O Haklıymış!

Yıllaaar önceydi, İstanbul’da, Cağaloğlu’nda, bir milliyetçi toplantıda, hatırımda kaldığına göre, ön sıralardan birinde oturup konuşmayı dinleyen, değişik kıyâfetli, orta yaşlı/yaşlıca bir hanım vardı.

       Toplantı sonunda, herkes birbirine veda ederek topluluk dağılırken, bâzıları, bu değişik kılıkla hânıma gülümseyerek, bâzıları da yadırgadıklarını incitmeyici sözlerle ifâde etmekten kendilerini alamadılar. Hanımın, -hatıladığım kadarıyla- mintanının üzerine giymiş olduğu yelek gibi, kalınca kumaştan yapılmış nesnede, rozetten büyükçe, bayrağımızın ay yıldızı işlenmişti. O, yeleğe benzer giyim parçası da, herhâlde -hani, yeniçerilerin, zeybeklerin, ceket yerine giydikleri-cepken niyetiyle, öyle tasarlanmış olmalıydı.

        Bu “milliyetçi”, “KENDİ değerlerimizin dile getirildiği, o değerlerimizin ehemmiyetine dikkat çekildiği” güzel toplantıdaki hemen herkes, o hanımın kılığını yadırgamış, Bâzıları, “0lur böyle işler, değişik, aşırı tipler de böyle toplantılara geliyor” diye düşündüler, tepkilerini hafifçe gülümseyerek gösterdiler.

          Ben de yadırgamıştım; garip bulmuştum, bir tepki vermedim “değişik birisi herhâlde” diye düşündüm, geçtim. “Milliyetçi olmak için, ‘bu çağda’ öyle, eskiden giymiş olduğumuz, folklor ekiplerindeki kıyafetlere dönmek, o kıyâfetlere değer vermek, şekilcilikti, ciddîye alınmağa değmezdi, böyle şeylerle mi uğraşılacaktı.”

          Şimdi, yıllaaaaar sonra o durumu hatırlayınca, başka türlü düşünmekten kendimi alamıyorum. Evet, kendimizi, bu Avrupa kıyâfeti içinde bulmuştuk, bu kıyâfeti yüzyılladan beri giyiyormuşuz gibi, bize tabiî geliyordu; ana babalarımızı, dedelerimizi de bu kıyâfet içinde bulmuştuk. Ama, ondan öncesi? Ondan öncekilerin, dedelerimizin babalarının başka türlü giyindikleri anlaşılıyor.

         Yaygın kültür, üstünün, üstün kabûl edilenin kültürü, kendiliğinden başkalarının onu taklîd etmesine yol açıyor: 17. Yüzyılda Avrupa’da, Osmanlı kıyâfeti taklîd ediliyordu; Fransa’da Türköri akımı, Türk modası vardı. Yeniçerinin eski, yıpranmış cepkenine, poturuna sâhip olmak, öğünç konusuydu. Avusturya hudûd askerlerinin kıyâfetinde, Osmanlı asker kıyâfetinin etkisi apaçık görünürdü, bunu, Avrupa’lılar, kendileri yazar.

         Geleneklerine son derece bağlı olan Japonların bâzıları değil, birçokları, artık, Avrupa kıyâfeti giyiyor, istediği zaman da kimono’sunu giyer tabiî.

         Bizde Avrupa kıyâfeti, Sultân İkinci Mahmûd (1808-1839) zamanında, devlet emriyle alınmağa başlandı, oğlu Abdülmecîd (1839-1861) devrinde Tanzîmat (1839) ve İslâhât (1856) hareketleriyle hızlandı. Sultân Abdülazîz(1861-1876)’in 1867 yılındaki Avrupa seyâhati, Osmanlı aydınının tamâmen Avrupa’ya yönelmesine yol açtı: artık, Osmanlı aydınının öğreneceği dil, Fransızca oldu, bu iş o kadar ileri götürüldü ki, bâzıları, 19. Yüzyıldaki yaygın Fransız dilini bilmeyenleri, adam yerine koymuyordu. Meşrûtiyet (1876) Meclisinde gayrımüslim mebusların sayısı çoğunluk teşkil etmiyordu, ama, akım onlardan yanaydı ve çok etkili idiler, karşı çıkmak, akıntıya karşı kürek çekmek gibi idi. Ülkeyi  1877-78 harbine bu meclis soktu ve çok büyük toprak kaybına uğradık. İkinci Abdülhamîd (1876-1909) ve Altıncı Mehmed Reşad (1909-1918) devrinde aynı gidiş devam etti; bizi Avrupa’lıdan ayırd eden, sâdece baştaki fes kalmıştı. (Üsküdar’a gider iken … türküsünde, kâtibin setresinin eteğine çamur bulaşmış olduğundan söz edilir, pantolon, zâten İkinci Mahmûd’dan beri devlet memurlarınca giyiliyordu.) Ondan sonra, hiçbir şey yapılmasaydı da, şehirlerden başlayarak, köylere doğru yayılıp bugünkü kıyâfetimiz içinde olacaktık, şehirlerde kravat takılıyordu, geliş öyleydi, bunda hiçbir şüphe yok. Çok büyük ihtimâlle, baştaki fes de bırakılacaktı, zâten gidiş, öyleydi, her şeyimizle, bu arada, kıyâfetimizle Avrupa’lı olmak, tamamlanmış olacaktı.

***

Günümüzde, bakıyoruz: İngiltere, kendini, bütün Batı ülkelerinden üstün görmekte devâm ediyor, Amerika, onun dilini konuşuyor, onun kültürel uzantısı. İngiliz tâcına bağlı Avustralya, Kanada, Zelanda gibi ülkeler de var. Bu üstünlük tezâhürü, Kraliçe’nin cenâze töreninde kendini gösterdi: Fransa Başkanı Makron, diğer ülke başkanlarının bindirildiği otobüste teşrifatçı gibiydi. Dikkate değer bir konudur ki, Türkiye’nin Başkanı, o sırada, Amerika’da bir parkta, çocuklara şefkat gösteriyordu.

         Bu, etkili İngiltere’nin durumuna bakıyoruz: oraya yönetici yetiştirecek olan Eton Kolejine, İngiliz soyundan olanlar alınıyor, çok yüksek ücret ödeyerek okuyorlar ve … bilmem kaç yüz yıl önceki kıyâfetlerini giyiyorlar, o devirdeki centilmenler gibi davranıyorlar. Okul dışında da, davranışları, konuşmalarıyla dikkat çekiyorlar: örnek İngiliz olarak yaşıyor ve öğrenim görüyorlar.

         İngiliz hâkimi, başında bir peruk taşır ve o peruktaki bitleri ayıklamak için özel bir âlet vardır, bundan da hiç gocunmazlar.

        Londra’da, Tower’da, kimbilir ne zamandan beri, Yeoman kıyâfetli görevliler vardır.

        Bir İngiliz polisini bir kilometre uzaktan bile görseniz, tanırsınız: başında miğfer gibi bir başlığı vardır. Fransız polisini de başındaki basık silindir şeklindeki şapkasından hemen tanırsınız.

        Fransız tören birliklerinde de aynı, tarihî kıyâfetleri görürsünüz.

       Hollanda’daki Milletlerarası Mahkeme görevlileri, yine bilmem kaç yüzyıl önceki kıyafeti giyerler.

***

Son yıllarda, bizde de bu yola yönelme görülüyor: Bursa’daki Osman Gazi Türbesi’ndeki görevlilerin, Söğüt’teki Etruğrul Gazi Türbesi’nin kapısındaki, Ertuğrul Gazi torunlarının gönüllü olarak alp kıyâfeti ile nöbette duruşu gibi. Aynı bilinçlenme olgusunu, Topkapı Sarayı’ndaki görevlilerin artık bostancı kıyâfeti giymelerinde de görüyoruz. Ankara’da, Külliye’deki görevlileri, çeşitli Türk topluluklarının tarîhî kıyâfetleri içinde görüyoruz.

        Hakta da bu yolda eğilim çoktan başladı. Eskişehir’de, merhum Niyâzi Çapa, Ertuğrul Gazi şenliklerinde, yaptırmış olduğu mahallî zeybek kıyâfetini giyip, gelenleri de bu kıyâfetle gelmeğe teşvik ederdi.

***

Bu olayları, kılık-kıyâfet konusunda kendimize dönüş bilincinin geliştiğini gördükçe, 55-60 yıl önce yadırgadığımız, çoktan rahmet-i Rahmân’a kavuşmuş olan hanımın, evet, aslında o hanımın haklı olduğunu anlıyorum.

                                                    *** *** ***

08/10/2015

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen