Göl Saatleri     

                                                                                                                                 

Yaz aylarında köye göçünce güneş yakıcı tesirini yitirip ikindiye doğru hoş bir saatte denizin yolunu tutardık. Anam elimden tutar, bazen denize çamaşır yıkamak için giderdik. Amik’te bayır aşağı denize doğru giden eski ağaçlı yolları çalılıklar kaplamıştı. Sağa sola dağılmış çalılar, çiçekler, sarmaşıklar, uzun otlar kollarını gür ağaçlar arasına uzatmışlardı. Bahçe yollarından yamaç aşağı denize giderken meyve yüklü, dalları yere sarkmış ağaçlar, kendiliğinden bitmiş yabani bahçe çiçekleri, asalak otlar arasında açılıyordu. Kavaklar, elma ağaçları, erik ağaçları, alo ağaçları ve acıcehre (ak diken) ağaçları yükseliyordu. Yosunlarla kaplı bir kayanın gözelerinden buz paresi billur bir kaynak akıyordu. Suların uğultusu arasında nilüfer yapraklarıyla yarı örtülü suları uykuya dalmış gibiydi. Kaç derviş kana kana şu içti bu gözelerden diye düşledim.

Şehrin hayhuyundan yorulmuş dimağımı (zihnimi) bir süre kırın sükunetinde dinlendirmek için koruların içinde akan dereye doğru yola revan oldum. Biraz dolaştım dağda bayırda. Bu beni küçük pencereli kerpiç evlerin buğulu penceresinden denizin karşı kırağında Süphan Dağı’nın karlı zirvesini tahayyül ettiren çocukluk günlerime alıp götürdü. Bu evin sükûnet ve yalnızlık dolu odalarında gece mehtabın denizin üzerinde kendisinin yaşaması için kurduğu dünyaydı. Evin saçaklarından damlalar düşüyordu. Bu inziva köşesinde sükûnet dünyasının ilk sakiniymişim gibi hissettim. Aylı bir geceydi. Onun ışıltılı nurlu yüzünü aydınlık bir bahçe içinde hatırlıyorum.

Bağlarda gün bitti. Güneş denizi ışık ve altın yağmurları içinde kavurarak Süphan Dağı’nın ardına gömülüp gitti. Denizin kırağına köyün mağrip saatlerinin büsbütün sessizliği çöktü. Akşam ışıkların yandığı saatlerde küçük pencereli evin giderek seyrekleşen bahçesinde gölgeler birbirine ulandı. Tepelerde gün sessizce ağardı. Bu sessizlik emsalsiz bir gönül musikisi gibi varlığımı sardı. Beyaz badanalı evin camlarında akşam ışıkları insana huzur vaat eden geçmiş zaman masalına karıştı. Gece iyice çöktü. Ne denizin parıltısı kaldı ne de kalenin. Sessiz sedasız odalarda lambanın seyrek, dermansız pırıltısıyla duvarlarda hayalet gölgeler oluştu. Bu yerlerde bir zaman ruhlara dolan o sesleri, kokuları hatırladım. Eski zaman evinde her zaman mis gibi çarşaflarda uyanılır, sabun kokuları arasında arka tarafta dağ yeşilliğine bakan odanın penceresinden kuş sesleri gelirdi.

Köyün gecesinde ay ışığı yine bin hazla parlıyordu. Sanki bütün güzellikler onun ruh ikliminde yetişmişti. Onun ümmi fakat öyle iman etmiş samimiyetindeki zengin ruhu, üzerinde taşıdığı hazineleri fark etmeyecek kadar sade ve samimiydi. Bilmeden şiir yazması gibi, onun sözleri, sükûtları, tavrı, tarzı bilmeden durmadan her şeyi şiirleştiriyordu. Onun kalbinin iyiliği yüzüne vurmuştu. O, her akşam bu ezanî saatlerde güneş sulardan çekilirken nurlu nazarlarla şükrederdi. Bu eski evin olgun sükûtu onun derin nefesini, ruhunu sayıklıyordu! Yıkılan bu duvarları söyletmeği ne kadar isterdim

Yazar
Sait EBİNÇ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen