Havayı nefis kokularıyla dolduran mor çiçekler açmıştı koca dağın yamaçlarında. Ilık yel yaprakları okşayarak geçiyor, o güzelim kokuları çok uzaklara taşımak, canlıyı, cansızı, her zerreyi dahi mutlu etmek istiyordu sanki.
Gök parlak, engin bir mavi ile sırlarını hemen söyleyecek gibiydi, bir iki küçük, sevimli beyaz bulut da adeta gülümsüyordu.
Ama… Ama dağın zirvesine doğru deli gibi koşan gencecik kız bu güzelliklerin hiçbirinin farkında değildi. Korku ile arkasına bakıyordu. Acaba o saldırgan adam o huysuz atıyla peşinden geliyor muydu?
Koşmalıydı, daha hızlı, çok daha hızlı koşmalı, dağın tepesine, atın çıkamadığı yere ulaşmalıydı. Bütün gücünü sarf ederek bir müddet daha tepeye doğru tırmandı.
Artık nefes nefese idi. Bir adım atacak hali kalmamıştı. Yere çöktü. Alnında biriken terleri tülbentiyle sildi. Ağzı kurumuş, boğazı yanmaya başlamıştı.
Düşündü: Tükenen gücünü toparlamalı ve hemen saklanmalı idi. “Ama nasıl,” dedi kendi kendine. “Saklanmaktan başka çarem yok. Ama nasıl?”
Etrafına bakındı. İleride büyük bir kaya gözüne çarptı. Aklına gelen düşünce ile inleyerek ayağa kalktı. Hemen üzerine tırmanmalı, dört bir yana bakmalı, can düşmanının nerede olduğunu görmeliydi.
Son gücünü toplayarak kayaya tırmandı. Aşağıya bakınca bir an dondu kaldı. Adam tırısa kalkan atıyla hızla kendine doğru geliyordu. Hemen saklanmak istedi. Sindi, kayadan aşağıya inmeye başladı.
Ama adam onu görmüştü. Atını kayaya doğru sürdü. Kız da tekrar sarsak sarsak koşmaya başladı. İki kaya daha aştı. Ama ayağı koca bir taşa takıldı. Ağzının üstüne, yere serildi. Kalkmak istedi. Kolları sözünü dinlemedi, bütün vücudu hamur gibi gevşedi. İçi geçer gibi oldu. Uykusu geliyordu sanki.
Tam o sırada o sesi duydu:
“-Kızcağızım! Ne oldu? Neden kaçıyorsun?”
Zorla gözlerini açtı. Hayal meyal bir kadın gördü. Ağlamaya başladı, son gücüyle mırıldandı:
“-Allah’ım! Çok şükür sana! Yalvarırım, sakla beni! O canavar peşimde.”
Karşısındaki uzanıp elinden yakaladı onun. Yavaşça ayağa kaldırdı. Fırtınaya tutulmuş yapraklar gibi titreyen kızın güzel, yeşil gözlerinde mekân tutmuş deli korkuyu, yanağındaki kanayan kirli yarayı görünce omuzlarından tutup telaşsız, ama hızla konuştu:
“-Korkma, hiç korkma. Şimdi beni dikkatle dinle! Yüce Rabbimin izniyle seni kurtaracağım. Ama önce gözlerini bağlayacağım. Az sonra bir merdiven başında bulacaksın kendini. O zaman gözlerindeki bağı çöz. Basamaklardan in. İki kurt yavrusu seni karşılayacak. Korkma. Onlardan zarar gelmez. Yere otur, beni bekle.”
Hemen kızın beyaz tülbentini çekti, gözünü bağladı. Birkaç metre ileride bulunan gizli mağaranın kapısını kilidini kullanıp açtı. Dönüp kızı kucakladı. Üç beş adımda oyuk kapıya ulaştı ve zayıflıktan kuş kadar kalmış genç kızı içeri bıraktı.
Mağara kapısı hızla kapanırken o vızıltılı sesi duydu. Ardından kayanın ardından iri, güçlü, kuvvetli kurt belirdi.
Onu görünce gülümsedi, sevgiyle konuştu:
“-Gel annecik. Ben şu kayaya oturayım. Sen de arkama, şu gölgeliğe geç. Sesini çıkarma, görünme. Biri geliyor. Pek de hayırlı biri olmasa gerekir.”
Hızla mağara kapısından beş-on metre uzaktaki kayaya çıkıp oturdu. Ucunda fosforlu çakmak taşı olan uzun, kalın, beyaz söğüt sopasını eline aldı. Kurt da onun arkasına gizlendi. Kulaklarını dikti, dinlemeye başladı.
Az sonra ileride bir atlı belirdi. Tırıs giden atıyla bir tümseği çıktı. Onu görünce ellerini alnına siper edip kayaya doğru dikkatle baktı. Yüzünde önce şaşkınlık sonra sırnaşık bir ifade belirdi.
O da adama bakıp “güzelim bahar gününde bu tuhaf adam da kimdir, bu yavrucağı neden kovalar?” diye düşündü. “Kaçan gariban bu adamın kızı olsa arkasından gelenin babası olduğunu söylemez miydi? Görelim bakalım, altından ne çıkacak!”
Adam orta yaşlı, iri yarı, kır sakallı, ablak yüzlüydü. Hava sıcak olmasına rağmen üzerinde ceket, başında kirli şapka vardı. Sürdü atını, birkaç metre kala durdu, onu tepeden tırnağa süzüp konuştu:
“-Hey kadın! Buralarda koşan bir kız gördün mü?”
Adama cevap vermedi, sessizce sinirlenmesini bekledi. Gerçekten de adam bu sessizliğe hiddetlendi. Hırsla konuştu:
“- Cevap versene be kadın! Yoksa ahraz mısın, sağır mısın? Buralarda koşan, kaçan bir kız gördün mü?”
Yavaşça başını çevirip birilerini arar gibi sağa sola baktı. Sonra gözlerini adama dikti, sorusunu buz gibi bir sesle cevapladı:
“-Hangi kızdan bahsedersin bre Âdem oğlu? Bu topraklarda pek çok kız koştu, koşuyor, koşacak. Sen hangisini sorarsın?”
Adam şaşkınlıkla baktı ona. “Ya esrik bu kadın ya da benimle alay ediyor” diye düşündü. İşi şakaya vurmak, karşısındakini ölçmek istedi:
“-Nasıl kızlar? Buralarda, bu dağ başında peri kızları mı koşuyor?”
Yüzünü daha da ekşitti, sesini daha da sertleştirdi:
“-He ya! İster peri de ister başka şey. İster sarışın de ister yeşil, mor gözlü, mavi saçlı, kırmızı gözlü, yeşil yanaklı, boy boy, renk renk kızlar dolaşır burada. Sen hangisini söylüyorsun Âdem oğlu?”
İçinde hafiften bir ürküntü hissetti adam. “Belli ki aklını uçurmuş. Yoksa bu dağ başında ne işi var” diye düşündü. “Kısa keseyim de ne biliyorsa onu öğreneyim.”
“-Benim aradığım beyaz tülbentli, ufak tefek bir kız. Yeşil gözleri var. Onu eve götürmem lazım,” diye konuştu. “Kaçtı da. Burada kurda kuşa yem olur maazallah.”
Derin bir şüphe gelip yüreğinin başına kondu. Dikkatle adama bakıp tekrar sordu:
“-Niye kaçtı? Senin kızın mı ki peşinden koşarsın? Eğer yaramaz biri ise, hırsız ursuzsa niye zaptiyeye haber vermezsin de bu tekin olmayan dağın başında tek canınla yeşil gözlü kız ararsın? Esas kurt sen olmayasın? Yok yok! Yanlış dedim, pek kurda benzemiyorsun. Esas çakal sen misin yoksa?”
Adam bu sözler karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadı. Sonra hırsından kıpkırmızı kesildi. Bağırmaya başladı:
“-Haddini bil be deli kadın! Sana bir soru sorduk. Sen kime çakal diyorsun. Hem de bu dağın başında, tek başına ha?”
Düşündü: “Biraz daha kızdırmalı ki korkutması kolay olsun.”
“-Tek başıma mı? Yok, yok! Çok yanılıyorsun. Sensin tek başına olan. Üstelik koku almış çakallara benziyorsun.”
Daha da hiddetlendi adam, bas bas bağırdı:
“-Sen ne diyorsun be edepsiz kadın! O kayanın başında seni paramparça ederim de kimseler duymaz! Canına mı susadın sen? Bir yumrukta leşini yere sererim. Şimdi yettim yanına!”
Adam hemen atından inmeye karar vermişti ki kadın elindeki söğüt sopayı kayaya hızla vurdu. Ucundan çıngılar dört bir yana yayıldı ve sopanın ucu ışıl ışıl parlayıp uzamaya başladı.
Adam neye uğradığını şaşırıp sopaya hayretle bakarken, onun sesini duydu:
“-Geri dur destursuz Âdem oğlu! Sakın inme o attan. Ölümüne mi susadın sen?”
Ama bu sözler adamın toparlanmasına sebep oldu. “Kim oluyor bu deli cadı,” dedi kendi kendine. “Temiz bir dayağı hakketti. Kamçımla şu elindeki sopayı alıveririm… Göz boyaması bir şey olmalı. Onu düşürdüm mü cadıyı ayağımın altına almam kolay. Kızı da görmüştür muhakkak. Deli numarası yapıyor. O akıllı bakışlarından besbelli.”
Hızla karşısındakini tekrar süzdü. Yaşı belli değildi. Toprak rengi cübbemsi elbisesi öyle genişti ki elleri, ayakları görünmüyor, başına sardığı örtü de hiçbir baş örtüye benzemiyordu. Söğüt sopayı gözden geçirdi. Heybedeki kamçısından daha kısaydı.
Tam kamçıya hızla elini atmıştı ki kadının arkasından iri yarı bir kurt çıktı, bir zıplayışta adama ulaştı, kamçıyı kaptı. Getirip kadının ayaklarının dibine attı, orada durdu. Adama dişlerini gösterip hırlamaya başladı.
Kadın eliyle kurdun sırtını okşadı, hayvan sakinledi.
Kurdu gören at kişneyerek şaha kalktı. Dehşetten donmuş bir halde kalıveren binicisini az daha yere vuracaktı. Başındaki şapkasını düşürdü. Geri dönüp dört nala kaçmaya başladı.
Atın üstünde yuları elinden kaçırmamaya çalışıp sağa sola sallanan, düşmemek için büyük gayret sarf eden adam dehşetli bir korkunun tam ortasına düşmüş bir vaziyette dualar okumaya çalışıyor bir yandan da bağırıyordu:
“-Rabbim, koru beni! Canı cehenneme kızın da. Köye yetişeyim bir an evvel, üç keçi kurban edeceğim. Allah’ım koru beni! Demek ki boşuna dememişler bu dağ boş değildir, uğramamak lazım diye…”
Çılgın bir hızla koşan atın arkasından baktı bir müddet. Ardından kurdun başını okşadı:
“-Haydi o zavallı kıza bakalım,” dedi hüzünle. “Korkusunun hikâyesini dinleyelim.”
Az sonra mağaranın içineydiler. Zavallı kızı gözlerini çözmüş, iki iri kurt yavrusunun arasında hiç sesini çıkarmadan oturur buldular.
Kız onları görünce ayağa fırladı. Titreyerek sordu:
“-Ben…Ben neredeyim? O adam… O adam gitti mi?”
Gülümsedi ona:
“-Bir daha gelmemecesine gitti. Değil buraya gelmek, dağın kenarındaki ormana uğramaz. Gel şimdi benimle. Bir şeyler yiyelim, içelim. Dinlen az. Sonra bana şu adamla olan derdini anlat.”
Kocaman mutfağa kandilleri yaka yaka gittiler. Kız büyük bir şaşkınlık içinde olanı anlamaya çalışıyor, iki yavru kurdun arasında, onun arkasından korka korka gidiyordu.
Büyük bir taş masanın etrafında toplandılar. Önüne konan, hiç bilmediği yemeği ve ışıl ışıl suyu görünce şaşkınlıkla sordu:
“-Neresi burası? Başka bir aleme mi geldim ben. Zavallı annemin anlattıkları gibi.”
Anne kurt onu anlamış gibi derin bir hışırtılı nefes aldı. Ona merhametle baktı. Ardından önüne konan yiyeceği yemeğe başladı. Yavrular kuyruklarını sallayıp önlerine konan çanaklarına uzandılar.
Genç kıza baktı. İçi acıdı. Yüzü gözü toz, toprak içindeydi ve yanağındaki kirli yaradan sızan kan boynundan aşağı ince bir kırmızı çizgi halinde iniyordu.
“-Yavrum,” dedi hüzünle. “Yemekten sonra şu yarana bir bakalım. Güzel yara merhemlerimiz var. İnşallah sana da iyi gelecektir. Nasıl oldu bu yara?”
Kız birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O kadar büyük bir acıyla göz yaşı döküyordu ki omuzları sarsılıyor, bütün vücudu deprem geçiriyor, saç telleri bile titriyordu.
Kızın haline bakıp hiçbir şey sormayıp beklemeyi tercih etti. Kurt da iki yavrusu da yemeği kestiler, ona bakmaya başladılar.
Bir müddet sonra kızın hıçkırıkları sessiz göz yaşlarına döndü. İç çekerek konuşmaya çalıştı:
“-Bu yanağımdaki yarayı o adam… O adam bıçağıyla yaptı. Ahırda hayvanlarına yem veriyordum. Birden üstüme çullandı. Bir eliyle ağzımı kapatmaya çalıştı, boynunu ısırdım. O da sustalıyla yanağımı kesti. Ama ayağa kalkamadı. Kaçtım ahırdan. Köyden de kaçıp saklandım. Sonra geceleri köyden yiyecek çaldım. Sıkıldıkça da yaramın kabuklarını yoldum.”
Şaşırdı ve çok üzüldü. “Ah insanoğlu kötülüğünün sonu yok,” diye düşündü. “Şu gencecik kızın şu zayıf bedeninden ne istersin be ahlaksız adam. Hazır yakalamışken sana söğüt sopamla güzel bir dayak atsaydım. Şu hale bak, yavrucak perişan olmuş.”
Uzandı, çenesinden tuttu, yanağına dikkatle baktı. Sonra sevecen bir sesle konuştu:
“-Yavrum, yemeğini bitir. Şifalı suyunu da iç. Sonra sana bir oda bulalım. Üstünü değişelim. Yarana merhem sürüp kapatalım.”
Yemekten sonra yatak odasının bitişiğindeki odaya bakınca sevindi. O odada da çalışır vaziyette olan küçük bir hamam vardı.
Kızcağız ışıltılı kurnayı hayranlıkla seyretti ve hüzünle mırıldandı:
“-Galiba yine rüya görüyorum… Olsun… Hiç olmazsa rüyalarda huzurluyum, rahatım…”
Ilık suyu çok hoşuna gitti. Ne kadar zaman yıkandığını bilemeden, bazan ağlayıp inleyerek bazan şükrederek köpüren otlarla kumral saçlarını yıkadı, bütün vücudunu da.
Düşündü sonra: Kaç zamandır yıkanmamıştı. Hatırlayamadı. Kaçmaktan, gece kuşları gibi dolaşmaktan, yakalanmak korkusuyla yer değiştirmekten fırsat bulup yıkanamamıştı. Kim bilir nasıl kokuyordu.
O an annesinin sözleri geldi aklına:
“-Gül kokulu güzel yavrum. Yaseminler gibi kokan meleğim.”
Gözleri doldu.
“-Ah anacığım,” diye inledi. “Bilsen başıma neler geldi. Ah, ben de seninle ölseydim.”
Üstüne kalın keçe serilmiş taş karyolaya bırakılan kıyafetleri ve havluyu götünce alıp kokladı. Tuhaf ama bir o kadar da güzel kokuyu derin derin içine çekti.
Çıkardıklarını eline alınca ne kadar kötü koktuklarını fark etti. Yine annesi aklına geldi.
“-Bak, buraya işlemeli gömleklerini koydum. Katla, yüklüğün içindeki bohçaya koy güzel kızım. İçine de lavanta serptim. Mis gibi kokacak.”
Dışarı çıktığında şaşırdı. Kurt ve yavruları onu bekliyordu. Yavrulardan biri onun eteğini tutup çekiştirdi. Onu raflarla dolu büyük odaya götürdü.
Kızın yüzüne bakınca şaşırıp gülümsedi. Yıkanınca onca zayıflığına rağmen duru güzelliği ortaya çıkmıştı. Neşeli olmaya gayret ederek konuştu:
“-Oh, misler gibi olmuşsun. Sıhhatler olsun. Gel otur karşıma, yarana bir bakalım.”
Raflardan ana kurdu iyileştirdiği merhemleri buldu, dikkatle kabukları açılan yarayı temizledikten sonra merhemleri sürdü. Temiz bezle çenesinin altından, başının üstünden dolaştırıp sımsıkı bağladı.
“-Çok sürmez, iyileşir. Ama sakın elleme. Canını sıkan her şey dünde kaldı say. Olur mu güzel kızım?”
Elindeki yırtık dökük kıyafetleri görünce onu mutfağın yanından geçen uzun sarkıt ve dikitlerle dolu yolun sonuna götürdü. Zemindeki kocaman ışıltılı, iri taşı geriye itti. Altından çok derin bir kuyu göründü. Dibinde uzun dilli alevleri parlayıp coşan büyük bir ateş yanıyordu.
Kıza dedi ki:
“-Bak yavrum. Burası çöp kuyusu. Kirli olan her şey burada temizleniyor. Odalarda bulunan tuvaletler de buraya bağlı. Ama bu ateş hiç sönmüyor. Üzerine gelen kirli suları da bütün kirleri de temizliyor. Haydi at şimdi o kirli elbiselerini, dünde acı, keder adına her ne yaşadınsa bununla birlikte yok olduğunu kabul et.”
Kız titreyen elleriyle o kuyuya kirli, yırtılmış, kimi yerleri yamalı giysilerini yavaşça attı. Farkında değildi ama göz yaşları akmaya başlamıştı. İçini çekerek fısıldadı:
“-Ah ne çok acı çektim ne çok… Ama hepsini unutmak istiyorum. Keşke o çektiklerim bir kirli elbise olsa da şu ateşte yansa, yok olsa.”
Uzandı, gencecik kıza şefkatle sarıldı. Annesinden sonra ilk defa huzur dolu bir sevgiyle kucaklanmış olan kız o sevgi dolu anın hiç bitmemesini dileyerek gözlerini sımsıkı yumup öylece daldı gitti…
Yavru kurtların ayaklarına sürünmesiyle gerçeğe döndü. Neredeydi şimdi? Bu iyi kalpli kadın kimdi? Bu yeri bulurlarsa hali ne olurdu? Hepsini gözyaşları içinde sordu.
Kızın endişeden bunalan yüzüne baktı beş on saniye. Ardından dedi ki:
“-Say ki burası başka dünya. Kimsenin bulamadığı, bilemediği bir yer. Bir huzur yuvası. Böyle bir yerde yaşamak istemez misin?”
Kız hıçkırdı:
“-Ah! Ölene kadar isterim. O lanet olası adamdan da o yere batası evinden de o zalimlerle dolu köyden de nefret ediyorum.”
Ardından büyük bir endişeyle onun ellerine sarıldı:
“-Beni o canavarın tırnaklarına bırakmazsın değil mi? Hayatım onun yüzünden hep korkuyla geçti.”
Ertesi gün, sonraki gün, daha sonraki gün kız sadece ya uyudu ya da ellerini çenesine dayayıp öylece durdu, uzun uzun düşündü.
Sonunda kızın ışıltılı odasına gitti. Yan duvardaki kandili yaktı. Sessizce taş yatağa oturdu. Yüzüne dikkatle bakınca uyuduğunu sandığı kızın sessizce ağladığını gördü.
“Artık konuşması şart,” dedi kendi kendine. “Konuşması, içindeki zehri boşaltması gerekiyor. Yoksa o zehir yavrucağı yiyip bitirecek.”
Yavaşça omuzuna değdi. Kız başını çevirdi, yaşlı gözlerle ona baktı.
“-Yavrum, dedi yavaşça. Kendi kendine konuşmak yorar insanı. Hep susmak da hep kendi yüreğinle konuşmaktır aslında. Yüreğini yer, bitirir. Deli rüzgârlara bağırarak anlatmak, suya fısıldamak, sazlıklara söylemek, toprağa ünlemek, dağlara seslenmek, her neyse, konuşmak gerekir işte. Rahatlatır insanı. Gel konuşalım azıcık.”
Kız sızlandı:
“-Ben… Ben cahil bir köylü kızıyım. Ne diyeceğimi bilemem. Nereden başlayacağımı, önce neyi söyleyeceğimi de…”
“Gel önce yanağına bakalım, merhemini tazeleyelim. Sonra havuz kenarında oturur, şifalı sulardan içer, dertleşiriz, olur mu?”
Önce kızın yanağındaki yarayı açıp baktı. Sevindi. Hemen pansumanı sardı. Kıza sevinçli haberi verdi:
“-Yaran çok iyi. Beklediğimden hızla iyileşiyor. Çok yakında bu sıkıntıdan kurtulacaksın. Haydi şimdi havuz kenarına gidelim.”
Kız irkildi, gözleri korkuyla açıldı:
“-Dışarıda mı, dedi korkuyla. Olmaz! Ben… Ben dışarıya çıkmam! “
Havuzu anlattıkça kız gülümsedi, hayallerindeki parlak, tertemiz sulara benzetti, çocukluğunun deresine, annesinin dizine yatıp güneş ışığının küçük dalgalarında gezinip bin bir rengi gösterdiği o nazlı, şırıltılarla akan deresine…
Merdivene doğru yürürken kız hayranlıkla etrafı inceliyor, her gördüğüne şaşkınlık ve hayranlıkla tekrar tekrar bakıyordu.
Yavaş yavaş basamaklardan indiler. Mağaranın o görkemli havuzunun başında oturup ayaklarını suya soktular. Küçük su dalgalarında olağanüstü renklerle raks eden ışıltılara, sarkıt ve dikitlere hayran hayran baktı genç kız:
“-Ah sevgili annem, dedi hasretle. Ne çok severdi beni. Ara ara köyün kenarındaki dereye, söğüt ağaçlarının sıkça olduğu kıyıya giderdik. Dizine yatardım. Saçlarımı okşardı. Bana hafif sesle masallar anlatır, türküler söylerdi.”
Yüzüne dikkatle baktı kızın. Orada masum hayallerin, tertemiz hasretlerin ve saf sevgilerin neredeyse elle tutulacak kadar gerçek hallerini gördü, gözleri doldu, yüreği burkuldu. Kendisi böyle bir gerçekliği neredeyse hiç yaşamamıştı. Sadece ninesi vardı sevgi, şefkat adına gönlünde kalan. Ama hemen toparladı kendini. Şimdi esas olan şu karşısındaki kızın sıkıntılarını çözmek, onu rahatlatmaktı.
Yavaşça sordu:
“-Sonra ne oldu? Annenin türkülerine, dereye ne oldu?”
Neredeyse fısıltıyla, hüzün dolu bir sesle konuştu kız:
“-Ah neler olmadı ki! Dört erkek kardeşin en küçüğü, onların ufacığı, annemin tekne kazıntısı idim. Babamın yeşillisi idim. Tek yeşil gözlü bendim evde. Babamın ninesi de yeşil gözlü imiş. Küçük ağabeyimden on sene sonra doğmuşum. Sekiz yaşına kadar güzel bir rüyada yaşadım. Sonrası felaket!”
Kendini tutamayan kız hıçkırdı. Göz yaşlarını elinin tersiyle silip kendini konuşmaya zorladı:
“-Toprağımız yoktu. Fakir sayılırdık. Ama babam, ağabeylerim hepsi çok çalışırdı. Ortakçılık yapar, gül gibi geçinir giderdik. Büyük ağabeyimi de bizim gibi yarıcı olan komşumuzun kızıyla nişanlamıştık. Bağ bozumunda düğünleri olacaktı. Ama…”
Bu defa ağlamasını durduramadı. Hıçkırıkları mağarada tuhaf bir yankı yapıyor, sanki mağara da onunla birlikte göz yaşı döküyordu.
Uzandı, gencecik kıza sarıldı. Kız da başını onun göğsüne koydu, tam kalbinin üstüne. Kız o kalp atışlarında sanki annesinin fısıltısını duydu:
“-Meleğim, say ki yanındayım, say ki seni saran o sevgi dolu kollar benim. Hüzünleri, acıları dünde bırak yavrum. Anlat, susma. Susma ki yüreğinde zehir kalmasın.”
Tekrar yavaş yavaş konuşmaya başladı:
“-Düğüne bir hafta vardı ki sabaha karşı korkunç bir uğultu ile uyandım. Evimiz beşik gibi sallanmaya başladı. Yataktan fırlayıp anneme koşmak istedim. Ama ayakta kalamadım. Babamın sesini hiç duymadım, annemin de. Büyük ağabeyim uzun zaman bağırdı “yardım eden yok mu” diye. Ben de çok bağırdım. Ama gelen giden olmadı.”
Derin bir iç çekip sözlerine kesik kesik devam etti:
“-Gözlerimi bir çadırda açtım. Başımda sargı vardı. Yeşil gömlekli bir adam bana acıyarak baktı. İyi olduğumu, başımdaki yaranın önemsiz bir sıyrık olduğunu, bana annemin teyzesi olan bir ninenin sahip çıktığını, artık onlarda kalacağımı söyledi. Çıktı gitti. Küçücük bir kız çocuğu idim. O kadar şaşkındım ki durmadan annemi, babamı, ağabeylerimi soruyordum. Ama hiç kimse beni duymuyordu. O nine beni almaya geldiğinde şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Hiç görmediğim bu kadına “ninem misin” diye sordum. Cevap vermedi. Beni süslü at arabasıyla götürürlerken köyümü gördüm. Yıkılmadık ev kalmamıştı. Bazı evlerden dumanlar tütüyordu. Yollarda hayvan ölüleri vardı.”
Hiç sesini çıkarmadan kızı dinliyor, susacak diye nefes almaktan bile korkuyordu. Kız bazen inliyor, ah çekiyor, bazan da hınçla konuşuyordu:
“- Neredeyse bir gün süren at arabası yolculuğundan sonra ninenin evine geldik. Sırtını dağa dayamış üç katlı ev çok güzeldi. O güne kadar hiç böyle güzel ev görmemiştim. Ben şaşkın bir hayranlıkla ev ile etrafındaki ağaçları, çiçekleri seyrederken arabayı süren suratsız adam beni elimden tutup aşağı çekti, yürümemi beklemeden sürükledi, iyice azarladı. Nine de arkadan geliyordu. İçeri girince başka bir kadının önüne itti beni. “Yeni hizmetçin” dedi. “Bizim ortakçının kızı. Evden bir bu kurtulmuş. Babasının borcunu ödesin. İhtiyara bu baksın. Yaşı küçük ama getir götür işlerini yapar. Kimi kimsesi de yok. Bilirim, sen adam edersin onu.”
Yavaşça doğruldu kız, başını yukarı kaldırıp pembe, yeşil, kum renginin birbirine geçtiği harika sarkıta baktı. Kristalleşen dikitlerden gelen kederli ışık demeti kızın yanağından aşağıya doğru süzülen gözyaşında parlayıp hemen söndü.
Kız sustu bir müddet gözlerini yumup. Konuştuğunda sesi hınç doluydu:
“-Meğer babamın tarlasını ortağına ektiği adammış bu baş belası. Ben sözlerini duyunca o küçük aklımla artık ailemi, annemi bir daha göremeyeceğimi anladım. Avazım çıktığı kadar bağırıp ağlamaya başladım. Kapıdan çıkmak istedim. Ama adamın tokadı yüzümde patladı, dudağımı yardı. Kan içinde kalıp yere serildim. Bir tekme de karnıma yedim. Nefesim kesildi. Ben yerde kıvranırken kadın da kolumdan tutup havaya kaldırdı beni. Bağırır, ağlarsam beni öldüreceğini söyleyip silkeledi. Birkaç gün evvel annemin küçücük kuzusu olan ben o gün cehennemin ortasında buldum kendimi. İhtiyarın odasında yere iki minder koydular. Üstüne de bir keçe… Yıllarca orada uyumaya çalıştım ben. Sadece onun hizmetçisiydim güya. Ama gündüzleri o cadı kadının da bütün dediklerini yapmak zorundaydım. Küçücük bedenimle kendimden çok ağır odunları taşıtıyordu bana. En kirli, yanmış tencereleri ovalayıp temizletiyordu. Evin erkekleri akşam eve gelirken kadın beni ihtiyarın odasına gönderip kapıyı da kilitliyordu. Yıllar ağır ağır geçerken yapmayı beceremediğim işler yüzünden bir ton dayak yiyordum. Küfürler de cabasıydı.”
Sustu sonra. Başını öne eğdi, bir müddet düşündü. Ardından yine fısıltıya yakın bir sesle sordu:
“-Söyle bana Ana, bütün bunları hakketmek için ben ne yaptım, suçum neydi ki?”
İşte o an dondu kaldı. Kıza hiçbir şey söyleyemedi. Oğlunun ölümünden bu tarafa kimse kendisine “ana” dememişti.
Son sözler kulaklarında çınladı. Ama en çok da “ana” sözü. Kendisine öyle geldi ki kulağında çınladı o aziz söz, sonra mağaranın bütün sarkıt ve dikitlerinde, sonra dünyada, sonra evrenlerde yankılanarak devam etti bir müddet, sonunda yavaş yavaş hüzünle son buldu.
Ne kadar zaman geçti, bilemedi. Telaşlandı, kız fark etmiş miydi? Yüzüne baktı, kız hâlâ kendi acılarının insafsız denizinde boğulmamak için çırpınıyordu.
Endişeyle konuştu:
“- Sen… Yavrum, sen bir melek kadar tertemizsin. Neden senin suçun olsun? Sen bir tomurcuk gülsün, niye bunları hakkedesin ki. Ama zaman denen o bilinmezde kim bilir ne dengeler ne sırlar vardır. Bu sırları çözebilmemiz için o zamanı geçirip geriye bakmamız, değerlendirmeyi o vakit yapmamız gerekiyor. Çektiğin bu acılar bakalım neyin sebebidir? Şimdi bilmiyoruz. Ama mutlaka gelecekle ilgili bir yolun adımlarıdır bunlar. Yavrum, hiçbir şey tesadüf değildir. Bakalım senin hayat çizginde hangi sırları birlikte çözeceğiz benim meleğim!”
Kız hıçkırıp onun ellerine satıldı:
“Annem de bana meleğim derdi. Ne olur, sen de bırakma beni. Ölme, sen de ölme olur mu?”
Kızın gür saçlarını okşadı ve düşündü: “Şimdilik bu kadar yeter. Daha fazlası fazla olur. Biraz eğlenelim.”
Yavaşça omuzuna dokundu. Gülümseyerek dedi ki:
“-Ürkme hayattan. Birgün ben de sana başımdan geçenleri anlatırım. Hem ölümden de korkma o kadar. Düşün, hiç ölmeyen var mı? O zaman ölümü de bir kapıdan öteye adım atmak olarak düşün. Endişelenme artık. Hayatta olduğum sürece, sen istediğin müddetçe yanında olacağım. Sana söz inşallah.”
Havuzdan bir avuç su aldı, yavaşça akıtmaya, damlaların pırıltılarla tekrar suya düşüşünü seyretmeye başladı:
“-Bak, işte böyle! Bu su gibi. Geldik, tekrar dönüyoruz. Tıpkı bu su gibi.”
Sonra sözünü hemen şakaya bağladı:
“- Neyse… Bugün yüzmedik. Haydi havuza girelim. Ruhumuz yıkandı azıcık. Bedenimiz de suyla sohbet etsin.”
Aradan geçen üç gün boyunca genç kıza mağarayı gezdirdi, kandilleri anlattı. Ama kendinden hiç bahsetmedi. Onun hayatını anlatmasını bekledi.
Kilerin dondurucu soğuğunda gülüşerek porselen kaplardaki yiyecekleri kilimlerle taşıdılar. Kurtlar kuyruklarını sallayıp onların eteklerini çekiştirip oyunlar oynadı. Havuza inip saatlerce yüzdüler.
Akşam yemeğini yedikten sonra kız bulaşıkları yıkarken dedi ki:
“-Anam, Kusura bakma. Ben… Beni dinleyecek misin? Her bir şeyi anlatmak, içimi dökmek istiyorum sana.”
Karşısına oturdu gencecik kızın. Elini elinin üstüne koydu. Kandillerin ışığı, mağaranın gizemli ışıltısı kızın yeşil gözlerinde ebruli renkler oluşturuyor, ona çok eski zamanların kutsal gecelerindeki melekleri hatırlatıyordu.
“-Seni can ü gönülden dinliyorum bahar gözlü kızım, dedi. Ne istersen anlat. “
Başını önüne eğdi bir müddet genç kız, düşündü. Ne anlatacağına, nereden başlayacağına karar veremiyor gibiydi. Sonra derin bir nefes alıp konuşmaya başladı:
“- Bir müddet sonra ihtiyar kadın yerinden kalkamaz olunca ben o küçük halimle her ihtiyacını gördüm. Yemeğini yedirdim, küçücük ellerimle temizliğini yaptım. Ama bir gün o hain ihtiyar kadın gelinine bağırırken oturduğu sedirden yere, kilimin üstüne serildi. Öldü dediler. Kurtuldum zannederken bu defa gelin işkenceler etmeye başladı. İhtiyarın odasını bana verdi. Bir an durmuyordum. Bir işi bitirince ötekine başlıyor, yemek yerken bile önüne bir şeyler koyuyor, beni devamlı çalıştırıyordu. Erkekler gelince yine odaya kilitleniyordum. Bunu anlamakta da güçlük çekiyordum. Ama sonunda baklayı ağzından çıkardı bir gün. Oğulları da benim gibi büyüyordu. Ya onlardan birinin aklını çeler de gelini olmaya niyet edersem diye, korkuyormuş!”
Uzaklara baktı, mağaranın en ucuna, ardından onun yüzüne, sevgi dolu mavi gözlerine. Cılız bir sesle hikâyesine devam etti:
“-Kaçacak yerim, kimim kimsem, sığınacak dalım yoktu ki… Bahçeye kilim silkelemeye çıksam yüzüme kömür sürüyor, günlerce yıkanmama izin vermiyordu. Ama bu da yeterli gelmedi. O iğrenç adam geceleri de ahıra inip hayvanlara ot vermemi istemiş. Artık yaşlanmaya başlayan gelin gece odama geldi. Dedi ki “kocamın yüzüne bakmayacaksın. Gözünü oyarım yoksa. Yerden kafanı kaldırmayacaksın karşılaşırsan. Konuşmayacaksın. Dilsiz ağızsız olacak, yanından kaçacaksın. Anladın mı!”
Sarkıtlardan ara ara akan pırıltılı sular, kandillerin gizemli alevleri, kızın hüzünlü sesiyle birleşiyor, adeta bilinmezlerden gelen bir kederli ezgiye dönüşüyordu.
Kızın acıdan kasılmış yüzüne baktı, orada ümitsizlikler, çaresizlikler ve kendine acıma gördü. Farkında olmadan akıttığı göz yaşında yanıp söndü kandilin alevi ve sesinde mağara titredi sanki.
Ama… Ama o hiç sesini çıkarmadı, kızın sözünü kesmedi.
Ana hasretinin bedenleşmiş hali gibiydi Kızın sesi, öylesine yanık, öylesine perişan:
“-Ah benim canım anam… O halimi görseydi kahrından ölürdü. Seneler geçtikçe büyümeye çalışan, kederden öle öle nefes almaya gayret eden kızını… Neyse, geceleri ahıra iniyor, hayvanlara ot verip sularını tazeliyordum. Öyle birkaç ay geçti. Bir gece… Bir gece…”
Bir an nefesi kesildi kızın. Yutkundu, derin bir ah çekti. Elini boğazına götürüp ovaladı. Konuşmak için kendini zorladı.
“-O… O gece ahıra indim. Anamı düşünüyordum. Sanki fısıltısını duydum: “Yavrum, meleğim, kaç, kaç!” Ama nereye. Tam o sırada biri arkamdan saldırdı bana. Bir eliyle ağzımı kapatıp diğer eliyle bileğimi kaptı, büküp yere itti. Acıdan iki büklüm oldum, sırt üstü gübrenin üstüne düştüm. O pis adamın yüzünü gördüm. Fenerin ışığında korkunç hayaller gibiydi. Daha sesimi çıkarmadan üstüme abandı. Belinden kamasını çıkardı. O pis kafasını boynuma dayayınca olanca gücünle ısırdım onu. O da bıçağıyla yüzümü yaraladı. Sıcak kanlarım ağzıma gelince başını boynuma bastırıp can havliyle bir daha ısırdım. Sanki nefesi kesilir gibi oldu. Hemen üstümden ittim, bıçağını elinden kaptım. Olanca hırsımla, kinimle bacaklarına birkaç defa sapladım. Çığlık çığlığa bağırıp ağza alınmayacak küfürler etmeye başladı. Kafasını bütün gücümle tekmeledim. Sesi, soluğu kesildi. Hemen ahır kapısından deli gibi fırladım. İlk rastladığım koca dut ağacına tırmanıp en ince dala kadar çıkıp beklemeye başladım. Biraz sonra gelinin sesini duydum: “Allah belanı versin namus düşkünü, alçak herif! Keşke boğazını kesseymiş. El kadar küçük, şu sümüklü kıza mı musallat oldun? Gözü kör olasıca, boyu devrilesice!”
O anları yaşıyordu gencecik kız, vücudu yaprak gibi titremeye başlamıştı. Ama o yine sesini çıkarmadı, bekledi.
“-Sonra” diye konuştu titreyen sesiyle kız. “Yine annem fısıldadı sanki: “Meleğim kaç!” Kendi kendime sordum, “nereye? Kaçacak yerim yok ki. Gidemem hiçbir yere.” Annem beynimde bana ünlüyordu durmadan: “Kaç! Hiçbir yere değil, her yere. Kaç, her yer senin.” Sesler kesilince hızla ağaçtan indim. Koşabildiğim kadar koşup nefesim tükeninceye kadar kaçtım o evden. Nereye gittiğimi bilemeden, öylece, delicesine… Yorgunluktan tükenip yere kapaklanınca nerede olduğumu bilemeden öylece uyumuşum. Uyandığımda şafak atıyor, yıldızlar sönüyordu. Etrafa bakındım, bir uçurumun kenarında, ulu bir alıç ağacının dibindeydim. Hemen fırladım. İki adım ötede dibinde koca ırmak akan uçurum sanki beni bekliyordu. Derinden derine inleyen sesini duyuyordum… Ama annemin o fısıltısı beni sakinleştirdi: “Her yer senin yavrum, korkma. Kıvrılıp yatacak, saklanacak bir yer yap kendine.”
Sustu kız, derin derin nefes almaya başladı. Titremesi de devam ediyordu. Ona bakınca korktu:
“- Yavrum, dedi telaşla. İstersen sonra anlat. Çok yorulmuş olmalısın.”
Kız ona yaşlı gözlerle baktı:
“-Sağ ol anacığım,” dedi. Ama yorulmadım, içim rahatladı. Anlatmak istiyorum. Bildiklerimi düşündüm. Dedemin sözlerini hatırladım. Ayıların, diğer hayvanların inlerini, onlara nasıl girdiklerini anlatırdı bazan. O gün hemen toprağı eşe eşe uçurumun kenarına bir in yaptım, tıpkı ayı ini gibi. Geceleri gidip orada yattım. Zamanla genişlettim, benim tek odalı evim oldu. Ne bulduysam yedim. Çoğu zaman gecenin bir vaktinde köye gizlice gidip evlerden yiyecek çaldım. Giyecek çaldım. Böylece tam dört bahar geçirdim. Daha evvelki yılları da sayarsam yaşım yirmiyi geçmiş olmalı. Annemden sonra bu yaşıma kadar hiç gülemedim. Hep ağladım…”
Uzandı, yanağını okşadı kızın:
“- Yavrum, dedi. Bundan sonra inşallah hayat sana hep güler. Haydi şimdi gidip karnımızı şenlendirelim.”
Yavaşça ayağa kalktı. Genç kızın elinden tuttu. Mutfağa gittiler. Geniş ocakta eski mi eski çaydanlıkta kekik çayı içip seramik kaptaki tatlı unlu yiyeceği kurabiye niyetine yerken kız yavaş yavaş toparlandı. Tekrar etrafı süzdü. Ne kadar güzel bir yerdi burası ve bu mavi gözlü, yaşını belli etmeyen kadın ile üç kurttan başka kimsenin olmaması da çok iyi idi. “Ne kadar az insan olursa o kadar iyidir,” diye düşündü. “Çektiğim bunca eziyet hep insanlardan.”
Rengârenk sarkıtları, dikitleri seyredip derinden derine gelen su sesini dinledi. İçine huzur doldu. Uzanıp kadının elini tuttu, heyecanla konuştu:
“-Anacığım, benden bıkıp dışarı atmazsın değil mi? Ömrümce burada kalmaya razıyım.”
Yine gülümsedi kıza. Sırlarla doluydu bu gülümseme:
“-Kısmet Meleğim, kısmet” dedi. Ben buraya gelmeden bir saat önce ne mağara bilirdim ne böyle kumaşlar olduğunu. Kurt denilince üç günlük yola kaçacak kadar korkardım. Ama şimdi en yakın dostum bu annecik.”
Kız merakla baktı onun yüzüne:
“-Bu mağaranın hepsini gezdin mi anacığım, dedi.
“-Yok,” diye cevap verdi. “Dibe doğru hem daralan, boyu da azalan üç oda var. Oraya bakmadım. Ama istersen birazdan gider bakarız.”
Konuşa konuşa mağaranın sonuna doğru yürüdüler. Kıza renkleri anlatıyor, kumaşlardan bahsediyordu.
Kız birden durdu, şaşkın şaşkın sordu:
“-Anacığım, neden sarkıtlar da dikitler de yemyeşil oldu? Ne kadar güzel ışıldıyorlar. Sebebi ne acaba?”
Dikkatle bakınca kızı haklı buldu. Şimdiye kadar bu tarafa gelmemiş, bu güzelliği de hiç görmemişti. Birden aklına kocasının gerdek gecesi boynuna taktığı o güzelim gerdanlık geldi. Sorunca o hoyrat adam yüzüne alaycı bir gülümseme ile bakıp cevap vermişti:
“-Zümrüt gerdanlık bu. Çok kıymetlidir. Değerini bil. Gerçi sizin gibi köylü takımı bunlardan anlamaz ya!”
Tekrar baktı duvarlara, sarkıtlara, dikitlere. Aynısıydı sanki. Hüzünle kıza döndü, yavaş sesle konuştu:
“-Zümrüt gibi yeşil. Kim bilir nedir. Şehirlilerle çok zenginler gerdanlık, yüzük taşı olarak kullanırlar. Çok pahalı bir taştır bu. Bu tarafa gelmediğim için fark etmedim.”
Kızın gözleri korkuyla büyüdü:
“-Aman! Dışardakiler bu güzelim yeri fark etmesinler. İki günde yerle yeksan ederler.”
Gülümsedi kızın saf haklılığına. İlk odanın kilidini kandilin hemen altında buldu. Koca taş kapıyı açıp içeri girince çok şaşırdı ikisi de.
Çok geniş olan odanın ortasında kocaman taş masa, üzerinde de o güne kadar hiç görmedikleri bir sürü, irili ufaklı alet vardı. Bir köşede ayaklı çark, diğer köşedeki uzun rafın üstünde yuvarlak büyüteçler sıra sıra dizilmişti. Büyük sandığın içinde bir sürü tozlanmış taşlar hemen göze çarpıyordu. Masanın altında da sadece uzun bacaklı bir taş tabure bulunuyordu.
Kız büyük bir hayretle ve dikkatle odayı inceledi. Kendince de bir yorum yaptı:
“-Galiba burası tamirhane. Ama tamirhane olsa tamir edilecek şeyler de olurdu. Herhalde burada yeni bir şeyler yapıyorlardı o eski insanlar.”
Tavandaki kocaman sarkıta baktı, sonra yeri inceledi. Kız haklıydı. Ardından sandığa gidip küçük taşlardan birini alıp tozunu sildi. Taş yeşilin en güzeli ile pırıl pırıl parladı. Hayretle konuştu:
“-A! Bu taş aynı benim gerdanlığım gibi parlıyor. Zannederim ki bu zümrüt! Ne güzel bir rengi var.”
Diğer taşlara baktılar. Büyük çoğunluğu zümrüde çok benziyordu. Ama yakut, yontulmamış elmas gibi görünen başka taşlar da vardı.
Kıza gülümsedi:
“-Burası bir ustanın çalışma odası olsa gerekir,” dedi. “Bu usta sarraf da olabilir başka bir sanatkâr da. Biraz daha araştıralım. Bakalım, başka neler bulacağız!”
Dikkatle, tekrar odayı incelediler. Sonunda kız dikitlerden birinin yuvarlak hale gelmiş ucuna dokununca alt tarafından küçük bir çekmece çıkıverdi, içinden de birbiri üstünde duran levha halinde taşlar.
Birlikte taşlara baktılar. Üzerlerinde renkli boyalarla yapılmış çok güzel el çizimleri gördüler. Kiminin parmağında çok güzel bir yüzük kimininkinde de bilezikler, bileklikler vardı. Bir levhada da sadece birkaç kolye ve gerdanlık çizilmişti.
Daha sonra ayaklı çarka takılmış bir kutunun içinde ışıl ışıl parlayan, rengârenk, çok köşeli, dörtgen, üçgen, armudi şekilli bir sürü irili ufaklı taş buldular.
Kız korkuyla ona baktı. Sesi titreyerek fısıldadı:
“- Anacığım! Ben korkmaya başladım. Bu oda… Senin de dediğin gibi sarrafın odası olsa gerekir. Dışardakiler bir yolunu bulup buraya gelirlerse bizi kıtır kıtır kesip burayı da talan ederler.”
Kızın yüzüne hüzünle baktı. Bu küçük kızı hiç tanımıyordu. Sadece kendi anlattıklarından başka hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Şimdilik dışarıdan ve insanlardan çok korkuyordu. Ya bir gün dışarıyı özlerse, şu taşlara bakıp zengin olmayı düşlerse şu tecrübesiz haliyle, bir torba taş alıp buradan kaçmaya karar verirse ne yapardı?
İnsanlara hatta en yakınlarına inanmanın cezasını çok ağır bir şekilde çekmiş, battıkça batmıştı. Kendi kendine “son kertede Yüce Rabbim kurtardı beni,” dedi. “Bana o kararı verdirmeseydi kim bilir başıma neler gelecek, ne eziyetler çekecektim. Rabbim, sana şükürler olsun.”
Düşündü: “Bu yavrucağı meşgul etmeli, ona bir ümit vermeliyim. Hep benimle kalamaz. Burada benimle ihtiyarlayamaz. Olacak şey değil bu. Bir yuvası, kocası, bebeleri olmalı. Bir yol bulmalıyım. Ama nasıl?”
Birden aklına gelen şeye kendi de şaştı: Ya bu güzel yeşil gözlü kızın uzaktan uzağa gönlünün kaydığı bir sevdiği varsa?
“Neden olmasın,” diye düşündü. “Tam yaşı. Neyse ağzını bir yoklayayım hele.”
Kızın yüzüne baktı gülümseyerek:
“-Bak ne diyeceğim, dedi. Sen bu taş işlerini merak ediyorsun galiba. Gel bu işi birlikte çözelim. Demek ki bu eski insanlar ışıltılı taşlara çok meraklıymış. İş haline getirdiklerine göre biz de öğrenelim bu ustalığı. Ne dersin?”
Şaşkınlıkla onun yüzüne baktı kız:
“-Yapabilir miyiz? O cadı gelin bana sökük tamir etmeyi, dikiş dikmeyi döve döve öğretmişti. Hamur da yoğururum, yufka da açarım, yoğurt da mayalarım. Çapa bile yapar, sebze yetiştiririm. Ama bunu ilk defa görüyorum. Yapabilir miyim acaba?”
“-Elbette yapabilirsin,” diye cevap verdi. “İleride senin de evin olur, çocukların olur, onlara bu öğrendiklerini öğretirsin.”
Kız yere baktı, hüzünle iç çekip sustu bir müddet. Sonra uzaklara bakıp üzüntüyle konuştu:
“-İstemem! İnsanlar çok kötü. Biri hariç, bana hep çok kötü davrandılar. O biri de Allah bilir ya beni hiç beğenmedi.”
“Ah yavrucak, dedi içinden. “Demek ki gönlü birine kaymış. Sevda acısı da çekmiş. Vah benim garibim.”
Hemen sordu:
“-Biri mi? Kim o biri?”
Kızın yüzü kızardı, gözlerini kaçırdı ondan, kekeledi:
“- Ben… Beni ayıplamazsın değil mi ana. Ben ne olduğunu hiç bilemedim. Birine akıl vereyim derken başıma bir şey geldi.”
Kolundan tuttu kızı, gülümsedi:
“-Niye ayıplayayım, her genç insanın başına gelen senin de başına gelmiş. Gel,” dedi. “Mutfağa gidelim. Kekik çayımızı içip sohbet edelim. Sen bana o birisini anlat. Çok meraklandım.”
Az sonra mutfaktaki masada karşılıklı oturmuş kekik çayı içiyorlar, annecikle yavruları da koşuşturup duruyordu.
Gülümseyerek sordu kıza:
“-Başına ne geldi güzel kız?”
Kız başını yere eğip bir müddet düşündü. Uzaklara bakıp konuşmaya başladı sonra:
“-Köyün çobanıydı. O da benim gibi depremde ailesini kaybetmiş, köyün çobanının yanına vermişti köylüler. Benden beş altı yaş büyüktü. Birkaç yıl sonra köyün ihtiyar çobanı ölünce sürüyü gütmek ona kaldı. O pis adamın da inekleri, düveleri vardı. Onları gelip aldıkça görürdüm o çobanı. Önceleri çok alık bulurdum. Hep gülümserdi. Herkesin işini yapardı. Bir gün bahçede çapa yaparken köyün delikanlılarının onunla alay ettiğini gördüm. Çok acıdım. Benim gibi bir garipti o da.”
Çayından bir yudum aldı. Hüzünle konuştu tekrar:
“-Ama o gece olanlardan sonra ben gündüzleri saklandım, gece karnımı doyurmak için çıktım. O çobanı da unuttum. Aradan dört bahar geçti. Herhalde birkaç ay evveldi. Mehtaplı bir gecede tam gece yarısı o küçük odamdan çıktım. Biraz ileride, yüksekte kocaman bir alıç ağacı vardı. Oraya gider, etrafı kolaçan ederdim. Yavaşça ilerledim, yanaştım ağaca. Ama ağacın arkasında biri vardı. Hemen döndüm, sine sine kaçacaktım ki bir hıçkırık sesi duydum. Biri ağlıyordu. Sonra onun sesini duydum. “Allah’ım,” diyordu. “Niye beni beğenmiyorlar, dalga geçiyorlar? Ne yapsam olmuyor Yüce Rabbim. Ben yoruldum artık.”
Ellerini birbirine kavuşturup sıkan ve yavaşça başını yere eğen kıza baktı. Omuzları titriyor, derin nefesler alıyordu. Soru sormadı ona, sadece bekledi.
“-Ben…” diye kekeledi sonra kız. Şaşırdım ve üzüldüm. “Şu aptal çobana bir ders vereyim,” dedim kendi kendime. Yavaşça yaklaşıp seslendim. Bu defa o şaşırdı. O gece onunla biraz konuştum.Akıl verdim kendimce. Sonra birkaç gün geçince güneş kavuşurken geldi o ağacın altına. İlk defa yüzüne baktım, gözlerine. Siyaha yakın kahverengiydi. Ama bütün duygularını belli ediyordu. O duygularda hiç kötülük yoktu, kin yoktu, nefret yoktu, kıskançlık, hırs, yalan, dolan yoktu. Sadece saflık, sevgi, pişmanlık, hüzün, çok ama çok keder vardı. O gün bana pek çok şey anlattı. Sonunda yüzüme baktı, gözlerime uzun uzun baktı, dedi ki “sen de benimle alay etmezsin değil mi?” İçim acımayla, kederle doldu. Nasıl da birbirimize benziyorduk. Sonra başını çevirip uzaklara baktı. O an “bu saf çoban hep yanımda olsa” diye düşündüm, bana tekrar o sımsıcacık sevgi dolu bakışıyla bakmasını istedim. İşte tam da o an sanki yaylanın, dağın, ovaların, her yerin bütün çiçekleri açtı, bütün bülbüller en güzel ezgilerini söylemeye başladı, bir kurt yavrusu annesini emmeye, gökte yıldızlar ışıldamaya, güneşler her canlıyı ısıtmaya başladı. Berrak mı berrak, ışıl ışıl bir derenin sevgi suları aktı gönlüme, sevgi deryaları oldu yüreğim. Nasıl oldu bu hal, bilemedim, hiç bilemedim. Çok şaşırdım kendi halime, çok ama çok. İçimden bir ses dedi ki “işte mutluluk bu. Buydu beklediğin. Sahip çık, sarıl bu haline, hiç bırakma onu.”
Sustu yeşil gözlü kız. Derin bir sessizlik havada elle tutulacak kadar gerçek olarak gezinirken merakını yenip soru sormadı kıza. Sadece yüzüne baktı ve gülümsedi. Yanık bir sevdayı anlatıyordu küçük kız. Belli ki sonu iyi bitmemişti.
Başını yukarı kaldırıp sarkıtlara baktığında kızın yüzünde, gözlerinde derin bir hasret vardı:
“-Sonra… Sonra hep onu bekler oldum. Onu görünce elim ayağım tutmaz oluyor, kalbim deli gibi çarpıyordu. Birkaç defa daha konuştuk o ağacın dibinde. Birbirimize çok şey anlattık. Son konuşmamızda yine buluşmaya söz verdik. Yaralı yüzümü hiç fark etmemiş gibiydi. Sadece gözlerimi görüyordu sanki. Ama ben onun o tertemiz, riyasız bakışlarını, düzgün yüzünü, siyah saçlarını, uzun boyunu da görüyordum. Ama o pis adam ondan ayrıldıktan sonra küçük odama giderken gördü beni. Gerisini biliyorsun Anacığım. Gidemedim bir daha ona. Onu bir daha göremeyeceğim artık. O başkaydı işte.”
Ellerini yüzüne kapayıp sessizce ağlamaya başladı.
“Tam sırası” diye düşündü kıza bakıp. “Şimdi denemeliyim onu.” Hemen sordu:
“-İstersen dışarıya çıkarayım hemen seni. Yine sohbet et o çobanla. İster misin? Geleceğinize ait olan farklı bir yol bulabilirsiniz belki.”
Kız göz yaşları içinde inledi:
“-Olmaz! Hiç olmaz! İkimize de kötülük yapmış olursun. Benim onunla konuştuğumu bilirlerse ona da eziyet ederler. Böyle kalsın. Ne olur beni bırakma. Delirip gitmek istemeye kalksam da beni bırakma. Yalvarırım söz ver bana anacığım, söz ver.”
Kızın bu endişeli hali doğruyu söylüyordu. Dışarı bırakırken kapının nasıl açıldığını görse, onu takip etseler, bu güzelim mağarayı ve içindekileri talan etseler… Düşünmesi bile korkunç geldi.
Yavaşça kalktı, çayları tazeledi. Genç kıza baktı. “Kısacık bir hayat, ama yaşadığı acılar, çektiği eziyet kaç yılı doldurur? Kim bilebilir ki? Geleceği de kim bilebilir! Bu kızcağıza bir iş öğretmek şart. Direnmeyi öğrenmiş. Ama bu yeterli değil. Seveceği bir iş şart. Bu taşlı odadan çok şeyler öğrenebilir. Beraber uğraşalım. Bakalım Yüce Rabbim ne gösterecek…”
O geceyi ikisi de düşünerek geçirdi. Kahvaltıda üç odadan kalan ikisini gezdiler. İkincisi tohumlarla doluydu. Bunlar daha çok çiçek tohumuna benziyordu.
Üçüncü odada kocaman bir kumaş tezgâhı, sandıklar ağzına kadar renk renk toz boyalar, ip yumakları ve çok büyük makaralarla doluydu.
Kız ellerini kumaşlara sürüp hayretle konuştu:
“- Azıcık tozlanmış. Ama yumuşacıklar, çok da güzeller. Hepsinin rengi de toprakla kum rengi. Neden acaba?”
“-Herhalde uzaktan belli olmamak için,” diye cevap verdi kıza. “Burada yaşayan o insanların bu kadar güzel, mükemmel bir mağarada böylesi bir düzen kurmaları, bu düzeni saklamaları için ne sebepleri olabilirdi acaba desem cevabın hazır. Senin mağara için korkuların onlar için de vardı. Kim bilir neler yaşadılar, burada olmayı kabullendiler. O eski yazılarda ne yazıyor, hepsi sır.”
İki odayı uzun uzun incelediler. O güne kadar görmedikleri bir sürü alet bulup neye yarayacağını anlamaya çalıştılar.
Kızın merakına bakıp için için sevinirken biraz da endişelendi.
Sonra mutfakta kurt ve yavrularıyla yemek yerken kızın güzel yeşil gözlerine sevgiyle bakıp sordu:
“-Söyle bana yavrum. Hangi odada benimle öğrenci olmak istersin?”
“-Kumaşlar çok güzel. Ama dokuma işini sonra da öğretirsin bana. Ben taşları çok sevdim.”
O gece ikisi de hiç düşünmediler. Kız renk renk taşların süslediği güzel bir yüzük yapmayı hayal etti. Çobana bir tesbih yapmayı düşleyip hüzün göz yaşları döktü.
O da kızın hayallerini düşünüp gülümsedi. Kendi gençliğinde hiç yaşamadığı, sadece anlamaya gayret ettiği, tahminde bulunduğu o sevda heyecanını düşündü. Zavallının dört bahar diye adlandırdığı yıllar boyunca kendisine el uzatacak kimseciği olmamıştı. Ama büyük bir direnç gösterip yaşamak için müthiş bir savaş vermişti. O kadar eziyete, insanlardan o denli nefret edip köşe bucak kaçmasına rağmen yine de hayata dair güzel, küçücük bir ümidi gönlünün en derin yerinde saklamıştı. O ümit o çobandı ve o çobana küçücük bir ümitle, hüzünlü bir sevda ile bağlanmış, ancak adını koyamamıştı. Zira ne ümidi ne sevdayı biliyor ne de geleceğe inanıyordu. O sadece huzur içinde, korkusuzca nefes almayı istiyordu. Ama yine de içinde, kalbinin bilmediği bir noktasında sadece küçük bir ümit ışıltısı vardı. Adı “0” idi, o çoban…
Ertesi gün kızın yarasına baktı. Sevinçle konuştu:
“-O! Maşallah, maşallah! İnce bir çizgi haline dönüşmüş kabuk. Kırmızılık da neredeyse kalmamış.”
Ellerini çırptı kız, ona minnetle, hayranlıkla baktı. Heyecandan sesi titriyordu:
“-Hakkını nasıl ödeyeceğim. Hayatımı kurtardın. Sayende yaram iyileşti. Annem benim, anacığım.”
Birbirlerine sarıldılar. Kızın kumral saçlarını okşadı. Mavi gözleri doldu. Hüzünle düşündü: “Ah… Allah rahmet eylesin, zavallı gencecik oğlum. Bir kere bana böyle sarılmadın, bir kere “annem benim” demedin… Hayat ne garip! Ne çok hediyeler veriyorsun bana Yüce Rabbim. Şükürler olsun.”
Kızın hesabına göre tam üç gün sarraf odasında her tarafı tekrar tekrar aradılar, farklı aletler bulunca hayretle evirdiler, çevirdiler. Nerede, nasıl kullanılacağına dair fikir yürüttüler, ama hiçbirini beğenmediler.
Sonra bir gizli köşede bir taş kutuda güzel kesimli taşları gördüler.
Heyecanla sordu kız:
“- Bu pembe taşı nasıl bu kadar köşeli kesmişler acaba? Ne kadar güzel. Işıl ışıl parlıyor.”
“-Göz alıcı bir yüzük taşı olabilir dedi. Birkaç sefer şehre inmişti. Kuyumcularda böyle köşeli taşlı yüzükler görmüştüm. Ama bu taş onlardan çok güzel.”
Elinde olmadan eski hatıraları canlandı gözünde. Tek oğlunu evlendirmeye karar verince gelinleri olacak kız için takı almaya birkaç sefer şehre inip kuyumcuları dolaşmışlardı. Kocası onu yanında korkuluk gibi dolaştırmış, ne fikrini sormuş ne de ağzını açtırmıştı. Bir sefer konuşmak isteyince adam onu “lüzumsuz yere konuşma! Hayatında kaç sefer elmas gördün,” deyip azarlayıvermişti.
Gözleri doldu. Ama hemen kendini topladı. “Şükür Rabbime,” diye düşündü. “Şükür bu günüme, şükür verdiğin bu güzel nimetlere, aldığım nefese, sıhhate, şu huzura. Hamt olsun Ya Rabbi.”
Gülümsedi kıza:
“-Mutlaka başka aletler de vardır,” dedi. “Belki onlara bakıp taşların nasıl şekillendirildiğini anlarız. Bir kere daha arayalım odayı.”
Çok geniş olan odayı döne döne aradılar. Çekmecelerden birinde gizli bir göz buldular. İçinde bir sürü eğeye benzeyen pırıltılı metal aletler vardı.
Sonra yine gidip yemek yediler, çay içtiler. Uzun uzun fikir yürüttüler. Sonra kız dedi ki:
“- Anacığım, o eğe gibi şeyler galiba taşları düzelmek için kullanılmış. Ama… Ama o köşedeki çark acaba ne işe yarıyor?”
“-Denemek lazım,” dedi kıza. “Yarın da deneriz. Kesici bir tarafı yok gibi.”
Ertesi gün büyük bir istekle, sevinçle çarkın başına geçen kız pedallara basınca üstteki tablanın döndüğünü gördü. Çok şaşırdı.
Ama o şaşırmadı. Zira kocasıyla bir çömlekçiden alışveriş ederken ona benzer bir çark görmüştü. Ama o tek ayaklıydı. Çarkın sağına soluna baktı. Uzunca bir süre her tarafını yokladı. Sonra küçük bir kuvarsı alıp diskin üstüne koydu, elini üstüne bastırdı, kıza çarkı yavaş yavaş çevirmesini söyledi.
Az sonra kız çarkı durdurunca gördüklerine ikisi de inanamadı. Taşın diske değen yüzünde hiç pürüz kalmamıştı ve daha parlaktı.
Heyecanlanmıştı:
“-Demek ki kestikleri taşların kabasını burada alıyorlar. Artık çok eminim, burası çok usta bir sarrafın çalışma yeri. Bak Yüce Allah’ın işine. Bir ustanın bıraktıklarına bir gencecik kız talip oluyor. Haydi bakalım, bismillah deyip başlayalım. Sen de inşallah çok iyi bir usta olursun.”
Kız sevinçten havalara fırladı. Ellerine sarılıp öptü. Kızın sevincine ortak oldu, yanağına küçük bir öpücük kondurdu ve dedi ki:
“-Ustalar çok çalışırlar, öğrencilerine bildikleri her şeyi öğretirler, kalp kırmazlar, harama el uzatmazlar, doğruluktan hiç ayrılmazlar. Allah’ın yazdığı kadere inanıp gönüllerinden daima O’nu düşünüp ona göre hareket ederler. Sen de bunlara dikkat edeceksin. Bunlar da benim sana anne olarak nasihatim.”
Sonra içi yine endişeyle doldu. Beyninde yine aynı ses ikaza başladı: “Bu kızı ne kadar tanıyorsun. Hiç bilmediğin, içi mücevherle dolu bir odayı ona gösterdin. Sana neler yapabileceğini düşündün mü?”
“Bir deneme daha, evet bir deneme daha yapmalıyım” diye düşündü. Kıza gülümsedi:
“-Mutfakta kekik bitiyor,” dedi. Dışarı çıkıp kekik toplamak istiyorum. Kurtlar da biraz gezsinler. Gelir misin?”
Kızın gözleri korkuyla irileşti:
“-Dışarı mı? Kulun kurbanın olayım anacığım, beni götürme! Bu odada kalayım. Üstüme de kapıyı kilitle, yalvarırım. Ben bu mağaradan hiç çıkmayayım. Ne olur!”
“-Olur, diye gülümsedi. Sakin ol. İstemediğin sürece dışarı çıkmazsın. İstersen yavrulardan biri yanında kalsın.”
Az sonra kızı yavruyla içeride bırakmış, annecik ile artık iri bir kurt olan erkek yavruyla dışarı çıkmıştı.
Dışarıda ışıl ışıl bir bahar güneşi vardı. Masmavi gökyüzü, ormandan esen hafif yel, uzaklarda hayallere bürünen dağlar, yağmur sonrası kokan toprak ve üzerinde neredeyse sonsuz sayıda açan rengârenk çiçekler nasıl da güzeldi.
“Şu muhteşem güzelliği bana çok gören yeğenim, kız kardeşim, etrafımdakilerin hepsi. Acaba ben kaybolduktan sonra üzülebildiler mi? Allah bilir ya belki de sevindiler, aramadılar bile. Allah’ım! Sana şükürler olsun. Nasıl da güzel bir hayat verdin bana. Şu mağara muhteşem bir ev oldu benim için. Ya Rabbi, hiçbir şey, hiçbir hareket asla boşu boşuna değil. Her şey aslında nasıl da birbirini tamamlıyor, her şey nasıl da birbirinin parçası. Bana o kararı verdirmeseydin ben bu mağarada olamayacaktım. Bu kızcağız da o adamdan kurtulamayacaktı böylece. Merakı taşlara. Kim bilir bu merak da hangi güzelliğin parçası onun dünya macerası için. Sana şükürler olsun Ya Rabbi.”
Düşüncelere daldı, gitti. Ruhundaki o derin hasret kendine ait olduğunu zannettiği her şeye sinmişti adeta ve şükür ile hamt ile güzel bir ilahi eşliğinde dönüyor, dönüyordu. “Kâinat, dünya, ay, her şey, günler, aylar, dönmüyor mu? Dönüyor, O’nun için dönüyor, O’na dönecek. Hasret de o dönüşü yaratanın Sahibinedir, Ey Rabbim, sanadır…”
Anneciğin derin ve hırıltılı nefesi ile düşüncelerden ayrıldı. Bu yakınlarda bir hareketin olduğunun işaretiydi. Hemen kalktı. Öbeklerinden hızla topladığı kekikleri acele ile torbasına doldurdu. Hızlı adımlarla iki kayayı aşıp iki kurtla mağaraya döndü.
Sarrafın çalışma odasına girdiğinde kızı çarkın başında buldu. Onu görünce diski gösterip heyecanla konuşmaya başladı:
“-Anacığım, bak neler buldum! Bu yuvarlaktan üç tane üst üste konmuş. En alttaki en küçük taş kırıntılarını bile düzeltiyor.”
Eğeye benzeyen, kısalı uzunlu metal çubukları gösterip konuşmasına devam etti:
“- Bunlar törpü. Şu ucu sivri olanı da taş parçalamak için olsa gerekir. Bu demirin üstüne koyup iki taraftan çengelle sıkıştırıp vurunca taş boydan boya ikiye ayrılıyor. Şu taş kutuda kesim şekilleri var. Şu ucu pırıltılı küçücük destere bütün taşları kesiyor. Törpüler de bozuk şeyleri düzeltiyor.”
Yanağını okşadı kızın:
“-Bana kalırsa da doğruyu hemen bulmuşsun,” dedi. “Aferin benim güzel kızıma, aferin ki ne aferin, bütün kalbimle. Şimdi ne yapacaksın?”
Kız ona sarıldı, başını omuzuna koydu:
“-Sana, sevgili anacığıma, bir gerdanlık yapmak isterim, becerebilirsem.”
Sevinçle parlayan güzel gözlerine baktı kızın. Tertemiz, saf ceylan bakışlarını gördü. Yüreğini hoş bir sevinç sardı. Ama İçindeki o ses yine tırmaladı yüreğini: “Acele etme! Zaman denen bilmece ne getirecek, bilmiyorsun. Yeğenini düşün…”
Aradan ne kadar zaman geçtiğini kız artık saymadı. Gece miydi, gündüz müydü, bilmek istemedi. Sadece o odada bir zamanlar büyük bir zevkle çalışan o eski insanların sarrafının sırlarını öğrenmek istedi. Tek tek çözdü bilmecelerini ve o kadar metal çubukların, küçük, büyük çelik dairelerin, küçük tutaçların ne işe yaradığını belki elli, belki yüz defa deneyerek çözdü.
“Annem” dediği o mavi gözlü, yaşını göstermeyen kadın onu rahat bıraktı. Ara ara yanına geldi. Güzel sözler söyledi, onu yüreklendirip gitti.
Ama bir şeye çok şaşırıyor, şaşkınlığı gün geçtikçe artıyordu: Kız kilo almıştı ve gittikçe güzelleşiyor, pembe beyaz renge dönüşen yüzünde yarasının izi de kayboluyordu. Sanki boyu da uzamıştı. Kendi kendine “mağaradan olsa gerekir” diye karar verdi. “Şifalı sularda yüzüyoruz, bilmediğimiz eskinin yemeklerini yiyoruz. Havası tertemiz. Tasamız yok, kederimiz yok. Herhalde bunlardan olsa gerekir.”
Kız büyük bir heyecanla, canla başla çalıştı o eskilerin sarrafının çalışma odasında. Sonunda hayalindeki gerdanlığı yapmaya başladı. Çocukluk yıllarının annesini düşündü, saçlarını tarayışını, kucağına alıp öperek uyutuşunu, sakin yaz gecelerinde pencereden giren ayın gümüşi ışığında melekler gibi görünen yüzünü, uzaklarda kuşların ötüşüyle karışan fısıltılı ninnisindeki ahengi, ellerinin sıcaklığını düşündü. Sonra annesi yerine koyduğu, şefkat ve sevgi denizi olan mavi gözlü kadını düşündü hep. Kimi zaman göz yaşları içinde kalıyor, kimi zaman gülümsüyor, kimi zaman da hüzünleniyordu.
Sonunda gerdanlık bitti… Uzun uzun seyredip kusur aradı. Ama yoktu. Zümrüt yeşil ışıltılarla sanki ona gülümsedi ve “Sultanlara layığım ben. Ama senin anacığın sultanların sultanı” deyiverdi.
Elleriyle diktiği, bağcığının uçlarına pembe kuvarsları delip süs yaptığı torbaya gerdanlığı koydu. Tereddütlü adımlarla mutfağa, seramik kaplardaki yiyecekleri tabaklara yerleştirmek için uğraşan anacığının yanına gitti.
Korka, çekine karşına geçti, hiçbir şey söylemeden torbayı ona uzattı. Heyecan içindeydi, öyle ki saç telleri bile titriyordu.
Uzandı, aldı kızın elinden torbayı. Yavaşça bağcıkları çözdü. İçindekini çıkardı. Gerdanlık yeşil ışıltılar yayarak sanki ona fısıldadı: “Çok güzelim değil mi? Ama güzelliğimi ortaya çıkarmak için şu kız ne emekler çekti, hayatını, ruhunu işledi de o hayat ve ruhtan ne sırlar geçti bana, bir bilsen!”
Havaya kaldırdı gerdanlığı, uzun uzun inceledi. Sabırla, korka korka bekleyen kıza döndü sonra. Gözleri yaşlıydı:
“-Bu ne güzellik böyle,” dedi hayranlıkla. Bunu sen mi yaptın, bana mı yaptın? İnanamıyorum! Hayatımda aldığım en güzel hediye bu! Yavrum! Çok teşekkür ederim. Bir yeşil gitti, ama daha güzel bir yeşil geldi. Önce beni düşünerek yapmana çok sevindim. Ellerin dert görmesin benim güzel gönüllü, güzel kızım!”
Kızın güzel yeşil gözlerine baktı, orada çocuksu, saf insan mutluluklarını gördü, sordu:
“-Bundan sonra ne yapacaksın?”
Kız şaşırdı bu soruya:
“-Bilmiyorum,” dedi. Herhalde gerdanlığın yanına bileklik uygun düşer. Onu yaparım.”
Gülümsedi bilmezlere. Kıza manalı manalı baktı ve dedi ki:
“-Beni düşünerek bu gerdanlığı yaptın. Benden sonra düşüneceğin kimse yok mu? Doğruyu söyle bana!”
Kız utancından kıpkırmızı kesildi, gözlerini kaçırdı. O an yüreğinde var olan bin bir renkli küçücük aşk kuşu heyecanla parıldayıp evrenleri dolaştı da hepsine hiçbir yerde görülmeyen masalsı ipek sevda yağmurları yağdırdı, sonra gelip tekrar onun gönlüne sığınıverdi ve aşka, ümide, ümitsizliğe, imkânsızlığa dair ezgiler fısıldamaya başladı.
Başını yere eğdi utangaç utangaç ve neredeyse mırıltıyla itiraf etti:
“-Çoban… Ama ona vermem imkânsız… Ben dışarı asla çıkmam, o da kim bilir nerededir.”
Kızın güzel yeşil gözleri yaşla parlarken, o, mağaranın en uzağındaki ışıltılarla parlayan dev sarkıta baktı ve sanki fısıltısını duydu:
“-Ey Mavi gözlü! Sen ümidini kaybetseydin burada olur muydun hiç? Ümit bir anahtardır ki hayat onunla her güzelliğin ve iyiliğin kapısını açar.”
Aynı ümitle kıza baktı, artık yarası tamamen iyileşmiş olan güzeller güzeli yüzüne. Sırlarla dolu bir sesle, usulca konuştu:
“-Gün doğmadan neler neler doğar! Bence sen o dünya iyisi çobana bir yüzük yap, bir de bileklik, erkek işi. Sonra bir yüzük de kendine. İkinizi düşün. Hem… Hem kaderimizde ne var, nereden bilebiliriz ki?”
Suzan ÇATALOLUK
Nilüfer
Bitiş: 30.09.2025
01.44
Birinci okuyuş: 2.10.25
01.30
Son okuyuş: 03.10.25
23.58
Düzeltme: Mustafa Tezel Beyefendi’ye sonsuz teşekkürler.
O5.10.25