Türk aydınlarının Batılı sanatçılarda tahlil edemedikleri yahut fark edemedikleri bir varlık algısı var: zevk!
Batı’nın sanatı kendine yalnızca yüce bir zevk aracı olarak kullanmış soylu entelektüellerini en iyi ifâde eden bir kavramdır bu. Batı düşüncesi ve sanatı, Hakk’a secdeyi değil, kendilerine karşı duydukları sevgiden kaynaklanan heveslerini secde edinmişlerdir.
Yazıp çizmenin yâni san’atın onların tâbiriyle kendi dilettolalarına hizmet ettiği ölçüde san’at olduğunu kabul etmiş ve sanat zevki ve varlık anlayışlarını bu kavram üzerine bina etmişlerdir.
San’atı meslek edinen burjuvaya kadar soylu entelektüellerin topluma verdikleri de ne yazık ki kendine ve nefsine secde eden yazarların insanların muhayyilelerini boş yere işgal ettikleri cerbezeli romanlardan ve kişiyi zevke, renge, kokuya, ihtişâma tutsak eden tablolardan öteye gitmemiştir.
Türk aydınlarının kendi mabetlerindeki sonsuz birlik ve tevhid akışındaki tezyînat ruhundan koparak ilerlemeyi bu mecralarda bilinçsizce sırf Avrupaî bir heveskârlıkla aramaları ne kadar hazindi. O Avrupa ki, ruhunu teslim ettiği emmârelikten başını bir ân kaldırsa, san’atı ile hizmet ettiği deccâliyetin bugüne dek katlettiği Hak peygamberleri ve tahrif ettiği kitapları görebilir, kilisenin gerçekleri İsâ ve Meryem’e inananlardan saklamak için nasıl canhıraş çalıştığını da pekâlâ fark edebilirdi.
Âh hakîkat!
Ne yazık ki şuurunu kaybedenlerce bir daha hiç bulunamamış!
Fakat şuuru u/yanmışlara ne mutlu. Onlar o nuru aramakla, peşinden koşmakla kendilerini kesret içinde kaybetmişler önce.
Çünkü bilinmeyi murâd edenin zevki böyle. Vuslattan ziyâde hasreti sevmiş. Kendisini deli divâne arayana aşkını vermiş. Koca Yûnus; “Biz bizi bilmez idik, bizi kendinden eyledi/ Eşkere kıldı bizi, kendin pinhân eyledi” derken bu hakîkate işâret etmiş.
Ne ki varlıkta çoğalan esmânın, Tevhid’de birlenmesi gecikmemiş sonra. Tanrılarla savaşa savaşa, tanrıları yene yene gerçek Hâlık’a ulaşmış ruh.
Ne tuhaf… İnsan bu gölgeler yurdunda hakîkati binlerce şeklin, rengin, kalıbın içinde arıyor. Soyut ve somut putlar ediniyor kendine. Her durakta başka bir putu deviriyor. İnsana eşyânın isimlerini öğreten sır gelmiyor aklına. Harflerin ve kelimelerin de bir ümmet olduğunu, kalplerine baktıkça, yâni aklettikçe o mânâya yaklaşabileceğini düşünemiyor.
İnsan böylesine dev bir nur ile karşılaşınca da ne yapacağını bilmiyor. Baron Von Hügel’in dediği gibi; “O nûru yutmalı mı, yoksa o nurla parlamalı mı?”
Fakat bir kere o nurun girdiği varlığın O’nda, O’nunla yok olması mukadder değil midir?
Hakikate uyanan insan için zaman bitmiştir. Artık o sonsuz bir ân’ın çocuğudur. Kalbin çocuğudur. İçerden dışarı bakan gözün, dışarıdan içe dalması işbu gözle âlemi seyretmesidir. Artık Hakk kulunun gören gözü, işiten kulağı olmuştur. Kesretin vahdet denizine döndüğü ân bu ândır! “Ümmetimin âlimleri beni İsrâil Peygamberleri mesâbesindedir” buyruğunun en latif ve sarhoş edici sahnesi. Görenin ve görülenin birlenmesi, nurun nurâ kancalanması!
O ilk temâs! Sonsuz ân/lam!
İnsanın ettiği ilk secdenin tadını bir daha bulamaması bundan!
Sonsuz secde hâlinin, daha sonraki anlamadan yatılıp kalkılan, hikmetten yoksun din cesedine hapsolmuş ritüellerine dönüşmesi ne kadar hazîn!
İnsanın kendini bilmesi, kendisini bilmeyi lütfeden Allah’ın bu lûtfunu fark etmesidir. Öyle ya? O istemese, murâd etmese biz kendimizi nerden bilecektik? Hem nasıl bilecektik?
Şehâdet etmek, bu yüzden yüce. Bu şahâdete can vermek ise Hayy olanda dirlmek!
Ölümün öldüğü mâkâm, ebedî dirilik!
İnsanın; “ben neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum diye soran benliğinin o uzun macerası, gözündeki gözlüğü dalgınlıkla araması sonra gözünde olduğunu fark etmesi kadar garip bir durum.
Gözüne, idrakine, algısına gizlenmiş en âşikâr hakîkat!
Bu kadar çile insanın kendisini Hak’tan uzak zannetmesi. Tek varlığın Allah olduğunu bilememesi. Vâr edilme lûtfuna erdiği hâlde, varlığının şuuruna erememesi; gaflet hâli. Gaflet; özündeki akılla her ân O’nu zikirle programlı nebatat ve hayvanattan daha aşağı bir hâl..
Hâlinde aşağısı; esfel-i sâfilin…
Dervişlerin mürşitlerinde bulduğu sevgi Muhammedî Nûr’un ârifin kalbinden, secdegâhından, kendisine kancalanan secdegâhlara bir akış ve şifâdan başka nedir ki?
Allah’ın Kâbe’de değil, bir ârifin kalbinde aranmasından ve bulunduğu anda o kalbe secde edilmesinden daha tabiî ne olabilir?
Benim işte bu noktada en ziyâde dikkatimi çeken husus, Ken’an Rifâî Hazretleri’nin, dînin sâdece taatler zinciri ve şekille âdeta putlaştırılıp mânâ ve tefekkürden uzaklaşıldığı, tekke ve tarikatlerin de tevhid ve tefekkürden uzak kuru bir taklid ve mürid toplulukları hâline geldiği bir dönemde insanlara akademik tasavvufa ve düşünceye dâvet etmiş olmasıdır. Tasavvufun bir akademi ciddiyetinde yeniden inşâsı için çaba sarf etmiş, bu yolda nitelikli kalemleri büyük bir hassasiyet ile yetiştirmiş olmasıdır.
Çünkü O’nun gayesi yitirilen o varlık algısını, insanın gerçek macerasını tekrar ait olduğu mecraya getirmekti. Yani çağın din adamının kendini bilmeden, tanımadan vaaz ettiği Allah’tan evvel
İlahi emri yeniden hatırlatmaktı;
“Kendini bil!”
İnsan, Allah’ı kendini bilen bir akıl ile tanıyabilir. Bu ise nefsi terbiye etmek ile mümkün. Bu terbiye seyri esnasında “İkrâ” emrince yaşın kurunun hakîkatini okuyacaktır insan. Eşyâyı ve insanı okumadan ilâhî hitâbı anlaması, onunla muhatap olması asla mümkün değildir.
Evvelâ kendine, özüne talip kılınan insanın bu yolculuğunda yolu, azığı ve rehberi Hak dostu bir “ÂGÂH” olduktan sonra, elbette ki varacağı menzil de Hak olacaktır. Arayanın aranandan, hizmetin ibadetten, insanın Hak’tan gayrı olmadığı o yüksek algı ve düşünceyi tekrar hâkim kılmak için çıkılan bu yolun nasiplilerinden ve bahtiyarlarından biri olabilene ne mutlu.
Felsefi tasavvuf teklifi bu yüksel varlık algısını yeniden tefekkür ve tedrîs etmek, güncellemek açısından çok önemli.
Hakk’ı, Hakk’ın hâkim kıldığı bir nizam gözlüğünden tekrar okumak ve tanımak neden mümkün olmasın?
Yahya Kemâl’i daha yolculuğunun başında müsteşriklere rağmen cezbeden ve kalbine anlamayı, secdeyi nakşeden Türk düşüncesi ve o yüksek varlık algısı neydi, nasıl bir şeydi biliyor muyuz acaba?
Senelerdir Itrî’ye, Farâbî’ye, İbn-i Sînâ’ya, kadim düşünce ve san’atımıza, Türklük ve İslâm medeniyeti değerlerimize atılan tahrip bombalarının, devletimizin meşruiyetine saygısızlığın cür’ete dönüşmesinin tezahürüdür bugün yaşadığımız.
Arap dünyası kendi medreselerinde yetiştirilenlerce katlediliyor. Müslümanlar bir vahşi sürüsü gibi birbirini boğazlıyor! Daha da boğazlayacaklar! Tâ ki satanist haçlılar, siyonist evanjelikler, kaç içici nusayriler istilâcı persler bıçağını Kâbe’nin kalbine diktiği Hubel’in önünde Arapların gırtlağına dayayıncaya dek!
San’attan, estetikten ve düşünceden yoksun, sadece fıkha/ hukuka, fıkhın da sadece “ceza” hukukuna dayalı bir İslâm öğretisinin insanlığa verip vereceği budur; ceza kesmek!
Hâlâ bu görülmeden Anadolu irfânının, Türk İslâm düşüncesinin yüzyıllarca cihana yaydığı nizâm-ı âlem ve fütûhat ruhunun temelindeki sûfi anlayış, “felsefî tasavvuf”, o anlayıştaki akıl kavranılmadan ve yeniden güncellenmeden değil ülkemizin, dünyanın rahat nefes alması muhal görünüyor!
Kadirşinaslıkla efendim!
Saliha MALHUN