Dün bir çıra fotoğrafı koymuştum. Arabada, işyerinde bir kıymık durur, ondan bahsetmiştim.
Ayça Akçay Hanım’ın bir kitabı var, Edebiyatçı Gözüyle Sözün İzinde. Dil ve hikayelerini anlatmış. Marmara Adasından toplanan çıraların reçinesi bolmuş, o yüzden kullanılırmış “Marmara Çırası Gibi Yanmak.”
Atalarımıza göre ateş, temizleyici imiş. Ocak, aileyi temsil edermiş. Baba ocağı, asker ocağı, aile ocağı vs ateşin kutsiyeti ile ilgiliymiş. Ateşin sönmesi de iyi değilmiş tabi. Beddua olarak kullanılırmış “Ocağın Sönsün” diye.
Gelen elçilerin de, huzura çıkarken ateşin altından geçirildiğini okumuştum. Düğünlerimizde de bu gelenek devam ediyor gerçi.
Ayyuk, göğün en yüksek yeri imiş de ondan “ayyuka çıkarmış” bazı şeyler.
Yıldızlara iki şekilde bakılabilirmiş; ya oldukları şekilde ya da olmasını istediğimiz şekilde.
Uğur kelimesi eskiden yol anlamına geliyormuş.
Servi ağacı topraktaki iyonları daha fazla emme özelliğine sahipmiş. Mezarlıklarda bol miktarda amonyum açığa çıkarmış. Bitkiler tarafından temizlenmezse ya da bakteriler tarafından nitrata çevrilmezse havaya karışır, soluyan canlılar için zararlı olurmuş.
“Bağın Sağ Olsun” esasında “Başın sağalsın” demekmiş. Baş sözcüğü eski Türkçede “yara” anlamına gelmekteymiş. Sağalmak da sağlığa kavuşmak, iyileşmek mânâsında imiş.
“Elinin Körü”nün aslı da “Ölünün gûr”u imiş, “gûr” Farsça mezar, kabir anlamına geliyormuş.
Nankör insanlar da iyi değilmiş. Okuduğu bir sözü yazmış Ayça Hanım; “Bir insan huysuzsa idare edin, cahilse yol gösterin, sinirliyse sabredin ama nankörse yol verin.”
Çeşm, Farsça “göz” demekmiş. Çeşme de oradan gelmiş. “Göz gibi olan şey, pınar, göze” anlamında kullanılırmış.
“Dil deniz söz kıyı” diye başlamış kitaba Ayça Akçay.
Kıyı ve denizi yazmaya çalıştığım bir şiirde kullanmıştım;
“Kıyı, denizden öncedir,
Son varılan yol incedir,
Kuşun sesi kendincedir,
Şu sazın çaldığı nedir?
Kıyı ten, deniz can dı burada.
Su, bizim için önemliydi. Ateş yakmak için ağacı büyüten, hem de söndüren. Türk mitolojisinde hayatın başlangıcında olan temel güç. Yaradılış Destanı’nda anlatıldığı üzre başlangıçta sadece “su” varmış. Orhun Anıtları’nda geçen “yer- su” ( yer- sub) Türklerin koruyucu ruhu imiş.
Gidenin arkasından su dökülürmüş, su gibi, kolayca, hiçbir engelle karşılaşmadan git, gel diye.
Vefat edenlerin mezarının üstüne de su dökeriz.
Bir şiirde şöyle demiştim;
“Yer ve sular sahipliydi bilirdim,
Al şafaktan gün batıya gelirdim,
Kubbe kubbe sevda olur kalırdım,
Yaprak yaprak güz döktüğüm yerdeyim.”
Günümüz akşamlıydı bizim. “Dün doğduk, bugün ölürüz”dü. Amma günümüz de akşam başlardı. Yerde hep sınırlı olanlar vardı. Masa, koltuk, para, “elimizde severek taşladığımız cam parçaları.” Gökte ise sonsuzluk… Ad verirdim geldiğim yerlerden geldiğim yerlere.
“Her akşamda yeni güne başlardım,
Ak köpüklü denizleri düşlerdim
Kara yere gök maviyi işlerdim,
Mekân mekân ad taktığım yerdeyim.”
…
Edebiyatçı Gözüyle Sözün İzinde- Ayça Akçay- Literatür Yayınları
***
Mehmet Ali KALKAN