ateş çemberinden geçilen çağlarda,

Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocakları, Halka Doğru gibi kurumların her biri alev alev yanan, yandıkça gönülleri tutuşturan ocaklar, yuvalar oldu.

Osmanlı’dan devralınan kötü miraslardan biri, Klasik Türk Edebiyatı’nda ve Türk aydınlarının zihninde Türk kavramına yüklenen olumsuz anlamlar idi.

On dokuzuncu yüzyılın birtakım aydınları ve devlet adamları, özellikle Batı’da ortaya çıkan gelişmeleri izleyen kişiler, bu durumdan rahatsız olup karşıt bir faaliyete giriştiler.

Bursa valiliği görevine atanan Ahmet Vefik Paşa ile ilgili anlatılan olay, durumu bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

Edebiyatta başlayan Türk karşıtlığı zaman içinde bütün topluma, özellikle aydınlara, medrese çevrelerine ve kendilerini “şehrî” diyerek kimliksizliği kimlik olarak seçen üst düzey devlet görevlilerine yayılmış ve bu kitleler köylülük, kabalık, düşüncesizlik olarak niteledikleri Türklükten kaçmanın, kendilerini başka bir ulusa mensup olarak tanıtmanın yollarını arar olmuşlardır.

Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa’nın şehir ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda herkesin ulus kimliğini göğsünü gere gere ifade ederken arka sıralardan bir yaşlı kişinin ulus kimliğini “Affedersiniz ben Türk’üm” diye utanarak ifade etmesi, niçin özür dilediğini soran ve kendisinin de Türk olduğunu söyleyen paşaya “Türk’ten paşa mı olurmuş?” diyerek şaşkınlığını ortaya koyması, Türk’ün kendi devletinde nasıl bir aşağılık duygusuyla yaşamak zorunda kaldığını gösteren son derece utanç verici bir durumdur.

Bugün hâlen bu durumun münferit bir olay olduğunu, genelleştirmenin doğru olmadığını söyleyen, bir bölümünü sözde sıfatıyla anabileceğimiz Türk aydını olsa da durum değişmemekte, tarihte olup bitenler bugüne ve bugünkü isteklerimize göre biçimlenmemektedir.

Bu düşünceyi dillendirenlerin büyük bölümü, bir Türk devletinde Türklerin bu duruma düşmesini kabul edememekte, tarihe leke sürüleceği endişesini taşımakta, Osmanlı sevgisinin yara alacağını düşünmektedir.

Ancak bu endişelerin hiçbiri gerçeği değiştirmemektedir.

Aslında bu durum, bütün Türk tarihinin önemli bir sorunudur.

Üzerinde çokça düşünmeye gerek kalmadan yalnızca Türk devletlerinin kuruluş, yükseliş ve çöküş dönemlerindeki yönetici adlarıyla anılan dönemlerdeki zihniyetlere göz attığımızda durum bütün çıplaklığıyla anlaşılacaktır.

Türk tarihine bakıldığında Türk aydını ile yöneticisinin büyük bölümünün, hemen her çağ ve koşulda iflah olmaz bir özenti hastası olduğu görülecektir.

Bu aydınların büyük bölümü, kendisi olmayı becerememekte, kendisi olmak ona yeterli gelmemektedir.

İnsanlık tarihine yön veren,

bütün insanlığı etkileyen ve dünyanın çok büyük bir bölümünde izler bırakan,

büyük uygarlıklar kuran, son derece değerli bir sözlü ve yazılı edebiyata, büyüleyici bir mimariye, hiçbir ulusta görülmeyen bir müzik ve müzik aleti zenginliğine sahip olan,

küçük bir örnek olmak üzere on birinci yüzyılda ütüyü bilip kullandığı kayıtlara geçen Türk’ün sürekli kendi aydını ve yöneticisi tarafından hor görülmesi anlaşılır ve kabul edilebilir bir durum değildir.

Dünyadaki örneklere bakıldığında aydın;

içinden çıktığı toplumun yanlışlarını ortaya koyar, eksiklerini eleştirir ve ona yol göstermeye çalışır ancak kendini toplumundan ayrı görmediği için hor görme, aşağılama, küçük görme bir aydın davranışı değil, kozmopolit ve ruhî rahatsızlıkları, hastalıkları olan kişi davranışıdır,  bir başka deyişle bu, bir “kişilik bozukluğudur”.

Bir Türk ve Türkçü olarak Türk tarihi karşıtlığı yapmak elbette kabul edilemez ancak gerçekleri görmemek de aynı biçimde kabul edilemez.

Ayrıca yapılan tarih karşıtlığı değil, tarihte yapılan yanlışları bilme ve bir kez daha aynı yanlışların yapılmasının önüne geçme çabasıdır.

Bir düşünceyi benimseme kişiyi eleştiriden, yanlışlıkları görmekten, eksikleri dile getirmekten uzaklaştırıyorsa, yanlışlara göz yummaya neden oluyorsa o kişi artık bir aydın değil bir “kesin inançlı”dır.

Kesin inançlı kişi artık bir militandır ve ondan topluma yarar beklenmez, onun ancak kendi düşüncesiyle o düşüncenin yandaşları ve karşıtları, çoğunlukla da düşmanları vardır.

Rahatlıkla kendi toplumunun bir bölümünü düşman olarak görebilir.

İdeolojilerin ve ideoloji düzeyine indirgenmiş dinlerin, inanç düzeneklerinin sürekli kişileri militanlaştırma çabasının ana nedeni, teslim olmuş, düşünme yeteneği dumura uğramış bireyler istemesidir.

Cumhuriyet, Osmanlı’dan birtakım kötü miraslar aldı ancak son iki yüzyılda kurulan eğitim kurumlarında yetişen çok mücadeleci, dünyayı bilip tanıyan, kendine güvenen çok değerli bir kuşağı da miras aldı ve Türk adıyla kurulan devlet onların eseri oldu.

İngiliz işgalindeki Osmanlı sarayı,

din adamı kılığında sarıklı ve cübbeli,

kendisini alim olarak tanıtan pek çok köle ruhlu, İngiliz beslemesi pek çok gazeteci, yazar, medrese mollası, İngiliz Muhipleri Cemiyeti mensupları, aynı kaynaktan beslenen,

İslam Teali Cemiyeti üyeleri,

Kürt Teali Cemiyeti mensupları,

Arap bağımsızlığı peşinde koşanlar,

Arnavutluk bağımsızlığı için Türk’ü arkadan hançerleyenler, Satı Beyler, Fraşeriler, Sait Mollalar, Mustafa Sabriler, Dürrizadeler,

İskilipli Atıflar, Damat Feritler, Ali Kemaller; Anadolu’da Türk’ün son umudu olarak başlatılan mücadelenin karşısında birleştiler ve pek çok yerde Şeyhülislam fetvalarıyla Anzavur gibiler önderliğinde çıkardıkları isyanlarla mücadeleyi boğma çabasına giriştiler.

İngilizler, Türkçü aydınları sürgüne gönderirken yerli iş birlikçileri bu cezanın yeterli olmadığını, onların bir an önce idam edilmeleri gerektiğini belirten yazılar yazıyorlardı.

İşgalci İngiliz’in İstanbul’da işgal ettiği ilk yerlerden biri, Türk Ocağı binası olmuştu.

1910’lu yıllarda Türk Ocağı’nın karşısında konumlananlar, İngilizlerin yanında yer almakta bir an tereddüt etmemişler, Türkçülere kin kusmayı sürdürmüşler, İngiliz işgalcilerle yol yürüme, onlara yol gösterme yarışına girmişlerdi.

İslamcılar içinde Mehmet Akif,

Hasan Basri Çantay gibi zihinleri gerçekten millet, vatan ve devlet sevgisiyle dolu,

bu sevgilerle yoğrulmuş kişiler de vardı ve onlar hiç gecikmeden saflarını belli etmiş,

Millî Mücadele içinde yerlerini almışlardı.

Bugünkü birtakım sözde İslamcının, İngiliz beslemesi sahtekârların bu büyük kişilikleri sevmemelerinin nedeni, onların ölüm kalım anında yapmış oldukları bu tercihtir.

İstanbul’un işgali sonrasında İngilizlerin Malta adasına sürgün ettiği devlet adamlarından Edirne milletvekilliği de yapmış olan Şeref Bey anılarında kendilerinin sürgün edilmelerinin nedenini sıralarken “Hürriyet ve İtilaf Partisi Genel Merkez yöneticilerinden Ali’nin,

Türkiye’yi istila etmesi için Rus çarına rapor sunmuş olan Sadık Bey’in, Sait Monla’nın, şeyhülislamlardan Mustafa Sabri ve Vasfi Hocaların, Rıza Tevfik’in, eski iç işleri bakanlarından Adil Bey’in, Edirne’yi Yunanistan’a terk etmemiz için çalışan Salim Paşa ile benzerlerinin, İngiliz casuslarının İngiliz memurlarına verdikleri raporların” etkili olduğunu ifade eder.”

Her şeye karşın Millî Mücadele başarılı oldu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyadaki gelişmelere ve yeni çağın düşüncesine uygun biçimde bir ulus devleti olarak kuruldu.

Örgütlenmesini buna göre yaptı, birtakım kurumlar oluşturarak devralınan kötü mirasın izlerini silme, ulus kimliğini onarma çabasına girişti. Halka yöneldi.

1910’larda İttihat ve Terakki’nin başlattığı, öncülüğünü Hüseyinzade Ali Bey ile Ziya Gökalp’ın yaptığı halka yöneliş düşüncesini kurumlar aracılığıyla devlet politikası durumuna getirdi.

Yoksul ve bitkin kırk bin köye okul yapmaya ve öğretmen göndermeye, okuma imkânı bulamayan yoksul köy, kasaba ve kenar mahalle çocuklarını kurduğu yatılı okullarda okutmaya; tam anlamıyla devletle halkı buluşturmaya çalıştı ve kısa sürede bunda büyük başarı sağladı.

Yıllarca süren savaşların bitirdiği, darmadağın ettiği, gençlerinin birbirinden binlerce uzak cephelerde kırıldığı yok yoksul, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç Türk, yeni bir mucize gerçekleştirdi ve yeni hayaller kurmaya, o hayallerin arkasından gitmeye, yer yüzünün mazlumlarına yeniden umut olmaya, umut vermeye başladı.

Yoksul ama zeki Türk gençleri, kendini hayal bile edemeyecekleri devlet makamlarında buldu, yoksul Türk, devletle buluşup kaynaştı. Cumhuriyet, bu yoksul ve kimsesiz Türk’ten binlerce paşa, vali, rektör, dekan, profesör, büyükelçi, doktor, genel müdür, iş insanı vb. çıkardı, Türk devleti, yeni yolunu onlarla yürümeyi yeğledi çünkü kuruluşta çizilen yol bunu gerektiriyordu…

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Türklüğe,

Türk’ün geçmişine, geleceğin geçmişle ilişkilendirilmesine, gelecek için geçmişten beslenilmesi gerektiğine yapılan vurgunun gün geçtikçe tavsadığı, halkın yeterince bilinçlenmeden yoğun karşı hamlelere maruz kaldığı ve çok çabuk bunların etkisine girdiği, ölüm kalım mücadelesini unuttuğu, kendisine vaat edilen sonuçsuz hayallere kapıldığı, devletin de kurucu düşünceden gün geçtikçe uzaklaştığı, özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra ciddi bir yön değişikliği, daha doğru bir ifadeyle sapma yaşandığı görülür.

Atatürk’ten sonraki 12 yıllık İsmet İnönü iktidarı, kurucu düşünce ile Batıcı düşünce arasında gelgitlerin yaşandığı bir dönem olarak dikkat çeker.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarında devlet yöneticilerinde ve devlet kontrolündeki aydınlar ile basında Alman taraftarlığı egemen iken sona doğru Alman karşıtlığının yükselmesi, ilkeli bir duruşun ürünü değil doğrudan doğruya savaşın gelişimiyle ilgili idi.

Savaşın sonuna gelinirken Türkiye’de Türkçülerin yargılanmasını da bununla ilişkilendirmek yanlış olmaz ancak bu yargılanmanın sonuçları hem Cumhuriyet Halk Partisi açısından hem de Türkçülük düşüncesi açısından son derece olumsuz sonuçlar doğurdu.

Türk milleti, CHP’nin ambleminde yer alan milliyetçilik maddesine artık inanmaz olmuştu, bu durum CHP’nin içinde yuvalanan Batıcılar için de bulunmaz bir fırsat doğurmuş,

onlar da artık hem kendilerini hem de partilerini milliyetçi olarak tanımlamaz olmuşlar, görünüşte altı ok eksilmese de aslında beş oka düşürülmüştü.

Milliyetçiliği gösteren ok, pek çok CHP’li için artık eski bir anıdan başka bir anlam taşımaz olmuştu.

CHP, bir yük olarak görmeye ve kurtulmaya çalıştığı milliyetçilik okundan askerlerin de yardımıyla kurtuldu ve “Atatürk milliyetçiliği” adıyla bir maske üreterek milliyetçilik okunu toprağa gömmüş oldu.

Kasıtlı olarak üretilmiş olan bu terimden rahatsızlık duyan, çağdaşlık (!) adına milliyetçilik sözcüğünün geçtiği her ibareden kurtulmaya, uzaklaşmaya çalışan, aydınlıkları kendilerinden menkul birtakım hastalıklı tiplerin varlığı da ayrı bir sorundur.

Bu durum, çok az istisnaları olmakla birlikte her geçen gün artarak bugün de sürmektedir.

CHP’nin son büyük eylemi olarak da,

Türkiye’nin NATO’ya girişinin altyapısını hazırlaması gösterilebilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri içinde yer alan Sovyetler Birliği, savaş sonrasında emperyalist emellerle çevresine sarkmaya, Türkiye de dahil olmak üzere bazı ülkeleri tehdit etmeye başlayınca NATO’ya giriş, Türkiye için bir tercihten çok zorunluluk olmuştu.

Bu giriş, zaman içinde son derece kötü sonuçlar doğuracak bir teslimiyete dönüşecek, Türkiye bu teslimiyetten uzaklaşmak, kendi iradesiyle davranmak istedikçe sorunlarla ve daha ötesi ihtilallerle, bunalımlarla karşılaşacak, devlet aygıtında ve yönetiminde ABD’nin etkisi sürekli hissedilecekti.

Osmanlı’nın Batılılara verdiği kapitülasyonlardan İttihat ve Terakki’nin bütün çabasına karşın kurtulamayan ancak Lozan Antlaşması ile Millî Mücadele kahramanları sayesinde kurtulan Türkiye, NATO’ya girişle adeta yeni kapitülasyonların cenderesine düşecekti.

Bu durum, günümüzde de sürüp gitmekte, Türkiye ise binlerce yıllık tarihin mirası olan büyük devlet refleksiyle bu durumdan kurtulma çabasını sürdürmektedir.

Belki sonrası da gelir…

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen