Silifke’de Antik Çağ’a Yolculuk – Dr. Yasin ŞEN

Birkaç günden beri Mersin Hizmet İçi Eğitim Enstitüsü’nde düzenlenen bir çalıştay vesilesiyle Mersin’deyiz. Bugün öğlenden sonra Silifke taraflarına gittik. Bu yazıda gezilen tarihî yerlerden biraz bahsetmek istiyorum.

Bu gezinin içeriğinde Kanlı Divane Antik Şehri, Cennet Obruğu, Cehennem Obruğu, Astım Mağarası ve Kız Kalesi ziyaretleri vardı.

Öğle saat 12.00’de çalışmalarımıza ara verdik. Yemekten sonra bir otobüse binip Erdemli üzerinden Silifke yolculuğuna başladık. Bir rehberimiz vardı: Kasım Bey, emekli bir öğretmen. Rehberimiz olması geziyi daha güzel kıldı bizim için. Bununla beraber Mersin Hizmet İçi Eğitim Enstitüsü’nden bazı hocalarımız da yanımızdaydı.

Sıcak bir gündü. Varacağımız yere kadar yaklaşık elli beş kilometrelik bir yolculuğumuz oldu. Giderken Mersin merkezi, Erdemli’yi daha yakından ve net görme şansımız oldu. Mersin Akdeniz sahil şeridi boyunca uzayan bir şehir ve yeni yapılaşma çok fazla. Hızlı şehirleşmenin getirdiği tezatlar manzumesi buraya da hâkim. Koca koca binalara karşılık şehir içinde bir düzensizlik zaman zaman görülebiliyor.

Mersin’in Erdemli ilçesi çamlığı ve deniz kumuyla ünlüymüş. Aynı zamanda limanı ve mandalinası da ünlüymüş. Bu mandalina bahçelerinin bazılarının yerine şimdi koca koca binalar yükseliyormuş. Yüzmeye gelenler genelde burayı tercih ediyorlarmış. Erdemli’nin nüfusu 78.000 civarındaymış.

Mersin’de çok fazla tarihî eser ve dolayısıyla gezilecek yer var. Şehir koca bir tarihin üzerine kurulmuş. Çoğu yerde binalarla tarihî kalıntılar yan yana. Tarihte Mersin ve civarı Kilikya olarak biliniyormuş.

Rehberimiz bu arada Tarsus’tan da bahsetti. Tarsus cezeryenin de ilk defa yapıldığı bir yermiş. Çanakkale Savaşlarında büyük etkisi olan Nusret mayın gemisi de buradaymış.

Bu bilgilerin çoğu rehberimizin anlattıklarından hatırlayabildiklerim.

İlk olarak Kanlı Divane antik şehrine geldik. Buraya gelirken fark ettiğim ve dikkatimi en fazla çeken husus, sağda solda her yerde tarihî harabelerin olmasıydı. Yapı harabeleri, mezarlar, evler, anıt mezarlar, lahitler ve hatta bir köprü dikkatimi çekmişti. Bunların hemen hepsi insanların yaşadığı yerlere çok yakındı ve belki de şehrin büyük kısmı tarihî eserlerin üzerine kurulmuştu.

Kanlı Divane’ye vardık. Buranın orijinal adı Kanytellıs imiş. Bu şehir ve etrafı tümden tarihî yapılarla veya kalıntılarla doluydu. Şehrin ortasında ayrıca koca bir obruk da vardı. Obruğun etrafında önemli tarihî yapılar bulunuyordu ve bunların en azından birkaç tanesi kiliseydi. Bir levhada bu obruğun etrafında dört kilisenin bulunduğu kaydedilmişti. Burası bundan da anlaşıldığı kadarıyla önemli bir şehir merkeziymiş. Şehrin mensup olduğu prensliğin başkenti daha içerilerde ve yüksekte yer alıyormuş.

Burası eski Olbia Prensliği’nin bir şehriymiş ve binlerce yıllık bu şehir bence mükemmele yakın bir şekilde korunmuş. Kanytellis, aslında Dağlık Kilikya bölgesinde yer alan bir şehir. Geçimini bağcılık ve zeytincilikle sağlayan bir yer olduğu kaydedilmiş bir levhada. Şehrin içinde on altı adet zeytinyağı atölyesi mevcutmuş. Bu atölyelerin bir kısmı çok iyi korunmuş ve hâlâ üretim yapabilecek durumdaymış.

Şehrin içindeki yapılar burasının M. Ö. 2. ve 3. yüzyıllarda aktif bir biçimde kullanıldığını gösteriyormuş. Buradaki tarihî kiliseler, mezarlar, anıt mezarlar, yollar, zeytin yapım yerleri, kuleler, sarnıçlar oldukça dikkatimizi çekti. Burası liman ticaretinin canlı olduğu bir yer olmakla beraber zeytin üretimi ve zeytinyağının yapımı açısından da önemli yapılara sahip bir şehir. Yapılan zeytinyağları limana gönderilir ve buradan diğer devletlere gemilerle aktarılırmış.

Bu arada bu “Kanlı Divane” isminden de bahsedeyim. Bu ismin sebebi toprağın kırmızı renkte olmasıymış. Yağan yağmurla birlikte toprak kızıl bir renk alıyormuş. Aslında bazı yapıların temelinde de kırmızı renk tonunun hakimiyeti göze çarpıyordu.

Bu adın halk arasında bir efsaneye konu olduğunu rehberimiz söyledi. Eskiden suçluları bu obruğun içindeki yırtıcı hayvanlara atarlarmış. Suçlular buradaki vahşi hayvanlara yem edilirmiş. Bundan dolayı buraya güya “Kanlı Divane” denmiş.

Antik şehirdeki yapıların bu zamana kadar -büyük ölçüde yıkılmış olsa bile- bu denli korunmuş olması insanı kendine hayran bırakacak bir şey doğrusu.

Şehrin içindeki bazı izler buranın yakın dönemlere kadar kullanıldığını gösteriyor. İçeride 1965 yılında vefat etmiş bir adamın mezarını hatırlıyorum.

Kanlıdivane’de dikkatimi en çok çeken bir anıt mezar oldu. Aba adlı bir kadının kendisi ve kocası Arios için yaptırdığı bir anıt mezardı bu ve “Aba’nın Mezarı” olarak biliniyordu. Bu mezar M.Ö. 2. yüzyıla tarihlendirilmiş.

Bu muhteşem antik şehri gezdikten sonra Astım Mağarası’na geldik. Buraya helezonik demir bir merdivenle indik. Bu mağara, 1980’li yılların sonunda bir yol çalışması esnasında keşfedilmiş. Mağarada toplam uzunluğu 200 metreyi bulan galeriler varmış. Burada dilek tutulduğu için buraya Astım-Dilek Mağarası da denirmiş.

İçeride bazıları devasa olan sarkıtlar ve dikitler vardı. Kayaçların erimesiyle oluşan sarkıtlar ve dikitler ilginç şekiller oluşturmuştu. En küçük bir sarkıt beş altı senede oluşuyormuş. Burada da bol bol fotoğraf çekindik. Bu mağarada yüzde yetmiş oranında nem olduğu için mağara astım hastalarına çok iyi geliyormuş. Bu mağara da Cennet ve Cehennem obrukları gibi bir çöküntüymüş.

Buradan Cennet ve Cehennem obruklarını geçtik. Önce Cehennem Obruğu’na geldik. Burası oldukça derin bir obruktu. En derin noktası 128 metreymiş. Levhadaki bilgilere göre oldukça dik olan bu obruğa inmek mümkün değilmiş. Burada Zeus’a atfedilen bir hikâyenin geçtiği söyleniyor. Bir levhada yer alan şu satırları yazıma aynen alıyorum:

“Mitolojiye göre, yüz başlı, alev püskürten dev bir ejderha olan Typhon, zaman zaman Tanrıların Tanrısı Zeus ile savaşır. Bu savaşlardan birinde Zeus’u yenerek Tanrı’yı, Korykos’ta daha sonra cehennem olarak adlandırılan bu mağaraya kilitledi. Tanrılar dünyasının bir diğer önemli ismi olan Hermes, Zeus’u Pan ile birlikte bu mağaradan kurtardı ve bu kez Zeus Typhon’un peşine düştü. Typhon’u görünce Etna Dağı’nı dev ejderhanın üzerine atarak onu yerin derinliklerine hapsetti. Antik Çağın en korkulan yanardağı olan ve günümüzde hâlâ aktif bir yanardağ olan Sicilya adasındaki Etna Yanardağı’nın hikayesi de bu mitolojiyle bağlantılıdır. Bu hikayeye dayanarak belki de bu ürkütücü derinlik nedeniyle bu ismi almıştır.”

 

Burada çok kalmadık. Cennet Obruğu’na geçtik. Cennet Obruğu’nun en derin noktası 134 metreymiş ve ağız genişliği ise 200 metre civarındaymış. Bu obruğa dört yüz elli iki basamakla iniliyormuş. Bu obruğun içinde Meryem Ana Kilisesi vardı. Burada çıkan bir kitabeye göre kilise M.Ö. 1. veya 2. yüzyıla tarihlenmektedir. Kilisenin arkasına doğru mağara devam ediyordu ve indikçe içerisi daha da soğuyordu. Havadaki nem de hissediliyordu.

Cennet Obruğu insanı etkileyen bir havaya sahip. Çünkü burada insan eseri bir yapı da mevcuttu. Hristiyanlığın ilk zamanlarında burasının bir ibadet yeri olarak kullanıldığını mevcut kiliseden ve rehberimizin anlattıklarından hareketle söyleyebilirim.

Buradan sonra Kız Kalesi’ne geldik. Kaleye gidemedik. Kıyıdan seyrettik ve bol bol fotoğraf çekindik. Bu kaleyle ilgili bir efsane mevcut. Bu efsaneyi birçok defa ya okumuş ya dinlemiştim. Burada kısaca bahsedeyim. Bu şehrin kralının çocuğu olmuyormuş. Yıllar sonra kralın bir kızı olmuş. Falcının biri bir gün kralın falına bakarken yüzünün hatları değişmiş. Kral “Ne oldu?” deyince falcı, kızının bir yılan sokması sonucunda öleceğini söylemiş. Kral bu akıbetten kaçmak için Kız Kalesi’ni yapıl kızını oraya yerleştirmiş. Bir gün kızına bir sepet üzüm göndermek istemiş kral. Bu sepetin içine zehirli bir yılan girmiş ve kız bu yılanın ısırığı sonucunda hayatını kaybetmiş.

Kız Kalesi, ayrıca Cem Sultan’ın Rodos şövalyelerine sığınmadan önce kaldığı bir yer olarak da biliniyor.

Yakınımızda bir kale vardı. Bu kale Korykos şehrinin kalesiymiş. Orada yer alan levhaya göre şehir, çok zenginmiş. Tapınak, hamam, anıtsal kapılar, caddeler bakımında hayli önemli bir yermiş. Bu şehir zeytinyağı üretimiyle ünlüymüş. Burada Bizans dönemine tarihlenen on iki adet kilise mevcutmuş. Özellikle Roma döneminde şehir oldukça zengin ve hareketliymiş.

Bugün Mersin’de Silifke taraflarında kısacık zamanda çok önemli yerleri gezdik. Taşların üzerinde koca medeniyetlerin uzak zamanlardan günümüze uzanan izlerine dokunduk. Her şeyi değiştiren zaman bu yerleri de değiştirmiş ve geriye sadece kocaman bir harabe bırakmıştı. Fakat o taşlardaki işçilik, güzellik, emek, hayal, düşünce bugün de varlığını muhafaza ediyor ve o yapıları geçmiş bir medeniyetin yadigarı kılıyordu.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen