Tükenen Üyelik Hayali? Türkiye’nin Avrupa Birliği ile İlişkilerinde Ayrışma ve Stratejik Yeniden Konumlanma

Tam boy görmek için tıklayın.

 Tükenen Üyelik Hayali? Türkiye’nin Avrupa Birliği ile İlişkilerinde Ayrışma ve Stratejik Yeniden Konumlanma[i]

 

                                                                                                      

Umut Turgut YILDIRIM[ii]

Fatih TEKİN[iii]

 

ÖZ

Bu çalışma, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinde 2002-2024 dönemini inceleyerek, tam üyelik hedefinden farklılaştırılmış entegrasyon modellerine yönelen dönüşümünü ele almaktadır. Çalışma, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ilk yıllarında reformlara dayalı üyelik perspektifinin ön planda olduğunu ancak zamanla hem Türkiye’de hem de AB’de yaşanan iç ve dış gelişmelerin bu süreci derinlemesine etkilediğini ortaya koymaktadır. Türkiye’nin dış politikasında çok yönlülük ve stratejik özerklik arayışı belirginleşirken, AB tarafında genişleme yorgunluğu, iç bölünmeler ve normatif kriterlerdeki esneklik, üyelik sürecinin ivme kaybetmesine neden olmuştur. Bu çerçevede, ilişkiler daha çok ticaret, göç ve güvenlik gibi alanlarda işlevsel işbirliği düzeyine indirgenmiştir. Çalışmada, TürkiyeAB ilişkilerinin geçirdiği dönüşüm, literatürdeki akademik çalışmalar ışığında nitel araştırma yöntemiyle değerlendirilmiştir. Elde edilen bulgular, klasik tam üyelik modelinin yerini giderek daha fazla stratejik ortaklık ve farklılaştırılmış entegrasyon çerçevelerine bıraktığını göstermektedir. Bu bağlamda çalışma, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine dair alternatif kurumsal ve siyasi senaryoların tartışılmasına katkı sunmayı amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Türkiye-AB İlişkileri, AK Parti, Avrupa Birliği Üyeliği, Stratejik Özerklik, Dış Politika

 

THE EXHAUSTED DREAM OF MEMBERSHIP? DIVERGENCE AND STRATEGIC REPOSITIONING IN TÜRKİYE-EUROPEAN UNION RELATIONS

 

ABSTRACT

This study examines Türkiye’s relations with the European Union (EU) during the period 2002-2024, focusing on the transformation from the goal of full membership to differentiated integration models. The study reveals that during the early years of the Justice and Development Party’s rule, a reform-based membership perspective was at the forefront, but that internal and external developments in both Türkiye and the EU profoundly affected this process over time. While Türkiye’s foreign policy has become increasingly characterised by multilateralism and the pursuit of strategic autonomy, the EU’s enlargement fatigue, internal divisions and flexibility in normative criteria have caused the accession process to lose momentum. Within this framework, relations have been reduced to a level of functional cooperation in areas such as trade, migration and security. The study evaluates the transformation of Türkiye-EU relations through a qualitative research method, drawing on academic works in the literature. The findings indicate that the classical full membership model is increasingly being replaced by strategic partnership and differentiated integration frameworks. In this context, the study aims to contribute to the discussion of alternative institutional and political scenarios for the future of Türkiye-EU relations.

Keywords: Türkiye-EU Relations, AK Party, European Union Membership, Strategic Autonomy, Foreign Policy

 

Giriş

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) dönemi, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinde kritik bir evreyi temsil etmektedir. Bu süreç, başlangıçta yoğun bir heyecanla başlamış, ancak zamanla ivme kaybederek durağan bir aşamaya evrilmiştir (Yılmaz, 2011). AK Parti iktidarında Türkiye, AB üyeliğine yönelik beklentilerin ve sürecin beraberinde getirdiği yükümlülüklerin etkisiyle kapsamlı siyasi ve ekonomik dönüşümler yaşamıştır (Öniş, 2007). 2000’li yılların başlarında, bu dönüşümlerin yarattığı iyimser atmosferin de katkısıyla Türkiye’de AB üyeliğine kamu desteği oldukça yüksek düzeylere çıkmıştır (Ülger, 2016). AK Parti, iktidarının ilk yıllarında Türkiye’yi Avrupa normlarına uyumlaştırma konusunda güçlü bir irade sergilemiş ve siyasi istikrar, işleyen bir piyasa ekonomisi ile AB müktesebatını benimseme kapasitesini kapsayan Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmeye yönelik kapsamlı reformlar gerçekleştirmiştir (Başkan & Gümrükçü, 2012). Söz konusu reformlar; insan haklarının korunması, hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi ve ekonomik liberalizasyon gibi pek çok alanda köklü değişimleri beraberinde getirmiş, böylece Türkiye’nin AB üyeliği için gerekli koşulları sağlamaya yönelik samimi bir iradeye sahip olduğu izlenimini oluşturmuştur (Ulusoy, 2008). Bu dönemde AB üyeliği hedefinin sağladığı motivasyonla demokratikleşme ve ekonomik reformlar alanında kayda değer ilerlemelere sahne olmuştur (Öniş, 2007). AB’ye üyelik perspektifi, reform süreçlerine önemli ölçüde katalizörlük etmiş; insan haklarının geliştirilmesi, yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi ve ordu üzerinde sivil denetimin artırılması gibi uzun süredir çözülemeyen yapısal sorunların ele alınmasında Türk hükümetine hem yön gösterici bir çerçeve hem de güçlü bir motivasyon kaynağı sağlamıştır.

İktidarının ilk yıllarını takip eden dönemde ise AK Parti’nin reformist dinamizmini ve başlangıçtaki coşkusunu büyük ölçüde yitirdiği ifade edilebilmektedir. Ne var ki üyelik sürecinde karşılaşılan engeller ve artan belirsizlikler, Türkiye’de reform sürecinin ivme kaybetmesine yol açmış; bu durum AK Parti’nin önceliklerini iktidarını konsolide etmeye ve daha milliyetçi bir siyasal söylem benimsemeye yöneltmiştir. AB’nin Türkiye’nin ekonomik toparlanmasındaki rolü, AK Parti’nin gelecekte Avrupalılaşma rotasından tamamen sapma ihtimalini azaltmış olmakla birlikte parti içerisinde farklı yönelimlerin ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bu yön değişikliği, AB içerisinde yükselen Avrupa şüpheciliği, Türkiye’nin alternatif jeopolitik ittifaklara yönelme arayışları ve giderek artan Türk milliyetçiliği gibi çeşitli dinamiklerin etkisiyle şekillenmiştir (Öniş, 2007).

2008 ile 2013 yılları arasındaki dönemde, iç siyasi kutuplaşmanın derinleşmesi ve Kıbrıs meselesinin müzakere başlıklarının ilerlemesini engellemesi reform sürecinde belirgin bir yavaşlamaya yol açmıştır. Bu gelişmeler, Türkiye’nin iç siyasi dinamikleri ile AB’nin ısrarlı talepleri arasındaki karmaşık etkileşimi açıkça yansıtmaktadır. Aynı dönemde, AB’ye yönelik kamuoyu desteğinin erimesi ve Ankara’nın stratejik yönelimindeki belirsizlikler, iç önceliklerdeki değişimlerin üyelik sürecini nasıl sekteye uğratabileceğini gösteren bir belirsizlik ortamı yaratmıştır. 2014 sonrası dönemde de AK Parti’nin olağanüstü hal uygulamaları ve medya üzerindeki alınan önlemler, AB tarafında hukukun üstünlüğünün zayıfladığı yönünde kaygıların artmasına neden olmuş; bu durum AB’nin bazı müzakere başlıklarını askıya almasına ve Türkiye ile ilişkileri tam üyelik perspektifinden çıkararak stratejik ortaklık düzeyine indirgemesine yol açmıştır. 2016 yılındaki AB-Türkiye Göç Mutabakatı ise kriz odaklı işbirliğinin üyelik hedeflerinin önüne geçerek bu stratejik yeniden konumlanmayı daha da belirginleştirmiş ve dış jeopolitik faktörlerin üyelik söyleminin dönüşümündeki rolünü gözler önüne sermiştir (Demirsu & Cihangir Tetik, 2018). AK Parti’nin başlangıçta bölgesel barış, ekonomik kalkınma ve AB ile ilişkileri eş zamanlı olarak yürütme çabası da Türkiye’nin dış politikasında olası bir eksen kayması tartışmalarını gündeme getirmiştir (Tekşen, 2017).

2020 yılı sonrasında AB, Türkiye’nin en büyük mal ithalat ve ihracat ortağı olmayı sürdürmekte ve Türkiye’nin ihracatının %40’ından fazlası AB ülkelerine yönelmektedir. Bu güçlü ekonomik ilişki, siyasi gerilimlere rağmen ikili ilişkilerin stratejik düzeyde sürdürülmesinin önemini sürekli olarak vurgulamaktadır. 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ardından ve Karadeniz ile Doğu Akdeniz’de artan jeopolitik belirsizliklerin etkisiyle, hem Ankara hem de Brüksel ilişkilerin yeniden canlandırılması yönünde adımlar atmıştır. Bu kapsamda gümrük birliğinin modernizasyonu ve vize serbestisi müzakereleri yeniden öncelikli gündem maddeleri haline gelmiştir. Akademik literatürde, Türkiye’nin dış politikasında zaman zaman Avrupa bütünleşmesine yönelik güçlü bir destekten jeopolitik iddialara yönelen tutum değişimlerinin Brüksel’in genişleme politikalarına ilişkin değerlendirmelerini önemli ölçüde etkilediği ifade edilmektedir. Bu çalışma da 2002 yılından 2024 yılına kadar AK Parti iktidarı altında Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin nasıl bir gelişim izlediğini ve bu süreci etkileyen temel siyasi, kurumsal ve dış dinamiklerin neler olduğunu inceleyerek strateji değişikliğini tahlil etmektedir. Böylelikle hem Türkiye-AB ilişkilerinin yaklaşık çeyrek yüzyılının değerlendirilmesine hem de gelecek perspektiflerinin ortaya konulmasına aracılık ederek literatüre katkı sağlamaktadır. İkili ilişkilerdeki değişim ve dönüşümün ardında yatan dinamiklerin analizi, Türkiye-AB ilişkilerinin anlaşılmasına ve AK Parti’nin AB’ye yaklaşımının irdelemesi de ilişkilerin güncel meseleler ışığında değerlendirilmesine olanak sunmaktadır. Çalışma nitel araştırma yöntemleri kapsamında hazırlanmış ve doküman analizi tekniğiyle verilere ulaşmıştır. Çalışmada, ikincil veriler temel alınarak akademik literatürde Türkiye-AB ilişkilerinin 2002-2024 dönemindeki dönüşümü, kuramsal yaklaşımlar ışığında karşılaştırmalı ve derinlemesine bir değerlendirme ile sistematik biçimde incelenmiştir.

 

Tarihsel Arkaplan ve Teorik Çerçeve

Türkiye’nin AB ile ilişkileri, 1959 yılında ülkenin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) ortak üyelik başvurusunda bulunmasıyla resmen başlamıştır (Camyar & Tagma, 2010). Bu süreci takiben, 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile Türkiye’nin üyeliği nihai bir hedef olarak tanımlanmış ve iki taraf arasında daha yakın bir işbirliği tesis edilmesine yönelik kurumsal bir çerçeve oluşturulmuştur. Türkiye, 1987 yılında tam üyelik başvurusu yaparak, ilerlemeler ve kesintilerle şekillenen uzun ve karmaşık bir üyelik sürecine resmen adım atmıştır (Ülger, 2016). Ancak, Avrupa Topluluğu, Türkiye’nin üyelik kriterlerine uygunluğuna ilişkin çeşitli çekinceler dile getirmiş ve ekonomik ile siyasi alanda yaşanan zorlukları müzakerelerin yavaşlamasının temel gerekçeleri arasında göstermiştir.

Türkiye’nin 1987 yılında gerçekleştirdiği tam üyelik başvurusunun ardından, Türkiye-AB ilişkileri tarihsel süreç içerisinde hem çeşitli zorluklarla hem de önemli dönüm noktalarıyla ilerlemiştir (Ülger, 2016). İlk aşamada, ekonomik liberalleşme çabalarına rağmen Avrupa Komisyonu 1989 yılında Türkiye’nin üyelik başvurusuna olumsuz görüş bildirmiş, buna karşın Türkiye’nin temel üyelik kriterlerini karşıladığını teyit etmiştir. Bu gelişmenin ardından, üyelik sürecini ilerletme amacıyla girişimler yoğunlaşmış ve 1996 yılında Türkiye ile AB arasında sanayi ürünlerinin serbest dolaşımını öngören Gümrük Birliği anlaşması yürürlüğe girmiştir.

Bu gelişme Türkiye’de tam üyelik yolunda atılmış stratejik bir adım olarak değerlendirilmiştir. Ancak, Aralık 1997’de gerçekleştirilen Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’nin aday ülkeler listesine dâhil edilmemesi ciddi bir hayal kırıklığına ve kamuoyunda öfkeye yol açmıştır. Türkiye’de özellikle Gümrük Birliği süreci göz önüne alındığında bu kararın adaletsiz olduğu kanaati güçlenmiştir (Eylemer & Taş, 2007).

1997 ile 1999 yılları arasında Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler gergin bir seyir izlemiş olsa da Aralık 1999’da gerçekleştirilen Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye resmi adaylık statüsü verilmesi sürecin seyrini değiştirmiştir. Bu gelişme doğrultusunda Avrupa Komisyonu’ndan, diğer aday ülkelerde olduğu gibi Türkiye için de düzenli İlerleme Raporları hazırlaması talep edilmiştir (Müftüler Baç, 2005). Söz konusu raporlar, Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri ile diğer üyelik şartlarını yerine getirme konusundaki ilerlemesini sistematik bir şekilde değerlendirmiştir, Bu dönemde, AB’nin yumuşak güç kapasitesi Türkiye üzerinde belirgin bir etki yaratmış; özellikle 1990’lı yıllarda bu etkinin yoğunlaştığı gözlemlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınması ise AB’nin bu dönemde Türkiye üzerindeki yumuşak güç etkisini daha da pekiştiren önemli bir adım olmuştur (Ülger, 2016).

1950’li yıllardan 2002 yılına kadar Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri, farklı evrelerden geçerek gelişmiştir. Başlangıçta modernleşme hedefi ve Batı ile bütünleşme arzusu doğrultusunda hareket eden Türkiye, AET ile daha yakın ilişkiler kurmaya çalışmış ve bu süreç 1987 yılında gerçekleştirilen somut tam üyelik başvurusuyla bir sonraki aşamaya taşınmıştır. Ekonomik ilerlemeye ve 1996 yılında Gümrük Birliği’nin kurulmasına rağmen, siyasi reformlar ve insan hakları alanındaki sorunlar üyelik sürecinde önemli engeller oluşturmuştur. 1997 yılında Lüksemburg Zirvesi’nde yaşanan hayal kırıklığı, 1999 yılında Türkiye’ye adaylık statüsü verilmesiyle kısmen telafi edilmiş ve bu gelişme, 2002 yılında başlayan AK Parti iktidarı döneminin zeminini hazırlamıştır. Söz konusu dönem, başlangıçta AB’ye üyelik hedefi doğrultusunda güçlü bir siyasi irade sergilenmesi ve reformlara yeniden öncelik verilmesiyle dikkat çekmiştir (Yılmaz, 2011). Bu dönemde AB’ye üyelik hedefi iktidarın temel programlarından biri haline gelmiştir. Bununla birlikte, ilerleyen yıllarda Türkiye-AB ilişkileri farklı boyutlarla ve yaklaşımlarla şekillenmiştir.

AK Parti iktidarında yönetilen bu süreç, çalışmada tam üyelik odaklı bir yörüngeden farklılaştırılmış işbirliği ve stratejik pragmatizme dayalı bir anlayışa dönüş olarak okunabilmektedir. Bu çok katmanlı değişim ve dönüşümün ilk aşaması, Avrupa bütünleşmesine ilişkin neo-fonksiyonalizm ve liberal hükümetlerarasıcılık kuramlarıyla analiz edilebilir. Neofonksiyonalist kuram, AB bütünleşmesini bir birini takip eden ilişkili bir süreçler bütünü olarak tanımlar. Buna göre ulus-ötesi kurumlar, zamanla yeni ekonomi-politik alanlara taşan yayılma etkisi (spill-over effect) yaratarak daha ileri düzeyde bir birliği teşvik eder. Buna karşılık, liberal hükümetlerarasıcılık, devletleri ulusal çıkar ve güç dengeleri temelinde pazarlık yapan rasyonel aktörler biçiminde tanımlar (Moravcsik, 1998). Neofonksiyonalist yaklaşıma göre gümrük birliği, ticaret veya ulaşım gibi bir alandaki iş birliği diğer alanlarda da politikaların uyumlaştırılması yönünde etkiye dönüşebilir. Buradan hareketle AK Parti’nin 2002-2007 yılları arasında sivil hayattan siyasal hayata uzanan reform süreci, yayılma etkisinin ve AB normlarına uyum sağlama çabalarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Nitekim 2002-2007 döneminde AB’ye tam üyelik perspektifiyle hareket eden iktidar AB kriterlerini karşılamaya yönelmiştir. Dolayısıyla hem neofonksiyonalist hem de liberal hükümetlerarasıcılık yaklaşımları AK Parti’nin erken dönem reformlarını açıklayabilir bir zemin sunmaktadır. 2008-2020 dönemi de gözlenen duraklama ve stratejik öncelik farklılaşmasından hareketle liberal hükümetlerarasıcılık perspektifiyle açıklanabilir. Kıbrıs meselesinin çözümsüzlüğü, bazı AB liderlerinin ayrıcalıklı ortaklık önerileri ve Türk dış politikasının önceliklerinin Orta Doğu’ya kaydırılması, bu dönemde karşılıklı çıkarların örtüşmediğini ve müzakere kapasitesinin zayıfladığını göstermiştir (Aydın-Düzgit, Kutlay & Keyman, 2025). Ayrıca AB’nin normatif olarak rol model profilinin inandırıcılığını kaybetmesi ve iktidarın iç siyasette gücünü pekiştirmesiyle birlikte, Türkiye’deki eğilim bu dönem özelinde Avrupalılaşmadan uzaklaşma yönünde seyretmiştir (Scazzieri, 2017). Türkiye’nin ulusal özerkliği maksimize etme stratejisinin görünürleştiği bu dönem, liberal hükümetlerarasıcılık merceğiyle incelenebilir. Ayrıca bu dönemde ilişkilerin daha da soğumasıyla özellikle insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarındaki karşılıklı gerilimler, Türkiye’nin AB ile normatif uyumunun ciddi şekilde sorgulanmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ilişkilerdeki pragmatik iş birliği alanları neofonksiyonalist bir yaklaşımla değil, daha çok sektörel ve araçsal işlevsellik anlayışıyla uyumlu olarak devam ettirilmiştir. Bu noktada göç yönetimi, güvenlik ile ilgili hususlar ve enerji alanları gibi teknik konularda sınırlı işbirliği, kurumsal değil stratejik ve geçici çıkarlar temelinde yürütülmüştür (Müftüler Bac & Gürsoy, 2010).

Bu çalışmanın temel iddiası, Avrupa bütünleşmesi meselesinde son yıllarda daha fazla gündeme gelen farklılaştırılmış bütünleşme kuramıyla temellendirilmektedir. Diğer ifadeyle 2021 sonrası dönemde, farklılaştırılmış entegrasyon teorisinin Türkiye-AB ilişkilerini anlamak için açıklayıcı çerçeveyi sunduğunu ileri sürmektedir. Bu kuram, AB’ye üye ve üye olmayan devletlerin AB politikalarına ve kurumlarına farklı düzeylerde katılımına olanak tanıyan çeşitli alanlardaki kurumsal düzenlemelere karşılık gelmektedir (Schimmelfennig vd., 2015). Bu anlamda Türkiye’nin tam üyelik hedefinden ticaret, göç ve güvenlik gibi belirli alanlarda AB ile sektörel işbirliğine yönelişini anlamak için değerli bir bakış açısı sunmaktadır. Öte yandan Börzel ve Risse’nin (2018) de ifade ettiği gibi son dönemde AB’nin normatif temelli genişleme gündeminin geride kaldığı, AB dışı devletlerle giderek daha fazla pragmatik ve işlevsel işbirliğini merkeze aldığını görülmektedir. Buradaki teorik temelden hareketle 2002’den 2024’e uzanan süreç bir zaman çizelgesi üzerinde şu dört ana aşamada sınıflandırılabilir:

Grafik 1: Türkiye-AB İlişkilerinin 2002-2024 Yılları Arasındaki Seyri

İlk dönem Yüksek Coşku ve Reformlar (2002-2007) başlığı altında ilişkilerin altın çağı, önemli reformlar ve tam üyelik müzakerelerinin başlaması dönemini ifade eder. İkinci dönem Durgunluk ve Belirsizlik (2008-2013) başlığı altında ilişkilerde bir düşüş trendi, konjonktürel engellerin (Kıbrıs, iç krizler, Türkiye’deki gelişmeler) ve belirsizliğin arttığı bir dönemdir. Üçüncü dönem Soğukluk (2014-2020) başlığı altında ilişkilerdeki keskin düşüş, karşılıklı eleştiriler, müzakerelerin askıya alınması çağrıları ve sınırlı/işlevsel işbirliğinin (Örn. göç) ön plana çıkmasını kapsar. Son dönem ise Stratejik Özerklik ve Ayrışma (2021-2024) başlığı altında ilişkilerin karşılıklı olarak asgari düzeye indiği, taraflar arasında siyasi ve normatif ayrışmanın derinleştiği, pragmatik alanlara odaklanıldığı mevcut durum olarak değerlendirilebilir.

İlk Aşama: Avrupa Birliği’nin Yüksek Coşkusu ve Reformlar (2002-2007)

Türk dış politikasında 21. yüzyılda gözlemlenen aktivizm yalnızca AK Parti dönemine değil daha öncesine uzanan bir gelişim sürecinin ürünüdür. Özellikle 1990’lı yıllarda, Turgut Özal hükümetlerinin dış politika vizyonu çerçevesinde Türkiye, uluslararası sahnede daha etkin bir aktör olma yönünde adımlar atmıştır. Bu süreçte, Türkiye’nin hem bölgesel hem de küresel ölçekteki görünürlüğü ve etkisi kayda değer biçimde artmıştır. 1999-2002 yılları arasındaki Koalisyon Hükümeti’nde Dışişleri Bakanı olarak görev yapan İsmail Cem de çok boyutlu ve proaktif bir dış politika çizgisi izleyerek bu süreci desteklemiştir. Dış politika alanındaki bu yükselen dinamizm, büyük ölçüde değişen iç dinamiklere ve uluslararası konjonktüre verilen stratejik bir yanıt olarak değerlendirilebilir. Zira siyasi ve ekonomik alanda sağlanan ilerlemeler Türkiye’nin çok katmanlı tarihsel mirasını yeniden keşfetmesine ve uluslararası ilişkilerde daha iddialı bir pozisyon üstlenmesine de olanak sağlamıştır (Öniş, 2011; Sözen, 2010).

AK Parti ilk iktidara geldiğinde partinin dış politika yaklaşımı, kamuoyunda önemli bir merak konusu haline gelmişti. Bu dönemde Türkiye, AB’ye üyelik sürecinde aday ülke statüsünde bulunuyordu ve müzakere başlıklarının açılması için yoğun bir diplomatik çaba gösteriyordu. 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında demokratikleşmeye yönelik çeşitli uyum yasaları Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hâlihazırda kabul edilmeye başlanmıştı. Her ne kadar AK Parti kadroları Milli Görüş geleneğinden gelse ve 1990’larda Refah Partisi AB’yi “Hristiyan

Kulübü” olarak nitelendirip Batı karşıtı bir söylem geliştirmiş olsa da Refah ve Fazilet Partileri’nin kapatılmasının ardından ortaya çıkan yenilikçi kanat (AK Parti’nin kurucu kadrosu), AB üyelik hedefini güçlü bir şekilde benimsemişti. Fakat bu coşkulu yaklaşımın ardında ideolojik bir Avrupa yönelimi bulunmaktan çok iç siyasi hedeflerin belirleyici olduğu tartışıldı. Bu anlamda, AK Parti açısından AB sürecinin bir yandan özellikle asker-sivil ilişkilerini düzenleyerek askeri vesayeti sınırlamak ve böylece siyasi iktidarını güçlendirmek için bir hayatta kalma stratejisi; diğer yandan da toplumsal desteği genişletmek amacıyla kullanılan bir araç olarak değerlendirildi (Papuççular, 2023).

AB ile ilişkilerin ilerletilmesi kapsamında 2001’den itibaren hız kazanan reform sürecinde farklı dil ve lehçelerde yayın ile eğitim hakkı tanınmış, idam cezası kaldırılmış, yeniden yargılamaya olanak tanıyan düzenlemeler yapılmış ve mevzuat Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına uyumlu hale getirilmiştir. Kasım 2002 seçimlerinin ardından AK Parti, anayasal değişiklikler ve uyum paketleri ile basın özgürlüğü, inanç özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı gibi temel alanlarda önemli reformlara imza atmıştır. Ayrıca, Milli Güvenlik Kurulunda sivillerin ağırlığı artırılmış, askeri harcamalar Sayıştay denetimine açılmış ve askeri yargının yetki alanı daraltılmıştır (Bilgin vd., 2022). Bu reformlar hem Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde ilerleme sağlarken hem de AK Parti’nin iç siyasette konumunu güçlendirmiştir. Reform sürecinin meyvesi olarak da Türkiye 2005 yılında resmi olarak AB’ye üyelik müzakerelerine başlamıştır (Küçükcan & Küçükkeleş, 2012). Bu dönemde, AK Parti’nin lider kadrosu, AB’yi iç politikada Kemalist ve laik çevrelerden gelebilecek baskılara karşı bir tür güvence mekanizması olarak görmüş; AB de ılımlı İslamcı kimlikten müslüman demokrat kimliğe evrilen bu hareket için dini özgürlüklerin korunması ve genişletilmesi yönünde destekleyici bir siyasi alan sunmuştur (Öniş, 2007). Dolayısıyla ikili ilişkiler olumlu bir hava içinde ilerlemiş ve uzun yıllardır süren üyelik süreci kritik bir dönemece gelmiştir.

İkinci Aşama: Durgunluk ve Belirsizlik (2008-2013)

AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin ikinci aşaması, ilk dönemden farklı olarak göreli bir durgunluk ve artan belirsizliklerle şekillenmiştir. AB üyeliğine yönelik yoğun arzu ve hızlanan reform süreci sonucunda 2005 yılında resmi üyelik müzakerelerine başlamış, fakat tam bu dönemde Türkiye’deki Avrupa coşkusu belirgin şekilde zayıflamaya başlamıştır. İlişkilerdeki sönümlenmenin ardında hem AB’ye hem de Türkiye’ye özgü çeşitli dinamikler etkili olmuştur.

İlk olarak, AB’nin Türkiye’den Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımasını ısrarla talep etmesi nedeniyle çözümsüz kalan Kıbrıs sorununun önemli bir engel oluşturduğu ifade edilebilir. Müzakere sürecinin tıkanmasında da Kıbrıs meselesi belirleyici bir rol oynamıştır; Türkiye’nin, Gümrük Birliği yükümlülüklerini AB’nin yeni üyelerine, dolayısıyla Güney Kıbrıs’a da uygulamayı reddetmesi, Ankara-Brüksel ilişkilerinde ciddi gerilime yol açmıştır. İlgili dönemde birçok AB yetkilisi, Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanımadan AB’ye tam üye olamayacağını açık bir dille ifade etmiştir (Küçükcan & Küçükkeleş, 2012). Bununla birlikte, 2005 sonrası dönemde yaşanan gerilimler yalnızca Kıbrıs sorununa indirgenemez. Aynı yıllarda AB kendi iç krizleriyle de yüzleşmek zorunda kalmıştır. Fransa ve Hollanda’da gerçekleştirilen referandumlarda Avrupa Anayasası’nın reddedilmesi, Birliğin geleceğine dair endişeleri artırmış ve Türkiye kamuoyunda Avrupa şüpheciliğinin derinleşmesine neden olmuştur. Öte yandan, Türkiye’nin Avrupa kimliğine dair tartışmalar yeniden alevlenmiş, 2007 Brüksel Zirvesi sırasında Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Türkiye’nin yeri Avrupa’da değildir yönündeki açıklamaları, Birlik içindeki kuşkuları açıkça ortaya koymuştur. Nicolas Sarkozy liderliğindeki Fransa yönetimi, Türkiye’nin tam üyeliğine açıkça karşı çıkarak, bunun yerine “ayrıcalıklı ortaklık” modelini savunmuştur (Aydın Düzgit & Keyman, 2012; Papuççular, 2023). Bu nedenle AB’nin önde gelen üyelerinin Türkiye’nin üyeliğine ilişkin takındığı bu gibi negatif tutumlar da bu dönemde ilikişkilerin soğumasında belirleyici olmuştur.

İç politik gelişmelerin de etkisi bu dönemdeki yavaşlamada yadsınmamalıdır. Türkiye’de demokratik standartlarda gerileme yaşandığı düşüncesi, AB çevrelerinde çokça dile getirilmeye başlanmış ve kamuoyunda ciddi endişelere yol açmıştır (Yılmaz, 2011). AB yetkilerince düzenlenen raporlarda Türkiye’de ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve insan hakları gibi alanlarda gerilemeler yaşandığı ifade edilmiş ve Türkiye’nin AB ile ilişkileri daha da gerginleştirmiştir (Ulusoy, 2008). AB içinde Türkiye’ye yönelik eleştirilerin artmasına Hükümet’in muhalefete ve medyaya yönelik uygulamaları neden olarak gösterilmiştir. Fransa ve Almanya gibi etkili üye devletlerin tam üyelik karşıtı tutumları, bazı siyasi liderlerin tam üyelik yerine ayrıcalıklı ortaklık modelini savunmalarıyla birleşerek Türkiye’nin üyelik ihtimalini daha da zayıflatmıştır (Jansiz vd., 2016). Tüm bu gelişmeler, Türkiye’de AB üyeliğine yönelik kamuoyu desteğinin azalmasına ve Avrupalı siyasi aktörlerin Türkiye’ye karşı daha eleştirel bir yaklaşım benimsemesine sebebiyet vermiştir (Saatçioğlu, 2019).

Bu ikinci aşamada AK Parti’nin AB yaklaşımında da belirgin bir değişim gözlemlenmiştir. 2011 yılında başlayan Arap Baharı ayaklanmaları ve sonrasında Türk karar verici elitlerin bölgesel düzeyde artan etkili aktör olma çabaları, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini çeşitli yönlerden etkilemiştir. Bu süreçte, Türkiye’nin dış politika öncelikleri Orta Doğu’daki etkisini artırma yönünde şekillenmiş ve böylece AB üyeliği isteği öncelikli olmaktan giderek uzaklaşmıştır (Karacasulu & Aşkar Karakır, 2014). AK Parti’nin bölgedeki diplomasi hamleleri, Türkiye’nin dış politikasında bir “eksen kayması” yaşandığı yönündeki tartışmaları gündeme taşımış, bu çerçevede Neo-Osmanlıcılık söylemleri daha sık dile getirilir hale gelmiştir. AB de özellikle Mısır bağlamında Müslüman Kardeşler’in demokratikleşme ve özgürlük taleplerine yönelik destek konusunda Türkiye ile ciddi görüş ayrılıkları yaşamış; Ankara, AB’ye üye devletlerden yeterli desteğin sağlanmadığını ileri sürmüştür Tekşen, 2017). Bölgedeki bu gelişmeler ve Türkiye’nin verdiği tepkiler, tarafların Orta Doğu’da giderek daha farklı gündem ve stratejiler benimsemelerine yol açmış, bu durum Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine neden olmuştur.

Bu dönemi, Türkiye’nin dış politika yönelimindeki değişimi değerlendiren İbrahim Kalın’ın (2011) da ifade ettiği gibi Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde doğrudan bir kopuştan ziyade tarafların stratejik önceliklerinde farklılaşma yaşandığı bir süreç olarak okumak mümkündür. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren Orta Doğu, Afrika ve Asya gibi farklı coğrafyalara yönelmesiyle Avrupa merkezli dış politika anlayışını çeşitlendiren bir Türkiye ile Türkiye’nin dış politika önceliklerindeki değişime ilişkin yeni soru işaretleri olan ve tepki geliştiren bir AB, dönemin tarafları olarak alınabilir. Zira Kalın’a göre (2011) Türkiye, AB üyeliğini stratejik bir hedef olarak muhafaza etmeye devam etmekle birlikte, farklı bölgelerde üstlendiği yeni roller ve girişimler nedeniyle dış politika ajandasını genişletmiştir. Bu durum taraflar arasında dolaylı ve aşamalı bir mesafe oluşmasına yol açmıştır. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinde keskin bir gerilim ya da açık bir kopuştan ziyade çok katmanlı dış politika anlayışının tetiklediği yumuşak gerilim ve stratejik farklılaşma süreçlerine geçişin yaşandığı, değişen küresel ve bölgesel dinamikler karşısında Türkiye’nin dış politika esnekliğini artırmaya çalıştığı değerlendirmesi, bu dönemi özetleyebilir.

Üçüncü Aşama: Avrupa Birliği-Türkiye Arasındaki Soğukluk (2014-2020)

Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin üçüncü aşaması, taraflar arasındaki mesafenin giderek artmasıyla tanımlanabilmektedir. Bu dönemin eşiğinde yaşanan 2013 yılındaki Gezi Parkı protestoları ve 2016’daki darbe girişiminin ardından AB insan hakları, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konularındaki kaygılarını dile getirerek Türk hükümetinin bu olaylara verdiği tepkileri sert bir şekilde eleştirmiştir. AB, özellikle, Türkiye’nin insan hakları sicilini, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve siyasi muhaliflere yönelik tutumunu tenkit etmiş, gazetecilerin, akademisyenlerin ve sivil toplum aktivistlerinin tutuklanması AB kurumları ve üye devletler tarafından kınanmıştır. Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin demokratik yapısındaki gerilemelere atıfta bulunarak, üyelik müzakerelerinin askıya alınması çağrısında bulunmuş ve bu çağrıyı birden fazla kez yinelemiştir (Schiop, 2019).

AB’nin eleştirileri ve katılım müzakerelerinin dondurulması, taraflar arasındaki mesafenin daha da derinleşmesine yol açmıştır. 2016 yılındaki darbe girişimi sonrasında Türkiye’de ilan edilen olağanüstü hal, çeşitli kişi ve gruplara yönelik alınan kapsamlı önlemler, üyelik süreci önünde engel olarak tanımlanmış ve Avrupa Parlamentosu, 2016 yılının Kasım ayında yaptığı oylama sonucunda, üyelik müzakerelerinin geçici olarak dondurulması yönünde tavsiye kararı almıştır. Söz konusu karar AB liderleri için bağlayıcı olmamakla birlikte Ankara’da ciddi bir tepkiye yol açmıştır. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Binali Yıldırım, bu kararı değerlendirirken Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye söz konusu olduğunda tarafsızlıktan uzaklaştığını ve alınan kararın Türkiye açısından hiçbir anlam ifade etmediğini vurgulamıştır. Yıldırım, bu adımı Türkiye’nin AB’ye duyduğu güveni daha da zedeleyen siyasi basiretten yoksun bir hamle olarak nitelendirmiş ve Avrupa’nın Türkiye ile işbirliği mi yoksa terör örgütleriyle ittifak mı kuracağına karar vermesi gerektiğini ifade etmiştir. Benzer şekilde dönemin AB Bakanı Ömer Çelik de Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararın Türkiye açısından yok hükmünde olduğunu belirtmiştir. Aralık 2016’da gerçekleştirilen AB liderler zirvesinde ise üyelik müzakerelerinin resmen dondurulması yönünde bir karar alınmamış, bunun yerine göç yönetimi, Kıbrıs meselesi, vize serbestisi süreci ve terörle mücadele konularında Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesine yönelik vurgular yapılmıştır (Üstün, 2020).

Soğukluk döneminde siyasi gerilimlere rağmen Türkiye ile AB belirli alanlarda, özellikle göç yönetimi konusunda sınırlı düzeyde işbirliğini sürdürmüştür. 2016 yılında taraflar, Türkiye’den Avrupa’ya yönelik düzensiz göç akınını durdurmayı hedefleyen bir anlaşmaya varmıştır. Bu anlaşma kapsamında AB, Türkiye’ye, göçmenlerin Yunanistan’a geçişini engelleme çabalarına destek amacıyla mali yardım sağlamayı taahhüt etmiştir (Köse, 2023). AB-Türkiye vize serbestisi ve geri kabul anlaşmaları da bu işbirliğinin önemli unsurlarını oluşturmuştur. Parlar Dal ve Dipama’nın (2023) belirttiğine göre Türkiye bu süreçte yalnızca bir aday ülke değil aynı zamanda AB’nin dış sınırlarında bir “tampon bölge” olarak konumlandırılmış; böylece sosyal ve coğrafi açıdan AB-Türkiye ilişkileri işlevsel bir yapıya evrilmiştir. Bu durum, Türkiye’nin AB üyeliğine dayalı uzun vadeli entegrasyon hedefinden uzaklaşılarak, göç yönetimi gibi pratik işbirliği alanlarında kısa vadeli ve stratejik odaklı bir ilişki biçiminin benimsenmesine zemin hazırlamıştır. Fakat anlaşmanın uygulanması sürecinde taraflar arasında çeşitli anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Türkiye, AB’yi mali taahhütlerini yerine getirmemekle suçlarken AB Türkiye’nin insan hakları sicilindeki olumsuzluklara dikkat çekmiştir. Göç alanındaki bu pragmatik işbirliği, tarafların daha geniş çaplı siyasi anlaşmazlıklara rağmen karşılıklı çıkarları bulunan spesifik alanlarda işbirliği yapmalarını sağlayan bir tür “işlevselcilik” yaklaşımı olarak değerlendirilmiştir (Saatçioğlu, 2019).

Son Aşama: Stratejik Özerklik ve Ayrışma (2021-2024)

AK Parti döneminde AB ile ilişkilerinin son aşaması, stratejik özerklik arayışı ve AB’den giderek artan bir kopuş eğilimiyle açıklanabilir. Bu dönemde Türkiye’nin dış politika yöneliminde yaşanan değişim, AB ile ilişkilerin asgari düzeye inmesi, kurumsal yapıda yaşanan erozyon ve insan hakları alanındaki kaygıların derinleşmesi taraflar arasındaki ilişkilerin belirleyicileri olmuştur. Ayrıca AB içerisindeki bölünmeler ve Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini şekillendirecek nitelikte olan 2023 seçimleri de bu dönemin gelişmeleri arasında yer almıştır (Ülgen vd., 2024).

2023 seçimlerinde AK Parti ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) arasında kurulan ittifak, Türkiye’nin daha iddialı ve milliyetçi bir dış politika çizgisine yönelmesini pekiştirmiştir. Bu yön değişimi, savunma sanayiinden bölgesel çatışmalara kadar birçok alanda, AB üye devletleri de dâhil olmak üzere Batılı müttefiklerle ilişkilerde gerilimin artmasına neden olmuştur. Ankara’nın Rusya’dan özellikle S-400 hava savunma sistemlerini satın alması, İsveç’in NATO üyeliğinin onay sürecini geciktirmesi, çatışmacı söylemleri ve sert güç kullanımına dayalı dış politika tercihleri Batıyla arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine sebebiyet vermiştir (Adar, 2024). Bu dönemde AB ile Türkiye arasındaki ilişkiler, üyelik perspektifinin zayıflamasıyla birlikte asgari düzeye indirilmiş ve esas olarak ticaret, terörle mücadele ve göç yönetimi gibi pragmatik işbirliği alanlarına odaklanmıştır (Müftüler Baç, 2021). Siyasi gerilimlerin devam etmesine rağmen, taraflar özellikle göç yönetimi konusunda belirli bir düzeyde işbirliğini sürdürmeyi başarmıştır. Fakat göç alanındaki anlaşmaların uygulanmasına ilişkin çeşitli anlaşmazlıklar varlığını korumakta ve taraflar arasındaki ilişkilerde zaman zaman yeni gerilimlere yol açmıştır.

AB’nin iç bölünmeleri ve genişleme yorgunluğu, bu dönemde Türkiye ile AB arasındaki mevcut durumun şekillenmesinde önemli bir rol oynayan dinamiklerdendir. Avrupa’da yükselen popülizm, milliyetçilik eğilimleri ve üye devletlerin iç meselelerine odaklanması, AB’nin yeni üyeler kabul etme konusundaki istekliliğini azaltmış ve Türkiye’nin üyelik sürecini canlandırmasını daha da güçleştirmiştir. Avrupa Komisyonu’nun Şubat 2018’de yayımladığı “Batı Balkanlar için inandırıcı bir genişleme perspektifi ve AB’nin bu bölgeyle ilişkilerinin güçlendirilmesi” (A credible enlargement perspective for and enhanced EU engagement with the Western Balkans) başlıklı strateji belgesinde Türkiye’ye yer verilmemesi Türkiye’nin artık AB’nin genişleme gündeminin bir parçası olmadığı yönündeki argümanları güçlendirmiştir (Alpan, 2019).

Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin reform ve iyimserlik döneminden stratejik özerklik ve ayrışma dönemine girmesi olarak açıklanabilecek bu dönemin oluşmasında birbirine bağlı birçok faktör etkili olmuştur. İlk olarak, Türkiye’nin iç siyasi dinamikleri bu dönüşümde belirleyici bir rol oynamıştır. AK Parti’nin iktidarını pekiştirmesi ve MHP ile kurduğu ittifak, Türkiye’nin dış politikasında daha milliyetçi bir çizgiye kaymasına yol açmıştır. Bu değişim insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratik değerler konusundaki uluslararası endişeleri belirli güvenlik kaygıları gerekçeleriyle göz ardı etmeyi beraberinde getirmiş ve AB ile Türkiye arasında giderek derinleşen bir kopuş yaratmıştır.

İkinci olarak AB’nin kendi iç siyasi yapısı ve koşulluluk mekanizmasının etkinliği de süreci doğrudan etkilemiştir. Genişleme yorgunluğu, üye devletlerarasındaki iç bölünmeler ve AB içinde aşırı sağ siyasetin güçlenmesiyle yükselen popülist ve milliyetçi akımlar özellikle Türkiye gibi büyük ve çok kültürlü bir ülkenin üyeliğine yönelik isteğin azalmasına neden olmuştur (Alpan, 2019). AB’nin reform ilerlemesini üyelik olasılığına bağlayan koşulluluk mekanizması ise her iki tarafın da yükümlülüklerini yerine getirmediği algısının oluşması ve değişen siyasi ortam nedeniyle giderek daha az etkili hale gelmiştir. Ayrıca, AB’nin Kıbrıs meselesini üyelik müzakerelerinin devamı için temel bir şart haline getirmesi, Türkiye açısından mevcut ilerlemeleri dahi tehlikeye atan bir unsur olmuştur (Alahmed vd., 2015).

Üçüncü olarak, bölgedeki jeopolitik değişimler Türkiye-AB ilişkileri üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Suriye Krizi ve Ukrayna Savaşı gibi gelişmeler, Türkiye’nin dış politika önceliklerini yeniden şekillendirmiştir. Türkiye’nin bölgesel nüfuz arayışı ve stratejik özerklik hedefi, savunma sanayiinden enerji politikalarına kadar birçok alanda AB ile gerilimlere yol açmıştır. Örneğin, AB’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı eleştirileri ile Türkiye’nin Gazze’de İsrail tarafından gerçekleştirilen soykırıma ilişkin AB’nin tutumuna yönelik sert eleştirileri taraflar arasında artan stratejik ayrışmayı göstermektedir.

Dördüncü olarak, kamuoyundaki değişimler de katılım sürecinin dönüşümüne katkı sağlamıştır. AB’de insan hakları ve demokratik değerlere ilişkin endişeler nedeniyle Türkiye’nin üyeliğine yönelik kamuoyu desteği azalmıştır. Türkiye’de ise AB üyeliği hâlâ genel olarak desteklenmekle birlikte, üyeliğin gerçekleşme olasılığına dair şüpheler artmıştır (Saatçioğlu, 2019).

Son olarak, Türkiye’nin üyelik sürecinde haksız muameleye ve çifte standartlara maruz kaldığına dair algısı ilişkilerdeki güvensizliği derinleştirmiştir. Özellikle Kıbrıs örneği bu algının güçlenmesine katkı sağlamıştır. Türkiye, Kıbrıs sorunu çözülmeden Güney Kıbrıs’ın 2004 yılında AB’ye üye yapılmasını adaletsiz bir uygulama olarak değerlendirmektedir. Buna karşılık kendisinden, tüm yeni üye ülkeleri kapsayacak şekilde Ortaklık Anlaşması’nı genişletmesi ve Kıbrıs bayraklı gemilere limanlarını açması beklenmektedir (Açıkmeşe, 2010). Parlar Dal ve Dipama’nın (2023) da belirttiği üzere AB’nin genişleme sürecinde aday ülkeler arasında uyguladığı değişken standartlar, Türkiye’nin Avrupalılık iddiasını zayıflatmış ve üyelik sürecine duyulan güveni sarsmıştır. Özellikle normatif değerler ve demokratik kriterler konusunda bazı aday ülkeler için daha esnek davranılırken, Türkiye’ye yönelik daha katı ve eleştirel bir tutum benimsenmesi, Ankara’da “çifte standart” algısının kökleşmesine zemin hazırlamıştır. Bu durum, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yapısal bir güvensizlik ikliminin doğmasına ve üyelik perspektifinin giderek işlevsel bir düzeye indirgenmesine yol açmıştır. Örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliği Daimi Temsilcisi Faruk Kaymakcı, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye ilişkin düzenlediği toplantılarda dile getirilen söylemleri, hem AB’nin kurumsal meşruiyeti açısından hem de Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği bakımından sert bir biçimde eleştirmiştir. Kaymakcı’ya göre, Avrupa Parlamentosu giderek temsil kabiliyetini yitirmekte ve “mantık dışı ve izansız görüşlerin dile getirildiği” bir platforma dönüşmektedir. Bu durumun, aşırıcı ve ırkçı unsurların etkisinin arttığı bir zemin yaratarak Türkiye’nin AB’ye yakınlaşma sürecini zayıflatmakta olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle Genişlemeden Sorumlu AB Komiseri Marta Kos’un Türkiye ziyaretini iptal ettiğini açıklaması, Kaymakcı tarafından “siyasi güdülerle atılmış, popülist bir hamle” olarak tanımlanmış ve bu kararın Avrupa Komisyonu’nun tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmadığı belirtilmiştir. Ayrıca Kaymakcı, Türkiye’de henüz sonuçlanmamış yargı süreçlerine ilişkin yapılan yorumların, diğer AB ülkelerindeki benzer durumlara yönelik sessizlikle çeliştiğine dikkat çekerek bu tavrı inandırıcılıktan uzak bulmuştur (Anka Haber Ajansı, 2025).

Bütün bunların bir sonucu olarak Türkiye-AB ilişkilerinde karşılıklı güvensizlik, suçlamalar ve üyelik sürecinde ilerlemenin durmasıyla karakterize edilen yapısal bir gerilemeye yol açmıştır. AK Parti’nin AB üyeliğine yönelik motivasyonu literatürde önemli bir tartışma konusu olmuştur (Tekşen, 2017). Parti, iktidarının ilk yıllarında AB normlarını benimsemiş ve kapsamlı reform süreçlerini hayata geçirmiştir (Başkan & Gümrükçü, 2012). Hatta AK Parti’nin başlangıçta AB üyeliğini iktidarını konsolide etmek ve Türkiye’nin modernleşme sürecini hızlandırmak için stratejik bir araç olarak gördüğünü çeşitli araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür (Başkan & Gümrükçü, 2012; Öniş, 2007). Fakat AK Parti, zamanla iç siyasette iktidarını güçlendirdikçe ve AB tarafında Türkiye’nin üyeliğine yönelik ilginin azaldığı algısı yerleştikçe Avrupa perspektifine olan bağlılığını daha fazla sorgular hale gelmiştir (Ulusoy, 2008). Bu çerçevede, bazı yorumcular, AK Parti’nin ilerleyen dönemde izlediği stratejik özerklik politikalarını, partinin tam entegrasyon hedefinden uzaklaştığının bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. Resmi düzeyde Türkiye, AB’ye aday ülke statüsünü sürdürmektedir. Ancak, fiiliyatta üyelik süreci büyük ölçüde durma noktasına gelmiştir. AB, Türkiye’yi özellikle ticaret, güvenlik ve göç gibi alanlarda önemli bir ortak olarak değerlendirmekte ve ilişkileri daha çok belirli işbirliği alanlarına odaklanan işlevsel bir çerçevede yürütmektedir. Bu dönüşüm, Türkiye’nin artık geleneksel anlamda bir üyelik adayı değil de ortak çıkarlar temelinde şekillenen bir stratejik ortak olarak ele alınması gerektiği yönündeki tartışmaları gündeme getirmiştir (Müftüler Baç, 2021).

AB katılım süreci geçmişte Türkiye’deki demokratik reformların önemli bir itici gücü olarak işlev görmüştür (Açıkmeşe, 2010). Üyelik beklentisi, hükümeti insan haklarının korunması, hukukun üstünlüğünün güçlendirilmesi ve sivil-askeri ilişkilerin demokratik denetime tabi tutulması gibi alanlarda reform yapmaya teşvik etmiştir (Başkan & Gümrükçü, 2012). Fakat son yıllarda üyelik sürecinin duraksaması ve Türkiye’deki demokratik standartlar ile ilgili meseleler dikkate alındığında AB’nin demokratikleşmeye yönelik etkisi belirgin şekilde zayıflamıştır. Bu anlamda, her iki tarafın da yükümlülüklerini tam anlamıyla yerine getirmediği algısının, AB’nin koşulluluk mekanizmasının etkinliğini kaybetmesine yol açtığı ileri sürülmektedir (Cop & Kılıçdaroğlu, 2021). Tam üyelik seçeneğine alternatif olarak ayrıcalıklı ortaklık fikri, bazı AB liderleri tarafından gündeme getirilmiştir (İçener, 2007). Bu yaklaşım, belirli alanlarda işbirliği ve kısmi entegrasyonun sürdürülmesi için bir çerçeve sunabilmekle birlikte Türkiye’nin uzun süredir hedeflediği tam üyelik vizyonunu karşılamaktan uzaktır (Cianciara & Szymański, 2019). Türkiye açısından ayrıcalıklı ortaklık, stratejik çıkarlarını tam anlamıyla karşılamayan ve ikinci sınıf bir statü olarak algılanan bir seçenek olarak değerlendirilmektedir.

Günümüzde tam üyelik olasılığı kısa ve orta vadede gerçekçi görünmemekle birlikte, tarafların ticaret, güvenlik ve göç alanlarındaki karşılıklı bağımlılığı işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Gümrük Birliği çerçevesi, ekonomik ilişkinin omurgasını oluşturmaya devam ederken; düzensiz göçün yönetimi ve bölgesel istikrar başlıkları da işlevsel diyaloğun ana eksenini belirlemektedir. Ancak geniş bir siyasal vizyonun yokluğu, bu dar işbirliği alanlarının kurumsal derinliğini sınırlamakta ve ilişkileri “eşik altı” bir düzeye hapsetmektedir (Alpan, 2024; Müftüler Baç, 2021).

Son dönemde AB tarafında Rusya’nın saldırganlığıyla değişen güvenlik mimarisi stratejik özerklik arayışını hızlandırmıştır. Resmi olarak ilk kez 2016 yılında yayımlanan AB Küresel Strateji Belgesi ile gündeme gelen bu kavram, AB tarafından uluslararası politikadaki küresel güçlerden tam bağımsızlık arayışı olarak değil; daha çok aşırı dışa bağımlılığı azaltmak, Birlik içi dayanıklılığı artırmak ve küresel rekabet gücünü yükseltmek gayesiyle geliştirilmiş pragmatik bir strateji olarak tanımlanmıştır. Buna göre normatif bağlılığı gözeterek benzer Birlik ile benzer değerleri paylaşan müttefiklerle çok taraflı işbirliğini sürdürme çabası, yeni dönemde AB’nin temel stratejilerden biri olarak lanse edilmiştir. Bu bağlamda stratejik özerkliğin, özellikle dış tehditlere karşı AB’nin kendini savunabilme kapasitesini arttırma, ekonomik olarak daha rekabetçi hale gelme ve kendi normatif değerlerini küresel ölçekte etkin hale getirme arzusu olarak tanımlabilir (Aydın-Düzgit, Kutlay & Keyman, 2025). Bu kapsamda AB tarafından Avrupa Siyasi Topluluğu benzeri esnek platformlar devreye alınmış ve böylece Türkiye’yi tam üyelik dışı yöntemlerle sistemde tutma iradesinin altı çizilmiş, fakat yaklaşım demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi normatif konuların geri planda kalabileceği tartışmaları gündeme gelmiştir. (Alpan, 2024).  Bu dönemdeki Türkiye-AB ilişkileri, tam üyelik hedefinden uzaklaşan farklılaştırılmış entegrasyon modellerine yönelen bir eğilim ile açıklanabilmektedir. Son yıllarda Türkiye tarafında Kıbrıs açıklarına gönderilen sondaj gemileri, AB ile ilişkilere yönelik iktidarın söylemleri, göç ve güvenlik meselelerinde izlenen politikalar, Batı’ya karşı daha bağımsız ve otonom bir dış politika anlayışının sembolik bir göstergesi olarak okunabilmektedir (Pierini, 2024). Hatta bu süreçte ülke AB tarafından yaptırım tepkisiyle de karşı karşıya kalmıştır. Örneğin, aday ülke statüsüne sahip olmasına rağmen hem Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle gündeme gelen AB genişleme politikalarının hem de AB’nin dış ve güvenlik politikasına dair yürütülen kurumsal ve stratejik tartışmaların neredeyse dışında bırakılmıştır. 2023 yılında Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa Konseyi’nin talebi doğrultusunda hazırlanan Türkiye özel raporu, 2024 tarihli Avrupa Konseyi sonuçlarında yalnızca Kıbrıs meselesine sınırlı bir atıfla karşılık bulmuş ve bu durum Türk yetkililer nezdinde eleştirilere neden olmuştur (Aydın-Düzgit, Kutlay & Keyman, 2025).

Bu gelişmeler, Türkiye-AB ilişkilerinin fonksiyonel işbirliği düzeyine indirgenerek, daha esnek ve seçici bir entegrasyon çerçevesine yöneldiğini göstermektedir. Özellikle demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularındaki gerileme ile Kıbrıs sorununun çözümünde yaşanan tıkanıklık, taraflar arasında normatif yakınlaşma zeminini zayıflatmıştır. Bunun sonucunda, ekonomik iş birliğini derinleştirme potansiyeline sahip olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin güncellenmesi yönündeki girişimler de akamete uğramıştır. Türkiye’nin, AB iç pazarına daha entegre hâle gelmesi ve Avrupa tedarik zincirleriyle daha yüksek uyum sağlaması gibi stratejik hedefler dahi siyasi kriterlerdeki uyumsuzluk nedeniyle askıya alınmıştır. Bu durum, farklılaştırılmış entegrasyon kuramının temel argümanlarıyla uyumlu şekilde, Türkiye’nin AB ile tam üyelik dışında, sınırlı ve alan bazlı entegrasyon yollarına yöneldiğini teyit etmektedir.

Genel Değerlendirme ve Sonuç

Türkiye-AB ilişkilerinin evrimini konu alan bu çalışma, 2000’lerin başında demokratik reformları tetikleyen güçlü bir ivme yaratan üyelik perspektifinin zaman içinde nasıl zayıfladığını ortaya koymuştur. 2002-2005 döneminde üyelik vaadi insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme alanlarında belirleyici bir kaldıraç işlevi görmüşken takip eden yıllarda hem Brüksel’in genişleme isteksizliği hem de Ankara’daki demokratikleşme hızındaki yavaşlama bu dinamiği büyük ölçüde sekteye uğratmıştır. Böylece AB’nin koşulluluk ve yardım mekanizmaları, karşılıklı güven bunalımının gölgesinde etkisini yitirmiş, daha fazla demokratikleşme çağrıları iç politikada giderek tartışmalı hâle gelmiştir.

İlişkilerde oluşan bu manzara klasik üyelik modelinin ötesine geçen alternatif entegrasyon biçimlerinin sistemli biçimde incelenmesini gerekli kılmaktadır. Ayrıcalıklı ortaklık, çok katmanlı üyelik veya farklılaştırılmış entegrasyon yaklaşımları, hem Ankara’nın statü kaygılarını hem de Brüksel’in genişleme yorgunluğunu dengeleyebilecek ara formüller sunabilir. Bununla birlikte, Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti ve Rusya-Ukrayna Savaşı gibi bölgesel jeopolitik sarsıntıların Türkiye’nin dış politika yönelimlerine ve AB stratejisine etkisi derinlemesine analiz edilmelidir. Kamuoyunun algıları, medyanın söylem çerçeveleri ve kimlik temelli tartışmalar da ilişkilerin geleceğini şekillendiren kritik değişkenler arasındadır.

Ankara’nın stratejik özerklik eksenli çok-vektörlü dış politikası da geleceğe dair önemli ipuçları sunmaktadır. Türkiye, Batı ittifakıyla bağlarını koparmadan Rusya ve Çin’le yakınlaşma hamlelerini sürdürmektedir ki Ukrayna krizinde izlenen denge politikası bu yaklaşımın somut göstergesi olmuştur. Bununla birlikte, ekonomik kırılganlık Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve göç mutabakatının devamı gibi alanlarda AB ile seçici işbirliğini teşvik etmekte fakat bu açılımlar uzun vadeli entegrasyondan ziyade kısa vadeli menfaatlere dayanmaktadır.

Gelinen noktada normatif uyumun geri çekildiği, faaliyet temelli ve dar kapsamlı bir işbirliği modeli belirginleşmiştir. AB’nin klasik koşulluluk mekanizması demokrasi ve insan hakları başlıklarında sınırlı etki üretirken, kapsayıcı bir siyasi çerçevenin yokluğu güven bunalımını derinleştirmekte ve ilişkilerin kurumsal derinliğini engellemektedir. Tarafların “tükenen üyelik hayali”nin ötesine geçip, stratejik gereklilikleri karşılayacak ve siyaseten kabul edilebilir yeni bir ortaklık formülü geliştirmesi elzemdir. Farklılaştırılmış entegrasyon ya da ayrıcalıklı ortaklık seçenekleri masada olsa da bunların hayata geçmesi ancak Ankara ile Brüksel’in karşılıklı hassasiyetleri gözeterek güveni yeniden inşa etmesine bağlıdır. Bu hassas denge yalnızca ikili ilişkilerin rotasını değil, Avrupa’nın geniş güvenlik mimarisini de belirleyecek kritik bir faktör olmaya devam edecektir.

Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin uzun süreli durgunluğu ve artan karşılıklı şüphecilik, birliğe tam üyelik yerine fiilî (de facto) bir farklılaştırılmış ortaklık modeline evrilmiştir. Bu model, normatif olarak tam üyeliğin sembolik cazibesini korusa da pratikte işlevsel işbirliği çerçevesinde şekillenmektedir. Güvenlik, ticaret, enerji ve göç gibi yüksek karşılıklı bağımlılık alanlarında yakın eşgüdümü sürdürürken demokrasi, yargı reformu ve temel haklar gibi normatif başlıklarda giderek artan asimetrik uyuma işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle taraflar, kurumsal bütünleşme yerine işlem odaklı bir pragmatizmle minimum caydırıcılık ve düzenleyici faydayı maksimize etmeye yönelmiştir. Yani Türkiye için tam üyeliğin ufuk çizgisinde beliren silueti, şimdilik bir serap havası taşımaktadır. Yakın geleceğe bakıldığında bu kapının aralanacağına dair somut bir işaret de görülmemektedir. Ne var ki ekonomik faaliyetler, enerji hatları ve güvenlik puslu diplomatik menzillerin ötesinde, iki tarafı birbirine hiç kopmayacak ince ipliklerle bağlamayı sürdürmektedir. İki yönlü bu etkileşim, dönemsel olarak güç politikalarının yarattığı gerilimlerle kesişse dahi tarafların iç içe geçen yapısal çıkarları uzlaşmayı kurumsal bir zorunluluk olarak muhafaza etmektedir. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkileri, üyelik hayalinin bekleme salonunda unutulmaya bırakılmak yerine göç, güvenlik ve ticaret ekseninde hayat bulan pragmatik ve stratejik işbirliğiyle varlığını sürdürecek böylece Türkiye’nin tam üyelik umudunun yerini karşılıklı faydayı önceleyen gerçekçi bir ortaklık ilişkisine bırakacağı öngörülmektedir.

KAYNAKÇA

AÇIKMEŞE, S. A. (2010). Cycles of Europeanization in Turkey: The Domestic Impact of EU Political Conditionality. UNISCI Discussion Papers, 23, 129-148.

ADAR, S. (2024). Turkey in MENA, MENA in Turkey Reasons for Popularity, Limits to Influence. Berlin: Stiftung Wissenschaft und Politik Research Paper.

ALAHMED, A. Y. M., MUJANİ, W. K., & Abbas, E. M. (2015). Turkey and European Union: Objectives and obstacles. Mediterranean Journal of Social Sciences, 6(4), 475-480. https://doi.org/10.5901/mjss.2015.v6n4s1p475

ALPAN, B. (2019). The impact of EU-based Populism on Turkey-EU relations. The International Spectator, 54(4), 17-31. https://doi.org/10.1080/03932729.2019.1673637

ALPAN, B. (2024). Türkiye-EU relations and the European Political Community in the aftermath of Russian invasion: Is the transactional turn here to stay?. EuroMeSCo.

AYDIN-DÜZGİT, S., & KEYMAN, E. F. (2012). EU-Turkey relations and the stagnation of Turkish democracy (Working Paper No. 02). Istanbul Policy Center. 10.02.2025 tarihinde https://research.sabanciuniv.edu/23576/ adresinden alındı

AYDIN-DÜZGİT, S., KUTLAY, M., & KEYMAN, E. F. (2025). Strategic autonomy and Turkish foreing policy in an age of multupolarity: Lineages and contradictions of an idea, Int Polit, https://doi.org/10.1057/s4131102400638w

Anka Haber Ajansı. (2025). “Faruk Kaymakcı: Genişlemeden Sorumlu AB Komiseri Kos’un ülkemize yapacağı ziyareti iptal ettiği yönündeki açıklamasını popülist bir hamle olarak değerlendiriyoruz”. Erişim Tarihi: 28.04.2025.

https://www.ankahaber.net/haber/detay/faruk_kaymakci_genislemeden_sorumlu_ab _komiseri_kosun_ulkemize_yapacagi_ziyareti_iptal_ettigi_yonundeki_aciklamasini_pop ulist_bir_hamle_olarak_degerlendiriyoruz_230645

BAŞKAN, F., & GÜMRÜKÇÜ, S. B. (2012). Positions of Turkish political parties on European integration. Southeast European and Black Sea Studies, 12(1), 25-44. https://doi.org/10.1080/14683857.2012.661220

BİLGİN, R., EKİCİ, S., & SEZGİN, F. (2022). The effect of international relations on democratization of Turkey between 2002-2010 during justice and development party rule. Amazonia Investiga, 11(57), 205-220. https://doi.org/10.34069/AI/2022.57.09.22

BÖRZEL, T. A., & RİSSE, T. (2018). From the euro to the Schengen crises: European integration theories, politicization, and identity politics. Journal of European Public Policy, 25(1), 83108.

CAMYAR, I., & TAGMA, H. M. (2010). Why does Turkey seek European Union membership? A historical institutional approach. Turkish Studies, 11(3), 371-386. https://doi.org/10.1080/14683849.2010.507104

CİANCİARA, A. K., & SZYMAŃSKİ, A. (2019). Differentiated integration: Towards a new model of European Union-Turkey relations? Turkish Studies, 21(2), 254-273. https://doi.org/10.1080/14683849.2019.1618190

COP, B., & KILIÇDAROĞLU, K. (2021). Linkage, leverage, and authoritarianism: An overview of the collapse of Turkey’s EU membership prospect. SAGE Open, 11(3). https://doi.org/10.1177/21582440211040783

DEMİRSU, I., & CİHANGİR-TETİK, D. (2018). Constructing the partnership with Turkey on the refugee crisis: EU perceptions and expectations. Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 21(6), 625-642. https://doi.org/10.1080/19448953.2018.1506291

EYLEMER, S., & TAŞ, İ. (2007). Pro-EU and eurosceptic circles in Turkey. Journal of Communist

Studies   and           Transition         Politics,                23(4),            561-577.

https://doi.org/10.1080/13523270701674657

İÇENER, E. (2007). Privileged partnership: An alternative final destination for Turkey’s integration with the European Union? Perspectives on European Politics and Society, 8(4), 415-438. https://doi.org/10.1080/15705850701640777

JANSİZ, A., SADEGHİ, S., MİRZAEİ, J., & TARİN, M. (2016). Cultural challenges facing Turkey’s membership in the European Union. Asian Social Science, 12(9), 1-8. https://doi.org/10.5539/ass.v12n9p1

KALIN, İ. (2011). Turkish foreign policy: Framework, values, and mechanisms. International Journal, 67(1), 7-21.

KARACASULU, N. & AŞKAR KARAKIR, İ. (2014). EU-Turkey relations in the context of the middle east after the Arab Spring. Insight Turkey, 16 (4), 201-219.

KÖSE, T. (2023). Is a new opening possible in Türkiye-EU Relations? Insight Turkey, 25(2), 11-

  1. https://doi.org/10.25253/99.2023252.1

KÜÇÜKCAN, T., & KÜÇÜKKELEŞ, M. (2012). European views of turkish foreign policy. SSRN Electronic Journal. https://doi.org/10.2139/ssrn.2498614

MORAVCSİK, A. (1998). The choice for Europe: Social purpose and state power from Messina to Maastricht. Ithaca, NY: Cornell University Press.

MÜFTÜLER BAÇ, M. (2005). Turkey’s political reforms and the impact of the European Union.

South European       Society               and         Politics,        10(1),           17-31.

https://doi.org/10.1080/13608740500037916

MÜFTÜLER BAÇ, M. (2021). External differentiated integration: The modalities of Turkey’s opting into the European Union. Robert Schuman Centre for Advanced Studies Research Paper No. RSCAS 2021/19. http://dx.doi.org/10.2139/ssrn.3807363

MÜFTÜLER BAÇ, M., & Gürsoy, Y. (2010). Is there a europeanization of Turkish foreign policy? An addendum to the literature on EU candidates. Turkish Studies, 11(3), 405-427. https://doi.org/10.1080/14683849.2010.506734

ÖNİŞ, Z. (2007). Conservative globalists versus defensive nationalists: political parties and paradoxes of Europeanization in Turkey. Journal of Southern Europe and the Balkans, 9(3), 247-261. https://doi.org/10.1080/14613190701689902

ÖNİŞ, Z. (2011). Multiple faces of the “new” Turkish foreign policy: Underlying dynamics and a critique. Insight Turkey, 13(1), 47-65.

PAPUÇÇULAR, H. (2023). Cumhuriyetin dış politikası olaylar, aktörler, kurumlar 1923-2023. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

PARLAR DAL, E., & DİPAMA, S. (2023). Re-scaling and globalizing EU-Turkey bilateral relations in the changing global political landscape. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 20(77), 35-50.

https://doi.org/10.33458/uidergisi.1233973

PİERİNİ, M. (2024). Turkey’s dwindling international role. Brussels: Carnegie Europe, 23 May.

https://carnegieendowment.org/europe/strategiceurope/2024/05/turkeysdwindlinginternationalrole?lang=en.

SAATÇİOĞLU, B. (2019). The European Union’s refugee crisis and rising functionalism in EU-

Turkey            relations.         Turkish            Studies,           21(2), 169-187. https://doi.org/10.1080/14683849.2019.1586542

SCAZZİERİ, L. (2017). Turkey and the EU: No end to the drift. Centre for European Reform Insights. https://www.cer.eu/insights/turkeyandeunoenddrift

SCHİMMELFENNİG, F., LEUFFEN, D., & RİTTBERGER, B. (2015). The European Union as a system of differentiated integration: Interdependence, politicization and differentiation. Journal of European Public Policy, 22(6), 764-782.

SCHİOP, E. N. (2019). The occidental perspective of the accession negotiations between Turkey and the European Union. Journal of Advanced Research in Social Sciences and Humanities, 4(6), 224-231.

SÖZEN, A. (2010). A paradigm shift in Turkish foreign policy: Transition and challenges. Turkish Studies, 11(1), 103-123. https://doi.org/10.1080/14683841003747062

TEKŞEN, F. (2017). Thorny relations with the EU under AK Party Rule: Challenges and prospects. Insight Turkey, 19(2), 115-137. https://doi.org/10.25253/99.2017192.07

ULUSOY, K. (2008). Turkey and the EU: Democratization, civil-military relations, and the Cyprus ıssue. Insight Turkey, 10(4), 51-76.

ÜLGEN, S., Besch, S., & Toygür, İ. (2024). Strategic autonomy as a dynamic of convergence in Türkiye-EU relations. Carnegie Endowment for International Peace.

ÜLGER, İ. K. (2016). The European Union’s role in Turkey’s social transformation. Bilig, (78), 73-93.

ÜSTÜN, Ç. (2020). Türkiye’nin batılı müttefikleri ile inişli çıkışlı ilişkileri ve siyasi söylem: Tarihsel bir karşılaştırma. Editörler: B. B. Coşkun ve İ. Rüma. Dış Politika Analizi Konu, Kuram, Yöntem içinde (ss.147-169). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

YILMAZ, H. (2011). Euroscepticism in Turkey: Parties, elites, and public opinion. South

European Society              and            Politics,           16(1),            185-208.

https://doi.org/10.1080/13608741003594353

EXTENDED ABSTRACT

This article traces the evolution of Türkiye-European Union (EU) relations under the Justice and Development Party (AK Party) between 2002 and 2024, arguing that the prospect of full membership has gradually given way to differentiated integration and a transactional strategic partnership. Drawing on qualitative document analysis, the study consolidates a dispersed literature to show how domestic political change in Türkiye, cyclical crises within the EU, and shifting regional geopolitics have jointly transformed the accession paradigm into a functional cooperation framework centred on trade, migration management, and security.

The analytical lens combines three theoretical strands. Neo‑functionalism helps explain the early 2000s when reforms in political and economic domains produced positive spillovers and accelerated alignment with EU norms. Liberal intergovernmentalism then accounts for the subsequent slowdown as national preferences diverged and bargaining power shifted amid unresolved issues such as Cyprus, growing polarisation within Türkiye, and enlargement fatigue inside the Union. Finally, differentiated integration captures the post‑2021 trajectory, in which cooperation persists through modular, policy‑specific arrangements without the teleology of full membership. This composite framework is operationalised through a four‑phase periodisation of the relationship from 2002 to 2024.

Phase I, High Enthusiasm and Reforms (2002-2007), saw Türkiye harness the accession anchor to undertake wide‑ranging constitutional and legal changes aligned with the Copenhagen criteria: strengthening the rule of law, expanding civil liberties, rebalancing civilmilitary relations, and liberalising the economy. The EU’s conditionality provided both a template and incentive structure; public support for accession peaked and accession negotiations formally opened in 2005. This period exemplifies neo‑functionalist dynamics whereby sectoral cooperation and legal approximation created momentum toward deeper alignment.

Phase II, Stagnation and Uncertainty (2008-2013), witnessed the erosion of that momentum. The unresolved Cyprus dispute blocked negotiating chapters and politicised the customs union’s obligations, while the EU’s own constitutional and economic strains reduced appetite for enlargement. Within Türkiye, political polarisation and mounting concerns in EU reports about freedom of expression and judicial independence diminished trust. Concurrently, the Arab uprisings reoriented Türkiye’s foreign policy bandwidth toward its neighbourhood, fuelling debates about a perceived “axis shift” and weakening the centrality of the EU anchor.

Phase III, Chill (2014-2020), consolidated a structural decoupling of the accession track from day‑to‑day cooperation. Events surrounding the 2013 protests and the 2016 coup attempt intensified EU concerns over human rights and the rule of law, prompting repeated calls in the European Parliament to freeze negotiations. Yet cooperation did not collapse. The 2016 EUTürkiye Statement on migration epitomised a turn to crisis‑driven, functional arrangements: while the political horizon narrowed, interdependence in migration management produced a transactional modus vivendi. Overall, policy interaction survived, but mostly in narrowly defined, technical silos.

Phase IV, Strategic Autonomy and Divergence (2021-2024), is marked by mutual recalibration. In Türkiye, a strengthened nationalist coalition and a broader quest for strategic autonomy shaped choices in defence and regional policy, sometimes clashing with EU member states’ preferences. On the EU side, internal divisions, the rise of populism, and a renewed emphasis on strategic autonomy after major geopolitical shocks further diluted the credibility of enlargement for difficult candidates. Discussions about modernising the customs union and visa liberalisation resurfaced but remained bounded by political conditionality and a lack of an overarching vision. The net result is a pragmatic, minimum‑common‑denominator relationship focused on trade, migration, and security, with a diminished normative core.

The article’s core contribution is twofold. Empirically, it offers a fine‑grained periodisation that connects specific inflection points to shifts in the governing logics of cooperation. Conceptually, it demonstrates that differentiated integration provides a parsimonious account of why cooperation persists without convergence on membership: modular arrangements allow both sides to harvest mutual gains in areas of high interdependence while deferring contested normative alignment. Policy‑wise, the analysis suggests that credible progress-whether on customs union modernisation or mobility facilitation-depends on rebuilding trust around rule‑of‑law benchmarks and insulating functional dossiers from episodic crises. In the absence of that trust, the EU-Türkiye relationship is likely to remain “below threshold”: dense in transactions yet shallow in institutions.

In conclusion, the exhausted dream of membership does not imply disengagement. Rather, it signals a durable reconfiguration from a membership‑driven paradigm to a transactional, policy‑specific partnership. This model sustains cooperation where interdependence is highest (trade, migration, security) but leaves the broader political project under‑institutionalised. Unless mutual confidence and conditionality are recalibrated, differentiated integration will continue to define the feasible frontier of EU-Türkiye relations in the medium term.

————————————-

[i] YILDIRIM, UMUT TURGUT-TEKİN, FATİH (2025). “Tükenen Üyelik Hayali: Türkiye’nin Avrupa Birliği ile İlişkilerinde Ayrışma ve Stratejik Yeniden Konumlanma”. Karadeniz Araştırmaları. XXII/87: 1273-1291.

[ii] Dr. Öğr. Üyesi, İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Malatya, ORCID ID: 0000-0003-2676-7157, E-posta: [email protected]

[iii] Arş. Gör. Dr., İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Malatya, ORCID ID: 0000-0003-2227-0784, E-posta: [email protected]

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen