Başka Türlü Anlatır Şair Hastalığı

Cumartesi’den devam.
Hastaneden geldim, dinleneyim dedim. Benim dediğimle değil de vücudun isteği ile. Her yerim ağırlık merkezi olmuş yere doğru çekiyor.
Ertesi sabah biraz iyi hissettim kendimi.
Acil Servis’te çalışmak çok zor.
Gerçekten acil olduğu için gelenler var elbette ama başkaları da var.
Her hasta önemli, her hasta öncelikli, nedense her hasta ötekilerden daha acil. Yanlarında refakatçı gelenler de öyle.
Daha önce duymuştum, okumuştum, biliyordum. Randevu almak zor oluyormuş. O yüzden gece acile geliyormuş vatandaş. Hem de daha tenha oluyormuş. .. Bir başkası köyden şehre gelecekmiş, gece yarısı arabayı nereden bulacakmış, ambulans çağırmış bu yüzden… Doktor bile dövebilir hale gelmeyi marifet sanan, gururla anlatan insanların olduğu bir ülkede acil serviste çalışmak gerçekten zor.
Hani Einstein’e güzel bir kadın gelip “biz evlenelim, sizin aklınızı ve benim güzelliğimi alan çocuk ne güzel olur” deyince, “Ya tersi olursa” demiş ya Einstein. İyi ki doktorlarımızın kendi aklı, zekâsı var. Ya o “dövebilir hale gelen” insanların zekası doktorlarımızda olsaydı ne yapardık acaba?
Biraz yürüyebileceğime kanaat getirince evin yakınlarındaki çiçekçiye uğradım. Acil servis çalışanlara bir çiçek gönderdim. Üzerine de şuna benzer bir yazı yazdım; “Bizim gibi sıkıntılı hastalara devletin güler yüzünü gösteren güzel insanlara teşekkürle, minnetle…”
Baktım o kadar da iyi değilim. Eve geldim, yeniden yattım.
Tansiyonu ölçtüler. Yüksek olduğu için her gün iki hap kullanıyordum şimdiki hali 89/ 58 idi.
Uzun yıllardır televizyon seyretmiyorum. Sadede TRT Spor da bazen maçlara bakıyorum, daha doğrusu dinliyorum genellikle.
Akşam bir açık oturum varmış kanalın birinde, ona denk geldim.
Eskiden açık oturum dendiği zaman konunun uzmanları çıkar, ne diyecekler diye heyecanla beklerdik. Bizim bilemediğimizi gösterir, bilemediklerimizi anlatırlardı. Ben de öyle bir şey olacak diye bekliyorum.
Ekranın sol üstünde bir spiker var, sadece duruyor. Sağ üst köşede bir muhabir var, susuyor, sadece gözlerini kırpıyor.
Ekranda bir görüntü Trump, bizim Cumhurbaşkanı ile toka yapıyor. Boşta kalan eli ile de Sayın Erdoğan’ın elinin üstüne vuruyor. Ekranda ayakta bir adam, adı Abdulkadir Selvi imiş. Elinde bir sopa, sopanın ucuna sünger geçirilmiş gibi geldi. O sopanın ucunda olmayan süngerle o toka sahnesini gösterip “Bak bak bak… Nasıl da bizim Cumhurbaşkanı’na değer veriyor” diye konuşuyor. Belki bir saat o görüntü ve sopa sürdü. Sonra bir görüntü daha geldi. Yemekte Trupla aynı masada oturan hanımın asık yüzlü fotoğrafı. “Bak nasıl da asık yüzlü. Bu fotoğraf morali bozuk olduğunu gösteriyor” diyor. Nasıl da defalarca anlatıyor bu fotoğrafı, sanki yeni bir icat yapıyor. Hanımın yüzünün asık olduğunu her bakan zaten görür, bu sıradan bile olmayan görüntüyü tozlu bir yolda at arabasının dingiline konmuş sineğin arkaya bakarak “amma da toz çıkarıyorum” diye böbürlenerek anlatması gibi bir türlü aklım almadı. İsmet adında bir beyefendi var. Bir kaç kişi daha var ama açık oturum değil, fotoğraflı bir şey. İlkokul çocuklarını çıkarsak bundan çok daha güzel olur diyeceğim de çocuklara ayıp olur, mukayese bile edilmez.
İki insan toka yapar, bu eşit olduklarını gösterir. Biri diğer elini karşı tarafın elinin üstüne koyarsa ‘ben senden üstünüm’ demek olduğunu söyler. Diğeri elini karşı tarafın omuzuna ya da koluna koyarsa ben senden üstünüm, diğeri bunun üzerine karşıdakinin yüzünü okşarsa ben senden üstünüm… Bu böyle devam eder gider.
Trump bizim Cumhurbaşkanının elinin üzerine diğer eli ile bir kaç defa vurmasını “ben seni takdir ediyorum” şeklinde ifade eden Abdulkadir Selvi bu konuları ya hiç bilmiyor ya da bizi kandırdığını sanıyor. Adam resmen “ben senden üstünüm” mesajı veriyor. Bunu anlamamak için illâ Abdulkadir Sevi mi olmak lazım bilemedim. Nitekin ertesi gün Makron ile karşılaşmalarını şöyle haber yapmıştı bir haber sitesi; “Erdoğan, vücut diliyle üstünlük kurmaya çalışan Macron’un hamlesini boşa çıkardı.”
Abdulkadir Bey’i eski bürokratlarımız kabul edip hariciyedeki bu tür kuralları anlatabilir ama anlatmaya tenezzül etmezler bence. Onlara ulaşamıyorsa Nihat Aytürk Bey’in kitaplarını tavsiye edelim.
Abdullah Abi görevi icabı bu derslerden almış. Hani yemeğe gidersin bir çok tabak, çatal, kaşık, bardak olur. Ne zaman neyi kullanacağını bilmezsin. O durumda dıştan içeriye doğru kullanmaya başlayacakmışsın efendim. Bilgi olarak not düşeyim.
Bizim Rasim’in Sosyete Sofrası diye bir şiiri var.
Ankara’ya bir davete gidiyor. O dönemde bazı bankalar batmıştı ya, o sıralar işte. Davet eden de bir bankanın genel müdür yardımcısı. Paraları yemiş, kendisini beraber yemek için davet ediyor sanıyor Rasim. Rasim öğretmendi, ek ders ücretini cebine koyup gidiyor. Ama sofra sofra değil bir alem. Şöyle diyor;
“Kurulmuş masalar sosyete işi,
Her gelen oturdu binbir poz ile,
Olsaydı ortada anamın aşı,
Doyardı şu karnım belki haz ile.”
Fonda bir müzik;
“Bir sohbet başladı şubattan, marttan,
Konçerto dinledik Bach’dan, Mozart’tan,
Hiç haberim yoktu böyle bir şarttan,
Yenirmiş yemekler meğer caz ile.”
Yemeğin kendine göre kuralları var;
“Bıçaklar sağ ele, çatallar sola,
İcat edenlerin gözü körola,
Her lokmadan sonra bir saat mola,
Kimsenin işi yok burda hız ile.”
Karşısında bir hanım var kibar mı kibar. İncecik, kurşun kalem gibi.
“Çatalın ucuyla aldı tabaktan,
Silmedi boyayı pembe dudaktan,
Değmeden geçirdi dilden, damaktan,
Hap yutuyor sanki hanım doz ile.”
Masada içecek var, Rasim gazoz sanmış, içmiş;
“Boğazım yandı da dilim küçüldü,
Sinirler gerildi, damar açıldı,
Gözlerimden sanki ateş saçıldı,
Yutunca viskiyi birden buz ile.”
Tavuk varmış yemekte ama o kesmeyen bıçaklar da orada. Serde zaten köylülük var;
“Keser iken kucak kucak odunu,
Kesemedim burda tavuk budunu,
Dalga geçti erkek ile kadını,
Dürtüp birbirine şöyle diz ile.”
Rasim’in yanına da bir hanım düşmüş. Altmış beş yaşındaymış, henüz evlenmemiş, bu yıl evlenmeyi düşünüyormuş. Rasim “içimden ne acelen var. Biraz daha beklesen Allah verdiği emaneti olduğu gibi geri alacak diye düşündüm” diyordu. Bir dörtlük de onun için yazmış;
“Herkes güzelleri aldı bitirdi,
Kimisi kaldırdı dansa götürdü
Benim şansım yine kötü getirdi,
Oturdum altmışlık taze kız ile.”
Yemeğin sonunda bir hesap istemişler, ek ders ücreti bile yetmemiş;
“Rasim der ki, beni kimler getirdi,
Ben yemedim, yemek beni bitirdi,
Bütün kazancımı aldı götürdü,
Ödenmezmiş hesap burda az ile.”
Allah hepimize sağlıklı, huzurlu, mutlu bir ömür versin efendim.
Açık oturum falan seyretmemek hiç de üzülecek bir şey değilmiş, hatta ne yaparsan yap ya da boş otur bunlardan daha iyiymiş, onu da öğrenmiş oldum.
Şimdi iyiyim efendim. Çok şükür, hep şükür.
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen