Bilmek Mi?

Ah bir de şu dâüssılâ hüzünlerimiz, özleyişlerimiz olmasaydı! Öyle apansızca bir çağrışımla istila ediverir ki bütün kâinâtımızı.
O börttürücü ateşle gözü kararmamış olanımız var mıdır? O yangın haline bir derman aramadan, etrafa imdat bekler nazarlarla bakınmadan atlatabilir miyiz, o özleyişteki “yok olsaydım keşke”lerimizi?..
Bilmek bir ihtiyaç.
Kendi devam ve beka zaruretimize cevap olmak, binbir meçhul arasından sızan benliğimize dair belirsizliklere aydınlık düşürmek zaruretine dayalı bir ihtiyaç.
Yani, içinde bulunduğumuz maddî yapının bir çok gayrılarına mukabil var oluşun getirdiği tehditlere, aczlere, düşkünlüklere bağımlılığı kırmak adına bir ihtiyaç…
İşte, eksiğini tamamlama çabasında elimizdeki imkan “bilmek”!
İyi de, bilgiyi formüle ederken derdimiz hep “eksiğin tamamlanması” ise, o bilişte eksiklik duyuşunun belirleyiciliğinden nasıl kurtulacağız?
“Tam”lıkta bilme olabilir mi?
Tam’ın bilişi, neye kıyasen olacaktır?
Tamı Tam’a göre bilgileştirmek!?
Tam neden bilme ihtiyacı duysun ki?
Tam’a göre, bir başka “Tam” mümkün mü?
Eksik, o Tamlık Bilgisi’ne nasıl nüfûz edecek?
O zaman “bilme imkanımıza” ve “bilgimizin aydınlatıcılığı”na nasıl güvenebiliriz?
Eksiğin bilmesi, eksikliğinden bağımsız olamayacağına göre, o “bilgi” bize istikamet mi verecektir, yolun gidişine dâir şaşırtmaca mı sunacaktır? Parçalanmalarımızı mı hızlandıracaktır?..
İslâm’ın “O’ndan O’na” diye tarif ettiği, özetlediği hayat hikayemizin önü ve sonundaki ölçüsüz uzanımları kaale almadan, bu “aralık hayatı”mızın noksanlıklarla mümkün yapısı karşısında, derûnumuzda duyduğumuz eritici ve acıklı hüzünlere hiç mi bakmamalıyız?!.. Bu derde hiç mi devâ yoktur?
İki nihayetsizlik ve mutlak arasındaki acz ve fenâ/yokluk mâcerâmızda, bu, “noktadaki sonsuzluk” esprisiyle değerlendirdiğimiz, sayılı nefeslere rağmen uyuşturduğumuz zât cevherimize hiç mi dokunmadan tüketmeliyiz oyunu?
Başı ve sonu Hakk olan bu ölüp dirilme hallerimizi, Hakk’dan bağımsız bir nitelik ve varoluş imkanıyla farz etmeyi son ana kadar sürdürecek miyiz?
Bilme özürlü fizyolojimize rağmen bir “aydınlanma” şansımız yok mudur?
O’na rağmen ancak bir vehim olan benimiz içinden, uyuşuk cehaletlerle işlediğimiz savrukluklarımızın bir görülme, duyulma, bilinme sahnesinde cereyan ettiği gerçeği bu kadar apaçık zorunlulukken; sahi, gönlümüzü bu hakikate karşı nasıl uyutup, karanlık hücre sakinlerine dönüştürüyoruz ruhumuzu?
Yoksa…
Zerreciğe sığdırılmış âlem formülleri, bizim noksan varlığımızda da işlemekte midir?
İşliyorsa, O’nsuzlukta varlık da gayr-ı kabilse, O’na O’nunla bakmayı deneyemez miyiz?
***
“Senin ile bakayın, seni göreyin Mevlâ”
demiş iyi ki can kurtaran Yûnusumuz…
Demiş de, ah bu anlama özürlü hallerimiz… Bize hep anlama zahmetine girmeden ezber uçurucular lâzım ya!
Yazar
Sait BAŞER

Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç’ın İleği köyünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesini bitirdi. Üç yıl Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüksek öğren... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen